Türk-Slav İlişkilerinin Başlangıç Dönemleri Üzerine / Osman Karatay [s.536-546]
Tarihçi-Yazar / Türkiye
Türklerin veya İç Asyalı kavimlerin yerlerinde kalamayıp göçmeleri nasıl bir tercih değil de, coğrafyanın getirdiği zorunluluk ise; yani bozkırın, artan nüfusu belli bir noktadan sonra besleme imkanı yok ise, bunların kendilerine menzil olarak en başta ve en çok Doğu Avrupa’yı (veya Batı Avrasya)1 almaları da aynı derece bir zorunluluğun eseri idi. İç Asyalı kavimler göç vakti geldiğinde Avrupa’ya gitmek zorunda idiler; başka yerleri tercih edenler ise bu mecburiyete ve jeokültürün dayatmasına rağmen hareket eden topluluklar idi.
Bu jeokültürel zorunluluğa kaynak teşkil eden sebepleri şöyle açıklayabiliriz: Türklerin ortaya çıktığı yer olmasa da, anavatanları olduğu üzerinde anlaşılan İç Asya, daha doğru ve jeokültürel bir tabirle Doğu Avrasya, bugünkü dünyanın oluşumunu netice veren hemen bütün beşeri hareketlenmelerin çıkış noktasıdır (‘Reservoir des invasions’ tanımı aynı olgunun bir başka açıdan tarifidir; ancak ‘des civilisations’ tanımı için daha fazla sebep vardır). Doğu Avrasya insanı için soğuk ve karanlık kuzey ile okyanusun sislerini taşıyan doğunun bir yaşam alanı ifade etmediği açıktır. Mançurya-Kore bölgesi de zaten yoğun nüfusludur. Güneyde sırasıyla yoğun ve bütünleşmiş bir nüfusu, dolayısıyla eski ve güçlü bir devlet geleneği (yani savunma düzeni) olan Çin, onun batısındaki dünyanın tavanı unvanlı Tibet ve ardından Himalaya-Hindikuş yükseltileri yolu kesmektedir. Yolun açıldığı noktada ise bir başka aşılamaz beşeri engel olarak İran durmaktadır (İran’ı eski zamanlarda bugünküne nazaran doğuya çok fazla açılmış olarak görmekteyiz).
Dolayısıyla güney tamamen kapalıdır; kuzeyin hava şartlarında değişme söz konusu değildir ve tek yol olarak batı kalmaktadır. Doğudan gelenlerin bir şansı olarak, daha doğrusu onların öncüllerinin sebep olduğu bir yapının sonucu olarak, verimli ve güzel bir ülke olan Batı Avrasya’da Çin ve İran gibi yeknesak bir beşeri yapı oluşmamıştır. Oluştuğu anda, yani Rus ulusunun pekişmiş bir beşeri yapı olarak ortaya çıkmasıyla da batıya hareket de birdenbire kesilmiştir.2 Ancak bu, son beş yüzyılın gerçeğidir; en son fazla ilerleyemeyen Kalmuk göçüyle kesilmiştir; daha öncesinde burası adeta bomboştur ve buraya yönelip de eliboş kalan, başarısız olan bir topluluğa örnek yoktur. Sadece Sakalar, Hunlar veya Kıpçaklar gibi büyük kütleler değil, Bulak ve Sekeller gibi küçük topluluklar dahi bunu başarmış, batıda yurt tutmuşlardır. Göz önüne alınması gereken bir başka nokta daha var: Çok geniş bozkırlara sığmayan topluluklar, verimli bir başka bölgede küçük bir alana sığabilmektedir; özellikle yerleşik hayata geçtikten sonra sorun kalmamaktadır. Örnek olarak, bugünkü Ukrayna büyüklüğünde bir araziye sığmayan Batı Bulgarları, Dobruca-Deliorman bölgesine, üstelik oraya daha önce yerleşen İslavlarla birlikte sığmışlardır.
Avrasya’daki bu jeokültürel gerçekliğin başlangıcını çok eskilere, tarih öncesine götürmek zorundayız. Doğu Avrupa’ya İç/Orta Asyalıların gelişi ile ilgili en erken bilgimiz Sakalardan (İskitler) itibaren başlar. Ancak M.Ö. 1000 civarında Orta Asyalıların Çin’i işgal ederek Chou (Cou) hanedanını kurduklarını göz önüne alırsak ve de buna aynı bölge kaynaklı oldukları sanılan toplulukların çok daha erken tarihlerde Mısır, Doğu Anadolu ve özellikle Güney Mezopotamya’ya geldiklerini eklersek, Doğu Avrupa’ya göçlerin başlangıcını da Sakalardan öncesine almak için mantıki sebepler ortaya çıkar. Bu savın karşısındaki iddia ise, doğuya doğru Hint-Avrupalı yayılmasının uzun süre İç Asyalıların batıya geçişini engellediği şeklinde olabilir. Böyle bile olsa, Sakaların batıya göçü (M.Ö. 7. yy) yeterince erken bir tarihte yer almıştır.
Burada dikkate alınması gereken husus, Doğu Avrupa’nın güney yarısını ve Aral etrafını Hint-Avrupalı toplulukların tuttuğu zamanda, Asyalıların kuzeyden batıya ilerlemiş olduklarıdır. Anavatanları Urallar ile Uralların doğusu olan Fin-Ogur toplulukları kuzeyden sürekli batıya ilerlemiş ve Baltık kıyılarına yerleşmişlerdir.3 Bu Urallı toplulukların Altaylılarla akrabalıkları konusu hâlâ tartışılmaktadır. Bu iki topluluğun dillerinin aynı yapı ve ses özelliklerini gösterdiği bilinmektedir. Türklere en uzakta bulunan Fin ve Estonların dilinde bulunan birçok ögel, akraba olmasalar bile bunların Türklerle çok yakın ilişkide olduklarını, Avrasya’nın doğasına uygun tarifle, Türk asıllı toplulukların bunların arasına girdiklerini göstermektedir. Bu kelimelere birkaç örnek verirsek:
Fince Türkçe
onni (mutluluk) onmak, aynı fiil kökünden,
vero vergi, aynı
pää baş, aynı, Fince’de ‘b’ ve ‘ş’ sesleri yoktur,
viisi beş, aynı,
valkoinen (beyaz) ala/alka, aynı,
viikset bıyık, aynı,
jaa (evet) yâ, aynı, Fince ‘j’, Türkçe ‘y’ okunur,
ja (ve, ya) ya, aynı, Kazakçada (je) tamamen aynıdır,
eri (farklı) ayrı, aynı,
käjdä (gitmek) kayıtmak, aynı,
sairas (hasta) sayralı, aynı,
kalju kel, aynı,
öinen (gece) öğlen, anlam yakınlığı,
mina ben, aynı,
sina sen, aynı,
hän o (n), aynı,
sula (sıvı) suvı’dan sıvı, sulu, aynı,
olla olmak, aynı,
unohtaa unutmak, aynı,
kaappaa kapmak, aynı,
herra (bay) er, aynı.
Ayrıca Fincede çoğul, aynen Moğolcadaki gibi ‘t’ ile yapılır, ki bunun eski dönemlerde Türkçede de kullanıldığına dair izler vardır.4 Fincede mastar eki, Türkçedeki mastar köklü olan isim fiil eki-ma ile aynıdır: Juoma (içmek), kuolema (ölmek), purema (ısırmak). Bir diğer isim-fiil yapma eki de Türkçedeki ile akrabalık gösterir: Unohdus (unutuş), synnytys (doğuş).
Doğudan Baltık bölgesine hareketin bir başka delili ise, Göktürk alfabesinin hemen hemen aynının kullanıldığı ‘Futhark’ abecesi ile yazılmış taşların İskandinavya bölgesinde bulunmuş oluşudur.
Elimizde daha erken tarihteki göçler için başkaca delil bulunmadığından, belirtildiği gibi, Doğu Avrupa’daki Türk varlığını Sakalar ile başlatmak durumundayız. Altaylardan Aşağı Tuna’ya kadar geniş bir alana yayılan Sakaların kimliği ile ilgili çok tartışmalar yapılmıştır. Şüphesiz bu büyük topluluğu saf Türk veya Altaylı olarak görmeye imkan yoktur. İçinde başta İraniler olmak üzere pek çok unsuru barındırmıştır. Ama etnoğrafik ve antropolojik delillerle birlikte, onların dilinden günümüze kalan belgeler, Sakaların Türkçe ile akraba veya onun eski bir şekli olan bir dil konuştuklarını göstermektedir.5 Aynı şeyi Sakaları takiben M.Ö. 2. yy’da Doğu Avrupa’ya gelen Sarmatlar için de söylemek mümkündür. Değişik halkların bir bileşimi olan Sarmatlar içinde de Yazığlar gibi Türk oldukları anlaşılan topluluklar vardı.6 Dahası M.Ö. ilk binyıl içinde ve Hun döneminin hemen öncesinde pek çok Türk boyunun ismi Kuzey Kafkasya’da geçmektedir.7
Dolayısıyla bütün bunların daha sonra Doğu Avrupa’nın hakimi olacak İslavlar ile ilişkiye geçmiş ve dillerini etkilemiş olmaları mümkündür.8 Üstelik başlangıçta İslavların çok küçük bir bölgede yaşamaları, bu etkinin gücünü daha da artırmıştır. Onları takip eden Hun, Bulgar ve Avar dönemlerinde ise bu ilişki artık kesinlik kazanmaktadır. Hunlar hemen bütün İslavları yönetimlerinde bulundurmuş, Bulgarlar Avrupa’ya geldikleri 5. yy’ın ikinci yarısından itibaren İslavlarla içiçe yaşamış ve nihayet Avarlar onların tam ortasında bulunarak hakim zümreyi teşkil etmişlerdir, İslavlığı çok fazla etkilemişlerdir. Bu topluluklar büyük oranda İslavlar arasında eriyip kaybolmuştur. Bu yüzden İslav dillerindeki Türkçe ögeler araştırılırken Kilise İslavcası’ndaki Bulgarca ögeleri veya daha sonraki Peçenek, Oğuz ve Kıpçaklardan, nihayet Tatarlardan alıntıları beklemeye gerek yoktur.
