Dünya gericiliğinin devrimci mücadele odaklarını etkisizleştirmek için stratejik bir perspektif ve geniş çaplı bir plan çerçevesinde izlediği saldırı çizgisi, dünya devrimci hareketinin uluslararası ilişkilerindeki zayıflık nedeniyle, hedeflenen sonuçlara daha kolay ulaşabiliyor. Bugün bu ilişkiler henüz çok sınırlıdır ve Latin Amerika örneğinde görüldüğü gibi henüz daha çok bölgesel düzeydedir ve kurumsallaşmış da değildir.
Oysa devrimci parti ve örgütler arasında enternasyonal ilişkiler ve devrimci enternasyonal dayanışma bugün her zamankinden daha önemli, acil ve yaşamsaldır. Birleştirici(114)bir odağın olmadığı bugünkü koşullarda, bu alanda mesafe almak, ancak her devrimci parti ve örgütün bu tür ilişkiler için kendi cephesinden geniş bir inisiyatif ve çaba göstermesiyle olanaklıdır.
Orta Asya’ya dair hayallerden Ön Asya’nın katı gerçeklerine
Türk burjuvazisi devrimci gelişmeye karşı topyekûn saldırısını ‘80’lerin sonunda değil daha başında, 12 Eylül darbesiyle başlattı. Devrimci örgütlü harekete tahribatı ölçülemez bir darbe vurmayı başarmakla birlikte, yığınların devrimci mücadelesini besleyen hiçbir temel sorunu çözemedi. ‘80’li yılların sonuna gelindiğinde sermaye düzeni, kendi kronikleşmiş çözümsüz sorunlarının yanı sıra, sürekli güçlenen bir Kürt özgürlük hareketi ve politik bir kimlik kazanmayı henüz başaramamış olsa da yaygın bir işçi hareketi ile yüzyüzeydi.
Doğu Avrupa’daki gelişmelerin dünya gericiliğinin ideolojik saldırı cephanesine kattığı tüm olanaklardan Türk burjuvazisi de kendi payına en iyi biçimde yararlanmaya çalıştı. Ne var ki, bu çaba kitle hareketinin kapsamını, hızını ve etkisini bir ölçüde sınırlasa da, varlığını ve gelişme eğilimini ortadan kaldıramadı.
Körfez Savaşı'nın Ortadoğu’nun yerleşik statükosunda yarattığı sarsıntının yanı sıra Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın dağılışının ortaya çıkardığı yeni “Türk-İslam dünyası”, Türk burjuvazisinin emperyalist heveslerini görülmemiş düzeyde kamçıladı. Burjuvazi bunu ülke içinde bir ideolojik saldırıya çevirdi. Yığınlara kendini “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türklük dünyası”nın lideri olarak sundu. İlginç olan, “emperyalist Türkiye” tahlilleri modası ile bu propagandaya devrimci olmak iddiasındaki bazı sol çevrelerden(115)verilen objektif destekti.
Komünistler bu modanın ölçüyü kaçırdığı bir evrede devrimci hareketi uyardılar. Görüntü ve Gerçek başlıklı bir başyazıda, Türk burjuvazisinin bu çabası, “Dikkatleri iç sorunlardan dış sorunlara, Türkiye katı gerçeklerinden Orta Asya’ya ilişkin hayallere” kaydırmak, “iç sorunları geniş uluslararası olanaklarla çözmek fırsatı doğduğu havası” yaratmak olarak nitelendi ve devrimcilere şu çağrı yapıldı: “Bu durumda devrimcilerin görevi, ‘Emperyalist Türkiye’ üzerinde sözde teorik açılımlarla burjuvazinin tüm propaganda olanaklarıyla özel bir çaba göstererek şişirdiği balona hava üflemek değil, onun gerçek çapını, tarihsel güçsüzlüğünü, güncel açmazlarını, çaresizliğini yığınlar nezdinde açığa çıkarmak olmalıdır. Dikkatleri dış sorunlardan iç sorunlara, Orta Asya’ya dair hayallerden Ön Asya’nın katı gerçeklerine çekmek olmalıdır.” (Solda Tasfiyeciliğin Yeni Dönemi içinde, s. 134-135, Eksen Yay.)
