FRANZ KAFKA – GREGOR SAMSA – JOSEPH K.
Bir noktayı başlamadan önce belirtmem gerekir ki Kafka için bireylerin özgürlüğü asla
söz konusu olmamıştır. İnsanın doğduğu anda aile içinde başlayan tutukluluk hali, toplum
yaşamında da devam eder. Bu sebepten dolayı Kafka’da her zaman bir varoluşsal sorunsalı
olduğunu, bunu eserlerindeki karakterlere yansıttığını unutmamak gerekir. Bu sebepten dolayı
ben Babaya Mektup, Dönüşüm ve Dava eserleri arasındaki paralelliklere de değinmenin
bireyci yaklaşım, tutum veya davranışların erkil güçlerin iktidar ya da otoritesi altındaki
baskısından ötürü ortaya çıkan çelişkisini açıklamakta daha faydalı olacağını düşündüm.
Bugüne kadar Kafka üzerine yazılmış makaleler ya da yapılmış incelemelerdeki en
belirgin ortak fikirlerden biri de Kafka’nın yazdığı eselerdeki başkarakterlerin aslında
Kafka’nın kendisi olduğu yönündedir. Fakat buradan çıkarılması gereken anlam, Franz
Kafka’nın kendi biyografisini eserlerinde öyküleştirdiği yada romanlaştırdığı yönünde
olmamalıdır. Bu kadar öznel bir anlayış içinde eser vermemiş olan Kafka’nın eserleri için,
Kafka başlıklı denemesinde Ernst Ficsher da şunları söylemiştir;
“Yapıtları bir çağın son modası olmasının çok ötesindedir; doğrudan doğruya dünya
yazınıdır.”
Tam da bu yüzden karakterleri birebir Franz Kafka olmasının aksine birer dünya
vatandaşıdırlar. Ben yalnızca ezen – ezilen ilişkisini, erk-birey ilişkisi içersinde anlatan
Kafka’nın bu ilişkiyi farklı konumlarda işlemiş olduğu başka iki eseri olan Babaya Mektup ve
Dönüşüm ile de ilişki kurarak anlatmanın daha faydalı olacağını düşündüm.
1919 yılında yazdığı Babaya Mektup eseri, Julie Wohryzek ile evlenmek isteyen Franz
Kafka’nın bu önemli kararını aşağılayarak karşı çıkan babası Hermann Kafka’ya yazdığı uzun
bir mektuptan oluşur. Bu mektupta Franz Kafka’nın çocukluğundan itibaren babasıyla olan
ilişkisi ve babasının, hayatında oluşturduğu erkil gücün otorite ve baskısının kendisi
üzerindeki etkisini, bu etkinin hayatını nasıl değiştirdiğini anlatır. Ancak bu mektubu babasına
asla yollamaz.
1912 yılında yazdığı Dönüşüm adlı eserinde Gregor Samsa’nın bir sabah korkulu
düşlerden uyandığında kendini dev bir hamamböceği olarak bulmasıyla başlayan hikayesi
aslında Gregor Samsa’nın ailesiyle olan yaşamındaki önlenemez köleliğini ve farklılaştığı
takdirde nasıl dışlandığını anlatmıştır. Yani özünde başkalaşımdan kaynaklı bir varoluşsal
sıkıntıyı anlatmaktadır.
Yine 1912 yılında yazmış olduğu Dava eserinde bir sabah uyandığında tutuklu olduğunu
öğrenen Joseph K.’nın, ne ile suçlu olduğunu bile bilmediği dava sürecini, hukuk sistemini ve
bürokrasiyi tanırız. Bu eserde de elbette Joseph K.’nın evrensel bir tutukluluk hali olduğunu
anlarız. Joseph K. tutuklanmamış, sadece her zaman tutuklu olduğunun farkına varmıştır.
Joseph K. hukuki hiçbir pürüzle karşılaşmamış, illegal hiçbir davranışta bulunmamış
biridir. Nihayet bir sabah evine giren iki memur ona tutuklu olduğunu söylediklerinde, Joseph
K. dimdik ayakta duran yasalarla çevrili bir hukuk devletinde içinde yaşıyor olduğunun
düşüncesindeydi. Tutukluluk halinin gerekçesiyle ilgili olarak kendisine hiçbir bilgi
verilmeyen ya da açıklama yapılmayan Joseph K.’nın durumu –aslında tüm eser- Franz
Kafka’nın tek bir sözünü akıllara getirir; “Kafesin biri bir kuş aramaya çıkmış”.
