Hırka-i şerif, söz konusu caminin inşa edilmesinden Osmanlı devrinin sonuna kadar ramazan aylarının on beşinden are-fe gününe kadar halkın ziyaretine açılmış, her ne kadar devlet ricali ve ileri gelen ulemâ tarafından, aynı gün Tbpkapı Sarayı'ndaki Mukaddes Emanetler Dai-resi'nde bulunan ve padişah-halife eliyle açılan hırka-i saadeti müteakip ziyaret edilmişse de hırka-i şerif ziyareti hırka-i saadet ziyareti gibi devlet protokolünde yer almamıştır.
Hırka-i şerif ziyareti öğle namazının ardından başlamakta ve ikindi cemaatinin ziyareti bitirmesiyle akşam ezanından önce son bulmakta, ayrıca Kadir geceleri teravih namazından sabah namazına kadar devam etmektedir. XVIII. yüzyılda temelleri atılan ve herhalde caminin açılışı ile kesin kurallara bağlanan bu gelenek Cumhuriyet döneminde de devam etmiş, sadece Osmanlı devrinde ramazanın üçüncü haftasının erkeklere, son haftasının kadınlara tahsis edilmesi usulü kaldırılmıştır. İstanbul nüfusunun artması, ayrıca ulaşımın gelişmesi sonucunda İs-
tanbul dışından da çok sayıda ziyaretçinin akın etmesi üzerine yakın bir tarihte ziyaretler ramazanın bütününe yayılmış, buna rağmen özellikle Kadir gecelerinde büyük bir izdihamın yaşanması yine önlenememiştir.
BİBLİYOGRAFYA :
Ayvansarâyî, Hadîkatü'l-ceuâmi', I, 52; Konyalı. İstanbul Âbideleri, s. 48-49; Semavi Eyice. İstanbul, Petit guide â travers les monuments byzantins et turcs, İstanbul 1955, s. 83; a.mlf.. "İstanbul Minareleri", Türk Sanatı Tarihi Araş-ttrma ve İncelemeleri, İstanbul 1963,1, 31-132; İbnülemin, Son Hattatlar, s. 286-288; Şeyh Ce-malullah, Vfemen İllerinde Veysel Karanı, İstanbul 1960;Tahsin Öz, İstanbul Camileri, Ankara 1962, 1, 71; H. Rahmi Şenses. Hazreti Veysel Karanı, İstanbul 1963; G. Goodwin. A History ofOttoman Architecture, London 1971, s. 423; Haşim Köprülü [Üveysî], Hırka-İ Şerif ue Veysel Karanı, İstanbul 1975; Ahmet Yaşar Ocak, Vey-sei Karanı ue Üueysîlik, İstanbul 1982, s. 66-67, 84-88; Oktay Aslanapa, Osmanlı Devri Mimarîsi, İstanbul 1986, s. 440-442; Abidin Sönmez, Veysel Karanı ue Hırka-i Şerif, İstanbul 1987, s. 136-141; Semra ögel, "İstanbul'da 19. Yüzyılın Sekizgen Camileri", Sanat Tarihinde Doğudan Batıya: Unsal Yücel Anısına Sempozyum Bildirileri, İstanbul 1989, s. 65-66; Fâtih Camileri ue Diğer Târihî Eserler(haz. Fatih Müftülüğü], İstanbul 1991, s. 125-127; M. Baha Tanman, "Osmanlı Dönemi Eserleri", Fotoğraflarla Fatih Anıtları, İstanbul 1991, s. 117-118; a.mlf., "Hırka-i Şerif Camii", DBlst.A, IV (1994), s. 68-69; Kasım Kufralı, "Hırka-i Şerif, İA, V/l, s. 450-452;"Hırka-i Şerif Camii", İstanbul Kültür ue Sanat Ansiklopedisi, İstanbul 1984, IV, 1911-1912 |Bu maddenin hat sanatıyla ilgili bölümleri M. Uğur DERMAN tarafından yazılmıştır!. JT1
M. Baha Tanman
r
HIRRÎT b. RÂŞİD
~l
ı_
el-Hırrît b. Râşid et-Temîmî en-Nâcî (ö. 38/658)
Sahâbî.
