-297-
yınca kıyıya gelişlerini görmek için sürekli gözetlemede kalmaya, herhangi bir fırsat çıkarsa diye gerekli önlemleri alarak gerisini olayların akışına bırakmaya karar verdim.
Aldığım bu kararla, elimden geldiğince sık sık gözcülük yapmaya başladım; aslına bakılırsa bu işi o kadar sık yapıyordum ki, en sonunda gözcülükten sıkıldım; çünkü bir buçuk yıldan fazla bir süredir bekliyor -bu zamanın büyük bir çoğunluğunu adanın batı ve güneybatı kıyılarında geçirmiştim- neredeyse her gün gidip kanoların gelip gelmediğine bakıyordum; ama tek bir kayık bile görmemiştim. Bu durum çok yıldırıcıydı ve artık çok canım sıkılmaya başlamıştı; ama öncekinin aksine bu sefer isteğimin geçip gittiğini söyleyemem. Tam tersine, geciktikçe bu işe karşı hevesim daha da artıyordu. Kısacası, onlarla karşılaşmayı çok istediğim için artık bu vahşileri görmekten ya da onların beni görmesinden o kadar korkmuyordum.
Bunun yanı sıra, bu vahşilerden birini, yok hatta iki ya da üç tanesini ele geçirebilir-sem onlan kölem haline getirebileceğimi, ne istersem yaptırabileceğimi, bana hiçbir zaman zarar vermeyecek duruma getirebileceğimi hayal ediyordum. Bu işle uzun süredir oyalanıyordum; ama ne gelen vardı, ne giden. Bütün hayallerim, taşanlarım suya düşmüştü; çünkü uzun bir süredir adaya hiç vahşi gelmiyordu.
Bu düşüncelerle bir buçuk yıl kadar oyalanıp uzun uzun düşündükten sonra bunları gerçekleştirebileceğim hiçbir fırsat çıkmadı-
-298-
ğından hepsinin boşa gittiğine karar vermiştim. Ama bir sabah erkenden adanın benim yaşadığım kıyısında en az beş kano görünce çok şaşırdım; içindekiler inip gözden kaybolmuşlardı. Bunların sayısı, aldığım bütün önlemleri altüst etti; daha önce daima dört beş kişi ya da bazen biraz daha kalabalık geldiklerini bildiğim için şimdi bu kadarıyla nasıl başa çıkacağımı, tek başıma yirmi otuz kişiye nasıl saldırabileceğimi bilmiyordum; bu yüzden şatomdan dışarı çıkmadım, kafam allak bullak olmuş, sıkıntı içinde bekledim. Bununla birlikte, daha önceden hazırladığım saldın durumuna geçtim; bir fırsat çıkarsa harekete geçmeye hazırdım. Herhangi bir ses çıkarırlarsa duyayım diye kulak kesilerek uzun bir süre bekledikten sonra sabnm tükendi; tüfeklerimi merdivenin ayağına dayadım, her zamanki gibi iki seferde tepeye çıktım; bununla birlikte beni göremesinler diye tepenin üzerinde başım gözükmeyecek bir şekilde durdum. Buradan dürbünümün yardımıyla, sayılannın otuzdan az olmadığını, bir ateş yakmış, yemek pişirmiş olduklarını gördüm; ama ne pişirmişler, nasıl pişirmişlerdi bilmiyordum; hepsi de ateşin etrafında, kendi tarzlannda, bir sürü barbarca el kol hareketi ve figürle dans ediyordu.
Bu şekilde dürbünümle onlara bakarken, iki zavallı yaratığın anlaşılan daha önce bıra-kıldıklan kayıklardan, boğazlanmak üzere sürüklenerek çıkanldıklannı gördüm. Bu yaratıklardan biri hemen yere yığıldı; sanınm ona bir sopa ya da ağaçtan bir kılıçla vur-
-299- .
muşlardı; öldürme yollan bu olsa gerekti. İki üç kişi hemen bu yere düşeni kesmek, pişirmeye hazırlamak için işe koyuldu; diğer kurban da orada öylece durmuş, sırasını bekliyordu. Tam o anda bu zavallı yaratık kendisini biraz serbest görmüş, canını kurtarabileceğini ummuş olmalı ki, yerinden fırladığı gibi onlardan uzaklaştı; kumların üzerinde inanılmaz bir hızla, bana doğru koşmaya başladı; evimin bulunduğu tarafa doğru demek istiyorum.