Bugün, dünkü “emperyalist Türkiye” modasının izleyicileri de içinde, artık herkes Türk burjuvazisinin dış politika çizgisinin Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve Orta Asya’da uğradığı utanç verici hezimeti tartışıp yazıyor. Ne var ki bu, bugün artık devletin bile en yetkili ağızlardan itiraf etmek zorunda kaldığı çıplak bir gerçek halini almıştır.
Yeni bir yılın başında geride kalan yılı uluslararası gelişmeler yönünden değerlendirirken genel bir panaroma çizmek yerine, burada kendimizi önemli gördüğümüz bazı gelişmelerin ele alınmasıyla sınırlayacağız.
Fransa’daki işçi hareketi dalgasının anlamı
Sınıf mücadelesi bakışaçısından ele alındığında bu gelişmelerin en önemlisi, hiç kuşkusuz Fransız işçilerinin yılın son iki ayı içinde patlak veren büyük kitlesel hareketliliğidir. Hareket Fransız işçi sınıfının yalnızca kamu sektöründeki kesimine (üstelik bunun da bir bölümüne) dayandığı halde, Fransa’da büyük bir sarsıntı yaratmış, bu Avrupa’yı ve(117)dünyayı da etkilemiştir. Bu hareket “Yeni Dünya Düzeni”ne son yıllarda metropollerden vurulan en önemli darbe olmuştur.
Kuşkusuz bu henüz bir başlangıçtır. Yılların, onyılların durgunluğundan bir ilk çıkıştır. Ve zaten onun asıl önemi, anlamı ve mesajı da buradadır. Dolayısıyla Fransız işçilerinin büyük eylem fırtınasını kendi sınırları içinde değerlendirmek büyük bir yanılgıdır. Asıl önemli olan, onun haber verdiği ve başlangıcını oluşturduğu yeni dönemdir.
Dünya kapitalizmi yirmi yılı aşkın bir süredir genel bir durgunlukta ifadesini bulan bir bunalımı yaşamaktadır. Bu bunalımın ağır sonuçları, belirli mekanizmalarla ve sürekli olarak, büyük ölçüde kapitalist metropollerden geri ve bağımlı ülkelere aktarıldı. Bunun yanı sıra, bu bunalımın faturası aynı yıllar boyunca enflasyon, işsizlik, ücretlerde düşme, yaşam koşullarında kötüleşme, sosyal haklarda budama yoluyla, bizzat metropollerde de işçi sınıfına ve emekçilere ödetildi.
‘90’lı yıllara dönülürken bu politikaya yeni bir ivme kazandırıldı. Bunu kolaylaştıran ve hızlandıran temel etkenlerden biri, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki gelişmelerdi. Emperyalist burjuvazi bu gelişmeleri sosyalizmin, devrimlerin ve devrimci sınıf mücadelelerinin sonu ilan etti. Bu gerici propaganda saldırısıyla işçi sınıfı ve emekçiler demoralize edilmeye ve sermaye hükümranlığı karşısında bir çaresizlik duygusuna itilmeye çalışıldı. Ve dikkate değerdir; emperyalist metropollerde işçi sınıfının onyılların mücadelesiyle kazandığı ekonomik, sosyal ve siyasal kazanımlara saldırı, tam da bu dönemde, dünya ölçüsünde gündeme geldi. Sosyalizmin bir alternatif basınç oluşturduğu koşullarda emperyalist burjuvazinin el uzatmaya cesaret edemediği (bunu uygun da bulmadığı) kazanımlar, tam da bu dönemde gündeme getirilen çeşitli “reform planları” ile genel bir saldırıya konu edildi. İşçi sınıfının 20. yüzyıl içinde dünya(118)ölçüsündeki devrimci sınıf mücadelelerinin yan ürünü olarak “reformlar” biçiminde elde ettiği kazanımların, devrimlerin ve sınıf mücadelelerinin artık son bulduğunun iddia edildiği bir evrede uluslararası sermaye tarafından peşpeşe gündeme getirilen “reformlar”la gaspedilmek istenmesi, işçi sınıfıyla adeta bir tarihsel alay ediş oldu.