Burada bir noktaya kısaca değinmeliyim ki Franz Kafka’nın eserlerinde oda kavramının
onun iç dünyasının açığa çıktığı, mahrem alana tekabül etmektedir. Bu yüzdendir ki Franz
Kafka, Gregor Samsa’yı iki kapısı olan odasının kapılarını içeriden kilitlemeyi alışkanlık
haline getirmiş biri olarak yazmıştır. Dava’da ise Joseph K.’nın odasına iki memur kapıyı bile
çalmadan girerler. Bu da doğrudan Joseph K.’nın özel hayatına bir saldırı niteliğini
taşımaktadır. Bugün bile insanların yasaların işleyişine ait bu tür bir bürokrasiyle kendilerini
ne kadar savunmasız hissettikleri açık bir gerçektir. Üstelik bunu yapanların, tam da kişilerin
güvenliğini sağlamak amacıyla belirlenen kanunların savunucuları ve görevlileri kimseler
tarafından yapılıyor olması çok büyük bir ironidir. Şu durumda Joseph K.’nın odasına bir
hırsızın girmesiyle, kapıyı bile çalmadan giren bu iki memur arasında bir fark görünmez şekil
itibariyle. Çünkü bu iki memur Joseph K.’nın giysilerine de el koyarlar hakları olmadığı
halde. Peki, bu gücü nereden almaktadırlar? Adaletten. Bu durumda eserde daha ilk anda
Joseph K.’nın üzerinde kurulan bürokrasi baskısını ve adaletin erkil güçlerinin otoritesini
görebilmekteyiz. Bu absürd durum karşısında kendisine bilgi verecek bir üst makamla
görüşmeyi ısrarla isteyen Joseph K.’nın Başkomiser’le görüşmesi de durumunu bir aydınlığa
kavuşturmaz. Sadece kendisine ne yapabileceğini ve ne yapamayacağını söylemekle kalır.
Kendisinin işe gidebileceğini söyleyen Başkomiser’in bu açıklamasından sonra Joseph K.’nın
nasıl bir çemberin içine alındığına ve tümüyle kontrol altında bulundurulduğuna dair ilk
ipucunu vermiş olur bize Franz Kafka.
Bunu takip eden kısa zaman diliminde Joseph K.’ya iş yerinde gelen meçhul telefon da
bu düşünceyi kanıtlamış olur. Kendisine duruşma için bir randevu verilir. Bu oldukça tekinsiz
ve kişiyi huzursuz eden bir durumdur. Hukuk ve adalet kavramlarının kişi üzerinde yaratması
gereken güvenlik duygusundan çok uzaktır. Burada tam olarak soyut bir otoritenin halkı nasıl
korku ve dehşet içinde bırakabileceği açıkça gösterilmektedir. Böyle bir bürosrasiyle işleyen
hukuk sistemi de kişi ya da toplumlar üzerinde ancak korku yaratabilir ve dahası bu yolla
amaçlanan da kişinin ya da toplumların korkmasıdır. Yine de bu direktifler doğrultusunda her
şeyi yapan Joseph K. kendisine söylenen adrese gider. Gitmek zorundadır. Çünkü tek amacı
bu ‘dava’dan kurtulmaktır. Bu noktada Gregor Samsa’nın da içinde bulunduğu benzer bir
durumu örnek vermeden edemeyeceğim; Gregor Samsa bir hamamböceğine dönüşmüş olsa
bile tek amacı işine gitmektir. Ailesinin, patronuna olan yüklü borcu yüzünden işini aksatması
durumda olası bir tehlikenin Gregor’un üzerinde kurduğu baskı, başka hiçbir şeyi
önemsemesine izin vermez. İçinde bulunduğu durumda işe gidebileceğini düşünmesinin yanı
sıra bunun her şeyi çözebileceğine de inanmaktadır. Oysa işe gitmesi söz konusu bile
olmadığı halde, gitmesi halinde de durumu hiçbir çözüme kavuşmayacaktır. Joseph K.’nın
davasıyla ilgili olarak ulaşmak istediği çözüm yolu da onu bu durumdan kurtarmayacaktır.