Benim bulunduğum tarafa doğru koştuğunu gördüğümde, özellikle de hepsinin birden onun peşine takıldığını sandığımda itiraf etmeliyim ki, gerçekten çok korktum. Şimdi rüyamın öbür kısmının gerçekleşmesini, gerçekten de koruluğuma sığınmasını bekliyordum; ama rüyamın gerisinin gerçekleşeceğine; diğer vahşilerin onu buraya kadar kovalamayacaklarına ve bulamayacaklarına hiçbir şekilde güvenemezdim. Bununla birlikte, yerimden kıpırdamadım ve onu takip eden vahşilerin üç kişiden fazla olmadığım görünce kendimi toplamaya başladım; kurbanın, çok hızlı koştuğu için aralarından sıyrıldığını, onları bir hayli geride bıraktığını; dolayısıyla yarım saat daha dayanabilirse rahatça ellerinden kurtulabileceğini görünce daha da yüreklendim.
Onlarla şatom arasında, öykümün ilk kısmında gemiden getirdiğim eşyaları karaya çıkardığım zaman sık sık bahsettiğim bir koy vardı; zavallı vahşinin yüzerek bu koyu geçmek zorunda olduğu, yoksa orada yakalana-
ORHAN KEMAL 3oo »L HALK KÜTÜPHANESİ
cağı apaçık ortadaydı. Nitekim kaçak vahşi oraya geldiğinde, sular yüksek olmasına rağmen hiç duraksamadan suya atladı ve aşağı yukarı otuz kulaçta suyun öbür tarafına çıktı ve yine büyük bir hız ve azimle koşmaya devam etti. Peşine takılan üç kişi koya geldiğinde ikisinin yüzebildiğim, ama üçüncünün suyun kenannda durup yüzenlere baktığını gördüm; oradan daha ileri gidemeyip kısa bir süre sonra da yavaş yavaş geri döndü; bu kendisi için de çok hayırlı oldu.
Kovalayan iki kişinin koyu geçerken kaçan adamdan iki kat daha fazla zaman har-cadıklannı gördüm. Şimdi bir uşak, belki de bir arkadaş ya da yardımcı edinmenin tam zamanı olduğu, Tann'nın beni bu zavallı yaratığın hayatını kurtarmaya çağırdığı düşüncesi bütün sıcaklığıyla ve gerçekten de karşı konulamaz bir şekilde içime doğdu. Hemen, bütün hızımla merdivenden aşağı inerek daha önce merdivenin dibine dayamış olduğumu söylediğim iki tüfeğimi kaptığım gibi, yine aynı hızla tepeye çıktım. Çok kestirme bir yoldan tepeden aşağı, denize doğru indim, kaçanla kovalayanlar arasına giriverdim, buyandan da kaçana sesleniyordum; arkasını dönüp baktı ve ilk başta belki de benden, en azından kendisini kovalayanlardan korktuğu kadar korktu; ama elimle ona geri gelmesini işaret ettim. Bu arada da yavaş yavaş kovalayanlara doğru ilerledim; sonra da birden önde olana saldırarak tüfeğimin dipçiğiyle vurduğum gibi yere serdim. Ötekiler duymasın diye ateş etmek istemiyordum; ama zaten o
-301-
kadar uzaktan ne tüfeğin sesini kolayca duyabilecekleri ne de dumanı görebilecekleri için neler olup bittiğini tahmin bile edemezlerdi. Ben bu öndeki adamı yere devirince, diğeri sanki korkmuş gibi durdu. Çabucak ona doğru ilerledim, ama yaklaştığımda elinde bir okla yay olduğunu, beni vurmaya hazırlandığını gördüm; bu yüzden ilk önce ben ona ateş etmek zorunda kaldım; ilk atışta da öldürdüm.