J
Benî Naciye adıyla meşhur Benî Abdül-beyt b. Haris b. Sâme b. Lüey kabilesinin reisidir. Benî Seleme b. Lüey heyetiyle birlikte Mekke-Medine arasındaki bir yerde bulunduğu sırada Hz. Peygamber'in huzuruna çıkarak İslâmiyet'i kabul etti. Kabilesi Benî Naciye'nin başında irtidad savaşlarına katıldı. Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra çıkan karışıklıklar esnasında 300 adamıyla birlikte Hz. Ali tarafına geçti; Cemel ve Sıffîn savaşlarıyla Neh-revan Vak'asf nda onun maiyetinde bulundu. Hakem Vak'ası'nın ardından Hz. Ali ile beraber Kûfe'ye gitti. Ancak daha sonra, hilâfet meselesinin hakemlere havale edilmesine razı olarak zaaf gösterdiği ve zalimlerden medet umduğunu ileri
sürdüğü Hz. Ali'ye itaat etmeyeceğini, arkasında namaz kılmayacağını ifade ederek adamlarıyla birlikte Kûfe'den ayrıldı. Bunun üzerine Zİyâd b. Hasafe el-Bekrî, Hz. Ali'ye Hırrît ve adamlarının fitneye sebep olabileceklerini söyleyerek takip edilip geri getirilmesini önerdi. Hz. Ali de Zi-yâd'dan, kendi kabilesi Bekir b. Vâil'den bir grupla onları takip edip geri getirmesini istedi. Cercerâyâ mevkiinde Hırrît'e yetişen Ziyâd, ona Hz. Ali'yi terketmesi-nin doğru olmadığını anlatmaya çalıştıysa da başarılı olamadı ve sonunda aralarında bir çatışma meydana geldi. Hırrît ve adamları karanlığın basmasından istifade ederek Ahvaz'a doğru kaçtılar. Ziyâd da kuvvetleriyle birlikte Basra'ya döndü.
Hırrît'le ilgili haberler Kûfe'ye ulaşınca Ma'kıl b. Kays er-Riyâhî Hz. Ali'ye, az sayıda bir kuvvetle onları yakalayıp getirmenin imkânsız olduğunu, daha kalabalık bir kuvvet hazırlamak gerektiğini söyledi. Hz. Ali de Kûfeliler'den 2000 kişilik bir kuvveti Ma'kıl'in kumandasında Hırrît üzerine gönderdi. Basra'dan yola çıkan Hâlid b. Ma'dân et-Tâî de takviye birlikleriyle Ma'kıl'e katıldı. Ahvaz'da bulunduğu sırada ayak takımını ve devlete vergi ödemek İstemeyen birçok kimseyi kendi safına çekmeyi başaran Hırrît, Râmhür-müz dağlarında kıstırılıp kısa sürede bozguna uğratılmasına rağmen bir kısım adamlarıyla Basra körfezi sahillerine kaçmayı başardı ve burada halkı Hz. Ali aleyhine kışkırtmaya devam etti. Hz. Ali'ye düşmanlığı sebebiyle her fırsattan faydalandığı anlaşılan Hırrît, birbirine muhalif olan gruplardan Hâricîler'i, Hz. Osman'ın kanını dava edenleri, zekât vermek istemeyenleri, mürtedleri ve bu bölgede yaşayan bazı hırîstiyanlan kendi saflarına çekti. Bunun üzerine Ma'kıl Hırrît'e karşı harekete geçti. Yapılan savaşta Hırrît, Nu'mân b. Suhbân er-Râsibî tarafından öldürüldü. Onunla beraber 170 taraftan da hayatını kaybetti (38/658).
BİBLİYOGRAFYA :
Taberî, Târih (de Goeje). 1,3418-3441; Zübey-rî, Nesebü Kureyş, s. 440; Mes'ûdî, Mürûcü 'z-ze-heb (Abdülhamîd}, II, 408; İbn Abdülber, el'ls-tfâb, I, 455-456; İbnü'l-Esîr. el-Kâmil, II, 373; III, 102,241, 364-369; a.mlf., Ösdü 7-gJbe< Ben-nâ): II, 128-129; İbn Ebü'l-Hadîd, Şerhu Nehci'1-belâğa^şT. M. Ebü'1-Fazl). Kahire 1965,111,128-151; Nüveyrî, Iİihâyetü'1-ereb, XX, 182-190; İbn Hacer. el-İsabe (Bicâvî), II, 273-274; Ziriklî, el-A'lâm, II, 348; Ömer Rızâ Kehhâle, Mu'cemü kabâ'ili'I-'Arab, Beyrut 1388/1968, İH, 1166; Ch. Pellafal-Ehırrltb. Raahid", £/2(îng-l. V, 19-20. m
İRİ Ethem Ruhi Fığlalı
382
HIRS
r
HIRS
~l
Bîr amaca ulaşma hususunda
kişinin bütün benliğini saran
istek ve tutku anlamında
ahlâk terimi.