Henüz farkında olmasa da ilerleyen süreçte karşılaşacağı insanların da söyleyeceği gibi,
ulaşabileceği o yüksek mercii aslında hiçbir şekilde ulaşamayacağı merciidir de aynı
zamanda. Çünkü sistem başından bozuktur. Kanunların temelinde varolması gereken adalet
kavramının amacından saptırılmış olması elbette ki adaletin sağlanması için koyulan
kanunların ve uygulanması gereken bürokrasinin de gidişatını bozacaktır. Bu sebeple Joseph
K. zaten hiçbir zaman sonuca erişmeyecek olan bir davanın sonucunun peşindedir.
Joseph K.’nın sadece baskısı altında ezildiği bu erkil gücün Franz Kafka’nın hayatında
dayandığı temel elbette ki babası Hermann Kafka’dır. Hermann Kafka oğlu Franz’ı her zaman
olmasını istediği kişi olarak yetiştirmeye çalışmış ancak, oğlunun da bu doğrultudaki tüm
çabasına rağmen bunu başaramamıştır. Franz Kafka her zaman babasının gölgesi altında
ezilmiş ve asla onun gibi olamayacağının kendisine verdiği utancın yanında baş edemediği bir
suçluluk duygusunun da içinde gelişmiş olduğunu açıklar Babaya Mektup’ta. Hiçbir suçunun
olmadığı, babasının hatalarının yol açtığı bazı kötü durumlarda bile kendisini suçlu hissetmiş
ve babasının davranışlarının sorumluluğunu üstlenmiştir. Bu suçluluk duygusunu dönüşümü
yüzünden kendisini ailesine karşı suçlu hisseden Gregor Samsa’da da görürüz. Bu noktada
erkil güçlerin baskısının yarattığı bu suçluluk hissi aynı zamanda kişinin kendi’liğinin, kişiden
beklenenler ya da kişinin yapılması şart olan şeylerle olan çelişkisinden de doğar. Çünkü
Franz Kafka aynı zamanda kendi varoluşunu da belirlemek isteğini duymasından ötürü yine
babası istemediği halde yazmaya devam etmiştir. Tek tip insanların arasından sıyrılıp bireyci
eğilimlerde bulunmanın dayanılmaz baskısı ve sonuç olarak da kişinin yalnızlaşması,
yabacılaşması Dava eserinde de Joseph K.’nın en büyük sorunu olmaya başlar süreç boyunca
Dava eserinde Joseph K.’nın bu süreçteki sıkıntısını destekleyen şey Adalet kavramıdır.
Adaletin sağlanması için, suçunun ne olduğunu bile bilmeden tutuklanmış olan Joseph K.,
sadece kendi hayatının değil çevresindeki insanların hayatının da bundan etkilenmeye
başladığını anlar ve bu yüzden suçluluk duyar. Bu durumda Joseph K.’nın neden suçluluk
duyduğunu sorgulamak elbette çok mantıklı. Fakat bu sorunun cevabı açıktır; Joseph K.’nın
bu suçluluğu iyi kurulmuş olan düzenin kendisi yüzünden bozulmasında yatar. Tıpkı adalet
karşısında yasadışı hiçbir şey yapmamış olduğu halde suçlu bulunmasının da temelinde
düzene aykırı bir insan olması tehlikesinin yattığı gibi… Bu noktada da Franz Kafka şunu
sorgulatır bizlere, bireyin özgür olamadığı bir toplumda kurulmuş düzen neye göre
kurulmuştur ve adalet bireylerin özgür olamadığı bir toplumun söz konusu edilemeyecek
özgürlüğünü korumuyorsa neyi korumaktadır? Ve daha da önemlisi adalet kavramının
dayandığı kanunlar ne tür bir düzeni korumakla görevlidir? Üstelik tüm bunlara dayanarak
uygulanan bürokrasi Joseph K.’nın suçlu olduğunun herkesçe bilinmesini sağlayarak onu bir
açık hedef haline de getirmektedir. Elbette herkesin Joseph K.’nın davasını biliyor olması
onun nasıl çevrelenmiş olduğuna ve sistemin iyi kurulu düzenine dikkat çeker. Bu insanların
hepsi temelde Joseph K.’ya ‘Adalete karşı gelinemeyeceğini’ öğütler. Ancak Joseph K.’nın
gördükleri hiç de adil bir sistemi akla getirmez; tam tersine, ezilen insanların nasıl boyun
eğdiklerine şahit olur sadece. Üstelik bu çarpık düzen sistemin içinde yer alan insanlar için de
böyledir. Örneğin, Mübaşir’in karısı olan Temizlikçi Kadın’ın sorgu yargıcına ‘özel’ bir