Zavallı kaçak vahşi, her iki düşmanının da yere düşüp öldüğünü -ikisinin de öldüğünü sanıyordu- görmesine rağmen durdu; yine de tüfeğimin çıkardığı sesten ve ateşten öyle ürkmüştü ki, olduğu yerde donakaldı; ne geri kaçabiliyor, ne de ileri gelebiliyordu; ama yaklaşmaktan çok kaçma eğiliminde gibi görünüyordu. Ona tekrar seslendim ve gelmesi için bazı el kol işaretleri yaptım; kolaylıkla anladı, bana doğru biraz ilerleyip yine durdu; sonra biraz daha ilerledi, gene durdu; esir alındığını, iki düşmanı gibi birazdan öldürüleceğini sanarak korkudan tir tir titrediğini o zaman anladım. Yanıma gelmesi için tekrar işaret ettim ve onu cesaretlendirebilmek için aklıma gelen her türlü el kol hareketini yaptım; yavaş yavaş yaklaştı, canını kurtardığım için duyduğu minnettarlığın bir göstergesi olarak on on iki adımda bir diz çöküyordu. Ona gülümsedim ve cana yakın bir şekilde baktım, daha da yaklaşmasını işaret ettim. En sonunda iyice yakınıma geldi ve sonra gene diz çökerek yeri öptü, başını yere uzattı, ayağımı alarak başının üzerine koydu. Anlaşılan bu hareket son-
-302-
suza kadar kölem olacağına ant içtiğini gösteriyordu. Tutup yerden kaldırdım, onu okşadım ve yüreklendirmek için elimden geleni yaptım. Ama daha halledilmesi gereken işler vardı; çünkü tüfeğimin sapıyla yere serdiğim vahşinin ölmediğini, bu darbeyle sadece sersemlemiş olduğunu, şimdiyse kendine gelmeye başladığını gördüm; ona işaret ederek vahşinin daha ölmediğini gösterdim. Bunun üzerine bana birtakım sözler söyledi; ne dediğini anlayamasam da bu sözler kulağıma çok hoş geldi; çünkü bu, yirmi beş yıldan fazla bir süredir, kendi sesim dışında duyduğum ilk insan sesiydi. Ama şimdi bunları düşünmenin sırası değildi. Yere serdiğim vahşi oturabilecek kadar kendini toplamıştı; benim vahşinin de korkmaya başladığını1 gördüm; bu durumda diğer tüfeğimi sanki onu vuracakmışım gibi adama doğrulttum. Bunun üzerine benim vahşi -şimdi ona böyle diyordum- kemerimin yanında asılı duran kınsız kılıcımı ödünç almak için bana işaret etti; ben de verdim. Kılıcı alır almaz düşmanına doğru koştu ve bir vuruşta, Almanya'daki en iyi cellatlara bile taş çıkartacak bir ustalıkla adamın başını kesi-verdi; kendi tahta kılıçlan hariç hayatında hiç kılıç görmediğine inanmak için yeterince sebebim olan bu adamın bu kadar iyi kılıç kullanabilmesi bana çok garip geldi. Bununla birlikte, daha sonradan tahta kılıçların bir vuruşta kafaları, kollan düşürebilecek kadar keskin, ağır yapıldığını, tahtasının da çok sert olduğunu öğrendim. Vahşi bu işi hallettikten sonra bir zafer işareti olarak gülümseyerek
-303-
yanıma geldi ve anlamadığım bin bir türlü el kol hareketi yaparak kılıcı bana geri getirdi, öldürdüğü vahşinin kafasıyla beraber hemen önüme, yere bıraktı.
Ama onu en çok şaşırtan şey, öbür yerliyi bu kadar uzaktan nasıl öldürdüğümdü; dolayısıyla bu vahşiyi işaret ederek benden onun yanına gitmek için izin istedi; elimden geldiğince, gidebileceğini anlatmaya çalıştım. Adamın yanına vardığında şaşırmış gibi durdu, bir o tarafa bir bu tarafa çevirerek adamı inceledi, kurşunun açtığı yaraya baktı; anlaşılan kurşun göğsünde bir delik açmıştı, fazla kan akmamıştı, ama iç kanama olmalıydı, çünkü adam ölmüştü. Benim vahşi, adamın okunu ve yaylarını alarak geri geldi; böylelikle ben de oradan uzaklaşmak için döndüm; bunların arkasından başkalarının da gelebileceğini anlatmaya çalışarak beni takip etmesini işaret ettim.
Bunun üzerine, arkadan gelen olursa ölüleri görmesinler diye onları kuma gömmesi gerektiğini anlattı işaretlerle; ben de bunu yapmasını söyledim. İşe girişti ve elleriyle çabucak kumda ilkini gömmeye yetecek kadar büyük bir çukur açtı, adamı çeke çeke götürüp çukurun içine attı ve üstünü örttü; öteki adam için de aynı şeyi yaptı. Sanırım, ikisini de on beş dakika içinde gömdü. Sonra onu çağırarak şatoma değil de adanın daha uzak bir köşesindeki mağarama götürdüm; böylece gördüğüm rüyanın bu kısmının gerçekleşmesine, yani vahşinin gelip koruluğuma saklanmasına izin vermedim.
-304-
Mağarada ona, yemesi için biraz ekmekle bir salkım kuru üzüm, içecek su verdim; koştuğu için buna çok ihtiyacı olduğunu anlamıştım; kendisini toparladıktan sonra ara sıra uyumak için kullandığım, üzerinde bir battaniye bulunan, pirinç sapından yaptığım yatağı göstererek yatıp uyumasını işaret ettim; zavallıcık uzanıp hemen uykuya daldı.
Güzel, yakışıklı, boylu poslu, kolları bacakları güçlü, pek iri sayılmayacak, uzun boylu, düzgün vücutlu bir delikanlıydı ve tahminime göre aşağı yukarı yirmi altı yaşındaydı. Çok güzel bir yüzü vardı; ne sert ne hırçındı, ama yine de erkeksi bir yüzdü; bununla birlikte, özellikle de gülümsediğinde, yüzünü bir Avrupalı yüzünün tatlılığı, yumuşaklığı buruyordu. Saçları uzun ve siyahtı, koyun gibi kıvırcık değildi; alnı yüksek ve genişti ve gözlerinde de büyük bir canlılık, parıltılı bir keskinlik vardı. Derisinin rengi tam siyah değil, koyu esmerdi; ama Brezilyalılar, Virginialilar ya da diğer Amerika yerlileri gibi çirkin, kara san iğrenç bir renk değildi, daha çok parlak, koyu bir zeytin rengindeydi; anlatması pek kolay olmasa da bu renkte hoşa giden bir taraf vardı. Yüzü yuvarlak, dolgundu; burnu küçüktü, zencilerinki gibi yassı değildi; çok güzel bir ağzı, ince dudakları, fildişi gibi bembeyaz düzgün dişleri vardı.
Uyumaktan çok, aşağı yukarı yarım saat uyukladıktan sonra kalkmış, yanıma gelmek için mağaradan çıkmıştı; ben o sırada yandaki ağılda keçileri sağıyordum. Beni görünce koşarak yanıma geldi, kendisini yine yere
-305-
atarak duyduğu minneti, borçluluğu göstermek için aklına gelen bütün hareketleri yaptı, bir sürü abartılı işaretle bunu anlatmaya çalıştı. En sonunda, başını ayağımın dibine, yere uzatarak daha önce yaptığı gibi diğer ayağımı da başının üzerine koydu; yaşadığı sürece bana nasıl hizmet edeceğini anlatmak için akla gelebilecek bütün kulluk, kölelik, boyun eğme işaretlerini yaptı. Demek istediği birçok şeyi anladım ve ondan çok hoşnut olduğumu anlattım. Biraz zaman geçince onunla konuşmaya başladım, ona da benimle konuşmayı öğrettim; ilk olarak adının Cuma olacağını öğrettim; bu onun hayatını kurtardığım gündü. O günün anısı olsun diye ona bu adı vermiştim. Aynı şekilde ona Efendi demesini de öğrettim ve benim adımın bu olduğunu söyledim. Evet, hayır demesini ve bunların anlamım öğrettim. Ona toprak bir kap içinde biraz süt verdim, görsün diye onun önünde içip ekmeğimi süte bandırdım; aynısını yapsın diye ona da bir parça ekmek verdim; buna çabuk alıştı ve işaretlerle çok hoşuna gittiğini söyledi.