L J
Sözlükte "bir şeyi şiddetle arzu etme, ona aşın derecede tutkun olma, şiddetli ve sonu gelmeyen istek, taşkın arzu, aç gözlülük" gibi anlamlara gelen (Cevheri, eş-Şıhâh, "hrş" md.; Lisânü'l-'Arab, "hrş" md.) bir masdar-isim olan hırs İslâmî literatürde genellikle mal, mevki, şöhret, ilim gibi maddî veya manevî imkânları elde etme yahut daha genel olarak belli bir amacı gerçekleştirme hususunda kişinin bütün benliğini saran tutkular için kullanılır; sadece mal tutkusu için kullanıldığı da görülür. Cürcânî'nin, "elde edilmesi yönünde yoğun çaba göstererek bir şeyi isteme" şeklindeki tarifinden de anlaşılacağı üzere (et-Ta*fîfât, "hırs" md.) istenilen şeyin meşru veya gayri meşru oluşuna göre hırsın ahlâkî değeri değişir. Bununla birlikte yalın olarak kullanıldığında genellikle kötü huyu ifade eder. Nitekim Feyyûmrnin "mezmum bir rağbet" şeklindeki açıklaması da bunu göstermektedir (et-Mişbâhu'l-münir, "hrş"md.). İbn Hazm'a göre haset duygusundan tamahkârlık, tamahkârlıktan da hırs doğar. Buna göre hırs, nefiste yerleşmiş olan tamahkârlığın dışa yansıması halidir {el-Afclâk: ve's-siyer, s. 59). Fahreddin er-Râ-zî, geniş ölçüde Gazzâlî'nin îhyâyü "tılû-mi'd-dın'deki açıklamalarından faydalanıp incelediği mal tutkusu zaafının, hırs ve cimrilik şeklinde iki huyun birleşmesinden meydana geldiğini belirterek hırsın mal kazanma ve biriktirmeyle, cimriliğin ise koruma ve saklamayla ilgili olduğunu belirtir [Kitâbü'n-Nefs ve'r-rûh, s. 113 vd). Aynı anlamda İhtiras kelimesi de kullanılır; böyle bir huya sahip olan kişiye harîs veya muhteris denir. Hadislerde ve ahlâk kitaplarında hırs ve ihtirasa yakın bir anlamda tûl-İ emel de kullanılmaktadır (bk. EMEL).
Kur'ân-ı Kerîm'de hırs kelimesi geçmez. Bir âyette (et-Tevbe 9/128), Hz. Pey-gamber'in ümmetine olan sevgisi ve düşkünlüğü haris kelimesiyle ifade edilmiştir. Ayrıca iki âyette (Yûsuf 12/103; en-Nahl 16/37), yine Resûl-i Ekrem'in insanların iman edip hidâyete ermeleri hususundaki şiddetli arzusu, bir âyette (en-
Nisa 4/129), birden fazla kadınla evli olan erkeklerin bunlar arasında adaletli davranma istekleri, diğer bir âyette de (el-Bakara 2/96) yahudilerin dünya hayatına olan aşırı düşkünlükleri hırs kökünden gelen kelimelerle anlatılmıştır.
Hadislerde hırsın yöneldiği amaca göre anlamının değiştiği görülür. Meselâ bazı hadislerde yöneticilik ihtirası taşıyanlar yerilir {Müsned, II, 148; Buhârî, "Ahkâm", 7; Müslim, "İmâre", 14). "İnsanoğlu yaşlansa da onda iki şey, hırs ve haset hep genç kalır" mealindeki hadiste (Müsned, nı, 115,119, 169) haset gibi hırs da aşağılayıcı bir anlamda kullanılmıştır. Buna karşılık hayır yapma arzusunu hırs kelimesiyle ifade edip öven hadisler de vardır (meselâ bk. Buhârî, "Vekâlet", 10; Müslim, "Kader", 34; İbn Mâce, "Mukaddime", 10). Hatta iyilik peşinde koşan bir kişiye Hz. Peygamber, "Allah hırsını artırsın" diye dua etmiştir (Müsned, V, 39; Buhârî, "Ezan", 114; Ebû Dâvûd,"Şalât", 100).