hizmette bulunuyor olması, bu ‘özel’ görev için onu sorgu yargıcına götürenin bir hukuk
Öğrenci’si olması ve bu duruma ücret ödemeden kaldıkları oda ve işini kaybedebilme endişesi
yüzünden ‘adalete karşı gelinemeyeceği’ bilinciyle adeta hiç ses çıkaramayan Mübaşir’in
durumları bunu açıkça gösterir. Biraz daha yakından bakınca ortaya çıkan tablo daha da
çarpıktır; yüksek makam bir yargıcın hiç ortalarda görünmemesi söz konusudur. İşini
kendinden daha küçük birine, Öğrenci’ye yaptırmaktadır. Temizlikçi Kadın hiç de etik
olmayan bu durum karşısında bir başkaldırıda bulunmayı aklından bile geçirmiyordur çünkü
sorgu yargıcı ona çok güzel hediyeler vermektedir. Üstelik zaten bir kanun adamı karşısında
kaldığı böyle bir durumda başkaldırmak istese de bunu hangi makama iletecektir? Mübaşir de
mesleğini korumak zorundadır. İçinde bulunduğu duruma itiraz etmekle adaletin sağlanması
için yaptığı göreve karşı gelmek arasında bir fark yokmuş gibi susmayı tercih eder. Bu da
açıkça ortaya koyuyor ki adalet, bireylerin ya da toplumların kaygısını duymuyor; adalet
birkaç kişiden oluşan belli bir zümrenin belirlemiş olduğu, doğruluğu ya da yanlışlığı
tartışmaya açık olmayan ve bu zümre dışında kimsenin ne olduğuyla değil, sadece uyup
uymadıklarının ölçüldüğü bir düzene hizmet etmektedir. Böyle bir düzene hizmet eden
bürokrasi de elbette ki sadece yine belli bir zümrenin yararına olacaktır ve kişilere ne tür bir
zarar vereceği önemsenmeyecektir. Bunun Dava’daki en açık örneği duruşma için tarih
bekleyen, aslında artık ne beklediklerini de unutmaya başlayan insanlardır. Bunu yine
Dönüşüm eserinde Gregor Samsa üzerinden örneklemek daha faydalı olacak; Gregor
Samsa’nın odasından daha rahat hareket edebilmesi için kızkardeşi eşyaların çıkarılmasını
uygun görür. Ancak buna karşılık annesi Gregor’dan tamamıyla vazgeçmiş oldukları
düşüncesine yol açabileceğinden duyduğu endişe ve Gregor’un geri döndüğü zaman her şeyi
aynı bulmasının yaşanan bu süreci silebilmekte daha faydalı olabileceğine duyduğu
inancından ötürü bunu istemez. Gregor ise zaten unutmak üzere olduğu insanlığından daha
fazla kopmamak için eşyasının odasında kalmasını istemektedir. Nitekim kızkardeşinin fikri
baskın çıkıp da eşyası odasından tek tek çıkarılmaya başlandığında duvarda asılı kalmış olan,
çevresini kendi yapmış olduğu resmi, annesinin kendisini görmesi gibi korkunç bir ihtimale
karşı korumaktan kendini alamaz; aksi takdirde elindeki her şeyi kaybedecektir. Dava
eserinde duruşmaları için bekleyen insanların durumu da bundan farksızdır. İşlenen
bürokrasinin onlara verdiği zarar gün gibi ortadadır. İşleri çözmekten çok, insanları yok eden
bu işleyişle unutturulmak istenen yalnızca insanların kimlikleri ya da kişilikleri değildir, aynı
zamanda birer insan olduklarıdır. Onlar adalet karşısında yalnızca birer ‘suçlu’durlar.
Adaletin gerekliliğini yerine getirmek için uygulanan, Kafka için anlaşılması mümkün
olmayan bürokrasi sisteminin içinde yer alan görevlilerle ilgili olarak Ernst Fischer şunları
aktarmıştır; Bürokrat için insanca ilişkiler değil, nesne ilişkileri vardır. İnsan evraka dönüşür.
Evraka verilen sayı ile belirgin kılınan, ölmüş bir varlık olarak evrakın akışına girer. Bu
varlık şahsen çağrıldığı zaman bile bir kişi değil, yalnızca 'olay'dır. 'Konu' ile ilgili olmayan
ne varsa akıp gitmiştir. Resmi dairelerin koridorları aşağılanma kokar. Sigara içmek
kesinlikle yasaktır. Bu yasağın kapsamına soluk almak da girer. Buna karşılık yürek
çarpıntısına izin vardır, dahası çarpıntı olması istenen bir şeydir. Her türlü ümit uçup gider.
