Devlet ve ideoloji


“3-SALTANAT-I SENİYYE (SİYASAL İKTİDAR), SULTAN (PADİŞAH)”



Yüklə 291,74 Kb.
səhifə9/10
tarix05.09.2018
ölçüsü291,74 Kb.
#76842
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

“3-SALTANAT-I SENİYYE (SİYASAL İKTİDAR), SULTAN (PADİŞAH)”

Osmanlı resmi ideolojisinde padişah, şahsında devlet-din özdeşliğini temsil eden en yüksek iktidar merciidir. Devletin başı olması itibariyle siyasal otoritenin, şeyhülislamlık aracılığıyla da kurumlaşmış dinin, buna ilaveten halife-sultan sıfatıyla İslam’ın ve müminlerin hamisi olarak en üst makamı işgal eder. Bütün bu dini vasıfları temsil etmesine rağmen yine de o, en yüksek örfi yetkilerle donanmış biri olarak daha çok dünyevi otoriteyi çağrıştırır. Halil İnalcık’ın deyimiyle, “Osmanlı Padişahı, devlet içinde mutlak örfi hakimiyet selahiyeti ile, Fatih Mehmed’in şahsında doğmuş ve bütün kudret ve selahiyetlerini Selim I ile Süleyman I zamanında kazanmıştır”. Osmanlı padişahının bu konumu, birdenbire değil, kuruluştan 16.yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzayan, imparatorluğun olgunlaşmasına paralel tedrici bir gelişim süreci sonunda oluşmuştur”.


II.Mehmed’e kadar Osmanlı padişahı, Osman Gazi’nin basit ve mütevazi aşiret beyi kimliğinden başlayarak I.Beyazıd ile ilk sultan tipini ortaya koymuş, I.Mehmed ve II.Murad ile biraz daha gelişerek nihayet II.Mehmed’in şahsında klasik Osmanlı sultanı yahut Osmanlı padişahı imajına kavuşmuştur. II.Mehmed Osmanlı padişahı olarak, Oğuz Kağan soyundan gelmiş olmakla eski Türk kağanını (Han), Müslüman bir hükümdar olarak klasik İslam geleneğinin sultanını ve nihayet İstanbul’un fatihi sıfatıyla da Bizans geleneklerine göre Doğu Roma’nın imparatorunu kendi şahsında birleştiriyordu. O halde Osmanlı padişahlık yahut sultanlık statüsü, hiç olmazsa klasik dönem için her üçünün bileşimi sayılabilir”. (a.g.e.s.85)
NOT:
İşte bu!..Alın işte size “Türk tipi Başkan”ın tarihsel evrim süreci!.. Yani öyle ortada hiç değişmeden kalmış bir Osmanlı Devleti-ve Sultanı yok! Şu ana kadar iki Osmanlı Devleti’nden bahsettik!. Kuruluştan 1402 de yıkılışına kadar olan ve sonra da Fatih’le birlikte yeniden kurulmuş olan!.. Aslında bir üçüncü Osmanlı Devleti daha vardır ki onun kurucusu da III.Selim ve II.Mahmut’tur!!.. Bunların yaptığı da gene aynı tarihsel devrim mekanizmasını harekete geçirerek Osmanlı’ya yeni bir “batıcı ruh” üflemek, Devleti yeniden “reforme” ederek, onun küllerinden yeniden doğmasına yol açmak değil midir!!.. Biraz daha işi uzatırsak aslında 1923’te kurulan bir 4. den de bahsedebiliriz diyeceğim ama, bu konunun yeri burası değil şimdi; çünü o konuya girersek arkasından sıra elde olanı “restore” ederek 5.ye kadar uzanmayı hayal edenlere falan da gelir!!.. (bu konuda bak: http://www.aktolga.de/z2.pdf )
Devam edelim:
Osmanlı padişahlarının, Oğuz Kağân neslinden geldiğine inanılan Kayı boyuna mensubiyetleri iddiası, ilk defa 15. yüzyılda II.Murad zamanında Yazıcızade Ali tarafından Tarih-i al-i Selçuk adlı eserde yazıya geçirilmiş, daha sonra öteki terihçilerce de benimsenmiştir. Günümüz tarihçilerine göre, bununla, eski Türk töresi uyarınca ve Tanrı tarafından han veya hakan seçilmiş bulunan Osmanlı padişahının ve hanedanının Anadolu’daki bütün Türk zümreleri üzerinde meşru hakimiyet hakkına sahip olduğu vurgulanmak isteniyordu. Nitekim Osmanlı padişahları yayınladıkları fermanlarda, bastırdıkları sikkelerde ve yaptırdıkları mimari eserlere koydurdukları kitabelerde çoğu zaman “han” ve “hakan” unvanlarını, “sultan” unvanıyla birlikte Sultanü’l-Berreyn ve Hakanü’l Bahreyn (İki karanın-Anadolu ve Rumeli-sultanı, iki denizin-Akdeniz ve Karadeniz hakanı) şeklinde kullanmışlardır”.
Sultan” unvanına gelince, yukarıda belirtildiği gibi, Osmanlı sultanlarını klasik İslami siyasal geleneğe bağlayan ve bu gelenek içinde meşrulaştıran bir unvan olarak özellikle de Müslüman hükümdarlara yollanan name-i humayunlarda tercihan kullanıldığı gibi, sikkeler ve kitabeler üstünde sıkça görülür. 11. yüzyılda Büyük Selçuklular’dan beri büyük Türk hükümdarları tarafından tercih edilen bu unvanın, aynen Selçuklu hükümdarlarının kullandığı es-Sultanu’l-A’zam şekliyle, Osmanlı padişahı için ilk defa kullanıldığı yerlerden biri, Çelebi I. Mehmed devrine ait bir minber kitabesidir”.
Imperator” unvanının ise, Osmanlı padişahlarının kendilerinden ziyade Rum tarihçiler ve Batılılar tarafından birkaç Osmanlı padişahı için kullanıldığı görülüyor. Mesela II. Mehmed için çağdaşları Cecaumenos Georgios Trapezintios, Amirutzes ve Kritobulos gibi Rum yazarlar bu unvanı eserlerinde zikretmişlerdir. Adı geçen yazarlar, bu sultanın, Konstantinopolis’i almakla geleneğe göre “Romalılar’ın imparatoru” olmaya hak kazandığını belirtmektedirler. 1481’deki vefatı dolayısıyla Avrupa’da basılan bronz bir madalyonda II.Mehmed, Bizantii Imperatoris (Bizans Imparatoru) ve Othomanum Turcarum Imperator (Osmanlı Türkleri’nin Imparatoru) unvanlarıyla anılmaktadır. Aynı unvanın I. Selim ve I. Süleyman için basılan madalyonlarda da yer aldığı görülür”. (a.g.e.s.86)
Osmanlı resmi ideolojisinde padişahın iktidar ve hakimiyetinin İslami temelde meşrulaştırıldığının bir göstergesi olmak bakımından büyük bir önemi bulunan “sultan” unvanının, İbn Sina, el-Gazzali ve Nasiru’d-Din-i Tusi gibi ileri gelen İslam uleması ve düşünürleri tarafından Hz.Muhammed’e atfedilen hadislerle İslami bir temele oturtulmak istendiğini biliyoruz. Böylece sultana kayıtsız şartsız boyun eğmenin dini bakımdan da farz olduğu telkin ve kabul ettirilmek istenmiştir. “Sultan, Allah’ın her mazlumun sığındığı yeryüzündeki gölgesidir” veya “Kim sultanın önderliğini inkar ederse zındıktır” yahut “Habeşli bir köle dahi olsa sultana itaat ediniz” vb şeklindeki bu mevzu (uydurma) hadisler, gerçekte İslam dünyasında daha 9.ve 10. yüzyıllardan itibaren, siyasal otorite buhranlarını ve bunların yol açacağı toplumsal kargaşaları önlemek amacıyla, saltanat kurumuna nasıl bir dini (İslam) statü kazandırılmaya çalışıldığını göstermeleri itibariyle önemli birer tarihsel belgedirler. Bunlar yalnız İslam dünyasındaki siyasal hakimiyet çevreleri tarafından değil, kamuoyunca da büyük bir kabule mazhardı”.