Ahlâk ve tasavvuf kitaplarında hırs kelimesi, zühd ve kanaatin zıddı olarak daha çok para ve mal düşkünlüğünü ifade etmek üzere kullanılmış; dinî, ahlâkî ve psikolojik zararları üzerinde durulmuş; kaderci bir yaklaşımla herhangi bir şeyi şiddetle arzu etmenin o konudaki ilâhî takdiri etkilemeyeceği belirtilmiştir. Özellikle, "İnsanoğlunun iki vadi dolusu altını olsa mutlaka bir üçüncüsünü ister; onun gözünü ancak toprak doyurur; tövbe edenlerin tövbesini Allah kabul eder" mealindeki hadis (Buhârî, "Rikâk", 10; Müslim, "Zekât", 116, 119; Tlrmizî, "Me-nâkıb", 32), insanın haris ve tamahkâr bir tabiata sahip olduğuna delil olarak gösterilmiş, bu duygunun dizginlenmesinin gerekliliği üzerinde ısrarla durulmuştur. Bilhassa tasavvuf literatüründe hırsın ahlâkî ve mânevi hayat üzerinde meydana getireceği tahribata ağırlık verildiği görülür. Gazzâlî İhytfü ^ulûmi'd-dîn'in hırs, tamahkârlık, başkalarının elindekine göz dikmeme ve kanaat konularını işlediği bölümünde (III, 237-243), insanın en çok bir aylık geçimiyle meşgul olmasını tavsiye ederek daha ilerisinin kaygısını taşımayı hırs saymakta, bu duygunun kişiyi kötü ahlâka ve yanlış tutumlara sevkedeceğini belirtmek suretiyle hırsın kişilik aşınmasına yol açtığına işaret etmekte ve bu duygunun yenilmesi için çareler önermektedir. Bu çareler içinde en dikkate değer olanı kanaati şeref,
hırsı da zillet bilmektir {İhyâ\ III, 242). Gazzâlî, şeytanın kalpleri etkileme vasıtalarından biri olarak gördüğü haset ve hırsın insanların gözlerini kör. gönüllerini duyarsız hale getireceğini belirtir ve bu düşüncesini, "Senin bir şeye olan aşın sevgin gözünü kör eder. kulağını da sa-ğırlaştırır" mealindeki hadisle delillen-dirir {Müsned, V, 94; VI. 450; Ebû Dâvûd. "Edeb", 116).
Mutasavvıfların dışında kalan âlimlerin hırs hakkındaki değerlendirmeleri daha ılımlıdır. Bu âlimler, konuya insanları zorunlu dünyevî faaliyetlerden soğutacak derecede olumsuz yaklaşan tutumun, "âlemin harap olması" şeklinde ifade ettikleri iktisadî gerileme ve çöküntüye yol açacağından kaygı duymuşlardır. Meselâ İbn Hibbân Ebû Hatim el-Büstî, hırsı cimrilikten kaynaklanan ve insanı sürekli huzursuz eden bir manevî yoksulluk alâmeti olarak değerlendirmekle birlikte bu duyguyu büsbütün kötü saymaz; yererken de "ifrat" kavramıyla birlikte kullanmaya özen gösterir. İbn Sîrîn'in. "Eğer istediğin olmuyorsa olabilecek şeyleri iste" anlamındaki bir vecizesini aktararak insanın gerçekçi olması ve isteklerine bir sınır çekmesi gerektiğini, aksi halde kendisine eziyet etmiş olacağını belirten müellif, "Zenginlerin en zengini hırsına esir olmayandır" der; buna karşılık elde edilmesi mümkün görülen şeyleri istemeyi de "övgüye değer hırs" diye nitelendirir. Esasen ona göre, yüce Allah'ın beşer tabiatına hırs ve arzu duygularını aşılaması, kötülükler gibi iyiliklerin de yurdu olan dünyanın harap olmaması hikmetine dayanır. Eğer insanlar hırstan yoksun olarak yaratılmış olsaydı dünyanın düzeni bozulurdu. Şu halde kötü olan hırs değil hırsta ifrata kaçmaktır (Raozatü 'l-\ıka-iâ\ s. 129-132).
