Değişen aşk ve sevgili anlayışı



Yüklə 445 b.
tarix27.12.2017
ölçüsü445 b.
#36137



  • Şair, değişimlere sıradan insandan daha duyarlıdır; değişimin ruhunu keşfetmekte ve geliştirmekte ustadır. Teb’anın henüz fark etmekte olduğu bir hassasiyeti şair çoktan edinmiş ve “içsel” leştirmiştir. Bu mânâda şair, toplumun gözü, kulağı, kalbi,duyargası, erken uyarı sistemidir.



Değişen aşk ve sevgili anlayışı

  • Değişen aşk ve sevgili anlayışı

  • 18. Yüzyıla kadar gelenekli şiirin aşka bakışı:

  • Gelenekli şiir, aşka şiirin ana teması,vazgeçilmezi olarak bakar.

  • Bu bakışın altında tasavvufi bir anlayış vardır.

  • Şiire profan aşk temaları için “ruhsat” verilirken asli maksadın “aşk-ı hakiki” olması gerektiği ısrarla belirtilmiştir.

  • Profan şairler mecazi aşkın ilahi aşka köprü olabileceği fikrine sarılmışlardır. Artık, dünyevi ve insani aşkın yüceltilişine söylenenlerin ağzını asırlar boyu kapatacak mesnet bulunmuştur.

  • Profan şair, mutasavvıf şaire kendi dindışı konu ve mazmunlarını vererek onları “tasavvufta” kullanıp yorumlamasına ses çıkarmayacak; mutasavvıf şair de profan şairin dünyevi isteklerini yansıtan şiirlerini görmezden gelecektir.



Sanatların, faziletin yükselme çağında askerî, duraklama çağında liberal ve gerileme çağında şehevî oldukları iyice gözlemlendiğinden, korkum odur ki, dünyanın şimdiki dönüşü çarkın iniş yolu boyuncadır” (Francis Bacon)

  • Sanatların, faziletin yükselme çağında askerî, duraklama çağında liberal ve gerileme çağında şehevî oldukları iyice gözlemlendiğinden, korkum odur ki, dünyanın şimdiki dönüşü çarkın iniş yolu boyuncadır” (Francis Bacon)

  • Kayahan Özgül’e göre bu cümle Osmanlı’nın hem klasik asırlarını hem de 18.asrın kuşbakışı edebî panoramasını birebir karşılamaktadır.



  • Şair, kaynağı ilahî yahut beşerî olsun, aşktan uzak duramaz. Aşk, şiirden evvel şairin yandaşıdır; hatta gerçekte var olmadığı zamanlarda bile… Hasretten sararıp solmuşların şair olabileceği bir fikr-i ham olsa da geleneğe pek hoş gelir:

  • Şairlik ise maksadın âlemde Cesârî

  • Bir taze sevip aşkı ile yan içeriden

  • Benderli Cesârî

  • Cesârî’nin bunu söylemesinin nedeni geleneğin ölümsüzlüğüdür. Fakat yeni şair, “cânân”ı ve aşkı ile olan ilişkisini yeni baştan kurgulamaktadır artık.

  • Geleneğin şairi, sevgilisinden gelen veya ona kavuşmak yolunda çekeceği her acıya “âmâde” hatta “teşne” olduğu için, her ne kadar hedefi değilse de yolu “ aşk-ı ilahî” peşindeki şairlerle benzeşiyordu.



  • Tîz çekmezsen cefâ tîgın beni öldürmeğe

  • Öldürür âhir beni birgün bu ihmâlin senin

  • Fuzûlî

  • “ Beni öldürmek için cefa kılıcını tez (hemen) çekmezsen, sonunda bir gün beni senin bu ihmalin öldürecek.”



18. asır şairi:

  • 18. asır şairi:

  • Sevgiliyi erişilmez, cinsiyetsiz, vuslatı için “ kûyindeki her ite bin pâre fedâ”etmenin

  • gerektiği ama yine de kavuşmanın mümkün olmadığı soyut bir varlık, âdetâ bir melek sûretinde tasarlamaz.