İşte, özellikle 15. yüzyıldan başlayarak, Tarih-i Ebu’l-Feth yazarı Tursun beğ (ö. 1490 sonrası) gibi Osmanlı müellifleri, klasik İslami siyasal gelenekte böylece yerini çoktan almış bulunan saltanat-İslam özdeşliğinden yararlanarak Osmanlı sultanına kazandırılmak istenen meşruiyetin teorik çerçevesini oluşturmaya çalışmışlardır. Bu çerçeve, “toplum düzeninin (nizam-ı alem) korunabilmesi için mutlak bir otoriteye ihtiyaç olduğu, bunun ise Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olan ve O’nun iradesini temsil eden sultan olması sebebiyle, kendisine boyun eğmenin ilahi bir emir telakki edilmesi gerektiği” şeklinde özetlenebilir. Böylece Fatih Sultan Mehmed’den itibaren Osmanlı sultanları, çok daha belirgin bir şekilde, kendilerini biri örfi, diğeri dini olmak üzere iki temel üzerinde meşrulaştırmış oluyordu. Bu meşruiyet ise kaynaklarda, “Oğuz Kağan soyundan gelme” (örfi temel) ve “göbekten çıkan ağaç” rüyasının temsil ettiği “ilahi iradeye mazhar olma” (dini temel) iddiaları şeklinde sembolik ifadesine kavuşuyordu.”
“Osmanlı resmi ideolojisinde saltanatın İslami temeli, malum gelişmeler sonucu 16. yüzyılın ilk çeyreğinde hilafetin Osmanlılar’a intikaliyle yeni bir dayanak daha kazandı. Bu meselede asıl dikkat edilmesi gereken nokta, hilafetin Osmanlılar’a resmen intikal edip etmediği, yahut Osmanlı padişahlarının bizzat halife unvanını kullanıp kullanmadıkları değil, Osmanlılar’ın kendi gözlerindeki ve o dönem İslam dünyası kamuoyu önündeki fiili durumdur ki, o da şudur: Yavuz Sultan Selim ile birlikte Osmanlı padişahları artık kendilerini Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerifeyn unvanıyla anmaya başlayıp Memluk sultanlarının İslam alemindeki saygın yerlerinin, bu arada da hilafet makamının varisi ve İslam’ın da hamisi olarak görmüşler ve böylece de görülmüşlerdir. Tarihsel bakımdan önemli olan budur”...
“Her ne suretle olursa olsun, 16. yüzyılda artık Osmanlı padişahının resmi ideolojideki yeri, halife-sultan olarak daha fazla bir kutsallık kazanmış, buna karşılık şeriat karşısındaki durumu İslam dünyası genelinde daha fazla sorumluluk gerektiren, buna paralel olarak daha büyük saygınlık kazandıran bir konuma yükselmişti. Artık İslam’ın hamisi olan Osmanlı padişahı bu konumuyla dünyanın da sığınağı, yani kendine mahsus deyimiyle padişah-ı alem-penah oluştu”...
Osmanlı padişahı artık bu kutsal kimliğiyle özellikle Müslüman tebaa nezdinde İslam’la o kadar özdeş hale gelmiştir ki, bu özdeşleşme onu halkın gözünde veliyyullah mertebesine yükseltmiştir. Mesela Fatih Mehmed, Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman’ın böyle evliya gibi göründüklerini çok iyi biliyoruz. Bu inanç yüzyıllar sonra bugün sıradan muhafazakar ve dindar halkın hafızasında aynen yaşamaya devam etmektedir”...(a.g.e.s.89)
NOT:
Bu inancın yüzyıllar sonra bügün bile sıradan muhafazakar ve dindar halkın hafızasında aynen yaşamaya devam ettiği” konusu çok önemli. Ne dersiniz, “Türk tipi Başkanlık” falan derken buradan işi, “onun ayrılmaz bir sıfatı” falan diyerek (tabi, “İslam alemini içine düştüğü kaostan da kurtarmak için”!!) “Türk tipi bir Halifeliğe” kadar götürür müyüz!!.
Tabii, bu inancın “bugün bile hala yaşıyor olmasının” tek nedeni bu değildir. Özellikle İmparatorluğun son zamanlarında (bütün o gayrımüslim halkların milliyetçilik ateşine yakalanarak ayrılmaya başlamaları üzerine) Devlet, Abdülhamid döneminden itibaren, daha önce II.Mahmut’tan sonra hiç aklına getirmediği o Müslüman orta sınıfın farkına varıp (Halifelik kartını da kullanarak) onlara der ki, “Ey ehli Müslim, Devlet elden gidiyor, bu Devlet sizin, alın ona sahip çıkın”!!..
Düşünün, her gün bir taraftan bir ayrılık-parçalanma ve savaş haberi geliyor ve irade-i mutlak sayılan o Devlet-ve Sultan, birden imana gelerek, o zamana kadar kendisine rakip olarak gördüğü için göz açtırmadığı Müslüman orta sınıfa diyor ki, “beni yok etmek istiyorlar, alın herşeyim sizin olsun, tek ki bana sahip çıkın”!! Bu durumda, Müslüman orta sınıf için “Devlete sahip çıkmak”, yaşamı devam ettirme mücadelesinde kendi yaşam haklarına sahip çıkmakla özdeş hale gelir.. İşte, bugün bile hala “ecdadımız” diye göz yaşı döken, “Abdülhamid” deyince duraklayan, ona sahip çıkmayı yaşamı devam ettirme mücadelesinin bir ön koşulu olarak gören “muhafazakar-Müslüman” orta sınıfların bilinçdışı Devletçiliğinin altında yatan TRAVMA budur.. Bu nedenle, Erdoğan’a kızarken “biraz insaflı” olmayı da unutmayalım!!.. Ama, buna rağmen gene de onun-onların “ecdadımız” diye ağıt döktükleri o Sultanların tarih boyunca onlara- Müslüman orta sınıflara kan kusturduğunu hatırlatmaktan da geri kalmayalım!..
Bütün bu anlatılanlar, Osmanlı resmi ideolojisinde hakimiyet ve iktidar kavramıyla ilgili olarak iki önemli karakteristiği vurguluyor:
1-Hakimiyetin ve iktidarın Allah tarafından Osmanlı padişahına verilmiş olduğu, yani “Allah tarafından teyit edilmiş (el-müyyed min indillah) kutsal iktidar” anlayışı,
2-Bu hakimiyet ve iktidarın padişahın mensup olduğu hanedanın şahsi malı olduğu, yani “aile malı (patrimonial) mülk” anlayışı.
Bu iki temelden birincisi, bir yandan daha İslam öncesi Orta Asya hakimiyet anlayışı, diğer yandan, eski Mezopotamya ve Sasani dönemi iktidar anlayışlarının -yukarıda zikredilen hadislerle- İslamileştirilmiş biçimiyle ifadelendirilmiş, iki farklı kökenden gelme, ama sonunda aynı kapıya çıkan bir iktidar anlayışına dayanırken, diğeri, münhasıran eski Orta Asya hakimiyet anlayışından kaynaklanıyordu.” (a.g.e.s.89)
NOT:
Eski Mezopotamya ve Sasani hakimiyet anlayışı” deyince duracaksınız şöyle bir! Bu “anlayış” nedir biliyor musunuz? Bu anlayış, köleci antika medeniyetlerin yedi bin yıllık hakimiyet anlayışıdır!.. Eski Mezopotamya, Hind, Çin antika medeniyetlerini düşünün!.. O firavunları getirin gözünüzün önüne!.. Bunların, barbar halkları köleleştirerek “medeniyet denilen tek dişi kalmış o canavarı” nasıl inşa ettiklerini getirin!.. Osmanlı’nın devraldığı o mirasın nasıl bir miras olduğunu o zaman daha iyi anlarsınız!..