Bu çalışmada İslav dil ailesinin üç topluluğunu temsilen üç dil, Rusça, Sırpça ve Lehçe incelenmiş ve kimi kelimeler için Türkçe köken teklif edilmiştir. Bu yazının konusu olmadığı ve öte yandan hacmini çok fazla artıracağı için, sözkonusu kelimeler için daha önce yapılan iştikaklara değinilmemiş ve bu konu gelecekteki çalışmalara havale edilmiştir. Bu dillere son bin yılda girdiği anlaşılan kelimeler mümkün olduğunca hariç tutulmaya çalışılmıştır. Burada incelenecek kelimelerin çok değişik tabakalara ait olduğu dikkati çekecektir, ki doğal olan budur. Çünkü hemen tüm Türk ağızlarından topluluklar bu bölgeye gelmişlerdir. Bu yüzden, bizdeki ‘y’nin yerinde ‘s’nin bulunduğu en eski Türkçeden, (bugünkü) Oğuzcadaki ‘y’nin karşılığının ‘c’ olduğu Kıpçakça ve ‘d’ olduğu Bulgarcaya veya eski genel Türkçeye kadar tüm Türk lehçelerinin izlerini İslav dillerinde aramak durumundayız. Oğuzca örneğin ‘başar’ kelimesinin Bulgarcada ses değişimleriyle ‘piliz’ haline geldiği düşünülürse, aşağıda sıralanan İslav dillerinden pek çok kelimenin Türkçe ile ilgisi konusundaki kuşkularımız giderilebilir.
Türk lehçeleri de kendi içlerinde ses özellikleri bakımından türdeş değildir. Bunları konuşan değişik Türk boyları tarih boyunca birbiriyle karışmış ve etkileşmiştir. Bu durum bir taraftan Türkçenin birliğinin korunması ve iki örnek (Çuvaşça ve Sakaca) dışında fazla dağılmamasını sonuçlandırdığı gibi, bir taraftan da aynı kelimenin değişik Türk lehçelerindeki söylenişlerinin tek bir lehçede aynı anda bulunması gibi tuhaf bir durumu ortaya çıkarmıştır. Örneğin biz, Oğuz Türkleri, ‘kocaman’ kelimesinin yanında, bunun Bulgarca veya Eski Türkçe söylenişi olan ‘kodaman’ı da kullanıyoruz. İstanbul’da ‘çizmek’ haline gelen ‘cızmak’ fiili, ‘yazmak’ fiilinin ufak bir ses değişimiyle Kıpçakça söylenişinden başka bir şey değildir. Muhtemelen ‘yüce’ ile ‘cüce’ de böyle kelimelerdir. ‘Delik’ aslında ‘deşik’ kelimesinin Bulgarca söylenişidir ve biz bugün her ikisini de kullanarak vurgu yapıyoruz. ‘Cıvı (k)’ kelimesi de hiç şüphesiz ‘sıvı’ ile ilgilidir ve biz ikisini de kullanıyoruz. Oğuzca ‘koz’ ve ‘köz’ün yanında, tamamen aynı kelime olan Bulgarca ‘kor’u kullanmamız da buna bir örnektir. Bir başka örnek ise, aslında birbirinin tamamen aynı olan ‘uzak’ ve ‘ırak’ kelimeleridir.
Bugün elimizdeki çok az veri ile yeniden inşa etmeye çalıştığımız Bulgar Türklerinin dilinde de, başta san ve isimler olarak pek çok kelime Oğuzca özellik göstermektedir ve bu büyük ihtimalle Hunca ile ilgilidir. Hunların Batı Avrupa’daki devletlerini kaybettikten sonra doğuya çekildikleri ve Oğur-Bulgar Türklerine katılarak birlikte Bulgar Türklüğünü oluşturdukları düşünüldüğünde, bunu anlamak zor olmaz. Bu önermenin karşı gerektirmesi, Hunların Oğuz veya Doğu dili konuştuklarıdır. Bu konuda fazla ipucumuz yoktur. Ancak mantıki tahminlerde bulunabiliyoruz. İki yolla Hunların dilini, daha doğrusu bu dilin Oğuzca (DT) olduğunu tespit konusunda önemli adımlar atılabilir. Bunlardan birisi Bulgarcadaki Oğuzca ögelerin açıklanması, diğeri ise İslav dillerine 10. yy’dan önce girmiş Oğuzca özellik taşıyan kelimelerin tarihi etimolojilerinin yapılmasıdır. Bunlardan tespit edilen bir kısmı aşağıdaki listede verilmiştir. Bu kelimeler Bulgarca üzerinden olabileceği gibi, doğrudan Hunlar veya daha eski veya başka bir topluluk üzerinden de İslav dillerine girmiş olabilir.9 Ama sonuçta, bölgede Bulgar öncesi bir Doğu Türklüğünün varlığı konusunda kesin ipucu sağlamaktadırlar.
Aşağıdaki çalışmanın önemli bir özelliği, tarihi veya edebi değil, kullanılan dildeki kelimelerin seçilmesidir. Yani daha geniş kelime haznelerini kapsayan çalışmalarda bu liste hayli kabaracaktır. Burada Sırpça ve Lehçe kelimeler özgün Latin alfabeleriyle yazılmış, Rusçalar ise okunduğu gibi Türkçeye aktarılmıştır.
Alet’ (r): Allaşmak, kızarmak. Sıfat olan ‘alıy’ kelimesi, aşağıda geçecek olan benzer renk isimlerinin aksine, ikinci defa sıfatlaştırılmayarak aynen alınmıştır. Bu yüzden kelimenin Rusçaya geç bir dönemde girdiğine hükmedilebilir.
Az: Ben, ÇB ve ES birinci tekil kişi. Bunu Hint-Avrupa dillerinde bulmaya imkan yoktur. Türkçe bir zamir olan ‘öz’ (kendi) kelimesiyle ilgili gözüküyor.
Bah (r): Vah!
Barak (s, r, l): Kıllı köpek.
Boran (r, l): Koç.
Barin (r): Ağa, efendi. Kök itibariyle ‘varlık sahibi, zengin’ anlamlarındaki Oİ ‘gospodin’in eşanlamlısı olan bu kelime doğrudan Türkçe ‘barın’ (mülk) kelimesinden alınmıştır.
Başka (r): Baş, kafa, kelle. Kelimeye küçültme/dişileştirme eki -ka’nın eklenmesi ilginçtir. Açık şekilde Doğu Türkçesinden geçmiştir.
Bajan (s): Bayıcı, bağıcı, büyücü. Oğuz dilindeki bu kelimenin Osmanlı döneminde geçtiğini düşünmek zor, çünkü bu şekliyle kullanılmaz. Osmanlı dönemiyle ilgili çalışmalarda da bu kelime geçmez. Bulgarlardan geçmiş olması muhtemeldir. Çünkü Birinci Bulgar Devleti’nden kaynakların naklettiği eski Türk dinine bağlı son kişinin adı Bayan idi ve büyücülüğü ile biliniyordu.
Bik (s), bık (r), byk (l): Boğa, ET ‘bike’den.
Bogatır (r), bohator (l): Bahadır. Kelimenin ‘bogotur’ ve ‘bagatur’ şekilleriyle eski Bulgarlarda kullanıldığını yazıtlar bildiriyor.10
Buntovati (s), buntovat’ (r), buntova/ sie (l): İsyan etmek. Sırpça ‘buna’ isyan. Kelime çok açık bir şekilde, Orhon Yazıtları’nda toplumsal huzursuzluğu anlatmak için kullanılan ‘buñ’ ile ilgili gözüküyor.11 Günümüz Türkçesindeki ‘bunalım’ da kökünü aynı yerden almaktadır.
Burit’ (r): Burmak, sondaj yapmak. ‘Bur’ da burgu demektir.
Buzoter (r): Kavgacı, gürültücü, bozguncu. Kelime ‘bozucu’ ile karşılaştırılabilir.
Djindjuva (s): Boncuk. Kelime ‘cıncık’ kelimesinin eski bir Türk lehçesinde söylenişine benziyor.