  • Tersine sevgiliyi cinsiyeti,kıyafeti, yaşadığı evi, dolaştığı mesire yeri, zaafları, çapkınlığı; yani ete kemiğe bürünmüş insan taraflarıyla ele alır.

  • Bu nedenle tasavvuf şiiriyle profan şiirin aşk malzemesi birbirinden kesinkes ayrılmaya başlar.

  • Yeni şair için aşk hâlâ önemli bir şiir malzemesidir, fakat artık mahiyeti değişen ve hızla maddileşen bir aşkın şiiri yazılmaktadır:



    • Kaçma âdettir gezinmek âşık ile kolkola
    • Adımız sultan iken biz de kul olduk bir kula
  • Sultan Selim’in bu beytinde de görüldüğü gibi, şair hâlâ sevgiliye “kul” olsa da sevgilinin cismanî varlığı bu kadar belirginleşirken sevda rûhânîleşemez.

  • Beklesem bir iki çifteyle sizi iskelede

  • Yârın eyler misiniz üç sularında teşrif

  • Vâsıf-ı Enderûnî’nin Nedim’in şuhluğunu sürdürerek söylediği bu beyit, çapkınca randevu isteyen şairin, firak, hasret, cefa bir yana, reddedilme ihtimalini bile aklına getirmediğini gösterir.



Zübeyde Fitnat Hanım’ın

  • Zübeyde Fitnat Hanım’ın

  • Aşk ola bir sînede eş’ar kendin gösterir

  • Müfti Hilmi Efendi’nin

  • Aşktır tahrîk eden rakkas-ı tab’-ı şâiri

  • Saat işler mi içinde olmayınca zenberek

  • beyti de şairin temel üretim aracı olarak aşkı gösterir; ama

  • şu farkla ki önceki aşkı soyut ve manevi bir güç sayarken

  • sonraki, somut ve mihânikî bir işlev yükler. Aşka geleneğin

  • değerleriyle bakmak ve bakmamak arasındaki fark da

  • budur.



Epikuros “ Haz sağlamayan güzelden seve seve vazgeçerim ve ona tapan budalaları hor görürüm” derken

  • Epikuros “ Haz sağlamayan güzelden seve seve vazgeçerim ve ona tapan budalaları hor görürüm” derken

  • iki bin yıl sonrasının yeni şairi de aşka ve sevgiliye tam böyle bakar.

  • Şair “ kirişme” , “tegafül”, “istiğna”, gaddarlık, rakibe yüz verip kıskandırma gibi binbir çeşit belasına katlandığı; eşiğinde sabahlayıp hayaliyle gecelediği; ezâsına ve cefâsına katlanmayı mutâd edindiği; ama vuslatına eremediği için hasretinden erim erim eridiği bir sevgili tipini reddetmeye başlamıştır.

  • Aşk acısıyla yaşamanın hazza dönüştüğü bir şiir âleminden, dünya zevklerinin, bedenî hazların öne çıktığı bir âleme geçilmektedir. Artık nazlanan sevgiliye verilecek cevaplar değişmiştir.



  • “Hüsnün ne kadarsa o kadar nâz eyle” demekten başlayıp Fennî’nin “Meşhur meseldir âşıkı çok naz usandırır” ya da Esrar Dede’nin “ Nâzı koy cânâ doygunum doygun” mısrası gibi tatlı-sert bir hava kazanan söyleyişler,nazlanana yüz vermeyi reddeden yeni şiir karakterini haber verir.

  • Raşid’in “ Öyle mecnûn olunacak hüsnüne Leylî yoktur”

  • deyişi, bir hülya ve rüya âleminin büyüsünden sıyrılınca, aşkın öznesini daha realistçe değerlendirmeye başlayan şairi haber veriyor. Artık, âşıkın yârine hiç minnet etmediği ve kolayca küsüp çabucak vazgeçebildiği günler gelmiştir.