İbn Hibbân'ın bu görüşü, hırs yerine "geniş emel" tabiri kullanılarak biraz daha ayrıntılı ve felsefî bir üslûpla Mâverdî tarafından tekrar edilmiştir. Her ne kadar Mâverdî Edebü'd-dünyâ ve'd-dîn adlı eserinde (s. 222-224) kişinin bütün benliğini kaplayarak onu erdemlerden yoksun bırakacağını, ibadetlerden alıkoyacağını ve şüpheli işlere bulaştıracağını ifade ederek hırsı yermekteyse de yine aynı eserde (s. 135-147) dünya düzenini ve huzurunu sağlamanın vazgeçilmez altı ilkesinden birinin geniş boyutlu bir gelecek kaygısı ve projesi (geniş emel) olduğunu söyler (diğer ilkeler yaşanan din,
383
HIRS
otoriter yönetim, kapsamlı adalet, genel güvenlik ve yaygın refahtır). İbn Hibbân gibi Mâverdî de İnsanların ve nesillerin sadece kendi ihtiyaçlarıyla yetinip gelecek kaygısı taşımamaları, geleceğe ait projelerinin bulunmaması ve buna göre çalışmamaları halinde sonraki nesillere giderek harap olan bir dünya bırakmış olacaklarını, bu tehlikenin önlenebilmesi için Allah'ın insan oğlunu geleceği düşünüp tedbirli olma istidadında yarattığını, bu istidat sayesinde her neslin zorunlu ihtiyaçlarını karşılamada bir önceki neslin bıraktığı şeylerden yararlanırken kendisinden sonraki nesle de daha mükemmel şartlar bıraktığını belirtir; dünyanın ancak bu ilâhî kanuna uyulması sayesinde giderek daha çok gelişip mâmur olduğuna dikkat çeker. İbn Miskeveyh (Tehzl-bü'l-ahiâk, s. 49, 147) ve Râgıb el-İsfahâ-nî {ez-Zeıta ilâ mekârimi'ş-şerFa, s. 321 -322, 377) gibi âlimler de zühd kavramını dünya işlerini terketmek şeklinde anlayan sûfî eğilimi tenkit ederek böyle bir anlayışın ekonomik çöküntüye yol açacağını belirtmişlerdir.
Hiçbir İslâm âlimi ve düşünürü başkalarının malına, canına, mevkiine, namus ve şerefine zarar verici sonuçlar doğuran hırsı hoş karşılamamıştır. Nitekim bu anlamdaki hırsın ferdin dinî, ahlâkî ve psikolojik hayatına zarar vermekle kalmayıp sosyal hayatın düzenini bozduğu, toplumda barış, kardeşlik, adalet, eşitlik, özgürlük gibi yüce değerleri tahrip ettiği, dayanışma ve paylaşma ruhunu öldürdüğü, haksızlık ve zulümlere yol açtığı her dönemde görülmüştür. Yönetimin ehliyetsiz, kabiliyetsiz kişilerin ve çıkarcıların eline geçmesi; kumar, hırsızlık, dolandırıcılık, karaborsacılık gibi ahlâk ve hukuk kurallarına aykırı yollardan kazanç sağlanması gibi sosyal problemlerin temelinde de genellikle kontrol edilmeyen hırs duygulan yatmaktadır. Bundan dolayı başta Kur'an ve Sünnet olmak üzere İs-lâmî kaynaklar aşırı ferdî tutkuları dizgin-leyici ve düzenleyici bir ahlâk öğretisi ortaya koymuşlar; birçok çağdaş müslüman âlim ve düşünürü de bu ahlâkî öğretiyle bağdaştırmakta güçlük çektikleri Batı'-da gelişen aşın liberalizme kuşkuyla bakmışlardır. İslâm dünyasında kapitalizmin uzun süre gelişememesinin temelinde de bu sistemi İslâm'ın adaletçi, dayanışmacı ve paylaşmacı ahlâk zihniyetiyle bağdaştırma hususunda karşılaşılan güçlüklerin bulunduğu kabul edilmektedir.
