Akıntı hızlıysa insan suda ne kadar kaldığını bilemiyor. Çok uzun bir zaman geçmiş gibi geliyor ama aslında pek kısa bir süre kalmışsınızdır. Su çok soğuktu; ırmağın tasmasıyla kıyıdan köşeden akıntıya kapılan bir sürü şey yüzüyordu içinde. Talihim varmış ki tutunacak böyle bir kütük parçası bulmuştum. Çenemi kütüğün üstüne dayayıp suyun içinde yatıyor, iki elimle kütüğe hafifçe sarılıyordum. Kaslarıma kramp girecek diye korkuyor, kıyıya sürüklenmek için dua ediyordum. Upuzun bir eğri çizerek ırmaktan aşağı doğru gidiyorduk. Ortalık aydınlanmaya başlamıştı, kıyıdaki çalıları görebiliyordum. İlerde sazlarla kaplı bir adacık vardı, burada akıntı kıyıya doğru gidiyordu. Bir ara giysilerimi ve çizmelerimi çıkarıp kıyıya yüzmek geldi aklıma ama bundan vazgeçtim. Eninde sonunda kıyıya varacaktım nasıl olsa, işte o zaman çıplak ayakla görünmek benim için hiç de iyi olmazdı. Ne olursa olsun bir yolunu" bulup soluğu Mestre'de almalıydım.
Kıyının yakınlaştığını, sonra uzaklaştığını, derken yine yakınlaştığını farkettim. Şimdi daha yavaş sürükleniyorduk. Kıyının çok yakınındaydık artık. Söğüt ağaçlarının dallarını görebiliyordum. Kütük ağır ağır döndü, kıyı arkamda kaldı, bir anaforda olduğumuzu anladım. Olduğumuz yerde ağır ağır dönüyorduk. Kıyıyı daha da yakında görünce kütüğe tek elle tutunup öteki elimle kıyıya doğru itmeye, yüzdürmeye çalıştım ama biraz olsun yaklaştıramadım.
Anafordan kurtulup açığa atılmaktan korkuyordum, bir elimle kütüğü tutarak ayaklarımı sudan çektim, kütüğün yanına dayadım, kıyıya doğru var gücümle teptim. Çalıları görüyordum ama bütün hızıma ve yar gücümle yüzmeme karşın yine de akıntı beni uzağa sürükleniyordu. Çizmelerim yüzünden boğulabileceğimi anladım. Suyun içinde çırpınmaya, tepinmeye devam ettim; başımı kaldırıp baktığımda kıyının yaklaştığını gördüm. Telaş içinde var gücümle çırpınmaya devam ettim, sonunda söğüt dalını yakaladım. Kendimi yukarı çekemeyecek kadar bitkindim ama boğulmaktan kurtulduğumu da biliyordum artık. Kütüğün üstündeyken boğulmak hiç aklıma gelmemişti. Harcadığım onca çabadan sonra karnımda ve göğsümde bir boşluk, bir tükenmişlik hissediyordum. Söğüt dallarına tutunarak bekledim. Kendimi bir parça toparlayınca dalları kendime doğru çektim, kollarımla sarılarak öylece durdum. Sonra vücudumu yukarı çekerek kıyıya tırmandım, söğüt dallarının arasından sıyrıldım, kendimi hemen oracığa bıraktım. Ortalık hemen hemen aydınlanmıştı. Görünürde kimsecikler yoktu. Setin üzerine yüzükoyun uzanarak ırmağın çağıltısını, rüzgârın uğultusunu dinledim.