Aşkın içinden, onu yücelten kudsiyet çekilip alınınca, geriye çiğ bir şehvet düşkünlüğünün kaldığı ve bu uryan haliyle şiiri hem tasavvufi söylemin hem de terbiyenin uzağına düşürdüğü iddiası doğru olabilir; fakat bunu bir ahlaksızlık, kokuşmuşluk ifadesi olarak kabul edip XVIII.asrın ve sonrasının şiirini bir kalemde silivermek mümkün değildir.

  • Aşkın içinden, onu yücelten kudsiyet çekilip alınınca, geriye çiğ bir şehvet düşkünlüğünün kaldığı ve bu uryan haliyle şiiri hem tasavvufi söylemin hem de terbiyenin uzağına düşürdüğü iddiası doğru olabilir; fakat bunu bir ahlaksızlık, kokuşmuşluk ifadesi olarak kabul edip XVIII.asrın ve sonrasının şiirini bir kalemde silivermek mümkün değildir.

  • Şiirin poetikası değişirken artık varlığını “edeb”le eş tutmadığı; Vehbî’nin Lutfiyye’sinden beri, kendisine “edebiyyat” diye başka bir üstbaşlık oluşturmaya çalıştığı ve dinî ahlakın bazen yanına, bazen de karşısına tabiî ahlakı koymaya niyetlendiği fark edilmelidir. «Bir metnin ahlaksız olması, edebî olmasına engel değildir» fikrinin adım adım gelişmekte olduğu görmezden gelinmemelidir.



Değişen devlet anlayışı

  • Değişen devlet anlayışı

  • Gelenekli aydın şair, devleti halktan ayrı bir kurum,

  • kurumlar üstü bir varlık sayar. Aslolan devlettir ve teb’a

  • devletin bekasına hizmet için vardır; daha ötede bir

  • mânâsı yoktur.

  • Oysa, XVIII.asır başlarken devlete, teb’aya,sultana ait

  • fikirlerin köklü bir değişim geçirmeye başladığı görülür.

  • Teb’anın sultan olmadan başsız kalacağı; ama sultanın da

  • “kul”suz saltanat süremeyeceği yolunda mûnis bir ihtar,

  • gevşek bir eleştiri geliştirilir.

  • Memduh Fâik’in

  • Şâh olunca gedâlara muhtac

  • Ser-i sultana bâr-ı zâid tac

  • beyti bu anlayış değişikliğini özetler niteliktedir.



Sultan Selim’in yeni cülûs ettiği sıralarda söylediği anlaşılan bir gazelinde,

  • Sultan Selim’in yeni cülûs ettiği sıralarda söylediği anlaşılan bir gazelinde,

  • Teâlallah nasib ettin ki bu baht-ı Süleyman’dır

  • Uyan bu hâb-ı gafletten ki zîrâ mülk perişandır

  • ……

  • Emânet eyleme nâ- ehle halkı Hak nigehbandır

  • deyişi, teb’ası karşısında sorumluluklarını yeniden gözden

  • geçiren bir saltanat anlayışının doğmakta olduğunu açıkça

  • göstermektedir.

  • Devlet kendini değiştirmeye çalışırken teb’asını da zoraki

  • bir değişime memur ve mecbur eder. “ Halka rağmen halk

  • için” anlayışı, teb’anın “modernizasyon”u adına iyi niyetli

  • bir teşebbüs olsa da devletin hesaplamadığı bir sonuç verir.



Devletin bilinçlendirdiği teb’anın, saltanatta, ricâlde, devlet kurumlarında yanlış olanı görmesi, daha önemlisi, ifade etmesi, çokça hesaplanmış bir gelişme değildir. Ortaya çıkan bu yeni eleştirilerin hicivlerden birkaç önemli farkı vardır:

  • Devletin bilinçlendirdiği teb’anın, saltanatta, ricâlde, devlet kurumlarında yanlış olanı görmesi, daha önemlisi, ifade etmesi, çokça hesaplanmış bir gelişme değildir. Ortaya çıkan bu yeni eleştirilerin hicivlerden birkaç önemli farkı vardır:

  • Hicivler, şairinin şiir sayıp divanına almadığı ikinci sınıf metinlerdir; yeni eleştiriler ise şiir saygınlığı taşırlar.

  • Hiciv, şahsi garez mahsulüdür, mübalağalıdır, taraflıdır, genellikle haksızdır ve hissî bir atılganlık taşır; yeni eleştiriler ise, kişilerden çok kurumları hedef alır, hissin değil fikrî bir olgunluğun eseridir, tahrip yerine tamir ve îkaz maksadını taşır.

  • Bu sebeplerle hiciv bir koldan devam ededursun, eleştiri şiirleri sosyal-siyasi temasını geliştirerek Ziya- Kemal nesline bağlanacaktır.



  • İbrahim Şinasi Efendi

  • Bir ıtık-nâmedir insâna senin kanûnun

  • Bildirir haddini sultana senin kanûnun

  • diyerek sadrıâzam Reşid Paşa’yı sultan katının da üstüne

  • çıkarır.

  • Hersekli Ârif Hikmet’in

  • Yaşar gider mi sanırsın bu tarz ile âlem

  • Cihân-ı kevn ü fesâd inkılâbsız yaşamaz

  • beytindeki isyancı tavrı, bir adım daha ileri giderek, içinde

  • “ zâdegân” ın bulunmadığı bir “millet meclisi” idealine

  • dönüşür.



  • Şair ve şiir siyasi meselelere böyle açılırken her edibin aynı saflarda yer aldığını düşünmek hayal olur. Kimi şairler poetikaları elvermediğinden, kimisi siyasi görüşü yahut çıkarları devletle uyuştuğu için, kimisi de ürkekliği sebebiyle şiirinin temaları arasına siyaseti eklemeyecektir. Buna örnek olarak İbrahim Râşid’in

  • Elbet düşünürler vükelâ hâl-i zamanı

  • Söz söyleme hâcet ne sana devlete dair

  • beyti gösterilebilir.



  • “vatan”, “millet”, “hürriyet” kavramlarının doğuşu ve şiirin kelime kadrosuna eklenişi

  • “Vatan”ı bir yeni çağ ürünü gibi görmek, Osmanlıların gelenekli devirlerinde böyle bir kavram tanımadıklarını söylemek olur ki, böyle bir sonuç çıkarmanın mümkün olmadığının en iyi ispatı, tarih sayfalarındadır.

  • O hâlde, tıpkı “mülk”ün bir zamanlar “devlet”i karşılaması gibi, burada da gerçekte kastedilmeye çalışılan “vatan” fikrinin, hissinin, kavramının olduğu; fakat “ vatan” kelimesiyle karşılanmadığıdır.

  • Gelenek “vatan kelimesini hem “kûy-ı yâr” hem de “yurt” manasıyla kullanıyor olsa gerek.



  • XIX. asırdan itibaren ise şair, “vatan”daki romantik manayı terk ederek “anayurdu” karşılığını sabitlemiştir.

  • Örneğin Zîver Paşa vezirde bulunması gereken vasıflar arasına vatan sevgisine de ekler:

  • Sıdk u adl ü istikamet gayret ü hubb-ı vatan

  • Oldu bu beş şey vezîr olanlara de’b-i hasen

  • Yine de vatan kavramının içini dolduran fikrî ve ruhî

  • birikimin savaşlarda kazanıldığı unutulmamalıdır. Vatan

  • fikrini, sevgisini, endişesini, siyasetini her zamankinden

  • ziyade hareketlendiren savaş, şiirde de önemli bir tematik

  • dalgalanmaya sebep olur. Kırım Harbi, 93 Harbi ve Yunan

  • Harbi yirmişer yıllık aralarla vatan konulu şiirleri artırır ve

  • her şair bir “vatan şairi” olur.



“Millet” kavramı da “vatan”la aşağı yukarı aynı yollardan geçmiştir. “Millet” de din sosyolojisinin kavramlarından biriyken mânâ değişikliği ile siyaset sosyolojisinin kavramları arasına katılmıştır.

  • “Millet” kavramı da “vatan”la aşağı yukarı aynı yollardan geçmiştir. “Millet” de din sosyolojisinin kavramlarından biriyken mânâ değişikliği ile siyaset sosyolojisinin kavramları arasına katılmıştır.

  • Yine de sosyolojik adlandırmaların doğru kullanılmaya başlanması ve “ Osmanlı milleti” komedyasından “Türk milleti”ne geçiş, acı veren tecrübelerin yaşandığı bir süreçtir ve epeyce zaman alır.

  • XIX. asrın sonlarına kadar “millet-i Osmâniyye” terkibi büyük bir samimiyetle kullanılır ve “ pan ottomanist” bir siyasete hizmet eder.

  • Şiirde “millet” kelimesinin yeni mânâsıyla kullanılışı biraz daha erkene tarihlenebilse de siyasi bir kasıt taşıması daha yenilerdedir.



  • Leskofçalı Galip’in

  • Hudâ me’yus kılma gönlümü ikbâl-i milletten

  • Haberdâr eyle Rahman ismini ahvâl-i milletten

  • Olup mecrûh peykân-ı kazâdan tair-i devlet

  • Demâdem hûn akar çeşmim gibi şehbâl-i milletten

  • kıt’ası Namık Kemal’e “ Besâlet-i Osmaniyye ve Hamiyyet-i

  • İnsaniyye Kasidesi” ni ilham eder.



“ Hürriyet” ise öncekilerden ciddi ayrılıkları bulunan bir kavramdır. Her şeyden evvel, “hürriyet” böyle bir kavramın doğuşu akabinde türetilmiş; geçmişte var olmayan bir kelimedir. Diğerleri gibi, teb’anın zaten asırlardır hissettiği değil; Avrupa’dan öğrenme ve taklit yoluyla kaptığı bir fikirdir.

  • “ Hürriyet” ise öncekilerden ciddi ayrılıkları bulunan bir kavramdır. Her şeyden evvel, “hürriyet” böyle bir kavramın doğuşu akabinde türetilmiş; geçmişte var olmayan bir kelimedir. Diğerleri gibi, teb’anın zaten asırlardır hissettiği değil; Avrupa’dan öğrenme ve taklit yoluyla kaptığı bir fikirdir.

  • “Vatan” ve “millet” kavramları her devletin temel kelimeleri arasında yer alırken “hürriyet” monarşilerin yasaklı kelimeler listesinde başı çeker.

  • Hürriyet, demokrasiye giden yolda çıkacak isyanların, ihtilâllerin parola kelimesi olarak önemli ve korkutucudur.

  • Buna rağmen eldeki bilgilerin şiire “hürriyet” kelimesini getiren ilk şair olarak bir sadrıâzamı, Mehmed Pertev Paşa’yı göstermesi ilginçtir.



Şairin “alafrangalığa” bakışı

  • Şairin “alafrangalığa” bakışı

  • Değişim”in “yenilik” e, yeniliğin “asrîlik”e, asriliğin de

  • Avrupaîleşme”ye doğru bir istikamet belirlediği ve

  • garblılaşma” nın devlet politikasına dönüştüğü yıllarda,

  • yanlış Batılılaşmanın getirdiği “ Frenk hayranlığı” problemi

  • belirmeye başlar.