BİBLİYOGRAFYA :
Cevherî. eş-$thâh, "hrş" md.; UsânQ'l-tArab,
"hrş" md.; Feyyûmî. et-Mişbâhu't-münîr, "hrş" md.; et-Ta'rîfât, "hırs" md.; VVensinck. el-Mu'-cem, "hrş" md.; M. F. Abdülbâkî, el-Mu'cem, "hrş" md.; Müsned, II, 148; III, 115, 119, 169; V, 39, 94; VI, 450; Buhârî. "Ezan", 114, "Ahkâm", 7, "Vekâlet", 10, "Rikak", 10; Müslim, "Zekât", 116, 119, "Kader", 34, "İmâre", 14; İbn Mâce, "Mukaddime", 10; Ebû Dâvûd, "Şa-lât", 100, "Edeb", 116; Tirmizî, "Menâkıb", 32; İbn Hibbân, Rauzatü'l-'ukalâ3 ve nûzhetü't-fu-zalâ* (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd v.dğr). Beyrut 1397/1977, s. 129-132; İbn Miskeveyh, Tehzîbü'l-ahlâk, s. 49, 147; Mâverdî, Edebü'd-dünyâ oe'd-dtn, Beyrut 1978, s. 135-147, 222-224; İbn Hazm, el-Ahlâk oe's-siyer, Beyrut 1405/ 1985, s. 59; Râgıb el-İsfahânî, ez-Zerfa İlâ me-kârimi'ş-şerFa (nşr. Ebii'l-Yezîd el-Acemî). Kahire 1405/1985, s. 321-322, 377; Gazzâlî. ibyâ', III, 237-243; Fahreddin er-Râzî. Kitâbü'n-Nefs ue'r-rûh (nşr M. Sagir Hasan el-Ma'sûmî), Tahran 1364 hş., s. 113-121; Nüveyrî, Nihâyetü'l-ereb, III, 376-378. m
İRİ Mustafa Çağrıcı
HIRSIZLIK
İnsanlık tarihi kadar uzun bir geçmişi olan hırsızlık suçunun ilk dönem toplumlarında nasıl karşılandığı ve cezalandırıldığı hakkında sağlam bilgiler bulunmamakla birlikte, hırsızlığın önceleri daha ferdî boyutta bir suç ve biraz da şahsî öç alma aracı bir eylem iken toplumsal yaşama geçilip mülkiyet düzeninin kurulmasından sonra kamu düzenini ihlâl eden bir suç sayılarak cezalandırılması cihetine gidildiği söylenebilir. Buna ilâve olarak hırsızlığın bütün toplumlarda suç olarak görüldüğü, fakat hangi tür eylemin hırsızlık sayılacağı ve ne tür bir müeyyide ile cezalandırılacağı hususunun toplumlara ve dönemlere göre değişiklik gösterdiği de belirtilmelidir.
Eski Çin ve Hint'ten Asurlular ve Hitit-ler'e kadar kadim toplumlarda ve dinlerde (meselâ Brahmanizm, Konfüçyanizm) hırsızlığın büyük suç ve günahlardan sayıldığı ve değişik müeyyidelerle cezalandırıldığı, meselâ eski İran'da, Sumerler'-de ve Hammurabi kanunlarında hırsızlığa karşı, çalınan malın birkaç katının ödenmesinden hırsızın öldürülmesine kadar çeşitli ağır cezaların öngörüldüğü bilinmektedir. Eski Yunan'da gasp ve yağmacılığın hırsızlık kapsamında görülme-yip kahramanlık ve beceri örneği sayıldığına dair bilgileri, o toplumun genel telakkisi şeklinde değil topluluklar arası hasmane ilişkilerle sınırlı bir yargı olarak algılamak gerekir. Ahd-i Atîk'te yer alan on emirden biri "çalmayacaksın"dır (Çı-
kış, 20/15). Hırsızlara verilen genel ceza çalınan malın misliyle ödetilmesidir (Çıkış, 22/1-5). Eğer çalan kişinin malı yoksa köle olarak satılır (Çıkış, 22/3). İsrâiloğul-lan'na ve eti yenen hayvanlara karşı işlenen hırsızlık üzerinde özellikle durulur. Tevrat'taki bu ilk öğeler Talmud hukukunda başka suçlarla irtibatlandırılarak daha genişletilmiş, eğer kişi hırsızlığı şabat-ta (cumartesi) yapmışsa o zaman ölüm cezasına kadar giden bir anlayış hâkim olmuştur (Ketubbot 31a; Yadayim Gene-vah 3/1 -2). Roma hukukunda geniş bir anlam içeren "furtum" hırsızlığın yanı sıra dolandırıcılık, emniyeti suistimal, zimmet ve ihtilas gibi mal aleyhine işlenen diğer suçları da kapsar. İlk dönemlerden itibaren, mâbedlere ve devlete ait malın çalınması ile kişilere ait malın çalınması arasında ayırım yapılmış, ikinci nevi hırsızlık şahsî bir suç sayılarak suç mağduruna, uğradığı zararı tazmin ettirmekten faili köle edinmeye veya öldürmeye kadar varan bir dizi hak tanınmıştı. XII. Levha Kanunu'ndan sonra, suç üstü yakalanmasına ve köle olmasına da bağlı olarak hırsız ölümle cezalandırılabilir, değilse köle statüsüne geçirilebilir veya çaldığının iki katı Ödetilebilirdi.
Kaynaklarda hakkında pek az bilgi bulunan eski Türk hukukunda meselâ Hun-lar'da hırsızın, sayısı yedi ile 700 arasında değişen sopa cezasıyla veya çaldığının dokuz katını ödemekle cezalandırıldığı, at vb. şeyleri çalanların veya ikinci defa hırsızlık yapanların öldürüldüğü bilinmektedir.
Hıristiyanlık'ta da hırsızlığın yasak olduğu bildirilmekle beraber Ahd-i Atîk'te-ki gibi açık bir ceza öngörülmemiş, Pav-lus'un, "Hırsızlık yapan artık hırsızlık yapmasın" şeklindeki dinî-ahlâkî çerçevedeki öğüdü (Efesoslular'a Mektup, 4/28) esas olmuştur. Kilise hukukunda başlangıçta hıristiyan ahlâkiyatının da etkisiyle, gizli hırsızlıkla tabii ihtiyaçları karşılamaya matuf basit ve alenî hırsızlığı birbirinden ayırıp ikinci tür hırsızlara şefkatle yaklaşma ve daha hafif ceza uygulama düşüncesi hâkim olmuşsa da orta ve ileri dönemlerde Roma ceza hukukuna, ka-nonik hukuka ve mahallî örf ve âdet hukukuna dayanan ve yaklaşık XVIII. yüzyılın ortalarına kadar süren müşterek Avrupa ceza hukukunda hırsızlık ağır bir şekilde cezalandırılmış, hırsızın bazı organlarının kesilmesi ve damgalanması gibi cezalar getirilmiştir. Bu tarihten sonra Batı'da fikir akımlarının ve hürriyet mücadelesinin açık etkisiyle, biraz da bu ağır ceza uygulamasına tepki olarak hir-
384
HIRSIZLIK
sizlik suçunu daha hafif şekilde cezalandırma düşüncesi hâkim olmuş ve kanunlarda diğer birçok suç gibi bunun da prensip itibariyle hapisle cezalandırılması cihetine gidilmiştir.
İslâmiyet'ten önce Hicaz-Arap toplumunda hırsızlık kural olarak ayıp ve suç sayılmakla birlikte merkezî bir siyasî otorite bulunmadığından suçun düzenli bir takibata ve cezalandırmaya mâruz kaldığı söylenemez. Meselâ göçebe Araplar kabile fertlerine, dost kabilelere, mâbed-lere ve kamuya ait malın çalınmasını suç sayarken diğer kabilelerden çalınan malı -ki bunlar genelde deve ve giyeceklerdir-ganimet sayar, bu tür eylemleri de cesaret ve beceriyi simgeleyen davranışlar olarak görürlerdi. Öte yandan hırsızın sosyal konumu ve kabilesinin gücü de cezalandırılmasında önemli farklılıklar doğuruyordu. Kaynaklar, Câhiliye Arapları arasında hırsızlığın bir hayli yaygın olduğundan söz eder. Öyle ki hırsızlık, Arap-lar'da sosyal hayatın aynası durumunda bulunan Arap edebiyatının da ana temalarından birini teşkil etmiş, Araplar arasındaki meşhur hırsızlar ve hırsızlık vak-'aları etrafında oluşan çeşitli şiir, darbımesel ve menkıbeyi konu alan bir literatür türü ortaya çıkmıştır (bu konuda geniş bilgi ve örnekler için bk. Abdülmuîn el-MeNÛhî, s. 11-14, 15 vd; Yûsuf Halîf, s. 7-17)- Câhiliye toplumunda da hırsızlığın hapis, el kesme, kabile himayesinden çıkarma, dayak gibi çeşitli müeyyidelerle Önlenmeye çalışıldığı ve bu dönemde bazı münferit olaylarda hırsızın elinin kesildiği bilinmekle birlikte bu uygulamanın uzunca bir geçmişinin bulunmadığı, hatta hırsızlık için el kesme cezasını ilk koyanın Abdülmuttalib veya Velîd b. Mugire olduğu rivayetleri vardır.
Tanımı ve Mahiyeti. Hırsızlık eski Türkçe'de uğrulama, Arapça'da sirkat ve se-rika kelimeleriyle ifade edilmiş, hırsız için de eski Türkçe'de uğru, Arapça'da sârik ve lişş kelimeleri kullanılmıştır. Sirkat sözlük ve örfte "başkasının malını gizlice alma, çalma" mânasında olup Kur'an'da, bu anlam çerçevesinde mecazi bir kullanım olarak "başkasının konuştuğunu gizlice dinleme" mânasında "istirâku's-sem'a" tabiri geçer (el-Hicr 15/18). Hadislerde namazın rükün ve şartlarını eksik bırakmaya "namazdan hırsızlık" (Dâ-rimî, "Şalât", 78; Şevkânî, II, 299), Arap dilinde "kaçamak bakış" anlamında "bakış hırsızlığı" (müsârakatü'n-nazar) denilmesi, Arap edebiyatında bir şairin başkasının şiirini kendisininmiş gibi ifade
etmesine "sirkat" tabir edilmesi de böyledir. Hukuk dilinde hırsızlığın terim anlamı, ayrıntı teşkil eden farklılıklar göz ardı edilirse hemen hemen bütün hukuk sistemlerinde aynı olup kelimenin sözlük ve örfteki anlamından farklı değildir. Toplumlar ve medeniyetler arası farklılıklar, hırsızlığın suç teşkil ettiği ve çeşitli müeyyide ve tedbirlerle önlenmesi gerektiği noktasında değil suçu önleyecek tedbirlerin seçimi, suçun oluşma şartları ve suça uygulanacak müeyyide hususunda yoğunlaşır.
Kur'ân-ı Kerîm'de, örfte ve hukuk dilindeki ortak anlamıyla hırsızlığa birkaç yönden temas edilir. Birinci grup âyetlerde, Hz. Yûsuf ile kardeşleri arasında geçen olaylar sırasında su kabının çalınması ve hırsızın mal sahibinin yanında alı-konma cezası anlatılır (Yûsuf 12/70, 73, 77, 81)- Mekke'nin fethedildiği gün inen âyette. İslâm'a girenlerin Hz. Peygam-ber'e yaptığı ve içinde "hırsızlık etmeme" taahhüdünün de bulunduğu biattan söz edilir (e!-Mümtehine 60/12). Mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin genel ilkelerden bahseden âyetler hariç tutulursa Mâide sûresinin 38-39. âyetleri, hırsızlığın hukukî ve dinî hükmüyle ilgili özel açıklama getirmesi yönünden ayrı bir öneme sahiptir. Bu âyetlerin meali şöyledir: "Hırsızlık yapan erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir. Kim bu zulmünden sonra tövbe eder ve durumunu düzeltirse şüphesiz Allah onun tövbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir". Resûl-i Ekrem'in sünnetinde de hırsızlık, dünyevî ve uhrevî bir dizi müeyyide ve sorumluluğu gerektiren ağır bir suç ve büyük bir günah olarak nitelendirilmiş, suçu sabit görülen hırsızlara Câhiliye döneminde de var olan el kesme cezası uygulanmış, ayrıca suçun önlenmesi, oluşması, cezanın tatbik esasları konusunda birtakım hukukî ve insanî açıklamalar getirilmiş, uygulama örnekleri sergilenmiştir (bk. Wensinck, el-Muıcem, "srk" md.). Gerek hırsızlığın suç sayılması ve cezalandırılması yönünde toplumların öteden beri süregelen ortak tavrı, gerekse Kur'an ve Sünnet'in bu konudaki özel hükümleri ve uygulama örnekleri, sahabe ve tabiîn dönemlerinden itibaren İslâm hukukçularının temel hareket noktası olmuş, bu süreç içinde ve toplumların gelenekleriyle de bağlantılı olarak gelişen İslâm hukukunda hırsızlık suç ve cezası ayrıntılı şekilde ele alınmış, konu etrafında zengin bir hukuk doktrini oluş-
Dostları ilə paylaş: |