Crni (s), Çernıy (r): Kara. Türkçe ve başka dillerde ‘k’ ile başlayan kelimelerin İslav dillerine ‘ç’ ile girmesi olağandır: ‘Çumur’ (Kömür), ‘çupriya’ (köprü). Ayrıca İslav dillerinin kendi içinde bir k > ç geçişi dikkat çeker: Hind-Avrupa ‘quatr-’ > İsl. ‘çetiri’ (dört). ‘Kara’ kelimesinin ilk hecesindeki hızlı geçilen ‘a’nın ‘e’ye dönüşmesi, özellikle de İslav dillerinde kelime başına sessiz yığma alışkanlığı sonucu kaybolması doğal karşılanmalı. Bu ses ilgisi kadar açık bir delil ise, bu renk isminin-n ekiyle sıfatlaştırılarak elde edilmiş olmasıdır. Kelimede ‘n’nin bulunması, bu sıfatın bir köke dayanarak türetildiğini gösterir. Normalde kök itibariyle sıfat olan kelimelerde, diğer renk isimlerinde olduğu gibi, bu ek bulunmaz. Yani eski İslavlar ‘kara’ kelimesini bir isim olarak almış ve kendi ekleri ile sıfatlaştırmışlardır.
Curiti (s): Akmak, sızmak. İkinci fiilin Bulgar Türkçesindeki biçimi ‘sır-sur‘ olmak lazım gelir. Sırpça fiil ile hem ses benzerliği, hem de anlam birlikteliği vardır.
1istiti (s), çistit’ (r): Temizlemek. Türkçe ‘çitilemek’ de bir temizlik fiilidir. Burada ortadaki ‘s’ ünsüzünün açıklanması gerekir.
1itati (s), çitat’ (r): Okumak. Türkçedeki ‘çat pat okumak’ deyiminde geçen ‘çat’ı doğal ses kaynaklı olarak açıklamak zordur. Bu ancak, kırılan bir şey için doğal ses kaynağı olabilir. Türkçede bu kelimenin başka bir anlamı güdülmelidir ve bu anlam muhtemelen ‘çita’ ile ilgilidir. Ayrıca zaten ‘okumak’ fiilinin esas anlamı, bugün ‘okuyuntu’ kelimesinde korunduğu gibi, çağırmaktır.
1upati (s): Kopartmak, yolmak. Kelime büyük ihtimalle ‘kopmak’tan Osmanlı döneminde bu dile geçti, ancak bu konuda yapılan çalışmalarda verilmemektedir.
Da (oi): Evet. O ‘ya’, K ‘ca, ja/je’, B ve ET ‘da’. Bütün İslav dillerinde bulunan bu kelimedeki ‘a’ sesinin açık ve uzun oluşu da Türkçe mukabil (ler) i ile uyuşmaktadır. Fince aynı anlamdaki ‘jaa’ da uzun seslidir ve aynı kökten gelir.
Da (oi): Bileşik cümle bağlacı. Hint-Avrupa ve Sami dillerinde bileşik cümle soru zamirleri ile yapılır: Qui, ki, which, koji, ma, vb. İslav dillerindeki bu ‘da’nın ne mantık, ne biçim, ne de ses olarak bu kural ile açıklanması mümkün değil. Buna karşılık Türkçede hem ses, hem de biçim olarak aynıyla kullanılır: “Bırakalım da gitsin”. Bu cümle Sırpça da “pustimo da ide” şeklinde kurulur. Veya şu Rusça cümle: “Ya poşel bı v teatr, da u menya vremeni net” (Tiyatroya giderdim de, vaktim yok). Bu bağlacın Türkçeden geçtiği açıktır. Bu derece temel bir kelimenin geçişi ve tüm İslav dillerinde bulunuşu ise, çok erken bir dönemde, ana İslavcanın oluşum döneminde geçtiğini gösterir. Ancak kelimenin Türkçede son dönemlerin ürünü olduğu için İslavcaya ‘da’ şeklinde geçemeyeceğine dair itirazlar vardır.12 Buna göre İslav dillerinde ‘takı’ şeklinde bulunması gerekirdi. Öncelikle, Clauson buradaki ilk sessizin aslında ‘d’ olduğuna dair kuvvetli deliller olduğuna inanır.13 Yazılı kaynaklarımız Türkçede ‘takı/dahi’nin kısaltılmış şekli olan ‘da’yı geç zamanlarda veriyor ama bu kısalma birbirinden uzak ve ilgisiz kalmış Oğuzca, Tatarca ve Kırgızca gibi Türk dillerinin hepsinde de olmuştur. Yani tek bir Türk dili veya lehçesine bağlı olmayan, bağımsız bir olgudur. Bunun çok erken zamanlarda da olmadığını düşünmek için bir engel yoktur. Ayrıca, Türkçedeki kısalmalar birbiriyle bağlantılı ise, bu çok erken bir zamana, değişik dil ve lehçelerin bir arada olduğu döneme işaret eder. Bu ise en azından geç Hun dönemidir.
Da (r): Ve, dahi. “Prişli on da Mariya” (O ve Mariya geldi). Oİ ‘i’ kelimesi ‘ve’ demektir. Rusçanın bunu başka bir dilden, Türkçeden aldığı açıktır. TT ‘ya’ ve F ‘ja’ da aynı kökten gelir.
Dan (s), den’ (r), dzien (l): Gündüz. İslav dillerinde haftanın günleri, Almancadan alındığı anlaşılan ‘tak’ kelimesi ile yapılır: Sırpça ‘Çetvrtak’ (dördüncü gün, Perşembe), ‘Petak’ (beşinci gün, Cuma). Ancak doğrudan gün anlamında kullanılan kelime Türkçede günle ilgili zaman bildiren ‘tan’, ‘tün’ ve ‘dün’ ile alakalı gözüküyor. Özellikle ‘tün’ kelimesinin İslavca kelimeye kaynaklık etmesi mümkündür.
Dobro (oi): İyi, güzel, doğru, pekiyi, tamam. Nogay ‘tuwra’, Karaçay-Balkar ‘tuvra’ telaffuz edilen TT ‘doğru’ sözü ile hem ses benzerliği, hem de yaklaşık an
lam birliği vardır. Burada t > d geçişi itiraz noktası olacaktır, ancak İslav dilleri kendi içinde büyük ölçüde bu geçişi tamamlamışlardır (İng. ‘to’, Fars. ‘ta’, İslav. ‘do’) ve bugün t-ile başlayan kelimelerin önemli bir kısmı başka dillerden ödünçlemedir.
Dizati se (s): Kalkmak. Bu fiil diz ile ilgilidir. Orhon Yazıtları’nda ayaklanmaların bastırılması ‘dizliye diz çöktürmek’ (tizligig sökürtümüz)14 şeklinde açıklanır. Kelimenin ilk başta ‘ayağa kaldırmak’ anlamıyla etken bir fiil olarak bu dile girdiği anlaşılıyor ki, bu da akla yakındır ve buradaki savı destekler.
Dokopati (s): Yakalamak. Kökteki ‘kop-’, Türkçe ‘kapmak’ ile ilgili. Öbür türlü, ‘kopa-’ fiili değişik İslav dillerinde vardır ve kazmakla ilgilidir.
Dojiti (s): Emzirme, bebeği doyurma. Osmanlı döneminden önce geçtiği anlaşılıyor. Rusça ‘doit’, Lehçe ‘doi/’ ineği sağmak.
Drati (s): (Deriyi) yüzmek; drat’ (r): (Kabuğu) soymak. O ‘yüz’ > B ‘dür’ > S-R ‘dr’.
Duşa (s, r), dusza (l): Can. İnsan ve hayvanlarda, içinde ‘can’ın bulunduğu varsayılan vücut kısmına Türkçede ‘döş’ denilir. Ses ve anlam ilgisi ortadadır. Yalnız bu kelime ‘ruh’ demek olan ‘duh’ ile de ilgili gözüküyor.
Gaga (r): Kuzey ördeği. Türkçede ördeğin burnuna ‘gaga’ denir.
Galka (r), kawka (l): Alaca karga.
Gey (r): Hey! ‘H’ sesinin bulunmadığı Rusçaya bu ünlem, olağan şekilde ‘g’ ile geçmiştir.
Godina (s): Yıl; god (r): Zaman. ET zaman anlamındaki ‘öd’ ile bağlantı gözüküyor. İslav dillerinde çok görülen h > g geçişi ile ‘höd/hod’ > ‘god’ mümkün gözüküyor. Anadolu’da kullanılan ‘ayva/hayva’ biçimi Türkçede bu ‘h’ eklenmesinin mümkün olduğunu gösterir. Kazan Tatarcası’nda doğrudan ‘g’ eklenir, ama bu Arapçadan gelen kelimelerde başta ‘ayn’ harfi olduğu zaman görülür: Gusman ‘Osman’, gomumi (umumi). Eski Türkçede bunun başka örneğini bilmiyoruz. Bizzat Türkiye’de g < h geçişleri vardır: gırtlak ve hırtlak. God’a benzer diğer örnek ‘gora’ kelimesidir (aşağıda). Her ikisinde de konu olan Türkçe kelimeler en eski döneme aittir.
Gop (r): Hop!
Gora (s, r, l): Dağ, yukarı. Sıfatlaştırılmış halleri ile ‘yüksek’ anlamında. Türkçe, Moğolca ve Macarcada yükseklik bildiren or- ile ilgili gözüküyor. Baştaki ünsüz itibariyle ‘god’ kelimesindeki durum burada da görülüyor. Öte yandan Sanskritçe dağ anlamındaki ‘giri’ sözü bu konuda temkinli olmayı gerektiriyor.