  • Özellikle “gâvur padişah” Sultan Mahmud’dan itibaren yaşanan Batılılaşma süreci, Sultan Mecid’in biraz da körlemesine yaptığı yenilikler bu problemleri belirginleştirir.

  • Yine de bu değişimi soysuz bulan herkesin Sadrıâzam Mustafa Reşid Paşa’yı suçlaması bir geleneğe dönüşmüş gibidir. Şairlerin ekseriyeti de aynı kanaattedir:



      • Zamânenin şu tabîb-i Reşîdini gör kim
  • Revâc vermek için kendi kâr u san’atine

  • Mizâc-ı nâzik-i devlet karîn-i sıhhat iken

  • Düşürdü re’y-i sakîmi frengi illetine

  • Musa Kâzım Paşa

  • Alafrangalığı eleştiren şairler yanında Yenişehirli Avnî gibi,

  • bu duruma daha farklı bakanlar da vardır:

  • Kırma mağlûbân-ı rezm-i aşkı ey şûh-ı Frenk

  • Şapka giydirmekse maksûdun eğer baş üstüne

  • Batı’yı ve batılılaşmayı farklı farklı algılayan şairlerin

  • Frenklere bakışı da bu şekilde değişmektedir.



  • Frenk diyarlarına giden Osmanlıların batılılaşmaya bakışları şiirlerine de yansır. Hoca Tahsin’in şu beytindeki ilginç tavrı anılmaya değer:

  • Paris’e git hey efendi akl ü fikrin var ise

  • Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e

  • Fakat, İstanbul’a, zihninde birçok yenilikle dönen Tahsin Efendi’ye çabucak “gâvur” sıfatı yapıştırılacak ve Kâzım Paşa’nın

  • Şimdi âsâr-ı terakkîdir bozuldu eskiler

  • Mösyö Tahsin nâmını Petro’ya tahvil ettiler

  • diye başlayıp sonu müstehcen biten meşhur kıt’asıyla

  • karşılanacaktır.



  • Yeni çağın yeni insanı, asrîleşmekle batılılaşmayı eşledikten sonra, batılılaşmanın da zahirî tarafına kapılıp alafrangalaşırken aynı neslin şairinden, daha şuurlu bir davranış beklemek hayal olur. Bazı şairler Frengistan’ı, Frenkleri yahut Frenkçeyi şiire getirirlerse eserlerinin modernleşeceğini kurmuş olmalı ki bu yolda epeyce deneme göze çarpmaktadır. Garip olan, alafranga aleyhtarlığı ile yazılan şiirlerin de benzer bir tematik birikimden faydalanması ve “reklâmın iyisi kötü olmaz” kuralını işlettiklerini fark etmeden alafrangalaşmaya hizmet etmeleridir.



  • Teb’a ruhundan sıyrılış ve fert olarak varlığını fark etme

  • Homo Ottomanicus’un teb’a ruhundan sıyrılış ve bir fert

  • olarak varlığını fark edişinin şiirdeki izdüşümüne XIX. asır

  • başlarında rastlanır. Keçeci-zâde İzzet Molla’nın Mihnet-

  • Keşan’ında menfâya giderken, yaylının tentesine iliştirilmiş

  • aynada kendisi ile yüzleşen sürgün motifi, ferdiyetinin

  • farkına varan şairin timsali olur.



Şiirde çocuğa gösterilmeye başlanan ilgi

  • Şiirde çocuğa gösterilmeye başlanan ilgi

  • Nasıl ki, Avrupa’ya, batılılaşmaya, Frenklere, azınlıklara

  • gösterilen ilgi, hem şiir dilinin hem de temanın

  • değişmesinde önemli rol oynamışsa, ülke içinde o zamana

  • kadar çok da fark edilmeyen bir başka unsura, çocuğa

  • gösterilmeye başlanan ilgi de aynı şekilde, şiirin dilini ve

  • temasını etkiler.