Bütün geceyi onunla birlikte orada geçirdim; ama sabah olur olmaz benimle gelmesini işaret edip giyecek vereceğimi anlattım; buna çok sevinmiş gibi göründü, çünkü çırılçıplaktı. İki adamı gömdüğü yerin yakınlarından geçerken onları tekrar bulabilmek için bıraktığı nişanlan gösterdi, ölüleri çıkarıp yiyebileceğimizi anlattı. Bunun üzerine çok öfkelenmiş gibi göründüm, bazı hareketlerle bundan tiksindiğimi anlatmaya çalıştım ve
-306-
bu düşünce karşısında kusacakmış gibi yaptım; sonra da elimle onu yanıma çağırdım; büyük bir itaatkârlıkla hemen geldi. Düşmanlarının gidip gitmediğine bakması için onu tepeye çıkardım, ben de dürbünümü çıkarıp baktım; bulundukları yeri görebiliyordum; ama ne vahşilerden, ne de kanolarından eser kalmamıştı; geride kalan iki arkadaşlarını hiç aramadan çekip gittikleri apaçık ortadaydı.
Ama bu keşifle yetinmedim; şimdi cesaretim dolayısıyla merakım da arttığından adamım Cuma'yı yanıma aldım; eline kılıcı, omzuna çok ustaca kullandığını gördüğüm oklarla yayı, taşısın diye tüfeklerimden birini verdim; kendim de iki tüfek aldım. Bütün bu hazırlıklardan sonra bu'yaratıkların gelmiş oldukları yere doğru yola koyulduk; çünkü şimdi onlarla ilgili daha çok şey öğrenmeyi kafama koymuştum. Kıyıya vardığımda gördüğüm manzaranın dehşeti karşısında da-marlanmdaki kan buz kesti, yüreğim daraldı. Gerçekten de en azından benim için korkunç bir manzaraydı, ama Cuma'nm aldırdığı yoktu. Ortalık insan kemikleriyle doluydu, yerler kana boyanmış, etrafa yan yenmiş, parçalanmış, ateşte kavrulmuş büyük büyük et parçalan saçılmıştı; kısacası düşmanlanna karşı kazandıklan zaferden sonra çektikleri kutlama ziyafetinin bütün izleri ortadaydı. Üç kafatası, beş el, üç dört bacakla ayak kemiği ve insan vücudunun başka bir sürü parçasını gördüm. Cuma, işaretlerle bana buraya kendilerine ziyafet çekmek için dört kişi getir-
-307-
diklerini anlattı; üçü parçalanıp yenmişti; kendisini işaret ederek dördüncünün de kendisi olduğunu söyledi. Bu vahşilerle komşu kral arasında büyük bir savaş çıkmış, anlaşılan Cuma'nın da tabi olduğu bu kralın halkından bir sürü esir alınmış, bu esirler ziyafette yenmek üzere başka başka yerlere götürülmüşlerdi; tıpkı buraya gelen alçakların yaptığı gibi.
Cuma'ya bütün bu kafataslannı, kemikleri, etler ve geriye ne kaldıysa hepsini bir araya toplayıp bir yığın haline getirmesini ve büyük bir ateş yakarak hepsini küle çevirmesini anlattım. Cuma'nın bu etlere ağzının sulandığını, yaradılışında hâlâ vahşilik bulunduğunu gördüm; ama yamyamlığa, hatta en ufak bir belirtisine karşı bile duyduğum büyük nefreti ona gösterdiğimden bu eğilimini açığa çıkarmaya cesaret edemiyordu; böyle bir şeye kalkışırsa, onu öldüreceğimi birtakım hareketlerle anlatmıştım.