Az sonra kalkıp ırmak kıyısı boyunca yürümeye başladım. Irmağın üstünde, ta Latisana'ya dek köprü filan olmadığını biliyordum. Tahminime göre San Vito'nun karşısındaydım. Ne yapacağımı düşünmeye başladım. İlerde küçük bir kanal vardı, suları ırmağa dökülüyordu. Oraya doğru yürüdüm. O zamana dek hiç kimseyle karşılaşmamıştım. Hendeğin kıyısındaki çalıların yanına oturdum. Çizmelerimi çıkarıp sularını boşalttım. Sonra ceketimi çıkardım, iç cebimden sırılsıklam olmuş kâğıt paralarımı ve kâğıtlarımı aldım. Sonra ceketi bigüzel sıktım. Pantalonumu çıkardım, onu da sıktım. Sonra gömleğimi ve iç çamaşırlarımı sıktım. Oramı buramı ovuşturarak pat pat vurdum. Vücudumu kurulayıp giyindim. Şapkamı yitirmiştim.
Ceketimi giymeden önce kollarındaki kumaş yıldızları söktüm; paralarla birlikte iç cebime yerleştirdim. Paralar ıslanmıştı ama bozulmamıştı. Saydım: Üç bin küsur liretim vardı. Giysilerim ıslak ve yıvış yıvıştı. Kan dolaşımını hızlandırmak için kollarımı tokatladım. İç çamaşırım yünlüydü, durmaksızın kımıldarsam soğuk alacağımı sanmıyordum. Tabancama yolda el koymuşlardı. Boş kılıfı ceketin altına yerleştirdim. Şapkam olmadığından yağmurda başım üşüyordu. Kanal boyunca yürümeye başladım. Ortalık aydınlanmıştı. Kırlar ıslak, çıplak ve hüzünlü bir görünüm içindeydi. Ta ötede, ovanın ortasında bir çan kulesi yükseliyordu. Gele gele bir yola geldim. İlerden askerler geliyordu, yol kıyısından seketopallaya gidiyordum. Yanımdan geçtiler, bana aldırış bile etmediler. Irmağa doğru giden bir makineli tüfek müfrezesiydi bu. Aşağı doğru yola koyuldum yine.
O gün Venedik Ovası'nı geçtim. Alçak bir yöreydi burası, yağmurda daha da düz görünüyordu. Denize doğru tuzlu bataklıklar vardı, yollar tektüktü. Bütün yollar ırmak ağzı boyunca denize doğru gidiyordu. Bu bölgeyi geçmek için kanalların yanında uzanan patika boyunca yürümek gerekiyordu. Kuzeyden güneye doğru ilerleyerek birçok yoldan ve iki de demiryolu hattından geçtim. Bir patikanın sonunda bataklık boyunca uzanan bir demiryoluna çıktım. Venedik'ten Trieste'ye uzananan ana demiryolu hattıydı bu. Yüksek, sağlam bir seti, yan yana uzanan çifte hattı vardı. Yolun ötesinde, aşağıda bir yerde bir ara istasyon bulunuyordu. Askerler burada nöbet tutuyordu. Demiryolunun yukarılarında bir köprü vardı, köpürünün altından geçen dere bataklığa akıyordu. Bu köprüde de bir nöbetçinin durduğunu gördüm.
Kuzeye doğru tarlaları geçen geçe gelirken bu demiryolu üzerinden bir trenin geçtiğini görmüştüm; ova dümdüz olduğu için ta uzaktan açık seçik görebilmiştim;
Portogruaro'dan geliyor olabilirdi. Demiryolu hattının iki ucunu görebilecek biçimde setin kıyısına uzanarak nöbetçileri gözlemeye koyuldum. Köprüdeki nöbetçi, demiryolu hattı boyunca benim yattığım yere doğru yürüdü, sonra yeniden köprüye gitti. Oracıkta uzanmış, öylece yatıyordum; karnım zil çalıyordu. Trenin gelmesini bekledim. Yarı yolda gördüğüm katar öyle uzundu ki lokomotif ancak ağır ağır çekebiliyordu, vagonlardan birine atlayabileceğimden emindim. Artık tren miren gelmez dediğim sırada bir de baktım, göründü. Üzerime üzerime gelen lokomotif gitgide büyüdü. Köprüdeki nöbetçiye bir göz attım. Köprünün benden yana olan ucunda geziniyordu ya demiryolunun öbür tarafındaydı. Tren geçerken beni göremezdi. Gittikçe yaklaşan lokomotife baktım. Ağır aksak gidiyordu. Arkasında sürüyle vagon vardı. Hiç kuşkusuz trende de nöbetçiler olmalıydı, bunu biliyordum, nerede olduklarını görmeye çalışırken gözlerine çarpabilirdim. Lokomotif neredeyse yattığım yere gelmişti şimdi. Oflaya puflaya dumanlar saçarak tam önüme geldi. Makinistin geçtiğini gördüm. Ayağa kalktım, vagonlara yaklaştım. Eğer ortalığı gözleyen nöbetçiler varsa, beni demiryolunun kıyısında ayakta görünce pek o kadar kuşkulanmazlardı.
