Burada NATO’nun devre dışı bırakılması, bazı öfkeli Avrupalı yorumcular tarafından NATO’nun çöküşü olarak sunuldu. Gerçekte ise devre dışı bırakılan NATO’dan çok Avrupalı emperyalistlerdi. Nitekim ABD emperyalizminin medyadaki sözcüleri bununla açıkça övündüler de. Bunu Bush yönetimi ile birlikte gündeme gelen “tek taraflı dış politika”nın açık bir başarısı saydılar. Başta lider Almanya olmak üzere Avrupalı emperyalist devletlerin her birinin kendine özgü çıkarlar çerçevesinde ABD’nin kapısında kuyruğa girmeleri, hiç değilse “barış gücü” olarak Afganistan işgalinde yer almak için ABD’nin desteğini sağlamaya çalışmaları, temel uluslararası politika sorunları söz konusu olduğunda, AB’nin herhangi bir ortak politika geliştirme ve uygulama yeteneğinden yoksun olduğunun da bir göstergesi oldu. Bunu da ABD emperyalizminin Avrupalı emperyalist birlik üze(364)rinde önemli bir taktik başarısı saymak gerekir. AB’nin kendi içinde sağlam ve ABD’ye rağmen uluslararası politika sorunlarına müdahale edebilecek yetenekte bir irade birliğinin ortaya çıkışını engellemenin ABD stratejisinin bir başka temel unsuru olduğu düşünüldüğünde, bu başarının anlamı çok daha iyi anlaşılır.
Bu açık gerçeğe rağmen Alman emperyalizminin 11 Eylül sonrası gelişmelerden yararlanarak uluslararası politikada stratejik önemde bir çıkış yaptığı da burada vurgulanmalıdır. Almanya II. Dünya Savaşı’ndan beri ilk kez olarak Avrupa dışında bir bölgeye ve NATO’nun sınırları ötesine askeri birlikler gönderme yoluna gitti. Bu kararı parlamentodan çıkarmak için bir hükümet bunalımı riskini bile göze alan Alman emperyalizminin böyle bir ilk adımla ne türden bir stratejik avantaj elde ettiğini kestirmek güç değildir. Buna, benzer konumda olan Japonya’nın ilk kez olarak kendi ulusal kara sularının çok uzağına, Hint Okyanusu’na savaş gemisi gönderme adımını da bu vesile ile ekleyebiliriz.
SY Kızıl Bayrak (Sayı: 2002/03, 19 Ocak 2002)(365)
Dünya ölçüsünde sınıf mücadeleleri güç kazanıyor. Geride kalan yılın somut veriler üzerinden kendini gösteren temel gerçeklerinden biri de bu oldu. Bu olgu sistemin çelişmelerinin keskinleşmesiyle uyumlu bir gelişmenin ifadesidir. Ekonomik kriz ve ağırlaştırdığı sosyal sorunlar, kesintisiz olarak süren neo-liberal saldırıların yolaçtığı sosyal yıkım, emperyalizmin küreselleşme saldırısının çok yönlü yıkıcı sonuçları, siyasal gericilik, militarizm, saldırganlık ve nihayet savaş -tüm bunlar, dünya ölçüsünde işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar için yaşam koşullarını günden güne ağırlaştırmakla kalmıyor, kaçınılmaz bir biçimde onları çok yönlü sosyal-siyasal mücadelelere de yöneltiyor.(366)
Bu mücadeleler, dünyanın dört bir yanında, en gelişmiş ülkelerden en gerisine kadar, şu veya bu düzeyde, şu veya bu biçim altında kendini göstermektedir. Geride kalan yılın sınıf ve kitle hareketleri ile halk direnişleri tablosu, bunun böyle olduğunu bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Bu mücadeleler tablosu bu değerlendirmeler dizisinin ilkinde şöyle özetlemişti:
“Dünyanın dört bir yanında işçiler, emekçiler, ezilen halklar, sonu gelmeyen saldırılara karşı gündelik mücadeleler halinde sürekli bir direniş içindedirler. Hemen her yerde grevler, gösteriler, Arjantin ve Yunanistan örneklerinde olduğu gibi zaman zaman genel grevler, çok değişik biçimleriyle halk direnişleri, Filistin örneğinde olduğu gibi soluklu ve tüm vahşete rağmen kırılamayan bir intifada, Arjantin ve Ekvator örneklerinde görüldüğü gibi zaman zaman halk isyanlarına varan geniş çaplı halk hareketleri yaşanmaktadır. Bunu, yıl içerisinde sırasıyla İsviçre/Davos’ta, Kanada’da, İsveç/Göteborg’da, İspanya/Barselona’da, İtalya/Cenova’da, Katar’daki DTÖ zirvesine karşı dünyanın birçok ülkesinde ve son olarak da Belçika/Brüksel’de olmak üzere, zaman zaman yüzbinlerce kişinin katıldığı, geniş çaplı emperyalist küreselleşme karşıtı gösteriler tamamlamaktadır. Tüm bunlara, 11 Eylül sonrasında başta Batılı emperyalist metropoller olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde gerçekleşen savaş karşıtı kitlesel gösterileri de eklemeliyiz. Bu geniş çaplı ve çok yönlü kitle mücadeleleri tablosu, azgınlaşan burjuva gericiliği karşısında meydanın hiç de boş olmadığını, dünya ölçüsünde sınıf mücadelelerinin gitgide güçlenmekte olduğunu göstermektedir.”
Buradaki gitgide güçleniyor vurgusu boşuna değildir; bu açıkça önceki yıllardan gelen bir birikime ve eğilime işaret etmek içindir. Sosyal sorunların ağırlaşması, sosyal kutuplaşmanın derinleşmesi, sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi ve(367)tüm bunların birleşik bir ürünü olarak sınıf mücadelelerinin süreç içerisinde güç kazanması, son yılların en dikkate değer olgusudur.
Sınıflar mücadelesindeki bu genel gelişmenin önemini tam olarak değerlendirebilmek için, burjuva gericiliğinin ‘89 çöküşünün ardından estirdiği gerici rüzgarı, bu doğrultuda kullandığı gerici propaganda argümanlarını hatırlamak gerekir. O günlerde “batı demokrasisi” ve “piyasa ekonomisi” kavramlarıyla kodlanarak kapitalizm yüceltiliyor, ebediliği kanıtlanmış bir sistem ilan ediliyor, insanlığın refahının ve sorunlarının çözümünün biricik olanaklı zemini olarak gösteriliyordu. Gerçekte ne olduğunu bir kez daha görmek içinse aradan geçen üç-beş yıl yetti. Sınırlamalardan ve dengeleyici etkenlerden kurtulmuş “piyasa ekonomisi” insanlığın ezici çoğunluğunun üstüne bir kabus gibi çöktü. Emperyalizmin küreselleşme saldırısı, sınıflar, ülkeler ve bölgeler arasındaki eşitsizlikleri tarihte eşi görülmemiş düzeylere çıkardı. Ülkeleri yıkıma, yüzmilyonlarca insanı açlığa, sefalete, sosyal ve kültürel yıkıma sürükledi. Aynı yıllar içinde buna meziyetleri o çok övülen “batı demokrasisi”nin yerini adım adım siyasal gericiliğe ve polis devletine, ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına, militarizme ve savaşa bırakması eşlik etti. (Bu alandaki en kapsamlı gelişmeler geride bıraktığımız yılın son bir kaç ayına sığdırıldı).