Cuma bu işi yapıp bitirdikten sonra şatomuza geri döndük, ben de adamım Cuma için işe giriştim; ilk olarak ona, batık gemide bulduğum, daha önce bahsettiğim yoksul topçunun sandığından çıkardığım bir keten donu verdim; biraz değişiklik yapınca üstüne tam oldu. Sonra ona keçi derisinden, yeteneklerimin elverdiği kadar güzel bir yelek yaptım; artık şöyle böyle iyi bir terzi olmuştum; tavşan derisinden yaptığım yeterince kullanışlı ve güzel bir şapkayı da ona verdim; böylelikle şimdilik giyimi fena olmamıştı; neredeyse efendisi kadar iyi giyindiğini görünce de bir
-308-
hayli sevindi. İlk başta bu şeyler içinde rahat edemediği doğru; don giymek ona çok tuhaf geliyordu, yeleğinin kol kısımları da omuzlarını ve koltuk altlarını yara yapmıştı; ama acıdığından yakındığı yerleri biraz bollaştınn-ca ve kendisi de alıştıktan sonra bu giysilere iyice ısındı.
Birlikte eve gelişimizin ertesi günü onu nerede yatıracağımı düşünmeye başladım. Hem onun rahatlığı, hem de kendi başıma fazla iş açmamak için iki duvarımın arasındaki boş yere, iç duvarla dış duvarın arasına küçük bir çadır kurdum, Oradan mağarama açılan bir kapı ya da giriş vardı; bir kapı kasası ve tahtalardan da bir kapı yaparak aradaki geçide taktım; kapıyı içeriye doğru açılacak şekilde ayarladım. Geceleri bu kapıyı sürgülüyor, merdivenleri de içeri alıyordum; böylelikle Cuma, beni uyandıracak kadar gürültü çıkarmadan en içteki duvarımı geçip bana saldıramazdı; çünkü ilk duvarımın üstü artık tam bir çatı olmuştu; duvardan tepeye doğru uzattığım direkler çadırımın üstünü tamamen örtüyordu, ayrıca bu direklerin üzerine de lata yerine çaprazlamasına daha küçük direkler koymuş ve kamış gibi sağlam pirinç saplanyla epeyce kalın bir dam örtüsü yapmıştım. Merdivenle girip çıkmak için bırakılan delik ya da boşluğa da dışarıdan zorlanırsa hiç açılmayacak, aksine yere düşüp gürültü çıkaracak bir çeşit tuzak kapı yerleştirmiştim; silahlanma gelince, hepsini geceleyin yanıma alıyordum.
Ama bu önlemlerin hiçbirine gerek yoktu;
-309-
çünkü hiç kimsenin Cuma'dan daha bağlı, daha sevgi dolu, daha samimi bir uşağı olmamıştır. Cuma, hiçbir şeye öfkelenmeden, surat asmadan, içten pazarlık yapmadan tam bir minnet duygusuyla hareket ediyordu, bir çocuğun babasına karşı olduğu gibi onun da bana karşı kusursuz bir bağlılığı vardı; ne zaman, ne için olursa olsun benim hayatımı kurtarmak adına kendini feda edeceğini bile söyleyebilirdim. Bana karşı birçok örnek davranış, bunun hiç kuşkusuz doğru olduğunu ortaya çıkardı ve kısa bir süre sonra kendi güvenliğim için ondan sakınmama hiç gerek olmadığına iyice inandım.
Bu durum beni sık sık, Tanrı'nın, yarattıklarından ne kadar büyük bir çoğunluğunu, aslında ruhlarında bulunan yetenekleri ve güçleri iyi amaçlar için kullanmaktan bilerek ve isteyerek alıkoyduğunu hayretle düşünmeye itiyordu; oysa bize verdiği gücün aynısını, aynı aklı, aynı duygulan, aynı şefkat ve sorumluluk duygusunu, aynı tutkuları ve yanlışlara karşı koyma gücünü, aynı minnet, içtenlik, bağlılık duygularını, iyilik yapma ve iyilik bulma kabiliyetlerinin hepsini onlara da bağışlamıştı. Onlara bu duygulan açığa çıkarma fırsatı verdiğinde kendilerine bağışlanan bütün her şeyi aynı bizim gibi, hatta bizden daha fazla doğru yolda kullanmaya hazırlardı. Tannsal Ruh'un büyük ışığıyla ve anlayışımızı artıran Tann Sözü'nün bilgisiyle aydınlatılmış bu güçlere sahip olsak bile birkaç kere ortaya çıktığı üzere, bütün bunlan ne kadar da kötü kullandığımızı düşündü-
-310-
ğümde zaman zaman büyük bir üzüntüye kapılıyor, Tann'nın böyle kurtancı bilgileri neden milyonlarca insandan esirgediğini, oysa şu zavallı vahşinin durumunda da gördüğüm gibi bu insanlann o bilgileri bizden çok daha iyi kullanabileceklerini düşünüyordum.
Bundan dolayı zaman zaman çok aşın giderek Tann'nın egemenliğinin sınırlannı çiğniyor, o ışığı kimilerine gösteren, kimilerinden gizleyen; ama yine de ikisinden de aynı ödevleri yerine getirmesini bekleyen adaleti, çok başına buyruk bir yapıya sahip olmakla suçluyordum. Ama böyle düşünmeyi bırakarak şu sonuca vardım: İlk olarak, bu yaratık-lann hangi amaç, hangi yasa doğrultusunda bu şekilde yaşamaya mahkûm edildiklerini bilmiyorduk; ama Tann, varlığı gereği kaçınılmaz olarak kutsal ve haklıdır; dolayısıyla bu yaratıklann Tann'yı tanımaktan yoksun bırakılmış olmalan, Kutsal Kitap'ta da belirtildiği üzere başlı başına bir yasa* olan, hangi temele dayandığı bize bildirilmemişse de insanın kendi bilinciyle doğruluğunu kavrayabildiği o ışığa karşı günah işlemelerini gerektirmez; ikincisi, hepimiz çömlekçinin elindeki çamura benzeriz;** hiçbir çömlek dönüp de O'na, "Beni neden böyle yoğurdun?" diyemez.
Ama şimdi yeni arkadaşıma dönelim. Cuma'dan son derece hoşnuttum; faydalı, becerikli ve yardımcı olabilmesi için gerekli her şeyi ona öğretmeyi kendime iş edinmiştim; özellikle konuşmasını, ben konuştuğum za-
• Romalılar, 2:14'ten alıntı. ** Isaiah, 45:49'tan alıntı.
-311-
man anlamasını sağlamaya çalışıyordum. Gelmiş geçmiş bütün öğrencilerden daha çabuk kavrıyordu; üstelik öyle neşeli, öyle çalışkandı ve beni anlayabildiği ya da bana bir şey anlatabildiği zamanlar öyle seviniyordu ki, onunla konuşmak benim için büyük bir zevk haline gelmişti. Artık hayatım o kadar kolaylaşmıştı ki, kendi kendime, vahşilerin bir daha gelmeyeceğini bilsem, yaşadığım sürece bu adadan çıkamasam bile umurumda olmayacağını söylemeye başlamıştım.
Şatoma döndükten iki üç gün sonra, Cu-ma'yı bu iğrenç beslenme alışkanlığından vazgeçirmek, yamyamlara özgü o damak zevkini unutturmak için ona başka etleri tattırmam gerektiğini düşündüm; bu yüzden bir sabah onu da yanıma alarak ormana gittim. Aslında niyetim kendi sürümden bir oğlak kesmek, eve getirip pişirmekti; ama yolda giderken bir gölgelikte, yanında iki yavrusuyla uzanmış yatan dişi bir keçi gördüğümde Cu-ma'yı tuttum. "Dur," dedim, "kıpırdama." Kıpırdamamasını anlatmak için birtakım işaretler yaptım. Hemen tüfeğimi doğrultarak keçi yavrularından birini vurup öldürdüm. Düşmanı olan o vahşiyi öldürüşümü aslında uzaktan görmüş, bunu nasıl yaptığımı ne anlamış, ne de tahmin edebilmiş olan zavallı Cuma şimdi de epeyce şaşırdı, titreyip sarsılmaya başladı; öyle korkmuş görünüyordu ki, düşüp bayılacak sandım. Vurduğum keçi yavrusunu görmemiş ya da onu öldürdüğümü anlamamıştı; ama kendisinin yaralanıp yaralanmadığını anlamak için yeleğini kaldı-
-312-
np baktı; onu öldürmeye karar verdiğimi sanmıştı; bunu gelip önümde diz çökmesinden anladım, dizlerime sarılarak anlamadığım bir sürü şey söyledi; dediklerini anlamıyordum, ama onu öldürmemem için yalvardığını kolaylıkla görebiliyordum.
Ona zarar vermeyeceğimi anlatmanın hemen bir yolunu buldum; elinden tutup kaldırdım, gülümsedim ve öldürdüğüm keçi yavrusunu göstererek gidip onu getirmesini işaret ettim; getirdi. Cuma hayvanın nasıl öldüğünü anlamaya çalışırken tüfeğimi tekrar doldurdum; o sırada atış menzilim içindeki bir ağaca tünemiş şahin gibi büyük bir kuş gördüm. Ne yapacağımı biraz olsun anlaması için Cuma'yı yanıma çağırdım, ona kuşu gösterdim; şahin sanmıştım ama papağanmış. Her neyse, elimle bir kuşu, bir tüfeğimi, bir de kuşun bulunduğu ağacın altını göstererek kuşu düşüreceğimi, vurup öldüreceğimi anlatmaya çalıştım. Ateş ettim, ona da bakmasını söyledim, papağanın düştüğünü hemen gördü. Bütün her şeyi ona anlatmama karşın yine korkudan donakaldı; bu sefer daha çok şaşırmış olduğunu gördüm; tüfeği doldurduğumu görmediği için elimdeki bu şeyin insanı, hayvanı, kuşu, uzakta ya da yakında ne varsa her şeyi öldürebilecek olağanüstü bir ölüm kaynağı olduğunu düşünüyor olmalıydı. Bu, onda uzun süre üstünden atamayacağı bir şaşkınlık uyandırdı; sanırım bıraksam hem bana, hem tüfeğime tapınacaktı. Tüfeğe günlerce elini süremedi; ama kendi başına kaldığı zamanlar tüfekle konuşuyor, sanki
-313-
tüfek ona cevap veriyormuş gibi bir şeyler anlatıp duruyordu; sonradan öğrendiğime göre tüfeğe kendisini öldürmemesi için yalvanyor-muş.
Her neyse, şaşkınlığı biraz geçince ona koşup vurduğum kuşu getirmesini işaret ettim; koşup gitti ama gelmesi biraz uzun sürdü; çünkü daha tam ölmemiş olan papağan çırpına çırpına düştüğü yerden bir hayli uzağa gitmişti. Bununla birlikte, Cuma kuşu buldu ve alıp bana getirdi. Daha önce tüfeği doldurduğumu görmediğini anladığımdan bu fırsatı değerlendirip yine o görmeden tüfeği doldurdum ve karşıma çıkacak başka bir şeye ateş etmek için hazırlandım. Ama o sıra karşıma bir şey çıkmadı; böylece keçi yavrusunu eve getirerek aynı akşam derisini yüzdüm; elimden geldiğince kesip parçaladım; bu amaca uygun bir kabım olduğundan bir parça et kaynatarak çok güzel bir yemek yaptım. Kendim yemeye başladıktan sonra adamıma da biraz verdim; çok memnun oldu, yemeği de sevdi; ama en çok yadırgadığı şey eti tuzlaya-rak yediğimi görmesi oldu. Bana tuzun yenecek bir şey olmadığını göstermek için ağzına biraz tuz koyarak midesi bulanmış gibi yaptı; tuzu tükürerek ağzını temiz suyla çalkaladı. Öte yandan, ben de ağzıma bir parça tuzsuz et koydum, onun tuza karşı yaptığı gibi ben de tuzsuz eti tükürecekmişim gibi yaptım. Ama bu işe yaramadı, ne yemeğinde ne de çorbasında asla tuz istemiyordu; en azından uzun bir süre için, sonradan alıştı ama yine de çok az tuz kullanıyordu.
Dostları ilə paylaş: |