Kapıları kapalı bir sürü yük vagonu geçti. Sonunda gondol adı verilen üstü yelken beziyle örtülü alçak vagonların geçtiğini gördüm. Epeyce bekledim ve tam önümden geçip gitmek üzereyken sıçradım, arkadaki demir tutamakları yakaladım, kendimi yukarı çektim. Gondolla arkadaki yüksek yük vagonunun arasına büzüldüm. Görüldüğümü hiç sanmıyordum. Ayaklarım iki vagonun bağlantı yerinde, ellerimle demire sımsıkı sarılmış bir durumda çömelmiştim. Şimdi köprünün üzerinden geçmek üzereydik. Birden nöbetçi geldi aklıma. Geçerken bana baktı. Gençten bir çocuktu, miğferi bile başına bol geliyordu. Alaylı alaylı baktım. Başını çevirdi. Trendekilerden biri sanmıştı beni. Geçmiştik. Nöbetçinin hâlâ ürkek gözlerle baktığını, vagonların geçişini seyrettiğini gördüm.
Yelken bezi gondola nasıl tutturulmuş diye eğilip baktım. Delikleri vardı. Bu deliklerden geçirilmiş iplerle bağlanmıştı. Çakımı çıkardım, ipleri kestim, elimi yelkenbezinin altına sokup yokladım. İçerde yağmurun ıslatıp katılaştırdığı ıvır zıvırlar vardı. Başımı kaldırıp ileri baktım. Öndeki yük vagonunda bir nöbetçi vardı, ama gözlerini başka yana dikmişti. Tutunduğum demirleri bıraktığım gibi yelkenbezinin altına daldım.
Alnım bir yere çarptı, yüzümden kan akıyordu. Sürünerek daha da sokuldum, yüzükoyun yattım. Sonra döndüm ve yelkenbezini bağladım.
Yelkenbezinin altında sahra toplarıyla bir aradaydım. Yağ ve benzin kokuyordu. Yattığım yerden yelkenbezinin üstünde tıpırdayan yağmuru ve vagonun raylar üzerinde sekerken çıkardığı gürültüyü dinledim. İçeri sızan belli belirsiz ışıkta toplara baktım. Üzerlerine brandadan kılıflar geçirilmişti. Üçüncü ordunun gönderdiği toplar olmalıydı.
Alnımdaki şişlik büyümüştü. Hiç kımıldamadan yattım, bir süre sonra kanama durdu. Sonra, yaranın çevresindeki kurumuş kanları temizledim. Önemli bir şey değildi pek. Mendilim yoktu; ellerimle yoklaya yoklaya, kanların bulunduğu yerleri yelkenbezinden damlayan sularla temizledim. Ceketimin koluyla da kuruladım. Böyle kanlı bir suratla kuşku çekmek istemiyordum... Tren Mestre'ye varmadan önce atlamam gerektiğini biliyordum. Topları almaya geleceklerdi çünkü. Yitirilecek ya da unutulacak topları yoktu onların.
Korkunç acıkmıştım.