Orta Asya’da Türk devletlerinde çok eski devirlerden beri, siyasi hakimiyet ve iktidarın, herhangi bir dünyevi merci (halk, tebaa, kabile meclisi vb) tarafından değil, Gök Tanrı tarafından hakana bahşedildiği, çok güçlü bir şekilde halk arasında da yerleşmiş bir inançtı. Yalnız Türkler’de değil, Moğollar’da da geçerli olan bu köklü inanç, pek çok efsanede vurgulandığı gibi, Orhun kitabelerinde de Bilge Kağan’ın ağzından açıkça telaffuz edilmekteydi. İşte bu niteliği sebebiyledir ki, siyasal hakimiyet ve iktidar, yalnız hakanın değil, ailesinin de ortak malıdır”. (a.g.e.s.90)
NOT:
Ne güzel değil mi! Türklerin yukarda bahsedilen ilkel komünal toplum kalıntısı geleneği, bir anda, antika köleci toplumların mirasıyla bütünleşiveriyor!!.. Yeni olanın eski bilgi temeliyle bütünleşmesi açısından ilginç bir örnektir bu!..
“Bu inancın pratikte, Göktürkler’den Osmanlılar’a kadar uzanan çok güçlü etkileri olmuştur. Bütün Türk devletlerinde bir hükümdar öldüğü zaman, eğer sağken ülke topraklarını oğulları arasında paylaştırmamışsa, şiddetli ve amansız bir saltanat mücadelesi başlar, bu mücadele, içlerinden biri galip gelip hakimiyeti ele geçirinceye kadar kanlı bir biçimde sürüp gider. Eğer hakan ölmeden önce devleti kendi eliyle paylaştırmışsa, o zaman her biri kendine ayrılan yerde hükümranlığını sürdürür. Ama bu durumun çok fazla sürmediği, zamanla içlerinden giderek güçlenen birinin, öbür kardeşlerini mağlup ederek ellerinden topraklarını alıp ülkeyi ve hakimiyeti yeniden tek elde birleştirdiğinin örneklerine çok raslanır. Aynı tarihsel mekanda Osmanlı dönemine en yakın örnek, Anadolu Selçuklu hükümdarı II. İzzeddin Kılıçarslan’ın 1192 de vefatıyla başlayan dönemdir. Bu Selçuklu sultanı ölmeden önce memleketi on bir oğlu arasında paylaştırmış, fakat sonunda I.Gıyaseddin Keyhüsrev (1192-1196, 1205-1211) hakimiyeti yeniden tek elde toplamıştı”.
Bu feodal paylaştırma geleneği, merkeziyetçi hakimiyet anlayışı sebebiyle Osmanlılar’da terk edilmekle kalmamış, buna şiddetle karşı çıkılmıştır. Bununla beraber, Osmanlılar, saltanatın bir sonraki padişaha intikal etmesi konusunda eski Türk devletlerinde mevcut kuralsızlığı aynen sürdürmüşlerdir. Bu yüzden 16. yüzyıl ortalarına kadar, çoğu zaman padişahın ölümü veya yaşlılığına raslayan güçsüzlük dönemi, şehzadeler arasında müthiş bir saltanat kavgasının çıkmasına yol açmış, kavgayı kazanan, diğerlerini bertaraf etmek zorunda kalmıştır. Fatih Sultan Mehmed’in Kanunnamesindeki “kardeş katli”ne cevaz veren meşhur maddenin, bu yüzden pek çok spekülasyona konu olduğu iyi bilinir. Bu saltanat mücadelesi sırasında halk, genellikle herhangi bir tarafı tutmaktan çok, sonuçta hep kazanana itaati tercih edegelmiştir. Çünkü yukarda sözü edilen Orta Asya geleneğine göre, kazanan, Tanrı’nın seçtiği, hükümranlık, iktidar bahşettiği hakan olarak kabul ediliyordu, çünkü, “Tanrı kimi istiyorsa, onun kazanması” söz konusuydu. Bu toplumsal bir siyasi tavır alış veya toplumsal bir siyasi tercihtir”. (a.g.e.s.90)
NOT:
Demek ki, Sultan Süleyman oğullarını bu nedenle boğazlatıyor!..Tabi, Bizans’tan devralınan bu “kardeş öldürme” konusunun bir kanun maddesi olarak resmileşmesinin Fatih dönemine denk gelmesi de bir tesadüf değildir!.. ”Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” sözü bu gelenekten mi çıkıp geliyor dersiniz!.
Bakın ne güzel işte, anti feodal, feodallere karşı toprak reformu yaparak halkını koruyan “solcu” bir Devlet var karşınızda!!. Daha ne istiyorsunuz ki, “devrimci-solcu” olmak demek feodalizme karşı olmak demek değil midir! İşte, Türkiye solu böyle “Devletçi” yapıldı!! Oryantalist-Pozitivist ideoloji, adamı böyle DEVLET DEVRİMCİSİ yapar da sen hiç farkında bile olmazsın!!
4-Reaya ve Beraya (Tebaa)”
“Osmanlı resmi ideolojisinde tebaanın statüsü, temeli eski Hind-İran siyasi düşüncesine dayalı (yukarda özetlenen) daire-i adliye prensibinde ifadesini bulur. Bu, bir devleti meydana getiren siyasal iktidar-ordu-maliye-tebaa dörtlüsü arasındaki sıkı ilişkiyi belirten ve birinin mevcudiyetini, diğerinin mevcudiyetine bağlayan bir siyaset teorisidir. Ama eninde sonunda ilk üçünün vücudu, muntazam bir şekilde vergi vererek dolu bir hazineyi sağlayacak olan müreffeh tebaanın varlığına bağlı olduğu için, Osmanlı siyaset anlayışında tebaanın büyük bir önemi vardır.”
Osmanlı tebaası olmak demek, Müslümanlığı kabul edip kendi dini, etnik ve kültürel hüviyetinden vazgeçmek, başka bir deyişle, artık Hristiyan, Musevi, Rum, Ermeni, Arap, Kürt, Boşnak, Arnavut vs olmamak, Sırpça, Rumca, Ermenice, Kürtçe, Arapça vs konuşmamak, yahut kendi örf, adet, gelenek ve göreneklerinden vazgeçmek demek değildir. Aksine, bütün bu özellikleri muhafaza ederek, yalnızca devlete vergi verip onun hakimiyetini kabullenmek, istenilen hizmeti eksiksiz yerine getirmek ve devlet gerekli gördüğünde müdahalesine boyun eğmek demektir. İşte bu, Osmanlı siyaset ve yönetim anlayışının püf noktasıdır.”
“Tebaa Osmanlı resmi terminolojisinde çoğunlukla reaya (yahut bazan tekil biçimiyle raiyyet) veya reaya ve beraya (sürüler ve halklar) kelimeleriyle ifade edilmiştir. Şeriat terimiyle ulu’l-emr, yani otorite mercii olan padişah, yönettiği tebaasına adaletle muamele etmek zorundadır. Bu muamele şer’i deyimiyle emr bi’l-ma’ruf nehy ani’l-münker (iyiliği emredip kötülükten sakındırma) prensibi içerisinde yapılmak zorundadır. Bu sebeple, Osmanlı padişahı, sayesinde hükümranlığını icra edebildiği reayayı vediatullah (Allah’ın emaneti) telakki etmekle yükümlüdür”..