Kapıdan kapıya gönderilen kişiye suçluluk duygusu aşılanır. Buraya giren, yalnızca bir vizite
kağıdı ya da pasaportunun uzatılmasını istese bile kendini suçlu duyumsar. En iyi olasılıkla
bir dilek sahibidir, aslında ise suçludur.
Esaretin ailede başladığını düşünen Franz Kafka kendisini ailesi açısından ‘sevilmesi
gereken bir varlık’ olarak görür. Bu bize Dava’da Joseph K. ve Amca ilişkisine dair ışık tutan
bir düşüncedir. Sadece aile şerefini düşünerek Joseph’in davasıyla ilgilenme gereği duyan
Amca’sına bu sebepten ötürü bir açıklama yapması gerektiğinin farkındadır Joseph K. Ancak
suçunun ne olduğunu bilmemek suçlu olmak konusunda söyledikleri Amca’sı için yeterli
olmaz. Bu da kişinin sadece çevresine değil, ailesine karşı da ne kadar zor bir durumda
kaldığını gösterir. Herhalde bir insanın sosyal konumunun daha fazla zarar görebilmesi
mümkün olmaz. Tek çare bir avukata başvurmaktır. Kendi başına bir şeyler denemeye
çalışmış olan Joseph K.’nın çabaları bir işe yaramadığı için artık ‘sürüklenmeye’ başlamıştır.
Bu da bir başka boyun eğiştir. İtiraz etmek ya da kararını kendi vermek hakkı elinden
alınmıştır. Ancak gitmiş oldukları Avukat da Joseph K.’ya güven vermez. Özellikle Block ile
yaptıkları konuşmasında Block’un Avukat Huld’un küçük bir avukat olduğunu, büyükleri ise
kimsenin göremeyeceğini söylemesi Joseph’in kafasını iyice karıştırır. Davasıyla ilgili
yapabilecekleri konusunda da bir tavsiyede bulunur Block; “Dikine gitmek”. Ancak bunun da
başta yapılması gerektiğini, aksi takdirde insanın beklemeye alışacağını söyler. Anlıyoruz ki
bir başkaldırıdan bahsedilmektedir. Ayrıca beklemenin insana neler yaptığını da oldukça açık
bir şekilde gözlemlemiştir Joseph K. Buradan da açıkça anlaşılıyor ki adalet kavramı bireyleri
yok etmektedir. Zaten halkların özgürlüğünün, bireyin özgürlüğünden daha kolaycı bir yol
olduğunu düşünen Kafka’da bu durumu Adorno, Kafka’nın bireye yaklaşımını ‘insandan
geçerek insansı olmayana kaçış’ olarak değerlendirir. Kendi’lik ise ancak bir vazgeçişle
mümkün olacaktır. Bu da kendisi çözüm olan bireyin, kendi’liğinin bir sorun halibe
getirilişinin en açık ifadesidir. ‘Kusursuz bir savunma’ isteyen adalet, suçun ne olduğunu
söylememekte ve kişiyi ne olacağı bilinmeyen bir bekleyişin içinde çaresiz bırakmaktadır.
Franz Kafka için ‘aşılması mümkün olmayan dünyevi güç’ olan iktidar tüm ‘adalet’iyle
Joseph K.’nın karşısında durmaktadır. Adalet’e göre ‘suçlu ne ile suçlandırıldığını bilmekle
mükellef değildir; en azından mahkûm oluncaya kadar’. Tüm bu durumlar karşısında en
azından ‘araya tanıdıklar sokmanın’ daha iyi olacağını düşünen Joseph K.’nın bu fikrinden
gayri resmi yollar aracılığıyla da sonuca ulaşılabileceği düşüncesi vurgulanır. Bu da adil bir
işleyiş içinde mümkün olabilecek yollardan hiçbiri olmamalıdır. Bu durumda adaletin içindeki
adaletsizlik bir kere daha kendini gösterir. En sonunda Joseph K. Avukat’tan vekaletini geri
çekmeye karar verir. Bu Joseph K.’nın aldığı ilk şahsi karardır aynı zamanda. Sonuçların ne
kadar korkutucu olabileceği konusunda bir fikir sahibi olmamasına, davasını çözebilmekteki
tek anahtarın Avukat olduğunu düşünen Amca’sı ve hatta Avukat’ın kendisine rağmen aldığı
bu kararla sistemi olduğu gibi kabul eden tüm sanıklar gibi davranmayı reddetmiş, her şeyin
olduğu gibi değil olması gereken açıdan bakmış ve böylece de kendi varoluşunu kendi
belirlemek istemiştir. Bu kararından vazgeçmeyecek olsa bile Titorelli ile tanışması her şeyin
adaletin hizmetine çalıştığını gözler önüne serer. Sanat da adalete hizmet etmektedir.
Titorelli’nin atölyesinde sipariş edilen bir resim de bu konuda oldukça fikir edinmemizi
sağlar; çizilmiş olan adalet tanrıçasının topuklarında kanat olması adil kararların
alınamayacağının bir göstergesidir. Çünkü terazi dengede kalamayacaktır bu şekilde. Bu da
gösteriyor ki alınan kararlar her zaman belli kişilerin ya da zümrelerin çıkarına olacaktır.
Kaldı ki Joseph K.’nın duruşma esnasında yargı makamına hitaben söyledikleri de bunu
doğrular; ‘önünüzde duran, sizin yüreğiniz ve beyniniz yerine geçen o deftere bir bakın…
adım bu defterde yazılıdır herhalde. Kim yazmış? Niçin yazmış siz de bilmiyorsunuz, değil
mi? Çünkü siz sadece size verilen emirleri yerine getiriyorsunuz o kadar. Benim olan bu ad,
her nasılsa benim olan bu ad, bir başkasının da olabilirdi değil mi? Sıradan bir insanın…
Ama sizin olamazdı bay yargıç. Çünkü sizler, suçlanmamak için suçlayanlar arasına geçip
oturmuşsunuz kurnazca’. Joseph K. artık sistemin işleyişinin tam anlamıyla farkına varmıştır.
Duruşmasının ardından kiliseye giden Joseph K. burada da Papaz tarafından yalnız bırakılır.
Papaz’ın da kendisine suçlu olduğunu söylemesi üzerine Joseph K. ile aralarında geçen
kısacık konuşma buna örnektir;
Joseph K.: Suçlu değilim ben ya da bütün insanlık suçlu. Adalet yanlış bir yolda.
Papaz: … Suçunu göreceğin yerde adalete çatıyorsun, ona yüklediğin suçun sende
olduğunu bile bile.
Bu konuşmanın devamında Papaz’ın kendisinin de belirteceği şey şimdiden belli olur;
kilise de adaletin emrindedir.
Sonunda ‘bir köpek gibi’ ölen Joseph K.’nın infazı sırasında oradan geçenlerin
duyarsızlığı ve kaçışları sistemin insanların varlığını nasıl yok ettiği, bu erkil güçlerin otoriter
baskısının yarattığı korku bir kere daha gösterilir. Ve Franz Kafka Dava romanının sonunda,
ölmeden hemen önce Joseph K. ile şu soruları getirir;
“Kimdi bu? Bir dost mu? İyi bir insan mı? K.’ya acıyan, K.’ya yardım etmek isteyen biri
mi? Bir tek kişi mi? Yoksa bütün hepsi mi? Acaba henüz beklenmesi gereken bir yardım mı
söz konusuydu? Yapılmamış, unutulmuş itirazlar mı vardı? Şüphesiz vardı böyle itirazlar.
Gerçi yerinden oynatılamazdı mantık, ama yaşamak isteyen bir kimsenin önünde de
duramazdı. Neredeydi kendisinin asla göremediği o yargıç? Neredeydi o yanına bir türlü
sokulamadığı yüksek mahkeme?”
Joseph K.’nın hukuk sistemi içerisinde ayakta kalamamış olması onu güçlü kılan
özelliktir bir bakıma. Bu görüşle ilgili olarak Kierkegard’ın şu sözünü anımsayalım; “Bir
insanın özgünlüğü ne kadar büyükse, o insan boğuntu karşısında o kadar çaresiz kalır”.
Ancak bu Joseph K.’yı bir kahraman dönüştürmemelidir de. İnfazı gerçekleştirilen Joseph
K.’nın bu son düşünceleri ve utancının kendisinden sonra bile yaşayacak olması fikri Joseph
K.’nın pasif hayatının kaçınılmaz bir sonu olmuştur. Ders çıkarılması gereken bir son
olmuştur onunkisi. Bu yüzden Tezer Özlü’nün söylediği de çok doğrudur; ‘Kafka ile
yaşamak, acınacak güncelliğimizin en büyük umudu’.
Dostları ilə paylaş: |