Greh (s, r), grzech (l): Günah. DT ‘yazuk’ > B ‘daruh’ > ‘gy (a) rh’ > ‘greh’. Buradaki daruh > gyaruh geçişinin örneği Bulgarcadan alınan Macarca bir kelimede vardır: Dulo > gyula.
Grlo (s): Boğaz, gırtlak. Bu ikinci kelime ile ses ilişkisi ve anlam benzerliği vardır.
Jaram (s), yarmo (r): Boyunduruk. Yarım kelimesi Sırpçaya aynen ‘yaram’ şeklinde geçer. Ancak aynı kelimenin küçük bir değişiklikle Rusçada da bulunması, bu kelimenin İslav dillerinin birbirine çok yakın olduğu bir zamanda bu dillere geçtiğini gösterir. Boyunduruk iki yarımdan oluşur. Bu bölgeye etki eden Türk dillerinden birinde boyunduruğa doğrudan bu adın verilmiş olması da düşünülebilir.
Jarit’ (r): Yanmak. Türkçe ‘parlamak, ışımak’ anlamındaki ‘yarumak’ ile ilgili. Bkz. ‘Jarki’.
Jarki (s), yarkiy (r): Parlak. Kelime açık şekilde Eski Türkçe ‘yarumak’tan (ışımak, parlamak) gelen ‘yaruk’ sıfatından başka bir şey değildir. Aynı şekilde Bulgarcada da vardır. İlginç olan nokta, Oğuz ağzıyla söylenişidir ve bunun Bulgarcada bulunması tuhaftır. Sırpçaya bir de ‘jarka’ şekliyle Kıpçakça olarak geçmiştir. Bulgar Türkçesindeki biçimi olması akla yakın gelen ‘dar (u) k’ ise hiç beklenmedik bir yerde, İngilizcede tam zıt anlamıyla, ‘karanlık’ olarak karşımıza çıkmaktadır.
Jesti (s), yesti (r): Yemek. Fiilin kökü ye-Türkçe ile aynıdır. Oğuz lehçesinin aynısı olması dikkate değer.
Jezero (s), yezero (r): Göl. Bu kelimede yüzmek fiilinin üçüncü tekil şahıs geniş zamanı, zamir ile de vurgulanmış olarak karşımıza çıkıyor: “Yüzer o.”
Juriti (s): Hızla yürümek, yüğürtmek. Hem fiilin kökü, hem de anlamı açık şekilde Türkçe ‘yürü’ fiili ile ilgilidir.
Jurta (s, r): Çadır, yurt. Bu kelimenin Rusçaya geç dönemde Oğuz veya Peçenek dillerinden geçmiş olması mümkündür. Osmanlılar çadıra ‘yurt’ demediği için Sırpçaya büyük ihtimalle kuzeyden gelmiştir. Rusçadan geçtiği de düşünülebilir.
Je (r): Ya! Peki! “Kogda je vı budete gotovı?” (Peki ya ne zaman hazır olacaksınız?). Kıpçak döneminden kaldığı açıktır.
Kabast (s): Kaba. Herhangi bir İslav dili içinde yabancı olduğu belli olan bu kelimenin Türkçeden alındığı anlaşılabilir.
Kadık (r): Gırtlak kıkırdağı, kıdık.
Kajas (s): Dizgin, kayış. Kelime Osmanlı zamanında Sırpçaya ‘kaiş’ olarak bir kez daha girmiştir. Dolayısıyla ‘kayas’ şeklini eskilere götürmek gerekir.
Kaleka (r, l): Sakat, kötürüm, kalık. Bu sonuncu kelimeden geldiği anlaşılmaktadır. Rusça ‘kaleçit’ sakatlamak anlamına gelir. Sırpçada da ‘osakatiti’ sakatlamak demektir, ama Osmanlı döneminde geçmiştir.
Kanczuk (l): Kamçı, kırbaç.
Kem (r): Kim. Buradaki üç İslav dilinde de geçen ‘kom’, ‘kome’, ‘komu’ gibi biçimleri, eski Hint-Avrupa tabakasını yansıttığı anlaşılan ‘ko’ya bağlanabilir, ancak bu Rusça kelime Türkçe anlamdaşı ile aynı gözüküyor. Sırpça ‘(s) çim’ (kiminle) kelimesi de böyle görülebilir.
Kiseli (s), kislıy (r): Ekşi. Bu sıfat ‘kise’ kökünden yapılmıştır. Baştaki e’nin kaybolması İslav dillerinde genel uygulama olduğu için (örn. Elbe-Lab), ‘ekşi > ksi > kise’ ilişkilemesi mantıksız değildir.
Ki{a (s): Yağmur. Türkçedeki ‘çiselemek’ fiilinin kökü, Türkçede de bir ‘çise’ kelimesinin varlığını gösteriyor. Ayrıca bu Sırpça kelime ‘kış’ ile de karşılaştırılabilir.
Klobuk (s, r): Kalpak. Kelime Rusça üzerinden alınmış gözüküyor. Karakalpaklara eski Rus kaynaklarında ‘Çernıe Klobukı’ denir. Dolayısıyla Peçenek-Oğuz-Kıpçak dönemi akla geliyor. Ancak dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Eski Ruslar ‘kalpak’ kelimesini ilk kez Karakalpaklardan veya çağdaşı diğer Türklerden duymamışlar, aksine onların ismini kendi dillerine, ‘kara’ sıfatı ve önceden var olan ‘klobuk’ kelimesiyle aynen çevirmişlerdir. Dolayısıyla en az Bulgar veya Avar zamanı olmak üzere, daha erken bir dönemde Rusçaya ve oradan diğer İslav dillerine girdiği düşünülebilir.
Knjiga (s), kniga (r): Kitap. Türkçe ‘kağıt’ kelimesinin ilk anlamı ağaç kabuğu veya yontusudur. Bununla eşanlamlı bir başka kelime ise ‘kamga’dır ve bazen ortadaki ‘m’ nazal ‘n’ye dönüşerek bir başka eşanlamlı kelime olan ‘yonga’ ile birlikte kullanılır. Herhangi bir Türk lehçesinde ‘kanga’nın kağıt karşılığı kullanıldığını düşünmek mantıklıdır. Hemen bütün İslav dillerinde bulunan ‘kniga’ kelimesi büyük ihtimalle kağıt anlamındaki ‘kanga’dan gelmektedir.
Koçan (r), kaczan (l): Lahana koçanı.
Koçevat’ (r): Göç etmek. Ses benzerliği ve anlam birlikteliği vardır.
Konj (s), kon’ (r), kon (l): At. ET ‘kon’. Kelime İslav dillerine en eski zamanlarda geçmiştir.
Korbacz (l): Kırbaç.
Kosa (s): Saç; kosa (r), kocy (l): Saç örgüsü. Yüzdeki tüysüzlüğü ifade eden Türkçe ‘köse’ kelimesiyle anlam ilgisi vardır.
Kosit’ (r), kosiç (l): Biçmek, kesmek. Bu ikinci fiil ile ses benzerliği ve anlam birlikteliği vardır.
Kov2eg (s): Sandık. Koymak fiiliyle ilgili olarak, sandık kelimesinin tam Türkçe karşılığı olabilecek ‘koyacak’ kelimesiyle ilgili gözüküyor. Öte yandan aynı kelime Rusçada ‘gemi’ anlamına gelir. Bu ise akla ağaç kovuğu demek olan ‘Kıpçak’ı getirmektedir. Burada oymak manasındaki ‘kov-‘ işin içine giriyor. İslavların gemi yapımını çok sonra öğrendikleri, ilkel zamanlarda kütüklerin oyulmasıyla yapılan basit kayıkları, kanoları kullandıkları biliniyor. Oğuz Destanı’ndaki Kıpçak da böyle bir kayık yaptığı için bu adı almıştır. Dolayısıyla ilk önermedeki ‘koymak’ı geri almamız, yerine ‘kovmak’ı koymamız gerekiyor. ‘Kovçeg’ kelimesi ‘kovukçuk’tan da gelmiş olabilir. Bkz. ‘kovıryat’
Kovıryat’ (r): Oymak, deşmek. Türkçe ‘kovuk’ kelimesinin kökündeki ‘kov’ bu Rusça kelimenin de kökü gözüküyor.
Koza (s, r,l): Keçi. Aynı cinsten T ‘kuzu’ ile ilişkili gözüküyor.
Krasnet’ (r): Kızarmak; bundan gelen ‘krasno’ kırmızı, kızıl. Oğuz dilindeki ‘kızar-’ın Bulgarcada ‘khıraz’ gibi bir şekil alacağı açıktır. Rusçada kelimenin kökünün renk ismi olmadığının delili-n eki ile sonradan sıfatlaştırılmış oluşudur. Fiil de bu sıfattan türemiştir. Dolayısıyla kök kelime olan ‘kras’ sıfat değildir. Yukarda geçen ‘kara’ örneğinde olduğu gibi, burada da Türkçe sıfat olan kelime isim olarak algılanmış ve yeniden sıfatlaştırılmıştır. Sırpçada ‘krasno’ güzel demektir. Bura
da da sonradan sıfatlaştırma söz konusudur, ancak ‘kırmızı’ ile ‘güzel’ arasındaki anlam ilişkisi sorgulanmalıdır ve Türkçede bu anlam ilişkisi açıkça vardır.
Krpa (s): Paçavra, kırpıntı. Kelime çok eski bir dönemde Doğu Türkçesinden geçmiş gözüküyor. Osmanlı döneminde geçse idi, ‘krntiya’ (kırıntı) ve ‘lakrdiya’ (lakırdı) gibi bir biçimde, büyük ihtimalle ‘krpintiya’ olması gerekirdi. Zaten ilgili çalışmalarda bu sözcük geçmemektedir.
Kuda (s, r): Nereye, kayda? Bu kelime daha çok Farsça aynı anlamdaki ‘kuca’ ile akraba gözüküyor. Öte yandan ‘ku, qu’ ile başlayan soru zamirleri hemen bütün Hind-Avrupa dillerinde bulunur ve Yafes dil kuramına inananlar için iyi bir delil teşkil eder.
Kurdyuk (r): Kuyruk. Kelimenin Rusçaya çok eski zamanlarda girmediği anlaşılıyor.
Kuşat’ (r): Yemek yemek. Eski Türkçede kahvaltıya ‘kuşluk’ denilirdi.
Kuc kuc (s): Kuçu kuçu! Osmanlı döneminden önce geçtiği anlaşılıyor, öbür türlü asli şeklini korurdu.
Kuca (s): Kuçu, köpek.
Kuznets (r): Demirci. Kelimenin kökü demir veya bir maden ile ilgili olmadığı gibi, Ortak İslavca da değildir. Türkçede demircilikle yakıdan ilgili ‘köz’ kelimesinin buna kaynaklık etmesi mümkündür. Zaten demircilik çok geç zamanlara kadar İslavlar arasında bilinmezdi. Bizans yazarı Theophanes’te geçen 6. yy. sonuna ait bir haberde mesela, Polonyalı İslavların kendi ağızlarından demiri ve demirden silah yapmayı bilmedikleri nakledilir.15 Demirci anlamındaki Sırpça ‘kovaç’ ve Lehçe ‘kowal’ kelimeleri ise aslında ‘dövücü’ anlamına gelir.
Mene (s), menya (r): Beni, meni. Sırpçada aynı anlamda Hint-Avrupa dil haznesine ait ‘me’ de kullanılır ama bu zamirin Türkçeden geçtiği açıktır.
Mnogo (s): Çok. Bunca > munca > munga > mnogo. ‘G’ sesi doğrudan bir Türk lehçesinde de bulunmuş olabilir: Yine > jine > cine > gine. Türkiye Türkçesi’nde ilk ve son şekillerin ikisi de kullanılır.
Natıkat’ (r): Sokmak, çakmak. Fiil kökü ‘tıka’, Türkçe ‘tıkamak’ ile ilgili. Bkz. ‘zatıkat’.
Obeleæiti (s): İşaretlemek, belgelemek. ‘Beleg’ (belge) kökünden Bulgarca ve Kilise İslavcası yoluyla geçtiği anlaşılıyor.
Obuzit’ (r): Büzmek. Rusça fiilin kökü ile Türkçe fiil arasında hem ses, hem de anlam birlikteliği vardır.
Orati (s), orat’ (r): Ekip biçmek, tarım yapmak. Türkçede çok eski zamanlarda bulunduğunu Kaşgarlı vasıtasıyla öğrendiğimiz ‘ormak’ fiilinden günümüze sadece ‘orgak-orak’ kalmıştır. Türkçedeki ‘orman’ kelimesi de bununla ilgili olmalıdır.
Otac (s), otets (r): Baba. Eski Türkçe baba anlamında kullandığımız ‘ata’ ile ilgili. Öte yandan Almancada da aynı anlamdaki kelime ‘atta’dır. Çok geniş bir alanı kapsayan eski bir dil ilişkileşmesi söz konusudur veya Yafes kuramı işin içine girmektedir.
Pagan (s): Etimolojisi Latince ‘pacus’a götürülse de, kelime ilk, Bizans kaynaklarında Hıristiyanlığı kabul etmeyen, Bosnalıları anlatmak için bir özel isim olarak kullanılır.16 Burada eski Türkçe Tanrı demek olan ‘Ogan’ sözü saklı gözüküyor. ‘Po Ogan’ sözü “Ogan’a göre, Ogan’ın yolunda” anlamına gelir. Nitekim, Rusçada ‘pogan’ yazılan kelime ‘pislik, alçaklık, rezillik’ anlamlarına gelir ve Ortaçağ zihniyetini çok iyi yansıtan bir kelime olarak (Hazar’dan gelen Almanca ‘ketzer’in de aynı anlamda, özellikle dinde sapkınlığı anlatmak için kullanıldığını hatırlayalım) bizim savımızı destekler. Uzun süre Hun, Avar ve Bulgar yönetiminde kalan İslavların dini olarak da etkilenmeleri doğaldır. Eski Tuna Bulgarlarında bu kelime ‘köle, hizmetçi’ anlamında kullanılır. Bunun sebebi, büyük ihtimalle Hıristiyanlığın kabulünden sonra eski dinde kalanları küçümsemek için kullanılmış oluşudur. Bunlara ikinci sınıf vatandaş ve tutsak muamelesi yapıldığını da hatırlayalım. Constantine bu kelimeyi muhtemelen Bulgarlardan öğrenmiştir.
Pa◊enog (s): Bacanak. Kelime, Osmanlı dönemi hatırası olarak eski Yugoslavya bölgesinde ‘bacanak’ biçimiyle zaten vardır ve özellikle Doğu Bosna’da yaygın kullanılır. Ayrıca nesnemiz Osmanlı döneminde geçti ise, elimizdeki kurallar kelimenin ‘paşenog’ haline gelmesini açıklayamıyor.
Patka (s): Ördek. Türkçe ördek yürüyüşüne ‘badi’ yürüyüşü denir. Kelime ayrıca ‘(kara) batak’ ile karşılaştırılabilir, ki ‘batak’ da Sırpçada geçmektedir. Fakat Osmanlı dönemi kalıntısıdır.
Pe2iti (s), Peçit’ (r): Pişirmek. Anlam birliği ve ses ilgisi açıktır.
Pokarabasiti se (s): Bozuşmak. Kelimenin kökündeki ‘karabas-’ karalar basmak şeklinde halen söylediğimiz deyimi çağrıştırıyor. Osmanlı döneminden geçmiş olması mümkündür ancak bu konuda hazırlanmış sözlüklerde (Şkaljiç ve Miçunoviç) geçmez. Kuman dönemiyle ilgili olabilir.
San (s): Düş, rüya. Türkçe ‘sanmak’ ile Sırpça ‘sanyati’ (düş görmek), olmayanı düşünmek, tahayyül etmek noktasında anlam ilgisine sahiptir. Nitekim bu fiil kökünden gelen ‘kuruntucu’ manasındaki ‘sanyar’ sözünü tam olarak ‘sanıcı’ şeklinde çevirebiliriz ve anlam ilgisi iyice açığa çıkar.
San (r): San, unvan, rütbe. Kilise İslavcası yoluyla Bulgarca üzerinden Rusçaya girmiş gözüküyor. Kelime eski Bulgarcanın çağdaş Bulgarcadaki birkaç miras kelimesinden biridir.
Sipiti (s): Serpmek. ‘R’ sesinin yutulduğu veya zayıf söylendiği bir Türk ağzından geçmiş olabilir. Türkçede ‘sulusepken’ örneğinde olduğu gibi, bu ses zaten yutulabilmektedir.
Skaçka (r): Dolu dizgin, dört nalla gitmek. Atın bu gidişine Türkçede ‘kaçmak’ da denir. Hızlı giden ata “iyi kaçıyor” denir. Kelimenin Rusçaya Türkçeden geçtiği açıktır.
Skoriti se (s): Kurumak. Kelimenin kökündeki ‘kori’ ile Türkçe ‘kuru’ arasında ses ilişkisi ve anlam birlikteliği vardır.
Sokol (s, r): Ak doğan. Bu kelime Türkçede pek çok kuş isminde geçen sok-/sak-ile ilgili gözükmekte: Saka kuşu, saksağan, sağsak.
Soyka (r): Soyka, ala karga. Bu kelime çağdaş Bulgarcada da bulunur. Muhtemelen bizim Türkçemizdeki kelime, eski Bulgarcadan kalmadır.
Srce (s), serdtse (r): Yürek, ‘s’ Türkçesi ile sürek > s (e) rek (e) > s (e) reçe > s (e) rçe > s (e) rtse.
Sti/i (s): Yetişmek, yetmek, varmak. Günümüz Türkçesinde baştaki y’nin karşılığı ‘s’ olan bir Türk ağzından geçmişe benziyor. Yet > set > st.
Strava (l): Yiyecek, cenaze yemeği. Çuv. ‘sitarva’ aynı. Türkçe y-s denkliğinden, Çuv. sitar- ‘yedirmek’. Kelime erken Bulgar veya Hun-Bulgar döneminde bu dile geçmiştir.17
Susal’nıy (r): Yaldızlı. Buradaki ‘süs’ kökü açıktır.
Suvi (s), suhoy (r): Kuru, kurak, çorak, susuz. Kelimenin ‘su’ ile ilgili olduğu düşünülebilir.
ƒiriti (s), şirit’ (r): Sermek, yaymak, genişletmek. Bu birinci fiilin kökü ile hem ses benzerliği, hem de anlam birlikteliği vardır.
Takmi2enje (s): Yarış, karşılaşma. Kökteki ‘takm’ Türkçe ‘takım’dan gelmiş gözüküyor.
Tamni (s), temnıy (r): Karanlık. Türkçeye çok eski zamanda geçtiği anlaşılan cehennem anlamındaki ‘tamu’ kelimesi, eğer İslav dilleri bunu doğrudan bir İrani dilden almadılarsa, bu sıfata kaynaklık ediyor gözükmekte. Kelimenin asıl itibariyle sıfat olmadığını -n eki gösteriyor. İdil Bulgarlarının Han Kızı destanında cehennemi temsil eden cine (alp) ‘Taman-Tarkan’ denilir. Azak denizi kıyısındaki tarihi Tumotarkan şehrinin ismi de Bulgar zamanından kalmış gözüküyor. Cehennem ile karanlık arasındaki anlam ilişkisi ise açıktır.
Ta◊na (s): Torba, çanta. ‘Taşımak’ fiili ile ilgili gözüküyor. Osmanlı öncesi dönemde Sırpçaya geçtiği kesindir. Peçenek-Oğuz-Kıpçak dalgasının Sırbistan’da fazla etki yapmadığı düşünülürse, kelimenin girişi Avar dönemine, hatta daha önceye alınabilir. Nitekim Rusça ‘taştit’ fiili de taşımakla ilgilidir. Sırpçada bu fiilden türeme bir isim kalmış, Rusçada ise fiil kullanılmış, ama isim türetilmemiştir.
Taştit’ (r): Sürüklemek, sürükleyip götürmek, çekmek. Buradaki ‘taşımak’ anlamı açıktır.
Tat (s): Hırsız. Bugün dilimizde ‘yad’a dönüşen, eksi Türkçede yabancı anlamındaki kelime ‘tat’ ile bu Sırpça kelime arasında anlam ilgisi açıktır. Bir eve yabancının girmesi, hırsızın girmesidir. Kelime oldukça eskidir ve en az Avarlar zamanında Sırpçaya girmiş olmalıdır.
Tele (s, r): Dana. Buna bilinen İslavca eklerle diğer bazı sığır cinslerinin isimleri elde edilir. Kelime Altayca özellik göstermektedir. Ünlü Tie’le (Töles) boyu ve muhtemelen bunlardan bir topluluğun Moğollaşmış parçası olan Teleüt oymağı bu ismi taşıdıkları gibi, Altınordu’dan Telebuga ve Tuna Bulgarlarından Telerig gibi yöneticilerde de bu isme rastlanır.
Toje (r): Da, dahi. Elimizdeki en eski vesikalarda, Orhon Yazıtlarında ve Oğuz Destanı’nda kelime ‘taqı’ olarak geçer. Doğu Bulgarcası’nda ‘han’ yerine ‘şan/şam’ kullanılır. Bu, Hunların ‘şanyü’sü ile karşılaştırılabilir. Bulgarlarla Hunların karıştığı göz önüne alınırsa, bu dil özelliği Bulgarlara Hunlardan geçmiş olmalıdır. Dolayısıyla ‘takı’ kelimesini Hunlar ‘taşı’ şeklinde söylüyorlardı; Bulgar dilinde kelime ‘toşı’ya döndü (Bkz. taguk-toh ‘tavuk’, bayan-boyan, bars-boris, samur-somor). Hun-Bulgar etkisine daha çok maruz kalan Rusçadaki ‘toje’ kelimesi bununla karşılaştırılabilir.
Topli (s), teplıy (r): Sıcak. Günümüz Türkçesi’nde ‘tava’ ve ‘tav’ ve bu ikinciden üretilen ‘tavlamak’ şeklinde üç hatırası kalan bu kelime, Eskiçağ’da Avrasya’nın ortak kelimelerinden biri idi. Sakaların (İskit) ateş ve savaş tanrısı Tabiti’den itibaren bunun izini sürebiliyoruz.
Tormozit’ (r): Fren yapmak, durmak. Kelimenin telaffuzundan (tırmazit’) hareketle, ‘durmaz’ kökü rahat gözükmektedir.
Tovar (s, r), towar (l): Mal, meta, yük. Türkçe ‘tavar/davar’dan gelen kelime aynı anlamıyla, muhtemelen Rusça üzerinden Finceye de geçmiştir. Bu yüzden çok eski olduğunu düşünmemiz gerekir. Öte yandan Bulgar Türkçesine ait olmadığı ortadadır. Bu yüzden en azından Hun dönemini düşünmemiz gerekir.
Tojaga (s): Sopa, dayak. Osmanlı öncesinde bu dile girmiş gözüküyor.
Tsıts (r): Sus! Sıss! Bu ünlem Türkçe ve Rusçada neredeyse aynen geçmektedir.
Tu7 (s): Gurbet. Kelime ‘tad/tat’ (yabancı) ile ilgili gözüküyor.
Tu/i (s): Dövmek. Fiil kökü ‘tuk’, bugün sadece hayvanların dövüşü için kullandığımız ‘tokmak/tokuşmak’ ile aynı.
Tuga (s): Keder. Oğuz dilinde ‘yuğ’, Bulgar Türkçesinde ‘dog’ şeklinde geçer. Kelimenin Sırpçaya eski Bulgarcadan geçtiği anlaşılıyor.
Tuma2enje (s), tolmaçit’ (r), tlmaczenie (l): Çevirme, tercüme etme. Kökteki ‘tilmaç’ açıktır. Macarcada da ‘tolmacs’ çevirmen demektir. Sırpçada kelimenin ‘tumaç-’ haline gelişi bu dilin bir özelliğidir: Bolgar (r) > Bugar (s), dolgıy (r) > dug (s). Kelimenin Lehçe’de de bulunması, bu kelimenin İslav dillerinin birbirine çok yakın olduğu bir zamanda, en geç Avar çağında bu kelimenin alındığını göstermektedir.
Tvorit’ (r): Yaratmak, türetmek; Tvoriti (s): Yapmak, üretmek. ‘Tvornica’ Hırvatça ‘fabrika’. Sırpçada ‘stvoriti’ yaratmak. Fiilin kökü olan ‘tvori’ Türkçe ‘törü’ ile hem anlamdaştır, hem de ses ilişkisi barizdir. Çünkü ‘törü’ kelimesi herhangi bir İslav diline ancak ‘tvori’ şeklinde geçebilir.
Urlati (s): Bağırmak. Eski Türkçe ‘urlamak’: Erler urlayu…
Vıkrutit’ (r): Kurtulmak. Kelimenin kökündeki ‘krut’ ile Türkçe ‘kurt-’ arasında ses ve anlam birlikteliği vardır.
Vıtkat’ (r): Dokumak. Kelimenin kökündeki ‘tka’ ile Türkçe ‘doku-, toku-’ arasında ses ilişkisi ve anlam birlikteliği vardır.
Vıyuk (r), juki (l): Yük. R. Bundan gelen ‘vıyuçit’ yüklemek demektir. Kelimenin kökü olan ‘yuk’ ile Türkçe ‘yük’ arasında ses ve anlam birlikteliği vardır. Lehçe’de ise aynen bulunmaktadır.
Visoko (s), vısokiy (r), wysoki (l): Yüksek. Doğrudan ‘yüksek’ ile bağlantılı olabileceği gibi ‘büyük’ ile de ilgili olabilir. ‘B’nin ‘v’ye değişimi İslav dillerine yabancı dillerden gelen kelimelerde çok görülür: Basil-Vasil gibi. Y’nin karşılığının ‘s’ olduğu varsayılıyor. Ancak burada seslileri açıklamak zordur. Zira normal seyirde kelimenin ‘vosik’ olması gerekirdi.
Vrh (s), verh (r): Doruk. Pekçok Ural-Altay dilinde ‘or’ kelimesi yükseklikle ilgilidir. Bu noktada öncelikle ‘doruk’ kelimesinin kökünü düşünmelidir. Bunun ‘dağ-oruk’tan (dağ yolu) geldiği anlaşılıyor. Çünkü doruğa çıkmak, dağ yoluna gitmektir. Oruk ise açık şekilde ‘vrh’ ile ilgili gözüküyor: Oruk > v (o) ruk > vrıh > vrh. Bu kelime çağdaş Bulgarcada ‘vrıh’ şeklindedir. Bu da ikinci ünlünün korunduğu dönemin hatırası olmalıdır.
Vuna (s): Yün. İslav dillerinde ‘ü’ olmadığı için ‘yun (a) > una > vuna’ yolunu izlememiz gerekir.
Zakon (s, r): Kanun. Bu kelimenin İslav dillerinde açıklaması yapılamamıştır. Eski Türklerde töreyi bilen ve uygulayan büyüğe, din adamına ‘sagun’ denir. Bunun değişik söylenişleri de vardır. Dahası, Bizans’ın imparator yazarı Konstantin, Peçeneklerin kendi ‘zakonos’larına (adet, töre, uygulama) göre yemin ettiklerini söyler.18
Zakopati (s): Kapamak. Sırpça fiil kökü, Türkçe fiil ile hem anlam, hem de küçük bir farkla ses olarak aynıdır.
Zatıkat’ (r): Tıkamak. Kelime hiçbir değişikliğe uğramadan Rusçaya geçmiştir.
Zeleni (s), zelenıy (r), zielony (l): Yeşil. Bu Türkçe renk ismi,-il eki ile türetilmiştir. OT ‘Yaş’ kelimesi İB ‘cal’, Ç ‘sul’ olarak geçer. Kelime başında ‘c’yi sevmeyen İslav dillerinin muhtemelen ‘ts’ > ‘z’ sesiyle ‘zal/zel’i aldığı anlaşılıyor. Buna, yukarıdaki diğer renk isimleri gibi, -n sıfatlaştırma eki eklenerek ‘zeleni’ sıfatı elde edilmiştir.
ñarki (s): Parlak. Bkz. ‘Jarki’.
Tek başına bütün bu örneklerden daha çarpıcı olabilecek ödünçleme ise, fiil çekimi ile ilgilidir. İslav dil ailesinde fiilin geçmiş zaman çekimi ‘h’ ve ‘l’ sesi ve ardından eklenen kişi ve sayı belirten diğer seslerle yapılır: Ç.B. ‘bya-h-te (bulundunuz, idiniz), R. ‘ya ponyal’ (anladım), S. ‘doş-l-i su’ (geldiler). ‘H’ sesi kimi dillerde ve durumlarda yerini başka seslere bırakır. Ama kaynak aynıdır. İslav dillerinde, Türkçe hariç tüm dillerdeki, özellikle bağlı bulundukları Hint-Avrupa ailesindeki gibi tek bir geçmiş zaman olduğuna göre, bu ikililikte, hem ‘h’ hem ‘l’ kullanımında bir tuhaflık vardır.
Eski Bulgarcada GT ‘-miş’ ekinin ‘-mel’ veya ‘-mil’ olduğunu tahmin edebiliyoruz: Yetmiş > sitmel. Örneğin Bulgarlar büyük ihtimalle ‘olmuş’ yerine ‘balmıl’ diyorlardı. İslav dillerindeki geçmiş zaman eki ‘l’yi ancak eski Bulgarcadaki ‘l’ açıklayabilir. Buradaki ‘m’ ünsüzünün kayboluşunu açıklamak için uğraşmaya gerek yok. Muhtemelen İslavlar sadece geçmiş zamanı yapan ses olarak gördükleri ‘l’yi aldılar. Bu savımızın en büyük delili ise bugünkü İslav dili Bulgarcadan gelmektedir. Çağdaş Bulgarca, dünyada Türkçe hariç-miş’li geçmiş zamanı olan tek dildir. Bu dilde-di’li geçmiş zaman ‘h’,-miş’li geçmiş zaman ise ‘l’ ile yapılır. Geçmiş zamanın rivayeti mantığının bu dilde Türk döneminin, yaygın söyleyişle Proto-Bulgar çağının hatırası olduğu açıktır. Bu mantık diğer İslav dillerine geçmemiş, onlar tek bir zaman kullanmaya devam etmişlerdir. Türkçeden gelen ‘l’ diğer dillerde eski ‘h’nin yerini almış, bu ikincisi ise çeşitli geçmiş zaman kiplerinin yapımında kullanılmıştır.
Diller arasında kelime alışverişi insanlık tarihinin en doğal olaylarından biridir. Öyle ki, Yunancadaki kelimelerin yüzde 60’ı Hint-Avrupa dillerinden bile değildir. Farsçanın kelime haznesinin yarısından fazlası Arapçadır. En kolay olarak nesne isimleri bir dilden diğerine geçer. Bunu sıfatlar, fiiller ve bağlaçlar izler. Özellikle bağlaçların geçmesi için çok uzun süre ilişki ve içiçelik gerekmektedir. Mesela Türkçe Farsçadan ‘hem’, ‘ne… ne’, ‘ki’ gibi bağlaçları almıştır. Arapçadan alınan ‘ve’ de bu çerçevededir. Bunun yanında bir dönemin yüksek yazı dili sayesinde ‘keza’, ‘binaenaleyh’, ‘lakin’ gibi bağlaçlar Türkçeye geçmiştir. Ama bunların alınması gerçekten uzun ve ‘olağanüstü’ bir dönemin ürünüdür ve Türkçe bunu yaşamıştır.
İslav dillerindeki Türkçe kelimeler arasında bu ödünçlemelerin hepsi olduğu gibi, dilin neredeyse temel yapısını oluşturan pek çok kelime de Türkçeden geçmiştir. Daha da ötesi, zamirlerin geçişidir. Hemen yukarda açıkladığımız bir geçmiş zaman ekinin geçişi ise, örneği olmayan bir olaydır. Halbuki, bu kadar uzun süre etkileşime rağmen, Türkçeye Arapça ve Farsçadan zamirler geçmemiştir.
“Da, momci s zelenim klobukom i crnim 2izmama tukli su mene da oduzimaju moju ta2nu” (Evet, yeşil kalpaklı ve kara çizmeli gençler çantamı almak için beni dövdü) diyen bir Sırp bayan, 15 kelimesinin dokuzunu Türkçe asıllı kelimelerden seçmektedir ve bunların üçü isim, ikisi renk ismi, ikisi zamir, biri fiil, biri de bağlaçtır. Fiili ise yine Türkçeden alınan bir ekle çekmektedir. Halbuki, Türkçe İslavlar arasında hiçbir zaman edebi dil olmadığı gibi, yazı dili olarak bile kullanılmamıştır. Kilise İslavcası, İslav dillerine birkaç kelime sokmuş, ama aynı zamanda Bulgarcanın sonunu getirmiştir. Üstelik Türkler daima İslavlar arasında azınlık olmuşlar, kısa sürede de erimişlerdir.
Çok fazla kelime geçişi tarih boyunca vaki olan çok fazla ilişkiye hamledilebilir ama bu, İslav dillerinin en temel ögelerinin Türk dillerinden alınışını açıklayamaz. Üstelik bu temel ögelerin çoğunun ortak İslavcaya ait olması, etkileşimin tahmin ettiğimizden de çok önce gerçekleştiğini gösterir. Bu durumun tek açıklaması, İslav dillerinin Balt dillerinden ayrılıp kendi yoluna girdiği dönemde, yani daha yeni oluşum aşamasında Türk lehçeleri ile karşılaşması ve ‘çocukluk’ çağında bu yoğun ve temel ödünçlemeyi yapmasıdır. Yani bugün bir düzine kadar kola ayrılan İslav dilleri, Karpatların kuzeyindeki ilk İslavlar ile oraya giden Türklerin ortak yapımıdır denebilir. ‘Oraya giden Türkler’ ise Saka, Sarmat ve nihayet Hun dönemlerine aittirler.
Son söz bizzat İslav kelimesi hakkında. Hem doğu, hem de batıdaki bütün Ortaçağ kaynaklarında bu halkın veya bu dil ailesinden olanların isminde ‘s’ harfinden sonra açık bir ‘k’ sesi geçer: Yun. Sklabinoi, Lat. Sclaveni, Ar. Sakalibe. Bugün çoğu Batı dillerinde (Örn. Fr. ‘Sclave’, Alm. ‘Sklave’, İsp. Esklavos) bu ses korunur. Ortaçağ’da bu halkın ismi büyük ihtimalle ‘s*k*l*b’ şeklinde idi ve Türkler bunu çok iyi biliyorlardı, ki Arap ve Fars kaynakları bunu Türklerden almışa benziyor. Doğu Avrupa’dan hayli uzakta söylenen ve yazılan Oğuz Destanı’nın Uygur nüshasında, Oğuz Han bir kaleyi iyi koruyan ve kendisine teslim eden bir komutanına ödül olarak ‘Saklap’ (Saklayan, koruyan) ismini verir ve bu kişi ilk İslav olur.19
Bir Bulgar-Tatar Destanı’nda ise kelime Saklan olarak geçer.20 Kelimenin Türkçe asıllı oluşu hakkında çok tartışmalar yapılmıştır.21 Kelimenin batı dillerinde aynı zamanda köle anlamına gelişini tarihi olgu ile, Ortaçağ’da İslavların çok fazla köleleştirilmesi ile açıklayabiliriz, ancak Eski Tuna Bulgarcası’nda ‘saklab’ın köle anlamında kullanılışı ve Türk lehçelerinden Çağataycada ‘saklau’ kelimesinin tutsak anlamına gelişi, Avrupa’daki kullanımın semantik köklerinin olduğuna da işaret edebilir. Bu yüzden Majda’nın Türkçedeki değişik kullanımları içinde, bu kökten türemiş ‘köle, tutsak’ anlamına eğilmesi haklı gözükmektedir.22
İslav (Slav) kelimesi için İslav dillerindeki çeşitli kelimelere dayanan çözümlemeler yapılmış, ancak bir ittifak sağlanamamıştır. Kelimenin köken olarak bu dillerde budun adı olmadığını, dolayısıyla sonradan alındığını gösteren bir ipucu, yalın olarak kullanılmamasıdır. İslav/Slav’ın karşılığı bu dillerde Slav-yan, Slov-en, Slav-yanin, Slow-ianin gibi biçimlerde geçer. Gerçi Güney İslav dilleri hemen tüm budun adlarını böyle eklerle ikinci kez budun adı haline getirme eğilimindedir (Rusin, Bulgarin, Turçin, Taljanac, Amerikanac) ama genel olarak, özellikle eski metinlerde buna ihtiyaç yoktur. Bir kelime budun adı olarak duyulursa aynen korunur: Turak, Guz, Tatar, Grk, Latin, vb. Eğer ‘Slav-, Slov-’ bu dillerde kök itibariyle bir budun adı olsa idi, tıpkı yukarda geçen sıfatlaştırmalarda olduğu gibi, ikinci kez bu anlam verilmeye çalışılmazdı. Dolayısıyla, bütün eski kaynakların ittifak ettikleri ‘s*k*l*b’ biçimini ciddiye almamız gerekmektedir. Bu kelimenin kaynaklarda ilk anılışı 5. yy. ortasındadır. Eğer bu kelimenin kökü Türklerde ise ve eğer üç kuşaklık bir Hun hakimiyeti bu ismin yerleşmesi ve yayılması için yeterli görülmüyorsa, bu durumda tek ihtimal Hunlardan önceki Türk varlığı olacaktır.
1 Burada esas alınan Avrasya kavramı Ortaçağ tarihçilerinin yaygın kabulündeki Avrasya’yı ifade etmektedir: Bugünkü Moğolistan’ı da içine alan bozkırdan itibaren Güney Sibirya ve Kuzey Orta Asya boyunca uzun bir şerit ve bunun Avrupa’daki doğal uzantısı, yani Kama nehrinden Avusturya Alpleri’nin doğu ucuna çizilen doğrultunun güneyindeki, Hazar denizi, Kafkas dağları, Karadeniz ve Balkan ve Dinar dağlarının güney sınırını çizdiği arazi.
2 Orta Asya’da biriken nüfusun önemli bir kısmının Selçuklular sayesinde, özellikle Moğol istilası sebebiyle Ön Asya’ya boşalması ve Moğolların sebep olduğu kıyımların, Orta Asya’da kalanlara yüzyıllar boyu yetecek bir yaşam alanı açtığı, dolayısıyla artık Doğu Avrupa’ya göçe ihtiyaç kalmadığı gerçeği de buna eklenmelidir. Selçuklular Anadolu ve Azerbaycan’a girmeselerdi, artan nüfus baskısı en büyük ihtimalle yine Doğu Avrupa’da hissedilecekti ve belki bölgenin bugünkü beşeri coğrafyası bambaşka olacaktı.
3 Golden, Rusya’nın Orman Kuşağı Halkları, s. 315.
4 Örn. Orhon yazıtlarında geçen ‘tarkat’ ve ‘oğlıt’ gibi kelimeler. Bkz. Ergin, Orhun Abideleri, muhtelif yerlerde.
5 Durmuş, İskitler (Sakalar), s. 45.
6 Kurat, Doğu Avrupa Türk Kavim ve Devletleri, s. 176; Durmuş, a.g.e., s. 46.
7 Bunun için bkz. Karatay, Hırvat Ulusunun Oluşumu, s. 38-45.
8 Yeniçağ’ın başlarında Ruthenya kaynaklı bir gelenek Lehler arasında egemen idi ve Leh soyluları kendilerini Sarmat soyundan sayıyorlardı (Bunun için bkz: Litwin, Henryk, “The Nations of the Polish-Lithvanian Commonwealth: Controversial Questions”, Acta Poloniae Historica, sayı 79, 1998). Bu bölgeye ait yazılı kaynaklar nispeten yakın zamanlara ait olduğu için, bu geleneğin çıkış ve yayılış zamanını tam bilmiyoruz. Bu, Geç Ortaçağ’da bütün Avrasya’ya yayılan ‘kök arama’ akımının bir sonucu da olabilir, ama öte yandan bunu geleneksel bir tarım toplumunda binlerce yıldır yaşayan bir bilgi veya inanış olarak düşünmek için de sebepler vardır.
9 Ünlü Rus tarihçi Vernadsky, Sarmatlar zamanında (Milat civarı) İslavların dilinde bulunan ortak kelimelere verdiği bir düzine kadar örnek içinde ‘orat’, ‘bik’, ‘kony’ ve ‘boran’ kelimelerini sıralar (A History of Russia, c. 1, s. 110-111). İlginç şekilde bunların tamamı Türkçedir; dahası Doğu (Oğuz) Türkçesi ile açıklanabilir. Dolayısıyla, Hun öncesi Türk varlığının İslavca’ya etkisi belirginlik kazanmaktadır. Aslında Hunların İslavlar arasında dile fazla etki etmeyecek kadar az kalmaları, bizim örneklerimizdeki Oğuzca unsurların da Vernadsky’nin kelimeleri gibi Sarmat ve Saka dönemleri ile ilişkilendirilmesini daha mantıklı kılar.
10 Tekin, Tuna Bulgarları ve Dilleri, s. 51.
11 Örnek: “Türk kağan Ötügen yış olursar ilte buñ’ yok. ” (Türk kağanı Ötüken ormanında oturursa ülkede sıkıntı yok), ERGİN, a.g.e., s. 65. Ülkede ‘bun’ çıkması isyanlarla, merkezi idarenin sarsılmasıyla ilgilidir.
12 Bu konudaki uyarıyı İsmail Doğan Hocam’a borçluyum.
13 Clauson, An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish, s. 406.
14 Ergin, a.g.e., s. 70.
15 Theophanes, s. 391.
16 Constantine Porphyrogenitus, s. 127. Bundan sonra DAI.
17 Majda, “Polonya’da Türk Kültürü ve Sanatının Kabulü”, s. 303.
18 DAI, s. 57.
19 Pelliot, Uygur Yazısıyla Yazılmış Oğuz Han Destanı Üzerine, s. 69.
20 Mikail Baştu İbn Şams Tebir, Şan Kızı Destanı, muhtelif yerler.
21 Bunun için bkz. Zekiev, Törki-Tatar Etnogenezi, s. 289-294. Zekiev Ortaçağ kaynaklarındaki Sakalibe’nin İslavları değil, Kıpçakları tanımladığını düşünür. Ayrıca, Karatay, a.g.e., s. 66-67.
22 Majda, a.g.e., s. 304.
Ar: Arapça
B: Bulgarca. Eski Bulgar-Oğur Türklerinin dili.
ÇB: Çağdaş Bulgarca, bugünkü İslav dili.
Çuv: Çuvaşça
DT: Doğu Türkçesi, geniş anlamda Oğuzca.
Eİ: Eski İslavca, Kilise İslavcası. Makedoncadan türetilen kilise dili.
ET: Eski Türkçe.
F: Fince.
Fars.: Farsça
İB: İdil Bulgarcası.
İng.: İngilizce
K: Kıpçakça.
L: Lehçe
Lat: Latince
O: Oğuzca
Oİ: Ortak İslavca
R: Rusça
S: Sırpça
TT: Türkiye Türkçesi
Yun: Yunanca
BOGUSLAWSKI, Andrzej, Ilustrowany Slownik Rosyjsko-Polski/Polsko-Rosyjski (2 cilt), Warszawa 1978.
CLAUSON, Gerard, An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish, Oxford 1972.
CONSTANTINE PORPHYROGENITUS, De Administrando Imperio, yay. Gyula Moravscik, Washington 1967.
5IN5I0, Slavoljub, vd., Türkçe-Sırpça Sözlük, Ankara 1997.
DURMUŞ, İlhami, İskitler (Sakalar), Ankara 1993.
ERGİN, Muharrem, Orhun Abideleri, İstanbul 1980.
GOLDEN, P. B., “Rusya’nın Orman Kuşağı Halkları”, Erken İç Asya Tarihi, der. Denis Sinor, İstanbul 2000.
KURAT, Akdes N., “Doğu Avrupa Türk Kavim ve Devletleri”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1992.
LITWIN, Henryk, “The Nations of the Polish-Lithvanian Commonwealth: Controversial Questions”, Acta Poloniae Historica, sayı 79, 1998.
MAJDA, Tadeusz, “Polonya’da Türk Kültürü ve Sanatının Kabulü”, Osmanlı, yay. K. ÇİÇEK-G. EREN, c. 9, Ankara 1999.
MI1UNOVI0, Ljubo, Savremeni Re2nik Stranih Re2i, Belgrad 1988.
MİKAİL BAŞTU İBN ŞAMS TEBİR, Şan Kızı Destanı, çev. Avidan Aydın, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1991.
MUSTAFAEV, E. M. -ŞERBİNİN, V. G., Büyük Rusça-Türkçe Sözlük, İstanbul 1996.
PELLIOT, Paul, Uygur Yazısıyla Yazılmış Oğuz Han Destanı Üzerine, çev. Vedat Köken, Ankara 1995.
ŞİPOVA, Elizaveta N., Slovar’ tyurkizmov v russkom yazıke, Alma-Ata 1976.
yKALJI0, Abdulah, Turcizmi u srpskohrvatskom-hrvatskosrpskom jeziku, Sarajevo 1973.
JAWORSKA, Teresa, Stownik angielsko-polski i polsko-angielski, Warsaw 2000.
THEOPHANES, The Cronicle of Theophanes the Confessor, yay. Cyril Mango ve Roger Scott, New York 1997.
VERNADSKY, George, A History of Russia, C. 1: Ancient Russia, New Haven 1946.
ZEKİEV, Mirfatih, Törki-Tatar Etnogenezi, Kazan-Moskova 1998.
Dostları ilə paylaş: |