“Osmanlı resmi ideolojisinde padişahın ulu’l-emr olarak reayaya bu bakışı, müslim-gayrımüslim herkes için söz konusudur. Vergisini vererek devletin hakimiyetine boyun eğen herkes, padişah nazarında teorik olarak aynı hakka sahiptir. Genel olarak Divan-ı Hümayun tarafından yayınlanan çeşitli belgelerden çıkarılabildiği kadarıyla Osmanlı resmi ideolojisinde ideal reaya,

-ulu’l-emre itaatkar,

-kendinde devletin düzen ve yönetimine müdahale hakkı görmeyen,

-devlete ve düzene karşı her ne sebeple olursa olsun tavır almaktan kaçınan,



-mensubu bulunduğu toplumsal kesimden, yaşadığı yerden izinsiz ayrılmayan, kısaca, her alanda mutlak anlamda boyun eğen insanlardır.”
Osmanlı Devleti bu beklentisinde kendi mantığı içinde tutarlıydı. Çünkü din ve mezhep esasına göre cemaatler (millet sistemi) halinde düzenlenmiş Osmanlı toplumsal mozayiğinin ahenginin korunup sürdürülebilmesi, yahut Osmanlı resmi ideolojisindeki deyimiyle nizam-ı alemin devamı, bu mutlak itaate bağlıydı. Bunun çok tabii bir sonucu olarak, tabakalar ve cemaatler arası yer değiştirme oldukça sınırlı ve izne bağlıydı”.
Öyle görünüyor ki, Osmanlı resmi ideolojisinin reayaya bu bakış tarzı, reaya tarafından da tasvip görmekteydi. Zira reayanın (bazı istisnalar hariç) bu beklentiye genelde uygun hareket ettiği görülür. Hatta, Osmanlı Devleti’nde halk kendi varlığını ve düzeninin sürmesini devletin varlık ve düzeniyle kaim görmüş, kendi hayatını padişahın, dolayısıyla devletin bir lutfu ve ihsanı olarak kabul edegelmiştir.”
NOT:
Bu nokta önemli!. Tamam, “Devlet şöyle, Devlet böyle” diyoruz, ama, o Devletin bir de “tebaası” var öyle değil mi!. Devlet çobansa, o “tebaa”, yani “Reaya” da onun sürüsü!.. Sistemin mantığı böyle çalışıyor!. Yani biri diğerinin varlık şartı!. Sürü olmasaydı çoban kime çobanlık yapacaktı!.. Bakın, bu mantık bugün bile hala geçerlidir. Devlet sınıfı unsurlarının-“Beyaz Türkler’in”-Osmanlı’nın Reayasına-Cumhuriyet’in “Halk”ına- bugün bile halâ “göbeğini kaşıyan adam”, “cahil” gözüyle bakmaları ta o zamanlardan kalma bir anlayışın göstergesidir!. Ama tabii şimdilerde bu anlayış kendi içinde müthiş bir öfkeyi de gizliyor!. Nasıl olurdu da Devletin o “sadık kulları” efendilerine karşı bacak germeye başlarlardı!!. Onların bir türlü anlayamadıkları, hazmedemedikleri olay budur işte!. Bu kesimin Erdoğan düşmanlının altında yatan kin-öfke de buradan kaynaklanmaktadır! İşte, bunların en “solcusunun” bile iş bilinçdışı yaşam bilgileri alanına gelince hiç farkına varmadan “beyaz Türk” oluvermesinin sırrı burada gizli olsa gerek!..
Burada önemli olan fetihçilik üzerine inşa edilen bu sistemin işleyiş mekanizmasıdır. Sistem fetihçiliği temel alan bir bilgi temeli üzerine kurulduğu için, fetih mekanizması işlediği sürece ortaya hiçbir sorun çıkmaz!. Çünkü, “alan memnun, veren memnun” hesabı, o “Reaya-tebaa” da “ganimetten” payını alır!!.. Sadece askerin değil, pazardaki esnafın bile seferden galibiyetle dönülünce yüzü gülüyordu! Ya da, seferlerin arası uzayınca homurdanmaya başlıyorlardı!! Öyle ya, insanların cebinde para olacak ki çark dönsün!!.. Ya da, “su akacak ki herkes kovasını doldurabilsin”!.. (Kimbilir, belkide günümüz milliyetçi-İslamcılarının “Stratejik zihniyetimize” bağlı olan “genleşme” aşkı da buralardan geliyordur! Bu geleneğin üstüne, burjuvazinin günümüze ilişkin “Stratejik olarak derin” “Misak-ı Milli” hayalleri de eklenince ortaya yeni tipten bir fetihçilik paradigması çıkıyor galiba!!)..
Şunu hiç unutmayalım: Osmanlı sistemi “Yönetenler” ve “Yönetilenleriyle” birlikte bir bütündü. Yani, “Osmanlı” deyince öyle bundan sadece “Yönetenleri” anlamak doğru değildir!. “Yönetenler” ve “Yönetilenler” biribirlerinin varlık şartı olarak sistemi birlikte oluşturuyorlardı. Bu nedenle, “Yönetilenlerin” “Yönetenlere” karşı sistem içindeki duruşlarını ve muhalefetlerini -direnişlerini çok iyi anlamak gerekiyor..
Yönetilenlerin” duruşunun ve mücadelesinin daima iki boyutu vardır:
Birincisi açık; bir tür “karşı” duruştur- reaksiyondur bu. Amacı da sistem merkezini-devleti- ele geçirerek “Yönetenlerin” yerine geçmektir, “Yöneten” pozisyonuna kendilerinin oturmasıdır.
İkincisi ise bambaşkadır: Bütün sistemlerde, sistemin dominant-yönetici-kutbunun karşısında olan kutup, bir yandan, sistem içi bir unsur (motor sistem unsuru) olarak belirli bir fonksiyonu yerine getirirken, diğer yandan da-sistemin kendi neslini üretmesi sürecinde- onun ana rahmi fonksiyonuna sahip olur. Sistem kendi varlığını üretirken kendi neslini üretme sürecini de birlikte yaşadığından, süreç içinde, yeni üretim ilişkilerini temsil edecek olan toplumsal bebek, daima, mevcut olanın içinde-ana rahminde- onun diyalektik anlamda inkârı olarak ortaya çıkar ve gelişir..Bu yüzden, “Yönetilenlerin” duruşunu ve mücadelelerini ele alırken daima bu iki işlevi birlikte dikkate almak gerekir. Tabi burada belirleyici olan “hamilelik” sürecinin ne derece ilerlemiş olduğu kadar sistemin bir bütün olarak kendini üretmeye müsait olup olmadığıdır da (yani kısır olup olmadığıdır da!). Örneğin, Osmanlı sistemi gibi antik sistemler için durum böyledir. Bunlar kendilerini üretme yeteneğinden yoksun olan kısır sistemlerdir. Bu diyalektiği İbni Haldun çok güzel açıklar. Bu durumda işleyen tek mekanizma tarihsel devrim mekanizması olur ki, bunun ayrıntılarını ele almanın yeri burası değildir. İsteyen bu konuda daha önceki çalışmaya bakabilir: www.aktolga.de 5. Çalışma
Osmanlı’da bu fetihçilik çarkı 16. yüzyılın ortalarına kadar üç aşağı beş yukarı sistemin yerine getirdiği tarihsel devrimci işleve uygun olarak döner durur!.. Bazan, rüzgar kesilince durur gibi olursa da, sonra yeniden başlar dönmeye!.. Ama bu tarihten sonra işler kesat gitmeye başlayacaktır!..
Dini Nitelikli Olanlar”
1.İslam
Devlet-din özdeşliğinin ikinci öğesi, din, yani İslam’dır. Daha önce de anlatılmaya çalışıldığı üzere, bu, “İslam”ın Osmanlı Devleti’nin siyasal, hatta toplumsal gelişmesine paralel ve merkeziyetçi yönetim yapısına uygun bir siyasal mahiyet almış olduğu vakıası bizce çok önemlidir. “Osmanlı İslamı” dediğimiz bu İslam, bir yandan devlet kavramına kutsallık bahşederek merkezi otoriteye ve onu temsil eden Osmanlı hanedanına meşruiyet ve bir anlamda kudsiyet kazandırırken, öte yandan onun siyaset etme aracı olmak gibi çifte bir fonksiyon icra eder.Bu, Osmanlı resmi ideolojisinde devlet-din ilişkisini anlayabilmemiz bakımından çok önemli bir hareket noktasıdır.” (a.g.e.s.92)
Osmanlı resmi ideolojisinde İslam’ın bu çifte fonksiyonu icra edebilecek duruma gelmesi birdenbire olmadı. Daha önce de temas edildiği gibi, bu süreç, devletin Bizans ucunda yer alan küçük aşiret beyliğinden imparatorluğa dönüşme sürecine paralel bir surette gelişti. Diğer bir deyişle, İslam bu çifte pozisyonunu, başlangıçtaki popüler mistik karakterini giderek daha güçlü bir şekilde kendini hissettiren fıkıh ağırlıklı kitabi İslam’a dönüştürmek suretiyle 15. yüzyıl ortalarına kadar tedrici bir şekilde kazandı. Bu, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nde İslam’ın siyasallaşma sürecini de simgeler.”
İslam’ın bu hüviyetiyle Osmanlı resmi ideolojisindeki yerini alması, tam olarak Fatih Sultan Mehmed dönemine raslar. Böylece Osmanlı Devleti’nde ideolojik bir karaktere bürünen ve Sünni hüviyetiyle siyasallaşan İslam, tam olarak onun döneminde, eski Bizans’ın başkenti Konstantinopolis’i hakimiyetinin merkezi ve “İstanbul” yapan bir imparatorluğun resmi ideolojisinin ikinci ana sütunu haline geldi. Konstantinopolis’in genç fatihinin, fetihten sonra Bizans’ın bu harap başkentini idealindeki imparatorluğun merkezi yapabilmek için giriştiği imar programı içinde yer alan medreseler, bu genç imparatorluğun ideolojisini üretme görevini üstlendiler. Osmanlı İslam’ının böyle bir imparatorluk ideolojisine dönüşümünde hiç şüphe yok ki en temel rol medreselere düşüyordu ve en başta da sultanın bizzat kurdurduğu Sahn-ı Seman (Fatih) medreseleri geliyordu”...
Zaten 1331 yılında Orhan Gazi tarafından İznik’te açılan ilk medreseyle birlikte Osmanlı siyasal iktidarını meşrulaştırma görevini yüklenmiş bulunan ulema, bu statüsüne Fatih Sultan Mehmed zamanında resmiyet çerçevesinde yerleşti. Sultan, rejimin temeli olan İslam’ın, imparatorluk genelindeki kurumlaşmış en üst makamı şeyhülislamlığı, Bizans’taki patriklik makamının statüsüne benzer bir biçimde örgütleyerek kendisine bağladı. Böylece o, yalnız siyasal otoriteyi değil, dini otoriteyi de kendi şahsında temsil ediyordu. Bu, fetva kurumunun ve ilmiye örgütünün başı sıfatıyla şeyhülislamı aracı kılarak Osmanlı İmparatorluğu’nda en alt kademesinden en üsttekine bütün kurumlarıyla İslam’ın, bizzat Osmanlı siyasi-idari sisteminin içine alınması, dolayısıyla merkezi yönetimin ve padişahın emrine verilmesi demek oluyordu. Bu suretle İslam’ın temsilcisi olan ulema, başkent kadısından taşradaki sıradan bir imama kadar, bir daha ayrılmamak üzere devletin kontrolüne alınıyordu.”
Bu yapılanma, o zamana kadar İslam dünyasında görülmemiş bir biçimde ulemanın devletin bir parçası haline gelmesiyle sonuçlandı. Artık ulemanın temel görevi, eskiden olduğu gibi bilgi üreterek bilime katkıda bulunmak değil, yalnızca, merkezi iktidarın iradesi doğrultusunda geleneksel İslami bilgilerin eğitim ve öğretimiyle meşgul olarak devlete bürokrat yetiştirmek ve daha esaslı olarak da, merkezinde sultanın bulunduğu siyasal iktidar mekanizmasının bütün fiil ve hareketlerini meşrulaştırmaktı. Böylece ulema, tam anlamıyla bir tür dini bürokrat kimliğine sokulmuş oluyordu.”
Osmanlı ulemasının bu konumunun, onu Emevi ve Abbasi devirlerinde siyasal otoriteden bağımsızlığını koruyabilen klasik İslam ulemasından ayıran en dikkat çekici vasfı olduğu söylenebilir. Bu yüzdendir ki Osmanlı İmparatorluğu’nda ulema, merkezi iktidardan bağımsız ne ilmi, ne de dini bir otorite mercii oluşturabildi. Bu sayede Osmanlı Devleti, tarihi boyunca bir yandan İslam’ı resmi ideolojisinin itici gücü yaparken, diğer yandan da onu devlete bağlı ulema sayesinde hep siyasal otoritenin kontrolünde tutabilmiş, bu suretle (mesela İran’da olduğu üzere) merkezi yönetimden ayrı bir güç odağı konumuna gelmesini engelleyebilmiştir. 16. yüzyıla kadar şeyhülislamlar hep kazaskerlerin bile gerisinde kalmış olup Divan-ı Hümayun üyesi dahi sayılmamışlardır. Ancak Zenbilli Ali Efendi’den (ö.1525) itibaren, İbn Kemal (ö.1534) ve Ebussuud Efendi (ö.1574) gibi güçlü şeyhülislamlar, bir dereceye kadar siyasi otorite üzerinde etkili olabilmişlerdir.”
İşte, bu merkeziyetçi bürokratik kurumlaşma içerisinde, ona uygun bir yapı kazanarak gelişen Osmanlı İslamı, özellikle 15. yüzyılın başlarından itibaren medreseler aracılığıyla klasik Sünniliğin hemen bütün teorik ve pratik özelliklerini çok tabii olarak devraldı. Zamanla merkezi yönetim, topraklarına kattığı öteki beyliklerden de, hizmet vermek üzere Osmanlı beyliğine gelen bürokratlar ve ulema aracılığıyla klasik fıkhı kullanarak devletin ve toplumun siyasal, sosyal ve hukuki teşkilatlanmasını gerçekleştirdi. Bu, hanefilik tarafından temsil edilen Sünni İslam’ın, bütün kurumlarıyla devletin resmi dini haline gelmesi demekti. Ancak Osmanlı Devleti bu resmi dini, hiçbir zaman, hakimiyeti altındaki toplumların Müslümanlaştırılması şeklinde anlamadı ve bu yolda bir faaliyet göstermedi.”
Bununla beraber 16. yüzyılın ilk yıllarından itibaren Safeviler’le başlayan siyasal ve ideolojik mücadeleler, Osmanlı resmi ideolojisinin tarihindeki en büyük dönüşümlerden birine yol açtı. Militan bir Şii ideoloji propagandasıyla Osmanlı topraklarında taraftar kazanmaya başlayan Safeviler’i ideolojik olarak da bertaraf etmek isteyen Osmanlı yönetimi, Sünniliğin imparatorluğun her tarafına yayılması için bazı baskıcı metotlara başvurdu. Böylece, tarihi boyunca genellikle hep siyasi otoriteye bitişik olduğu için, her siyasi karmaşa ve buhran devrinde bir daralma ve katılaşma sürecine giren Sünnilik, yeni bir daralma ve katılaşma sürecine daha girdi. Osmanlı arşiv kayıtları, merkezi yönetimin, imparatorluğun her tarafında sıkı ve amansız bir “zındık, mülhid ve rafızi” takibatının başlatıldığını ve bunun artık hep böyle sürdüğünü gösteriyor”...
Özellikle Safevi propagandasının bıraktığı etkileri silebilmek için Osmanlı merkezi yönetimi, gayrımüslimleri Müslümanlaştırmak maksadıyla ideolojik bir araç olarak kullanmadığı, kullanmaktan özellikle kaçındığı İslam’ı, kendi içinden çıkmış “sapkınlar’a” karşı katı bir şekilde yorumlanmış, devletin toplum üzerinde bir baskı aracı haline getirilmiş ve toplumu kontrole yönelmiş bir Sünnilik ideolojisi biçiminde kullandı.”
Bu dogmatikleşen Osmanlı Sünniliği, Osmanlı iktidarının koruyucusu hüviyetiyle, bütün 16., 17. ve 18. yüzyıllar boyunca bu yapısını sıkı sıkıya sürdürdü. Tanzimat’tan sonra bürokrasi veya asker kökenli Batıcı Osmanlı aydınlarının, imparatorluğun gerilemesinden sorumlu tuttukları için hücum ederek karşı çıktıkları İslam, bir yandan hurafelere karışmış, zevksiz ve kaba bir şekilde görüntülenen popüler İslam olduğu kadar, diğer yandan da, Osmanlı merkezi iktidarıyla özdeşleşerek siyasallaşmış ve iyice dogmatikleştirilmiş bu devlet İslamıydı”. (a.g.e.s.95)
NOT:
Şimdi, burada biraz duralım. Ne anladınız yukardaki bu paragraftan? Bir yanda, Devletle bütünleşen ve Yönetenlerle Yönetilenler arasındaki sınıf mücadelesinde Yönetenlerin elinde ideolojik bir silah haline gelen bir “Devlet İslam’ı” vardır, öte yanda ise, güya buna karşı daha “modern” bir silah olduğu ileri sürülen, “batılılaşma” adı altında başka bir silah!. Peki bu yeni silah kimin elinde idi? O da gene Devletin elindeki bir silah değil miydi! Yani ne oluyordu o zaman? Devlet, sol yanıyla sağ yanına meydan mı okuyordu (!); işine geldiği sürece İslam’ı kullanıyor, sonra, artık işine yaramaz hale geldiğini gördüğü anda da, tıpkı üzerinden eski bir elbiseyi çıkarıp atar gibi İslam’ı bir yana atarak onun yerine yeni bir din gibi “batıcılığı”- Batı kültürünü geçirmeye çalışıyordu!..
Peki o “tebaa”, yani o halk, o ne yapacaktı bu durumda? Çünkü ortada bir değil iki İslam vardı adeta; birincisi Devletin elinde ideolojik bir araç olarak kullanılan İslam’sa, diğeri de, halkın dini, kültürü olarak “gerçek” İslam’dı!.. Fakat Devlet böyle bir ayırım yapmıyordu ki! Nasıl ki kendisi İslam’ı bir hamlede sırtından atıvermişse, aynı şeyi halkın da yapmasını istiyordu o, onun yerine de, “batıcılık”, “bilimcilik” adı altında yeni, halka yabancı başka bir dini geçirmek istiyordu!. Tabii o da gene kendi kontrolünde olacaktı. ”Hayatta en hakiki mürşid ilimdir” deki “ilim” nasıl bir “ilim”di ki!! Pozitivizmin “din” statüsüne çıkarılmış “iliminden” gayrı ne olabilirdi ki bu!..
Devam ediyoruz:
Osmanlı resmi ideolojisinde İslam, bir taraftan İslamlaştırmada değil, siyasi hakimiyetin yayılmasında ideolojik bir araç rolünü üstlenirken, diğer taraftan bu hüviyetiyle, merkezi yönetimin bir siyaset aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte, onun devlet kontrolündeki bu konumu, Osmanlı Devleti’nin bir teokrasi olduğu şeklindeki nisbeten yaygın kanaatin gerçeğe uymadığının en açık göstergesi olarak algılanmalıdır. Çünkü, Osmanlı Devleti’nde İslam, yukarıda belirtilmeye çalışıldığı üzere, devletin dışında ve devlete hakim bir konumda değil, devletin kontrolünde ve devlete bağımlıdır. Şeyhülislam’ın , bir papa, bir patrik gibi, hiçbir ruhani otoritenin ve kilise benzeri bir kurumun temsilcisi olmaması bir yana, şahsen padişaha bağlı, yalnızca dini bürokrasinin en üst kademesini temsil eden bir devlet memuru olmaktan öteye geçemediğini biliyoruz. O halde, Osmanlı Devleti’nde İslam, yönetimi bizzat icra edecek, (zaten olmayan) ruhani gücünü bu yönetim üzerinde kullanacak bir maddi araca sahip değildi. Hilafet onun bu konumunu değiştirecek bir katkı sağlamadığı gibi, üstelik dünyevi iktidarın temsilcisi olan padişahın otoritesini daha da kutsallaştırıp pekiştirerek daha üst bir konuma yükseltmiştir. Çünkü Osmanlı Devleti’nde hilafet, Memlükler’deki gibi, sultandan ayrı bir kişi tarafından değil, sultanın bizzat kendisi tarafından temsil edilmiştir. Devlet ve elit tabaka kesiminde İslam’ın bu konumunu böyle belirledikten sonra, Müslüman halk kesimindeki konumuna da bakmak gerekiyor.” (a.g.e.s.95)
Siyasallaşmış İslam’ın devlet kesiminde ulema aracılığıyla temsil edilmesine karşılık, Osmanlı Devleti’nde İslam, halk kesiminde tarikatlar aracılığıyla temsil ediliyordu. Bunun için Osmanlı merkezi yönetimi, yukarıda da açıklanmaya çalışıldığı gibi, daha başlangıçtan itibaren tarikatların bu nüfuzunu tanımış ve bu çevrelerin temsilcileriyle sürekli iyi ilişkiler sürdürmeye büyük bir özen göstermiştir. Osmanlı sultanlarından bazılarının şu veya bu tarikatın müntesibi yahut muhibbi olmaları da bu ilişkilere oldukça yumuşak ve devlet adına kazançlı bir konum kazandırmıştır. Buna rağmen, ilgili bölümlerde görüleceği gibi, devletin İslam anlayışına karşı Osmanlı tarihi boyunca birtakım çıkışlar da yine bu tarikat çevrelerince gerçekleştirilmiş, hatta bazen merkezi yönetim bu çevreleri sıkı bir takibat ve kontrol altına almıştır.” (a.g.e.s.96)
NOT:
Anladınız mı şimdi yeni kurulan “cumhuriyet”le birlikte, bir yandan Diyanet aracılığıyla İslam gene Devlete bağlanırken, diğer yandan da bütün o “tekke ve zaviyelerin”, “tarikatların” neden yasaklandığını!..Ya, “artık Devlet o işi halletti (Sünnilikle hesaplaşma işini), bize artık gerek kalmadı” diyerekten kendi tekkesini kapatıp götürüp anahtarını da teslim eden o Bektaşi şeyhine ne dersiniz!!. Adamı böyle şaşkına çevirirler işte!! “Alevi sorunu çözülsün” diye sızlanmadan önce o sorun nasıl ortaya çıkmış önce onun üzerinde duralım isterseniz biraz!..
2. Cihad ve Gaza (ilay-ı Kelimetullah)”
Devletin imparatorluk haline dönüşümünde diğer pek çok faktörle birlikte tarihi bir rol oynayan Osmanlı İslam’ının, temel ideoloji olarak üstlendiği başka rolleri de oldu. Bu rollerin en başta gelenlerinden biri, şüphesiz ki, Osmanlı siyasal gücünün, yayılmacılığının ve hakimiyetinin ana motoru olan cihad ve gaza ideali ve bunun merkezindeki ilay-ı Kelimetullah (Allah’ın adını yüceltme) kavramıydı. Nitekim, Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişmesinde en temel etkenlerden birinin cihad ve gaza ideali olduğu, Osmanlı tarihçiliğinin genellikle kabul ettiği bir olgudur. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu’nun bir cihad ve gaza devleti olduğunu söylemek ve onun bu kimliğini 19. yüzyıl başlarına kadar sürdürdüğünü kabul etmek yanlış değildir... Daha kuruluştan itibaren Osmanlılar hep bu idealin sevkiyle ilay-ı Kelimetullah peşinde koşmuşlardır. Şüphesiz bu idealin politik ve yayılmacılık için bir yandan da elverişli bir meşruiyet aracı oluşturduğu bir gerçek olmakla birlikte, daha önceki hiçbir İslam devletinde bu ideal Osmanlılar’daki kadar belirgin bir simge haline gelmemiş ve resmi belgelerde telaffuz edilmemiştir. Bu sebeple, Osmanlı Devleti’nde siyasetin temeli, daha İslam’ın ilk yıllarında ortaya çıkan cihad ve gaza idealinin beslediği fetih politikasıdır”...