  • Nâb’i’nin oğlu Ebulhayr’a hitap ettiği Hayriyye’si yahut

  • Sünbül-zâde Vehbi’nin, oğlu için kaleme aldığı Lûtfiyye’si

  • cinsinden metinler, bir taraftan şaire pek çok konudaki

  • hayat tecrübelerini,fikirlerini aktarma fırsatı verirken diğer

  • taraftan da oğlunu yönlendirmesini sağlar.



  • İlginç olan, devlet adamı yetiştiren siyasetnâmelerden beklenen faydanın, bu cins nasihatnâmelerden de beklenişidir.

  • Özellikle gerileyiş ve çöküş zamanlarında ediblerinin büyük kısmı, kendi zamanından ümidini kesmiş ve geleceğe ait beklentilerini oğlunda tecessüm ettirmekte hemfikir gibidir.

  • Bununla birlikte bu asırda çocuk hatta bebek diline ait kelimeler şiire girmeye başlar.

  • Örneğin, Sadrıâzam Seyyid Mehmed Pertev Paşa bebek dünyasının kelime kadrosuyla aşk şiiri yazmıştır:

  • Nenesi âşıkının kanına mı aş ermiş

  • Dahi kundakta iken hûn-ı dile mama der

  • Seyr ü seyrâna götürmek dileyen o bebeği

  • Aldatıp hoppacık u dandin ile atta der

  • Umacıdır saklanıp uyma rakîbin sözüne

  • Cici derken sana el sonra paşam kaka der



  • Ayrıca bu asırda pek çok şairin ölen çocukları ve torunları için mersiye yazdıkları da görülür. Örneğin, Âkif Paşa kız torunu ölünce,

  • Tıfl-ı nâzenînim unutmam seni

  • Aylar günler değil geçerse yıllar

  • Telhkâm eyledi firâkın beni

  • Çıkar mı akıldan o tatlı diller

  • diye başlayan meşhur mersiyesini söyler.



  • Şiire giren “nesne” algısının değişimi

  • Gelenekli şiir, nesneyi bir obje olarak algılamaz; hızlı bir soyutlama neticesinde deforme ederek süjeye dönüştürür.

  • Bu durumun XVIII.asırdan sonra yavaşladığı, hayata ve şiire giren nesnelerin öz niteliklerini korumayı daha iyi başardıkları görülür.

  • Osmanlıların I. Abdülhamid zamanında tanıdıkları ve adını “şemsiye” koydukları nesneyi şiire malzeme edişleri yahut yelpâzeye şiirli vasıflar eklemeleri şairiyetin tematik kaynaklarını da tahayyülden tasavvura çevirir.

  • Sonrasında Edebiyyat-ı Cedidecilerin tarak, kalem, yelpaze, hatta firkete gibi küçük nesnelerin şiirini yazmaları ile başlayan yeni dönem, edebiyatta objenin tasvirî anlatımını geliştirecek ve pitoresk şiire ait komplike unsurların küçük eskizleri böylece hazırlanmaya başlanacaktır.



  • Devrinde, Sultan Mahmud’un portrelerini yaptırarak başlattığı Batı tarzı ressamlık, şiir adına da ilginç bir sonuç verir. Sultanın tablolar, mineli enfiye kutuları, nişanlar, saat kapakları, fincanlar, lokumluklar, aşûrelikler üzerine yaptırdığı portrelerini lutfettiği ekâbir, teşekkür makamında kaleme aldıkları şiirlerinde hediyeden duydukları gurur ve mutluluk kadar, bu tasvirlere de temas etmek gereğini duyarlar. Yeni şair, batılı esaslarla yapılmış bir “tasvir-i hümayun” karşısında “portraitist” hatta “pittoresque” şiirin acemi denemelerini yapar.

  • Böylece 1800’lü yıllardan itibaren gravürlere bakarak söylenen manzumelerin atası olacak bir resim-şiir ilişkisini- çok da farkında olmadan- kurarlar.



Yüklə 445 b.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin