Ya’nî kısaca kul mes’uldür, şeriat, tarikat ve marifet mertebelerinde kul vardır. Hakikat mertebesinde fani/yoktur.
Âyet-i kerîmede de belirtildiği üzere “Allah yaptığından mes’ul değildir, ancak siz yaptıklarınızdan mes’ulsünüz” (21/23) denilmesi kulun kimliğinin kabûl edilmesidir. İşte, gerçi tam olarak kimse ne olduğunu bilmese de kişi, eksi isimler bizim a’yân-ı sâbitemizde daha fazlaydı diyebilir, ancak Cenâb-ı Hakk adâletsizlik yapmaz ya’nî kazâ hükmünde eksiklik veyâ fazlalık olmaz. Esmâ-i ilâhiyyenin birinin eksikliği olabilir, ama benzer bir başka esmâ-i ilâhiyyeden fazlalık da vardır. Burçlar denilen sistem gereği, her burcun bir diğerine göre eksi yönleri, ve artı yönleri vardır. Hepsi bir olsa adâletsizlik olurdu. Bir diğerlerine göre eksilerin ve artıların olması, işte bir şekilde hepsinde adâletin olması demektir.
Kazâ programına göre bizim sorumluluklarımız vardır, ve cennetteki veyâ cehennemdeki yerimizi de burası ayarlamakta ve hükme getirmektedir. Son âna kadar ya’nî rûh boğaza gelinceye kadar îmân yolu açıktır. Rûh boğaza geldikten sonra, artık öteki âlem kendisine açılmaktadır, işte bu nedenle de bizden görerek îmân değil, gaybî îmân istenmektedir. Ömrümüzün sonuna kadar bizler için istiğfar etme imkânı vardır. Bu nedenle de bu zamânı kaçırmamak gerekmektedir. İşte bunların hepsi bize bildirilmiştir ve hiçbir şekilde kimsenin bu âlemde bir mâzereti yoktur.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, kişi de Mudill ismi fazla olabilir ve kişi bunun gereği olarak, yaşantısını sürdürüyor olabilir, ancak Cenâb-ı Hakk örneğin, Kudret’inden ona biraz daha vermiş olabilir ki, bu Kudret kullanılarak o Mudill’in gücü eksiltilebilir. Bunun sonrasında seçimlerini yapmak sûretiyle de Hâdî ismini arttırabilir.
Bizde Kahhar esmâsı da vardır, ama Kahhar esmâsını başkasına zarar verecek şekilde değil de, müdâfaada kullanırız. Eğer Cenâb-ı Hakk bize Kahhar ismini vermese, ve hep Latîf ismini verse bu durumda kendimizi koruyamayız. Bizler aslında Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i ilâhiyyesini korumaktayız.
İşte İblîs’in olması da bunun içindir, bizlerin Mudill’iği tadması içindir, eğer içimizde Mudill olmaz ise ne ile savaş edeceğiz. Mudill olmaz ise kişi melek olur ki, melekler için de cennet yoktur.
İşte bizim cennet veyâ cehennemdeki durumumuzu belirleyen, muâllâk kazâdaki bölümlerdir ki, bizler sürekli çalışmak sûretiyle ve yirmi dört saatlik bölümler hâlinde, bunun tatbîkatını yapmak sûreti ile muâllâğı mutlak’a çevirmekteyiz.
Şöyle de düşünebilir; diyelim ki elimizde altmış metrelik bir halı olsun ve her metresi bir sene olsun, işte bizler o halının gergi ipleri üzerinde yatıyoruz ve o halıyı sürekli dokuyoruz, (ressamın resimlerinin içini doldurduğu gibi)biz onu dokudukça, dokuduklarımız arkada kalarak kesinleşmekte, ya’nî mutlak olmaktadır, önümüzdeki kalan hayat vaktimiz de dokuyacağımız geriye kalan halı olmaktadır.
Cenâb-ı Hakk aklımızı yerinde tutsun, dünyâda yaşıyor iken en fazla olarak dünyâyı değerlendirenlerden eylesin, inşallah. Bizden evvelkiler çok güzel değerlendirmişlerdir, inşallah bizler de öyle oluruz. Bu işleri idrâk etmemiz Cenâb-ı Hakk’ın bize en büyük lütfudur. Kadr Sûresinde Cenâb-ı Hakk bundan bahsederek “O gece nasıl bir gecedir, “derk” sen idrâk ettin mi?” buyurmaktadır. İşte işin aslı sadece bir şeyi ezbere bilmek değil idrak ederek ne bildiğini de bilmektir.
“İşte bu hâl de gecedir ve gecede, hakikat/fenâfillâhtır,” ve bu mertebede her şey merkezindedir.
Ya’nî kısaca kul mes’uldür, şeriat, tarikat ve marifet mertebelerinde kul vardır ve merkez çoktur. Hakikat mertebesinde kul fani/yoktur. Ve sadece bu mertebe itibariyle her şey merkezindedir.
Ahadiyyetteki feyz-i akdes, bir halin sayısal çokluğunu değil de faziletli yüksekliğini belirtmektedir. Bir şey çok olabilir ancak fazileti olmayabilir. İşte bu feyzin aktarılması hali de feyz-i mukaddes olmaktadır. Ahadiyyetteki feyz-i akdes “lâ-taayyün”dür, feyz-i mukaddes ya’nî vahidiyyet mertebesi “taayyünü evvel” ya’nî “birinci taayyün”, esmâ ise “taayyünü sânî” ya’nî “ikinci taayyün”dür. Ef’âl âlemi ya’nî içinde bulunduğumuz âlem “üçüncü taayyün” dür.
Feyz-i akdes zât-ı mutlaktır, feyz-i mukaddes ise hakîkat-i muhammediy-ye’dir çünkü oraya akmaktadır. Ki bu da ulûhiyyetin tam karşılığı kopyası olan ya’nî sûreti olanıdır. Ancak sûret açıldığı zaman orada ilâhî tasdîk ile “aslının aynıdır” denilmektedir.
Bunların hepsi ef’âl âleminde de vardır ancak biri birine perde olmaktadır. Eğer o perdelilik olmasa o makâm bu sefer ortaya çıkmaz ve onun tanımı ve ifâdesi olmazdı. Yoksa ef’âl âleminde ahadiyyet âlemi olmamış olsa ef’âl âlemi zâten olmaz, ya’nî ortaya çıkamazdı ve hiçbir şey zuhura çıkıp kendi kimlikleri üzere ayrı ayrı yaşayamazlardı. .
------------------------
Rabbımıza şükrederizki bu dosyamızı da, oldukça uzun bir çalışmadan sonra verdiği güç ve kuvvetle sona erdirmiş bulunuyoruz, okuyan kadeşle-rimize ve evlâtrımıza Cenâb-ı Hakk’tan başarılar idrak ve anlayışlar vermesini niyaz ederim.
Allah hakk söyler Hakk’ı söyler.
Gayret bizden muvaffakiyet Hakk’tan dır.
Terzi Baba Necdet Ardıç. (04/07/2014) Cuma saat 23
------------------------
Dostları ilə paylaş: |