NOT:
“Osmanlı bir gaza, cihad, fetih devletidir” dediğiniz an aslında mesele bitiyor!. Sadece bu cümle bile Avrupa toplumlarıyla Osmanlı toplumu arasındaki farkı ortaya koymaya yeter. Evet, Cermenler de Roma’yı fethetmiştir, ama bu tamamen ayrı bir olaydır. Buradan, Cermenler’in de (“Büyük Roma-Cermen İmparatorluğu’nun da) Osmanlı gibi “fetihçi bir devlet” olduğu sonucuna varamayız. Fetihçi bir devlet olmak demek, bir devletin-bir toplumun yaşamı devam ettirme mücadelesinde varoluş gerekçesini ve fonksiyonunu üretim faaliyeti içinde kendi kendini üretmekten değil, fetihçilikten alması, onu öne koyarak, üretim faaliyeti falan gibi bütün diğer faktörleri ona tabi-bağımlı hale getirmesi demektir.
Evet, Osmanlı toplumu da üretim yapıyordu, ama buradaki toprak düzeninin, üretim ilişkilerinin ve üretim faaliyetinin tek bir amacı vardı, Devletin fetih politikasına LOJİSTİK DESTEK sağlayabilmek!.. Miri toprak düzenini düşünün; bizdeki Sipahiler Avrupa’daki feodaller gibi değildir. Bunlar, normal zamanlarda birer Devlet memuru gibi çalışırlarken savaş zamanı da hepsi birer askerdi bunların.. Görevleri, savaş zamanı kurallara göre belirlenmiş olan miktarda askerle birlikte sefere katılmak, orduya dahil olmaktı.. Yani öyle, feodaller gibi daha çok üretip artı değere el koyarak zenginleşmek falan diye bir amaç yoktu kafalarında! Olamazdı da zaten; çünkü, ekip biçilen toprak üzerinde mülkiyet hakları bile yoktu. Sonunda Devlete ait toprakların üzerinde yapılan üretim faaliyetine göz kulak olmaktı vazifeleri.. Bu nedenle, sistemin varoluş karakterini-BİLGİ TEMELİNİ ortaya koyarken sistemi ayakta tutan temel bilginin üretim ilişkilerince kayıt altında tutulduğunu söyleyemiyoruz. Bu bilgi -sistemin bilgi temeli- yönetenlerle yönetilenler arasındaki fetihçi ilişkilerle kayıt altındaydı..
Osmanlı Devleti’nin böyle bir hüviyetle ortaya çıkışı, yalnızca Osmanlı padişahlarının dindarlıkları veya etraflarındaki şeyhlerin cihad ve gazaya teşvikleri, yahut yalnızca ganimet ele geçirmeye yönelik maddi amaçlara dayalı tek yanlı ve eksik tezlerle açıklanamaz. Bu olgu, yukarda da söylendiği üzere, bir defa 14. yüzyılda İslam dünyasındaki zihniyet değişikliğiyle alakalı olduğu kadar, buna dayalı olmak üzere F.Köprülü ve H.İnalcık’ın tesbitlerinin gösterdiği şekilde, devletin kuruluş döneminde uç mıntıkalarının jeopolitik ve kültürel yapılarıyla çok yakından ilgiliydi. Bu yapı, Anadolu’nun iç bölgelerinden akıp gelen nüfusun baskısı, Moğol hegemonyası yüzünden Orta Anadolu’dan kaçıp gelen halkın yeni bir toprakta kendine gelecek arama çabası, Bizans sınır savunma düzeninin bozulması ve buralardaki dini-toplumsal memnuniyetsizlik gibi bazı faktörler tarafından oluşturulmuştu. İşte bütün bu faktörler, Osmanlı padişahları tarafından olduğu kadar, onların sevk ettikleri gazalara katılan gazileri dualarıyla teşvik eden şeyhler ve dervişler tarafından da çok iyi değerlendirildi. Bu kişilerin menkıbeleri hayatlarını ve yaptıkları cihad ve gazaları anlatan menakıbnameler, bugün elimizdedir. Bu eserler, fetihlerin nasıl bir dini ve manevi psikoloji içinde yapıldığını vekayinamelerden çok daha açık bir biçimde yansıtmaktadırlar; kendilerini “küffar illeri’ndeki” İslam’ın bayraktarları olarak görmekten ne büyük haz duydukları açıkça görülür. İslam dünyası onları “ehl-i küfr”e karşı İslam’ı savunan uc gazileri olarak mütalaa ediyor, buna karşılık Hristiyan alemi de, 14. yüzyılda Gregory Palamas’ın yazdığı gibi, bu gazi mücahidleri “Allah’ın Hristiyanları cezalandırmaya memur kılıcı” şeklinde algılıyorlardı...”
Osmanlı Devleti’nin bu “kutsal misyon’u”, 16. yüzyılın ilk çeyreğine, yani Y.Sultan Selim devrine kadar, İslam alemi adına yalnızca ehl-i küfr’e (Hristiyan dünyaya) karşı cihad ve gaza olarak algılanmaktaydı. Gerçi bu misyon anlayışı I. Dünya Savaşı’na kadar devam etti. Ancak, 16. yüzyıl başlarında Ortadoğu’da tarih sahnesine çıkan yeni bir siyasal faktör, Osmanlı Devleti’nin bu kutsal “misyonu”nda yeni bir dönemi başlattı. İran’da Şii ideolojisi üzerine kurulan Safevi Devleti’nin Osmanlı topraklarında yoğun bir ideolojik propagandaya başlaması ve bu propagandanın özellikle konar-göçer kesim içinde yankı bulması, Anadolu’da baş gösteren ayaklanmalar, merkezi yönetimi büyük endişelere sevk etmişti. Bunun sonucu olarak, yoğun bir karşı propaganda faaliyetine girişen Osmanlı merkezi yönetimi, Şiiliği İslam dışı saymak suretiyle Rafızilik (sapkınlık) olarak ilan etti. Sonuçta, ehl-i küfr’ün kapsamına Rafıziler’i (Elh-i Rafz) de soktu, cihad ve gaza kavramını Şii İran’a karşı yapılacak mücadeleyi de içine alacak biçimde genişletti. Bu zihniyet değişimi, o zamana kadar Anadolu topraklarında sessiz sedasız oturan heterodoks kesimlere de şamil kılındı. İşte Osmanlı resmi ideolojisinde Safevi faktörüyle birlikte ortaya çıkan bu değişim, Türkiye tarihinde sonuçları bugüne kadar uzanan bir toplumsal ikiliğin doğmasına sebebiyet verdi.” (a.g.e.s.100)
NOT:
“Sonuçları bugüne kadar uzanan bir toplumsal ikilik”ten bahsediyor yazar. İki nedeni var bu oluşumun. Birincisini biliyoruz. Osmanlı’nın “batılılaşma” süreciyle birlikte başlayan bir süreç bu. Batı’lı ülkelerin “Oryantalizm” adı verilen kültür ihracı politikalarıyla çakışan ve altında “Devleti kurtarmak” ideali yatan bir politika..
Ama bunun kadar önemli bir diğer nokta daha var ki, yukardaki paragrafta bunun da altı çiziliyor. Bakın, bugün adına “Alevi sorunu” dediğimiz sorunun kökleri nerelere kadar gidiyor..
Bu çalışmanın konusu açısından burada karşımıza çıkan soru şu oluyor: Peki, Devlete karşı olan bütün bu kalkışmalar, mücadeleler neden Batı’daki gibi bir sivil toplum zemini yaratamadı bizde; neden üretken-doğurgan bir potansiyeli ortaya çıkaramadı?.. Avrupa’da köylü savaşları kapitalizmin doğuşuna öncülük ederken, bizde neden böyle olmadı?.
Neden dersiniz, bu da ayrı bir çalışmanın konusu: http://www.aktolga.de/m48.pdf
3. Darü’l Harb, Diyar-ı Küfr (Hristiyan Dünya)”
Osmanlı Devleti’nin kendi dışındaki Hristiyan dünyaya bakışı büyük çapta İslam tarihi mirasının oluşturduğu bir bakıştır. İslam hukuk geleneklerine göre dünya, darü’l İslam (İslam memleketi, selamet toprağı) ve darü’l harb (savaş ülkesi) olmak üzere iki ana kategoriye ayrılmıştır. Osmanlı resmi ideolojisinde Hristiyan alemi bu ikinci terimle ifade olunur. Burada gözden kaçırılmaması icap eden önemli nokta, fetihlerin nihai amacının, darü’l-harbin İslam dinine değil, Osmanlılar’ın temsil ettiği İslam egemenliğine dahil edilmesi olduğudur.”
“Osmanlılar bu uc gaziliği misyonlarına 16. yüzyılda hilafetin getirdiği yeni ve evrensel bir boyut eklediler. Bu, Osmanlı Devleti’nin hilafet-penah (hilafetin sığınağı) olmak itibariyle kendine biçtiği, o zamana kadar Memluk Devleti’nin uhdesinde bulunan İslam’ın hamiliği misyonuydu. Bu misyon, İran hariç, hem bütün İslam dünyasının, hem de Batılılar’ın Osmanlı Devleti’ne yepyeni bir gözle bakması, onu İslam dünyasının lideri olarak algılaması sebebiyle iki dünyayı da ilgilendirmesi bakımından evrenseldi. Nitekim, Osmanlı Devleti bunun bilincini idrak etmişti; bundan böyle Batı Hristiyan alemine bu misyonun gösterdiği açıdan bakacaktı. Batı’ya karşı kazanılan her zaferden sonra, bu zaferleri İslam alemine müjdelemek ve böylece onların gözünde saygınlık kazanmak maksadıyla kaleme alınan fetihnamelerde, bu bakış açısını vurgulayan tipik ifade biçimlerine bol miktarda raslanır”...(a.g.e.s.100)
4. Darü’l İslam (İslam Toprağı, Müslüman Dünya)”
“Osmanlılar’da Hristiyan dünyaya bakış nasıl darü’l-harb kavramına göre şekillenmişse, Müslüman alemine bakış da darü’l-İslam kavramı üzerine bina edilmiştir. Kurulduğu yıllardan itibaren Osmanlı Devleti’nin başta komşu Türkmen beylikleri olmak üzere, İslam devletlerine karşı takip ettiği siyaseti, “kendilerinden Osmanlı topraklarına karşı her hangi bir saldırı vuku bulmadığı, veya Osmanlılar’a karşı Hristiyanlar’la anlaşmadıkları sürece barış ilişkileri çerçevesinde dostane yaşama” şeklinde özetlemek mümkündür.”
“İlay-ı Kelimetullah’ı kendilerine düstur edinmiş bir gazi devleti olan Osmanlılar, Müslüman devlet kimliğiyle İslam kamuoyunda gayrı meşru ve haksız duruma düşmemek için, öteki Müslüman devletlerle geçerli bir sebep olmaksızın (en azından görünürde geçerli bir sebep olmaksızın) savaşmamaya son derece dikkat etmişlerdir. Bu sebeple Osmanlı padişahlarının, Anadolu’daki diğer beylikler, Timurlular, Akkoyunlular, Safeviler ve Memlukler’le savaşacakları zaman, bunu her zaman çok isteyerek yapmadıkları söylenebilir; yapmak zorunda kaldıkları zaman da daima geçerli şer’i gerekçeler bulmaya özen göstermişlerdir”...
“İstanbul’un fethi, Osmanlı Devleti’nin kendini İslam dünyasında üst düzeye yerleştirmesine fırsat veren ilk önemli olay oldu. İkinci adımı, Memluk Devleti’ni ortadan kaldırıp hilafeti uhdesine alarak attı. Bu, onun İslam ülkeleri karşısındaki konumunu daha meşru bir zemine yerleştiriyordu. Osmanlı Devleti bu son adımla kendini iki noktada İslam dünyasından sorumlu görüyordu:
1-Dışarda Hristiyan Batı’ya karşı güvenliğini sağlamak, 2-İçeride iktidar ve egemenliğinin dayanağı, meşruiyet kaynağı olan inancını (Sünniliği) tehdit edecek, tehlikeye sokacak her türlü sapkınlığın önüne geçmek.”
Osmanlı Devleti’nin bu ikinci misyonu, yukarıda da işaret olunduğu üzere, 16. yüzyılın başında İran’da Oniki İmam Şiiliği’nin militan yorumuna dayalı bir ideoloji üzerine kurulan Safevi Devleti’nin faaliyetleri üzerine, eskisine göre çok daha keskin bir hüviyetle ortaya çıktı. Çünkü bu genç devlet, Sünni Osmanlı Devleti’ni kendisi için en büyük siyasal rakip olarak görmüş ve onu silah gücüyle ortadan kaldırmanın mümkün olmadığını fark ettiğinden, içeriden zayıflatma yolunu seçip Anadolu’da zaten Osmanlı merkezi yönetimiyle sürekli problemleri olan Türkmen zümreleri arasında sistemli ve yoğun bir mezhep propagandasına girişmişti. Bu konuda bu güne kadar yayımlanan bazı ciddi ve önemli araştırmaların ortaya koyduğu sonuçlara bakılacak olursa, Osmanlı Safevi mücadelesinin esas itibariyle siyasal bir rekabetten kaynaklandığı, bir Sünnilik–Şiilik mücadelesi olmadığı ve Safevi Devleti’nin Şiiliği, Osmanlı Devleti’nin de Sünniliği bir siyasal araç olarak kullandığı ortaya çıkıyor. Ama bu mücadele aslında bir mezhep mücadelesi olmasa bile, sonuç itibariyle yine de Şii propaganda Osmanlı topraklarına Sünniliğe karşıt başka bir İslam yorumunu taşımış ve iki kesim arasında (bugün dahi devam eden) inanç ayrılığına dayalı bir münaferetin doğmasına da yol açmıştı.”
İşte, ister siyasi amaçlardan dolayı, ister bu belirtilen sebep veya her ikisinin yüzünden olsun, Osmanlı merkezi yönetimi, Şii Safevi Devleti’ni İslam’dan sapmış, dolayısıyla küfre saplanmış olarak görüyor, onu sapkın anlamını yüklediği Rafızi terimiyle nitelendiriyordu. Bununla da yetinmiyor, daha da ileri gidip onu kafir ilan ederek gayrimüslim devletlerle aynı konumda değerlendiriyordu. Ne var ki, iş bu kadarla da kalmamış, bu mücadelenin şiddeti içeriye de yansıyarak, Safevi propagandası sonucu Osmanlı hakimiyetini artık tanımaz olan önemli bir yerleşik ve konar-göçer halk kesimi, Rafızi ve kızılbaş adı altında, bundan böyle Sünni Osmanlı iktidarının içerdeki hasmı durumuna düşmüştü. Böylece İslam’ı kabul ettikleri tarihlerden bu yana Türk tarihinde ilk defa Anadolu’nun Müslüman Türkleri Sünni ve Kızılbaş (Alevi) olmak üzere, birbirine maruz iki kesime bölünmüş oluyordu”.. (a.g.e.s.103)

Yüklə 291,74 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin