Hedefler Bu üniteyi çalıştıktan sonra; Klasik Dönem Osmanlı Ekonomik yapısını açıklayabilmek, Avrupa’da merkantilizmin yükselişini ve ekonomi üzerindeki etkilerini açıklayabilmek, 19. yüzyılda ekonominin temel yapısını analiz edebilmek



Yüklə 131,83 Kb.
tarix15.01.2018
ölçüsü131,83 Kb.
#38592

c:\users\sau\desktop\set\13.png
OSMANLININ EKONOMİK MİRASI


Hedefler

Bu üniteyi çalıştıktan sonra;



c:\users\sau\desktop\set\12.png

Klasik Dönem Osmanlı Ekonomik yapısını açıklayabilmek, c:\users\sau\desktop\set\12.png

Avrupa’da merkantilizmin yükselişini ve ekonomi üzerindeki etkilerini açıklayabilmek,c:\users\sau\desktop\set\12.png

19. yüzyılda ekonominin temel yapısını analiz edebilmek,



hedeflenmektedir.



İçindekiler


Osmanlının Ekonomik Mirası

      • İktisadi Dünya Görüşü

      • 16-18. Yüzyılda Avrupa Ekonomisi

      • Ticari Kapitalizm ve Kapitülasyonlar

      • 19.Yüzyıl Osmanlı Ekonomisi

      • Osmanlı Dış Borçları

      • Finansal Sermayesinin Kurumları

      • Osmanlıda Yabancı Sermaye


c:\users\sau\desktop\set\13.png

CUMHURİYETİN OSMANLI DEVLETİNDEN DEVRALDIĞI EKONOMİK MİRAS

Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen sosyo-ekonomik gelişme Osmanlı Devletinden devralınan yapı üzerine oturtulmuş ve onun izlerini taşımıştır. Cumhuriyet idaresi toplumsal ve ekonomik yapıda köklü değişiklikler ve yenilikler yapmış olsa da gelişmede uzun süre mevcut üretim yapısı belirleyici olmuştur. Geçmişle bağları biranda koparmanın mümkün olmadığı açıktır.

16. yüzyılda dünya ticaretinde “belirleyici” bir rol oynayan “süper güç” Osmanlı İmparatorluğunun 18. yüzyılda Batıya karşı mali açıdan tökezlemeye başlamasını ve takip eden zaman diliminde de Batı karşısında “ekonomik önem bakımından ilk sıradan ikinci sıraya” düşmüştür. Bu değişim sürecini iyi anlamak için Osmanlı Ekonomisini iki alt dönem incelemek gerekir. İlk olarak 16-18 ve ardından da 19-20 yüzyılda Osmanlı ekonomisi Avrupa ekonomisi ile karşılaştırmalı olarak analiz edilecektir.

1. 16-18. yüzyıllarda Osmanlı Ekonomisi

Bu dönemde, Osmanlı ekonomik sistemi ile bu sistemin temelleri güçlü merkezi otoriteye dayalı bir devlet ve geleneksel bir toplum yapısından kaynaklanmaktadır. Osmanlılarda yönetici ya da Sultanın temel görevi tüm tebaanın emniyeti ile birlikte toplumsal alanda ekonomik ve sosyal adaleti sağlamaktır. Böyle bir yapıda Sultanın bunu sağlaması devletin geliri ve mali gücü ile de doğrudan ilişkilidir. Devletin geliri sürekli olmalıdır. Bu düşünceye bağlı olarak devlet ekonomiyi kontrol etmeli ve teb’anın refahını sağlamalıdır.

İmparatorluğun iktisadi hayatla ilgili kararlarında 1500 ile 1800 yılları arasında etkili olmuş ve Osmanlı iktisadi dünya görüşünün temel unsurları arasında sayılması gereken üç ana ilkeden bahsedebiliriz: İaşe (provizyonizm), gelenekçilik (tradisyonalizm) ve fiskalizm.[Genç,1999:]

Osmanlı iktisat politikasının en önemli ilkesi olan iaşe ilkesine göre iktisadi faaliyetin amacı insanların ihtiyaçlarını karşılamaktır. Üretilen mal ve hizmetlerin olabildiğince bol, kaliteli ve ucuz olması, yani piyasada mal arzının mümkün olan en üst düzeyde tutulması temel hedeftir. Bu ilkeyi geçerli kılabilmek üzere devlet, üretim ve ticaret üzerinde sıkı biçimde yürütülen bir müdahaleciliği benimsemişti.

Bu ilkenin dış ticaret bakımından son derece önemli sonuçlar doğuran etkisi şu olmuştur: Yurtiçi mal arzını mümkün olduğu kadar yüksek düzeyde tutma amacına uygun olarak ihracat, teşvik edilen, kolaylaştırılan değil, aksine yasaklar, kotalar ve ihraç resimleriyle sınırlandırılan bir faaliyet olarak düzenlemelere tabi tutulur, buna karşılık ithalat, arzu edilen, teşvik görmesi ve kolaylaştırılması gereken bir faaliyet olarak görülürdü.

Osmanlı iktisadî politika kararlarını yönlendiren ikinci prensip, hazine gelirlerinin mümkün olduğu kadar yüksek düzeye çıkarmak ve ulaştığı düzeyin altına düşmesini engellemek diye özetleyebileceğimiz Fiskalizm’dir.

Osmanlı iktisadî politika kararlarına hâkim olmuş bulunan üçüncü ve son prensip Tradisyonalizm’dir. Bu, sosyal ve iktisadî ilişkilerde ilk iki prensibin etkileri ile yavaş yavaş ulaşılan dengeleri, mümkün olduğu ölçüde muhafaza etme, değişme eğilimlerini engelleme ve herhangi bir değişme ortaya çıktığı takdirde, tekrar eski dengeye dönmek üzere değişmeyi ortadan kaldırma iradesinin hâkim olması diye tanımlayabiliriz.

Üretimde küçük bir düşme ya da tüketimde küçük bir artışın mevcut ulaşım imkânlarının yetersizliği karşısında kolayca yaratabileceği kıtlık tehlikesi nedeni ile tüketimi artıracak nitelikteki değişme eğilimleri sürekli olarak kontrol altında tutulmuştur. Esnaf örgütlerinin işçi ve dükkân sayılarının dondurulması, ziraatta işletme büyüklüğünün belli bir düzeyde tutulması ve zirai işletmeyi bırakarak şehirlere göç etmenin yasaklanması hep bu dengeyi sürdürmeye yönelik uygulamalardı. Gelenekçiliğin başlıca fonksiyonu ise işte bu düzenlemelerin değişmeden kalmasını sağlamaktı.

İaşe ve gelenekçilik ilkelerinden ötürü parasal ilişkiler, yani ticaret ve mübadele alanı sınırlı kalıyordu. Bu sınırlar gevşetildiği takdirde toplum içinde ticaret ile uğraşanlar güçlenecek, büyüyecek ve zenginleşecekti. Böyle bir zümrenin doğması, sosyal/siyasal dengeyi sarsabileceği için arzu edilmeyen bir durumdu. Bu tavır kendini en iyi narh uygulamasında gösteriyordu: Faiz hadlerinin yüzde 15-25 arasında seyrettiği bir ekonomide, esnaf ve tüccara normal kar haddi olarak en fazla yüzde 5-15 arası bir marj tanınıyor, daha yüksek kar arayışları şiddetle cezalandırılıyordu. [Özel, 1998:45]

Osmanlılar şehirlerde geleneksel lonca yapısını muhafaza etmeye çalışıyorlardı. Bu tutucu siyaset herhangi bir yeniliğin toplumu kargaşa ve anarşiye sürükleyeceği ve bunun sonucunda devlet hazinesinin gelir kaybına uğrayacağı fikrinden kaynaklanıyordu. İdari ve askeri menfaatler fiyatlarda ve malların kalitesinde istikrar gerektiriyordu. Bu muhafazakâr siyaset, ıslahatçı Osmanlı devlet adamlarının Avrupa’nın liberal fikirlerine kucak açtıkları ondokuzuncu yüzyıla kadar devam etti. Yakın doğu ekonomisinin lonca sisteminin sınırlamalarından kurtulması önleyen ve güçlü bir Osmanlı burjuvazinin meydana gelmesini engelleyen işte bu muhafazakârlıktı. [Özel, 1998:45]

Klasik dönemde oluşturulan provizyonizm, gelenekselcilik, fiskalizm gibi değerler kapitalizm öncesinde Osmanlı insanını mutlu etmiş ve devleti yüceltmiştir. Fakat Batı Avrupa merkezli merkantilizmin yükseliş dönemi olarak kabul edilen 16-18. yüzyıllarda, savaşlar artık ticaret gemileriyle yapılmaya başlanmıştı.

Merkantilizm, milli ekonomiyi hâkim kılarak, ithalatı kısıp ithalatı teşvik ederek güçlü ve zengin bir devlet inşa etmeyi amaçlayan iktisadi milliyetçilik anlayışına dayalı bir ekonomi politikasıydı.

Merkantilist dönemde deniz ticareti ön plandadır. Ortaya çıkan milli ve merkezi devletler hem siyasi parçalanmaya dayanan feodal iktidarların yerini alıyor, hem de dış ticarete yakından destek veriyordu.

Devlet dış piyasalarda rekabet eden tüccarıyla adeta aynileşmekte, ona monopol oluşturmak gibi her türlü imkanı tanımaktaydı. Bunun için de merkezi devletlerin güçlenmesi gerekmekteydi. Bu ayniyet, merkantilistler tarafından tüccarların menfaatiyle milli menfaatlerin özdeş olduğu şeklinde ifade edilmiştir.

Kısaca merkantilist dönem, merkezi devletlerin ortaya çıktığı, dış ticarete ve sömürgecilik yoluyla sermaye birikiminin sağlandığı, sanayi kapitalizminin fikri ve maddi ortamının hazırlandığı dönemdir.

Ticari kapitalizmin ideolojisi olarak merkantilizm, dış ticarete ve paraya öncelikli yer verir. Buna göre zenginliğin kaynağı para, yani altın ve gümüş, bunun da kaynağı, dış ticaret fazlası verilmesidir. Yine bunun için ithalat azaltılmalıdır. Ülkede yapılan malların ithali ve ülke içinde işlenen hammaddelerin ihracı yasaklanmalıdır. Merkantilistler buna dayanarak dış ticarette himayecilik (korumacılık) siyasetini ve yüksek gümrük duvarlarını savunmuşlardır.

Bu politikalarda ülke içinde kıymetli maden, dolayısıyla para arzının arttırılmasını savunan ilk merkantilistler, bunun Ülke içinde fiyatların yükselmesine sebep olacağını, bunun da ithalatı arttırıp ihracatı azaltacağını fark edememişlerdir. Ancak XVII. yüzyılın sonlarından itibaren merkantilistler bu görüşü terk etmişler ve servetin kaynağı olarak değerli madenlerin yerini yerli sanayi almıştır.

Merkantilistler, ticari sermayenin artmasını sağladığı için kamu harcamalarının arıttırılmasından yana idiler. Yine merkantilizm, artan nüfustan yanadır. Çünkü kalabalık nüfus, bol ve ucuz işgücü demektir. Bu da düşük ücretler ve ülkenin dış pazarlarda rekabet şansının artması anlamına gelir. Sömürgeciliğin teşvik edilmesinin bir sebebi de sömürgeleştirilen toprakların köle kaynağı olmasıdır. Merkantilist devletler dış ticareti ve sömürgeleri korumak için güçlü ordulara sahip olmuşlardır.



Osmanlı devleti, Avrupa’nın geniş ekonomik ve askeri alanlarda gösterdiği olağanüstü gelişme ve yayılmanın etkilerinden ilk etkilenen Asya imparatorluğu oldu. Atlantik ekonomisinin yükselmesi ve hepsinden önemlisi Avrupa’nın güttüğü saldırgan merkantilist politika, Osmanlı para sistemini çökertti ve on dokuzuncu yüzyılın başından itibaren Osmanlı toplumunda çarpıcı değişimlere yol açtı”.

    1. Avrupa Ekonomilerinin Artan Etkisi

16. yüzyılda Osmanlı Devleti bazı yeni sorunlar ile karşılaştı. Bunlardan birincisi Avrupa ülkelerinde askerî teknolojinin gelişmesi, askerî güç dengesinin değişmesi ve Osmanlı Devleti’nin Batı’ya doğru genişlemesinin durması idi. Askerî dengenin bozulması devlete savaşların maliyetini artırıp getirilerini (ganimet, tazminat ve haraçları) azaltarak bütçe sıkıntılarına yol açtı. İkinci sorun, 16. yüzyılda Avrupa’da tarımsal ürün talebinin artması idi. Avrupa’da nüfus, tarımsal üretimden hızlı artmakta idi. Aynı zamanda Avrupa ülkelerinin Amerika kıtasında keşfettikleri topraklarda kurdukları yeni sömürgelerinden Avrupa’ya yaptıkları altın ve gümüş ithalâtı, Avrupa’da tarımsal ürün fiyatlarını artırdı. Avrupa ülkeleri ile Osmanlı ülkesi arasında fiyat farkları oluştu. Avrupalı tacirler Osmanlı ülkesinden Avrupa ülkelerine gıda maddeleri ve hammaddeler ihraç etmeğe başladı. Bu ticaret Osmanlı ülkesinde özellikle kıyı bölgelerinde ham madde kıtlığına yol açtı ve Avrupa’daki altını ve gümüşü Osmanlı ülkesine akıtarak burada da fiyatları artırdı. Devlet, zanaatkârların mamullerine narh uyguladığı için hammadde fiyat artışları zanaatkâr gelirlerini azalttı. Fiyat enflâsyonun bir sebebi daha vardı. Osmanlı Devleti, bütçe açıklarını karşılamak için sikkeleri tağşiş etmeğe başladı. Tağşişler, 16. yüzyıl boyunca fiyatların artmasına neden oldu. Fiyat artışları sipahilerin köylüden nakit (olarak) topladığı vergilerin değerini azaltmakta idi. Öte yandan devletin bütçe açıklarını karşılamak için sık sık yeni vergiler salması, hem reayayı hem de sipahileri yoksullaştırdı. Bunlar, tımarları terk etmeğe başladı ve tımar sistemi çözülmeğe yüz tuttu. 16. yüzyılın sonlarında başlayan ve Anadolu’yu yüz yıl sarsan Celâlî isyanları, maaş alamayan yeniçerilerin çıkardıkları isyanlar, vali isyanları ve genel asayişsizliğin yol açtığı Büyük Kaçgun (köylülerin ücra yerlere göçmesi) gibi toplumsal olayların nedenleri arasında bu iktisadî sorunlar vardır. Tımar sistemi askerî işlevini yitirince Osmanlı Devleti tarımı vergilendirmek için 16. ve 17. yüzyılda iltizam sistemini yaygınlaştırdı, iltizam sisteminde devlet, belirli bir yörenin (mukataanın) vergi toplama yetkisi, açık artırma yöntemi ile mültezim denilen kişilere ihale ediyordu. İltizam sistemi köylünün vergi yükünü artırdı. Devlet, iltizam gelirini artırmak için mukataaları ‘malikâne’ adı altında mültezimlere kaydıhayat şartıyla vermeğe başladı. Bu uygulama, devlet mülkiyetindeki arazileri kullanan bir ağa sınıfının oluşmasına başlangıç teşkil etti.

    1. Avrupa Ticari Kapitalizminin Ekonomiye Girişi: Kapitülasyon

16.-18. yüzyıllarda Osmanlı devletinin dış ticaret siyasetinde öncelik sarayın, ordunun, şehirlerdeki nüfusun ve loncaların ihtiyaçlarını karşılamaktı. Devlet ithalâtı destekliyor, ihracatı da ülkede mal darlığı oluşmaması için denetliyordu. Bu siyaset, Avrupa ülkelerinde uygulamaya başlanmış olan, dış ticaret fazlası yaratmayı hedefleyen merkantilist politikalar ile tezat teşkil diyordu. Bu anlayışla Osmanlı devleti, 15. ve 16. yüzyıllarda hem transit ticaretten sağladığı vergi gelirlerini artırmak, hem de siyasî ilişkileri geliştirmek amacıyla bazı Avrupa devletlerinin tacirlerine Osmanlı ülkesinde ticaret yapma, yolculuk yapma hakkı gibi imtiyazlar (kapitülâsyonlar) vermekte sakınca görmedi.

Merkantilizm, yani ticari kapitalizm, Avrupa devletlerinin zenginleşme yolu olarak ithalatı kısıp ihracatı artırarak dış ticaret fazlası vermelerini, denizaşırı topraklarda koloniler kurarak pazarlarını genişletmelerini savunan bir öğretiydi. Devlet desteğini askeri, siyasal ve ekonomik yollardan alan tüccarlar, dünyanın dört bir yanında, öğretiye uygun biçimde, serbestçe yabancı pazarlara mallarını sokup koloniler kurabiliyordu. Osmanlılar, başlangıçta mali, yani transit ticaretten vergi geliri kazanmak ve siyasal, yani küçüklü büyüklü devletlerin birini diğerine karşı oynamak amacıyla kapitülasyonları vermişti (Bağış, 1983, s.12). Ne var ki, Osmanlı giderek gerilerken tavizler bu niteliğini koruyamadı.

Güçlenen Avrupa, kapitülasyonları giderek Osmanlı’dan koparılmış tek taraflı ağır tavizlere dönüştürdü. Kendi tüccarı için Osmanlı’ya ihraç ettiği ya da Osmanlı’dan satın aldığı malların üzerindeki vergilerde indirim yapılması; tüccarın yerleşme özgürlüğü olması ve kişisel vergilerden muaf tutulması; kendi yasalarına tabi olup, Osmanlı yasalarının dışında kalması gibi ticari, adli, mali, idari alanlarda Avrupalı ’ya tek taraflı verildi. Önce kişi olarak yabancı tüccarlara verilen şirketleri de kapsayacak şekilde genişletildi.

Kapitülasyonların Osmanlı ekonomik ve siyasi yapısı üzerindeki etkilerini söyle sıralayabiliriz:

Kapitülasyonlar İstanbul, İzmir, Beyrut gibi kentlerde Avrupalı koloniler oluşmasına, artan ithalat yoluyla giderek onlara hammadde ihracatçısı olma yönünde dönüşüm yaşadı.

Bir yandan Avrupa’nın imtiyazlarından yararlanmak için gayri Müslim Osmanlı tüccarları Avrupa devletlerinin himayesine girip topluma yabancılaştılar, sırtını Avrupa’ya dayamış güçlü bir ticaret oligarşisi oluşturdular; bir yandan geleneksel el sanatları artan tavizli ithalat karşısında rekabet edemeyip çözülürken, öte yandan da dışarıda fiyatları artan hammaddelerin ihracatının yarattığı bunlardan yoksunluk yerli üretime darbe vurdu.



2. 19.Yüzyıl Osmanlı Ekonomisi

Osmanlı İmparatorluğunun siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda gerileme sürecine girdiği dönem ile Batı Avrupa ülkelerinin sanayi devrimlerini gerçekleştirdikleri dönem aynı zaman kesitine rastlamaktadır. Osmanlı imparatorluğu 18. yüzyılın başından itibaren girdiği savaşlardan toprak kaybı ile çıkmış, devletin sosyal hayatın her alanında işlev gören kurumlarının eski dinamizmlerini kaybettikleri görülmüştür. Osmanlı Devleti yükselen Batı Avrupa karşısında görece gerilemeye başlamıştır.

Bu gerilemeyi durdurmak amacıyla 1820'lerden itibaren İmparatorluk kapalı iktisat düzenini tedricen tasfiye ederek dışa açılma, Batı ile bütünleşme çabalarına girişmiştir. Diğer bir deyişle; 1820'lerden Birinci Dünya Savaşı'na kadar geçen yaklaşık yüzyıllık sürede, Osmanlı Devleti, Batı'nın askeri, siyasal ve iktisadi gücüyle karşı karşıya gelmiş ve geleneksel iktisadi yapı, Batı kaynaklı yeni bir iktisadi düzene, kapitalizme açılmaya başlamıştır. Fakat buna rağmen Osmanlının gerilemesi durdurulamamıştır.

Osmanlı’nın ‘klasik’ diye nitelenen hüviyetinde 19. yüzyılın ilk yarısına kadar köklü bir değişiklik geçirmeden yaşadı. 19. yüzyılı ilk yarısından itibaren giderek hızlanan değişmelerle, bu ‘klasik’ diye nitelenen hüviyetinin birçok unsurları ortadan kalktı.



2.1. Sanayi Devrimi Karşısında Osmanlı Ekonomisi

İngiltere, Fransız Devrimi’nin yol açtığı savaşlar ve Napolyon savaşlarından, dünya çapında ticaret yapan bir ulus ve bir sanayi gücü olarak rakipsiz çıkmıştı. 18. ve 19. yüzyıllarda önce İngiltere’de daha sonra diğer Batı Avrupa ülkelerinde yaşanan sanayi devrimleri sonucu makineli üretim giderek yaygınlaşmıştır. Küçük atölyelerden daha büyük fabrikalara geçilmiştir. Artan üretimin iç piyasalarda massedilememesi ve hammadde ihtiyacının artması serbest dış ticaret düşüncesinin gelişmesine yol açmıştır. Önce sanayileşen İngiltere, komşularını serbest dış ticarete zorlamıştır. 19. yüzyıl başlarında İngiltere’nin ekonomik hegemonyasıyla karşı karşıya kalan kıta Avrupa’sındaki ve Amerika’daki geleneksel ticaret ortakları, korumacı politikalar uygulamaya başlayarak kendilerini korudular. Böylece, bu ülkeler ilk sanayileşme sürecini başlatan İngiltere ile aralarındaki farkın açılmasına izin vermemişlerdir. Oysa Osmanlı Devleti aynı korumacı politikayı uygulayamamış ve yeni teknolojileri almakta aynı çabukluğu gösterememiştir. Korumacı politikalar İngiltere’yi, Güney Amerika ve Asya’da yeni pazarlar açma çabalarını yoğunlaştırmaya zorladı. İngiltere bu amaçla bazı ülkelerle bir dizi serbest ticaret antlaşması yaptı. Bu antlaşmalar, söz konusu ülkelerin pazarlarını İngiliz ürünlerine açıyor ve İngiliz sanayine onların hammaddelerini serbestçe kullanma hakkını veriyordu.[Zürcher, 2002:77-78]



2.1.1.1838 Balta Limanı Anlaşması: Mal Hareketlerinde Serbestleşmenin Hukuksal Teminatı

Osmanlı İmparatorluğu ise 1828-1829 Rus Savaşı'ndan yenilerek çıkmıştı. Bu sıralarda Mısır'da çıkan Mehmet Ali Paşa isyanı, yalnız Mısır değil Suriye ve Çukurova gibi Hazine için çok önemli vilayetlerin de elden çıkması tehlikesini ortaya koymuştu. Diğer yandan, Napolyon'un başarısızlıkla sonuçlanan Mısır'ı ele geçirme girişiminden sonra, İngiltere'nin Mısır'a karşı duyduğu iştah daha da artmıştı. Mehmet Ali Paşa, özellikle Yed-i Vahid sistemini (ticaret tekeli) kullanarak maliyesini güçlendirmiş, sanayileşme yönünde önemli adımlar atmaya başlamıştı. Buna dayanarak da güçlü bir ordu kurmuştu. Bu gelişmeler, Babıâli kadar İngilizleri de tedirgin ediyordu. Bu yüzden ticaret tekellerinin bütün Osmanlı topraklarında, bu arada Mısır'da yasaklanması İngilizler için önemliydi. Bu yolla, Mısır'da beliren sanayileşme eğilimi durdurulmuş oluyor, orada şekil olarak Osmanlı'ya bağlı fakat uygulamada bağımsız güçlü bir devletin ortaya çıkması önlenmiş oluyordu.

Avrupa'da sanayi inkılâbının neticesi olarak daha fazla hammaddeye ihtiyaç duyulmaya başlanması üzerine, Osmanlı Hükümeti de 1826'dan itibaren, ham maddesini dışarıya çıkararak esnafın işsiz kalmasını önlemek maksadıyla bir nevi himaye sistemi olan Yed-i Vahid (tekel) usulünü uygulamaya koydu. Sistemin ayrıca yeni kurulmuş olan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusuna kaynak bulmak ve üreticinin mahsulünü ucuza satarak aldanmasını önlemek gibi gayeleri de bulunuyordu. Yed-i Vahit olarak adlandırılan düzende, devlet bir malın herhangi bir yöredeki dış ticaretini özellikle de ihracatını bir özel kişinin tekeline bırakabiliyordu. Ayrıca, belirli hammaddelerin ya da gıda maddelerinin darlığının çekildiği yıllarda, malların ihracatını yasaklayabiliyordu. Savaş dönemlerinde, maliyeye ek gelir sağlamak amacıyla dış ticarete olağanüstü vergiler uygulanabiliyordu. Balta Limanı Anlaşması ile dış ticaretteki bu tekeller düzeni kaldırılmakta ve devlet olağanüstü vergiler ya da sınırlamalar uygulama hakkından vazgeçmekteydi. Yed-i vâhid uygulaması özellikle İngiliz tüccarlarını son derece rahatsız ediyordu. Bununla beraber, ticaret üzerindeki önemli bazı sınırlamalar halen yürürlükteydi. Bunlar, Osmanlı devletinin bir grup mal üzerindeki devlet tekelini, imparatorluk dâhilindeki ticaret için ödenen iç gümrük vergilerini ve merkezi hükümetin —örneğin savaş zamanında—olağanüstü gümrük vergileri koyma yetkisini içermekteydi. Nitekim İngiliz sefiri Ponsenby, yed-i vâhid usûlü ile ticaret serbestîsine konmuş engellere şiddetle çatmakta; "Türkiye'de mahsul yetiştirenler, bunların fiyatlarını tespit etmekte yegâne hâkim olan imtiyazlı kimselere satmak mecburiyetinde kaldıkça, Türk sanayinin geriliğe mahkûm kalacağını iddia etmekte idi. Kısaca yed-i vâhid usûlü, İngiltere'nin Osmanlı Devleti'ni gönlünce sömürmesini engellemekteydi. İngiliz Hükümeti bu durumu değiştirmek amacı ile Osmanlı Devleti’ni bir antlaşmaya razı etmek istiyordu.

İngilizler, Osmanlı ticaretinde kendilerine ters düsen hükümlerin kaldırılması için 1833’ den itibaren ünlü hariciye nazırları Polmerston aracılığıyla uğraşmaya başladılar 1836’daki müzakerelerde Osmanlı Heyetine başkanlık eden gümrük emini Tahir Efendi, eski düzenden mümkün olduğunca az taviz vermeye çalışmış ve İngiliz isteklerine boyun eğmemişti. Bu durumda İngiliz diplomasisi Osmanlı bürokrasisinin zayıf ve bunalımlı bir devresini kollamaya başladı. Nitekim bu fırsat iki yönlü olarak İngilizlerin karşısına çıktı. 1837’de Londra büyükelçiliğinden hariciye nazırlığına getirilen Mustafa Reşîd Paşa, İngilizlere yakın bir müzakereci idi. Mısır valisi Mehmet Ali paşa isyanı ve Rusya’nın Osmanlı imparatorluğu üzerindeki nüfuzunu arttırma çabaları İngiltere’nin istediği fırsatı yakalamasında etkin rol oynamışlardır. Reşîd Paşa, Mısır meselesinde İngilizlerin yardımlarını temin bahanesiyle Balta Limanı’ndaki yalısında dört gün süren ve çok gizli tutulan pazarlıklar sonucunda, 16 Ağustos 1838’de Osmanlı-İngiliz ticaret antlaşmasını imzaladılar. Anlaşmanın temel unsurları kısaca aşağıdaki şekilde ifade edilebiliri: [Pamuk, 2005:14]



1. Yed-i Vahid düzeni ve tezkere usulü kaldırıldı. Tezkere Usulü; yurtiçi talep fazlası olan ürün ya da ürünler ancak Devletten bir nev’i ihraç edilebilir / ihracatı uygundur anlamında “tezkere” (belge) alınarak ihraç edilebileceğini, Yed – i Vâhid ise; Ürünün alım ve satımı üzerinde Devlet Tekeli olmasını ifade etmektedir. Britanyalılara diledikleri miktarda hammaddeyi satın alma imkânı verildi.

2. İç ticarete Osmanlı vatandaşlarının yanı sıra Britanyalıların de katılması öngörüldü.

3. Britanya vatandaşları Osmanlı ürünlerini Osmanlı tebaasından tacirlerle aynı vergi koşulları altında satın alma hakkına sahip oldular. İthalat ve ihracat vergileri yüzde üç olarak sabitlendi. İthal edilen malların iç vilayetlere nakli için yüzde iki vergi daha ilave ediliyordu, böylece yüzde beş vergi ödeyen her İngiliz tüccar serbest ticaret hakkına kavuşmuş oluyor ve yüzde sekiz vergi ödeyen yerli tüccar karşısında ayrıcalıklı konum elde ediyordu.

4. Britanyalılarla olan transit ticaretten alınan vergi resmi kaldırıldı. İngiliz tüccarlar Osmanlı topraklarında % 5 gümrük ile mal satarken Osmanlı tüccarları % 8 ile %12 iç gümrük ödemekteydiler.

5. Büyük Britanya gemileriyle gelen Britanya malları için bir defa gümrük ödendikten sonra, mallar alıcı tarafından nereye götürülürse götürülsün bir daha gümrük ödenmeyecekti. Britanya vatandaşları Osmanlı Devleti sınırları içinde ticaret yaparken Osmanlı vatandaşlarından bile daha az vergi ödeyecekleri anlamına geliyordu. Örneğin Selanik’ten İstanbul’a mal gönderen Müslüman yerli tüccar devlete transit gümrük vergisi ödediği halde Britanyalı tüccar bu vergiden muaf olmuş ve Müslüman tüccarların bir başka Osmanlı şehrine mal göndermesine, ticaret yapmasına yüksek vergilerden dolayı fiilen imkân kalmamıştı.

6. Osmanlı hükümeti, STA'nın bu hükümlerini, İngiltere (veya diğer anlaşmalı ülkelerin) rızası olmadan, tek taraflı olarak değiştirme yetkisini kaybetmişti

1838-1841 yıllarında buna benzer antlaşmalar Fransa, İsveç, Norveç, İspanya, Hollanda, Belçika, Danimarka ve Portekiz’le de imzalandı.



Anlaşmanın Etkileri:

1. Hiç kuşkusuz, imparatorluğun ekonomik durumundaki değişim, kazananlardan ve kaybedenlerden oluşan iki grup yaratmıştı. Kazananlar, genişleyen uluslararası ticarete doğrudan katılan topluluklardı. Bunlar genel olarak, ihraç edilen tarım ürünlerinin üreticisi değillerdi: Osmanlı İmparatorluğu’nda büyük çaptaki ihracata yönelik tarım üreticisi sayısı oldukça düşüktü; küçük-orta arası ölçeklerdeki arazi sahipleri yaygındı ve küçük çiftçiler kendi başlarına ihracat yapacak durumda değillerdi. Öte yandan, çok sayıda küçük çiftliğin var olması, yabancıların ekonomi ağlarına nüfuz etmesini zorlaştırıyordu. Bu durumdan kazançlı çıkanlar, küçük çiftçilerle Avrupa sanayisi arasında aracılık yapan kişiler oluyordu. Osmanlı bağlamında bu aracılar (çoğunlukla) Rum ve (daha az sayıda) Ermeni tüccarlardı; bunların denizaşırı ilişkileri vardı. Bunların genişleyen işlerine gereken parayı, neredeyse tamamı Ermeni bankacılardan oluşan bir bankalar ağı karşılıyordu. Rum tüccarların ve Ermeni bankacıların büyük bir kısmı berat sistemi kapsamına giren fahri yabancı statüsüne sahipti ve bu yüzden Osmanlı hükümeti bunlara dokunamıyordu. 19. yüzyılda bunların konumu, sadece Sultan’ın Müslüman tebaasına kıyasla değil, ayrıca Yakındoğu pazarlarına tek başına girmeye çalışan, ama bu girişimleri çoğu zaman yerli Hıristiyanlar tarafından başarıyla sonuçsuz bırakılan yabancı şirketlere kıyasla da güçlenmişti. .[Zürcher, 2002:79-80]

2. Bu antlaşmalar kapitülasyon sistemini sağlamlaştırdı

3. İngiltere'de pamuklu dokuma sanayinin Sanayi Devriminin etkisiyle hızla bir dönüşüme uğradığı XVNI. yüzyılın son otuz yılında ve hatta XIX. Yüzyılın ilk yirmi yılında, Osmanlı pamuklu tekstil üretimi yaklaşık 12 milyon nüfusun oluşturduğu iç pazarın ihtiyacını karşılayabiliyordu (Pamuk 1994:126-127). Napolyon Savaşları sonrası dış ticaretteki hızlı genişleme ile Avrupa Sanayinin yoğun rekabeti karşısında Osmanlı İmparatorluğu'nun pamuklu dokuma alanındaki kendine yeterli durumu hızla değişti. İthal mallarının ucuzluğu karşısında binlerce pamuklu tezgâhı terk edildi. İpekli ve yünlü dokuma sanayinde de önemli gerilemeler oldu. Sonuç, gelirlerin düşüşü ve işsizlik olmuştu.

4. Osmanlı devletinin, merkantilist araçlardan (tekeller ve ayrım gözeten vergilerden) tamamen yoksun kalmasıydı. 19. yüzyıl boyunca, imparatorluğun ekonomi politikası, korumacılık girişimleri olmaksızın, klasik bir liberal ekonomi politikası olarak kalmıştı. Böylesi bir politikaya muhtemelen hiçbir Avrupa devleti katlanamazdı.

6. Osmanlı Devleti'nin diğer devletlere borçlanmasına yol açtı ve mali çöküntüsünü hızlandırdı. Devlet dış ticaretten ek vergi alamaması sonucu, Kırım savaşı sırasında Avrupa finans piyasalarına borçlandı. Bu da başta belirttiğim gibi borçlanmanın sonu anapara ve faizin ödenemeyeceğinin ilan edilmesi ile Avrupa Ülkeleri’ne olan bağımlılığı iyicene arttırdı. Kapitalist Batının rekabeti karşısında açık pazar haline dönüşen ve yerli sanayisi kısa sürede çöküntüye uğrayan Osmanlı Devleti, daha önce kendi ürettiği ürünleri ithal eder duruma düşmüştür. Dış ticaretinin yapısı değişmiş, sınaî tüketim malları ithal eden, tarımsal ve madensel hammaddeler ihraç eden bir ekonomik yapı ortaya çıkmıştır. İthalat ihracattan çok hızlı artmış ve Osmanlı dış ticaret bilançosu büyük açıklar vermeye başlamıştır. Dış ticaret bilançosundaki açıklar 1850’ye kadar altın ve gümüş ihracıyla, 1854’den sonra ise Avrupa metropollerinden yapılan borçlanmalar ile karşılanmıştır. Osmanlı imparatorluğunun serbest ticaret yolu ile Kapitalist Batıya olan bağımlılığına bir de mali bağımlılık eklenmiştir. 1854’de, ilk dış borcun alınmasından sonra bunu yeni borçlar takip etmiştir. Devam eden dış açıklar ile önceki borçların anapara ve faizleri yeni borçlanmaları zorunlu kılmıştır. Batılı kapitalistler her borç antlaşmasında bir dizi iktisadi ayrıcalıklar koparma yoluna gitmişlerdir.’ İlk borcun alınmasının üzerinden daha 30 yıl geçmeden Osmanlı Devleti dış borç batağında teslim bayrağını çekerek iflasını ilan etmiş ve 1881 yılında Duyun-u Umumiye İdaresi (DUİ) kurulmuştur. Serbest ticaret antlaşmalarından sonra Duyun—u Umumiye, Osmanlının mali ve ekonomik tutsaklığının diğer bir zincirini oluşturmuştur.

7. Yed-i Vahit kaldırılması ile hammadde ihracatı arttı. Ticaret, bilhassa da tarım ürünlerinin ihracatı, 1820’lerin başından beri hızla artmıştı. Bunun bir nedeni, İngiltere’deki sanayi devriminin, sanayi ürünlerinin fiyatlarında bir düşüşe ve bunun bir sonucu olarak da sanayileşmekte olan ülkelere tarım ürünleri ihraç edenler için daha uygun ticari koşullara yol açmış olmasıydı. Oysa, ithal edilen İngiliz sanayi ürünlerinin düşük fiyatları, yerel zanaatlara yaşam şansı tanımıyordu.8 “Yüzyıl ortası büyük canlanma” diye bilinen, Avrupa’daki hızlı ekonomik genişleme döneminin başlangıcıyla aynı zamana denk gelen 1831-1841 yıllarındaki serbest ticaret antlaşmalarının sonuçlarından biri, imparatorluğun zaten 1780-1830 arasında kabaca %80 oranında artmış olan dış ticaretinin, 1830- 1870 yıllarında yaklaşık beş misli artmasıydı.

8. Osmanlı ekonomisinin Avrupa pazarıyla bütünleşmesini hızlandırmıştır. Merkezden çevreye etkileşim sonucu alt yapı yatırımlarındaki artışlar da dünya ticaretini muazzam bir artışa kavuşturmuştur. İlk demiryolunun İstanbul’da değil de Batı Anadolu bölgesinde inşası Avrupa pazarlarına ihraç için tarımsal ürünlerin üretimini arttırmış ve çevre ülkelerde bu duruma bağlı bir iktisadi büyüme gerçekleştirmişti.

9. Fakat Osmanlı sanayileşmesi açısından en yıkıcı olan, devletin iç ve dış gümrük politikasını belirleme özerkliğini kaybederek bir koruma politikası gütme yeteneğinden yoksun kalmasıdır. Güneyden Mısır, kuzeyden Rus tehdidi altındaki Osmanlı hükümeti, tek koruyucu olarak gördüğü İngiltere'nin mali, ticari ve dış politika isteklerine boyun eğmekten başka seçenek göremiyordu. Nitekim örneğin gümrük oranlarında yapılan düzenlemelerin, hep, sadece Osmanlı maliyesinin iflas etmesini önleyecek kadar olmasına izin veriliyor, fakat gerçek bir sanayinin doğuşuna elverecek bir politikaya izin verilmiyordu. İthalattan alınan gümrükler I. Dünya Savaşı'na kadar STA hükümleriyle yönetildi ve ancak 1924 Lozan Antlaşması'yla yürürlükten kalktı.

2.1.2.Dış Borçlanma: Finansal Sermayenin Osmanlı’da Yerleşmesi

1838-1841 yıllarında büyük Avrupa devletleriyle olan serbest ticaret anlaşmalarından sonra, Osmanlı ekonomisinin kapitalist sistemle olan bütünleşmesi eskisinden hızla ilerledi. Kırım Savaşı’ndan itibaren Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu ekonomisine olan katılımı, ticaretle kalmayarak genişledi ve borç vermeye başlandı.

Dış ticaret hacminin genişlemesi, dış ticaret açıklarının mutlak ve nispi olarak büyümesi, içerde Devlet bütçesinin artan açıklar ile birleşince Osmanlı Devleti o zamana kadar karşılaşmadığı bir mali krizin ortasına düştü ve 1854’den itibaren dışarıya borçlanmaya başladı. Hesapsız ve ağır şartlarla alınan borçların faiz ve anapara taksitleri, devam eden bütçe açıklan, giderek genişleyen dış ticaret açıkları ve bunlara ek olarak alınan borçların verimli alanlarda nemalandırılması yerine lüks tüketime ve askeri harcamalara gitmesi Osmanlıyı kurtulamayacağı dış borç batağına sürüklemiştir.

Osmanlı Devleti 19. yüzyılın ikinci yarısında Kapitalist Batı ülkeleri ile arkaya serbest ticaret antlaşmaları imzalayarak açık pazar haline gelmişti. Bunun sonucu olarak, dış ticaret bilançosu giderek büyüyen açıklar vermeye başladı. Bu ticaret açıklarına devlet bütçesi açıkları da eklenince gelir-gider dengesizliği büyüdü Açıklarını başka turlu finanse edemeyen Osmanlı Devleti ise borçlanmaya başladı. İlk borcun 1854 de alınmasından sonra bu borçlanmanın arkası kesilmedi. İlk dış borçlanma Kırım Savaşından hemen sonra gerçekleşti. Osmanlı Devleti, İngiltere Hükümetinden 2.5 milyon altın lira aldı ve 3.3 milyon altın lira borçlandı. Bu borca Mısır vergisi karşılık gösterildi. Bu ilk borçlanmayı ertesi yıl yeni borçlanmalar takip etti.



1854-1877 yıllarını kapsayan bu birinci dönemde toplam 344.3 milyon Osmanlı altın lirası borçlanılmıştır. Fakat ele geçen para sadece 228.1 milyon altın liradır; 116 milyon altın lira faiz yükü altına girilmiştir. Her alınan borç için bir bölge veya vilayetin geliri karşılık gösterilmiştir. Daha önce değinildiği gibi, Osmanlı borçlarının idaresi ve düzenli ödenmesi için alacaklı devletlerin katılması ile DUİ kurulmuştur. Devlet ekonomisini resmen Batılı devletlerin, şirketlerin ve bankaların vesayetine terk edilmiştir. Osmanlı Devleti dış borçların anapara ve faiz taksitlerinin ödenmesi için bazı vergi gelirlerini DUİ ne bırakmıştır. DUİ’in Osmanlı malı teşkilatı içindeki yen zamanla genişlemiş ve İkinci Dünya Savaşı arifesinde bu idare Birinci Dünya öncesinde bir maliye bakanlığı haline gelmiş, topladığı gelirleri Devletin bütçe gelirlerinin % 30’unu aşmıştır. 1914-1915 bütçe gelirlerinin % 34,3’üne DUİ el koymuştu. Devlet borcunu ödemek için durmadan yeni dış borç tahvillerini piyasaya sürmek zorunda kalınca tahvilleri piyasada itibari değerinin çok altında satılıyordu. Böylece borcun gerçek faizi yükseliyordu. Öte yandan, her tahvil satışında borcun faizine ana para ödemelerini güvence altına almak için belli bütçe gelirlerinin ipotek edilmesi, Devleti düzenli bütçe gelirlerinden yoksun bırakıyordu. Osmanlı Devleti 1854-1914 yılları arasında 243 milyon Osmanlı Lirası borç almış, buna karşılık 409 milyon Osmanlı Lirası borç yükü altına girmişti.

Osmanlı dış borçlanmasında 1882-1914 yılları ikinci dönemi oluşturmaktadır. Bu dönemde, 1901 yılına kadar, yeni alınan borçlar nispeten sınırlı kalmıştır. 1901’den sonra ise hem yeni borçlanmada hem de borç ödemeleri hacminde hızlı bir artış görülmüştür. Bu ikinci dönemin en önemli özelliği borç ödemelerinin yeni borçlanma yolu ile giren miktarı büyük ölçüde aşmış olmasıdır. Başka deyişle, Kapitalist Batı Ülkeleri kurdukları güçlü denetim sayesinde net fon akımının yönünü kendilerine doğru çevirmişlerdir.

Birinci Dünya Savaşı arifesinde İmparatorluğun mali durumu çok sıkışıktı. Eski borçların anapara ve faiz taksitlerinin ödenmesi ve artan askeri harcamaların karşılanması için Devlet durmadan kısa vadeli kredi arayışı içinde idi. Yeni bir iflasın ilanını Birinci Dünya Savaşının patlaması engellemişti.

Osmanlı’da dış ticaret ile dış borçlar arasında organik bir bağ olduğu kesindir. Bu bağ iki yönlü işleyen bir mekanizma ile somutlaşmıştır. Bir yandan dış ticaret açıkları dış borçları büyütürken bir yandan da artan dış borçlar dış ticaretin genişlemesine imkan vermiştir. Dış borçlar kısmen de olsa ithalatın finansmanında kullanılmıştır. Örneğin, askeri malzeme ve silah satın alımında. Burada üzerinde durmak istediğimiz husus dış borçların ödenmesi için ihracatın teşvik edilmesidir. Örneğin DUİ idaresine verilen imtiyaz tütün ve ipek kozası üretiminin ve ihracatının artmasında etkili bir rol oynamıştır.

Borçlanma-geri ödeme mekanizması ile Osmanlı ekonomisinde yaratılan iktisadi artığın İmparatorlukta faaliyet gösteren yabancı şirketlerin faiz ve kar gelirleri şeklinde sermaye getiren ülkelere fazlası ile geri döndüğü saptanmıştır. Osmanlı Bankasının ve diğerlerinin büyük karlarının başta gelen kaynağı dış borç işlemlerine aracılık yapmaları idi. Bu nedenle Avrupalı aracılar Osmanlı Devletini sürekli borç almaya teşvik ettiler. Öyle ki bu teşvikler Osmanlı devlet adamlarını tehdit derecesine ulaşmıştı.6ı

1914 yılında Osmanlı İmparatorluğunun 156.4 milyon Osmanlı Lirası (veya 142.2 milyon sterline) dış borcu olduğu tespit edilmiştir. Buna kısa vadeli (veya dalgalı) borçlar dâhil değildir. Normal borçların alacaklı ülkelere göre dağılımı şu şekildedir: Osmanlı Devletinde yabancı sermaye yatırımların da olduğu gibi, dış borçlarda da en büyük pay Fransızlara ait idi. Fransızların Osmanlılardan alacağı 82.8 milyon Osmanlı Lirası idi. Bu miktar toplam borçların % 53’ünü teşkil etmektedir. Dış borç hesabında Fransızlardan sonra % 21(3.2 milyon Osmanlı Lirası) pay ile Almanlar, % 14 (21 milyon Osmanlı Lirası) pay ile İngilizler gelmekte idi.



2.1.2.1. Finansal Sermayenin Kurumları: Osmanlı Bankası

Kırım Savaşı öncesinde Osmanlı hükümetinin ilk bankacılık deneyimi, 1847’de iki büyük Galata Bankeri tarafından, paranın istikrara kavuşturulması amacıyla hükümetin himayesi altında Dersaadet Bankası’nın kurulmasıyla başladı. Fakat 1852’de bankanın kendi kendini tasfiye etmek zorunda kaldı.

Osmanlı Hükümeti Kırım Savaşı’nın sekteye uğrayan devlet bankası kurma sorununa üç gelişme nedeniyle geri döndü. İlk olarak, yapılan iki istikraza/borçlanma rağmen Galata Bankerlerine olan kısa vadeli borçlar daha da artmış, ayrıca savaş zamanı büyük miktarda basılan kaimelerin/kağıt para değeri hızla düşmüştü. Hem Osmanlı maliyesinin sağlam temellere oturtulması ve hem de ticaretin olumsuz etkilenmesini önlemek için kaimelerin ortadan kaldırılması çok acil bir öncelik haline gelmişti. İkinci olarak, Osmanlı hükümetinin dış borç fikrinde olan değişimdi. Savaş, Avrupa para piyasalarında uzun dönemli borç alma fikrine karşı olan direnci kırdı. Daha önceleri, kurulacak bir devlet bankasının en önemli işlevinin Osmanlı parasının diğer paralar karşısındaki değerinin korunması olduğu görüşü hakimdi. Fakat savaş sonrası, devlet bankası kurulmasının hükümete, Galata bankerlerinden daha düşük faizle kısa vadeli borç vermek, onların tekelini kırmak, Avrupa para piyasalarına girişi kolaylaştıracak demiryolu gibi projelerin finansmanı için uzun vadeli borç bulmak gibi faydalar sağlayacağı düşünülmeye başlanmıştı. Üçüncü olarak ise, savaş koşullarının da etkisiyle özellikle İngiliz ve Fransız sermayedarları Osmanlı finans piyasasına olan ilgilerinin artmasıydı. 1856 Mart ayı itibarıyla hükümete devlet bankası imtiyazını elde etmeyi amaçlayan on dört ayrı öneri sunulmuştu. Batılıların iç işlerine müdahalesinden çekinen Osmanlılar, bu süreçte banka kurucularının ulusal kompozisyonlarını genişletme çabasında olmuşlar ve rekabet içindeki İngiliz ve Fransız bankerler de farklı ittifaklar aramak zorunda kalmışlardır. [Şahin, 2001:63-64]

Osmanlı Bankası’nın kurulması Osmanlı Devleti'nin, dış piyasalardan borçlanabilmesini sağlamak ve bu borçların anapara ve faizlerinin ödemesini bir düzen içerisinde yapmak amacıyla Sultan Abdülaziz'in izniyle 4 Şubat 1863'te kabul edildi. 1856'dan beri ülkede faaliyet gösteren İngilizlerin kurduğu Bank-ı Osmanî’ye, Fransızların da ortak olması ile Bank-ı Osmanî-i Şahane adını aldı. Daha sonra da Osmanlı Bankası olarak değiştirildi. Böylece banka kurulmuş oluyordu.

Banka her türlü bankacılık işlemlerini yapmasının yanında 30 yıl süreyle banknot basma ya da kâğıt para ihraç etme imtiyazına sahip olacaktı. Senyoraj hakkı, devletin para basma hakkı, yabancı sermayeli bir bankaya, Osmanlı Bankası'na devrediliyordu.

Osmanlı üzerinde asıl nüfuzunu 1876-77 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında hükümetin borçlarını ödeyemez duruma düşmesiyle kazanan Osmanlı Bankası, Duyun-u Umumiye'nin bankerlik görevini de üstlenmişti. Banka en fazla karı Avrupa piyasası ile İstanbul hükümeti arasında yaptığı aracılıktan sağlıyordu. Osmanlı Bankası imparatorluk yönetiminden inanılmaz imtiyazlar elde etmişti



2.1.2.1. Finansal Sermayenin Kurumları: Duyun-u Umumiye

1873-74 yıllarında yaşanan kuraklık ve sel felaketleri Anadolu’da kıtlık felaketine yol açmıştı. Bunun sonucunda hem halk sefalete düşmüş hem de vergi gelirlerinde bir düşüş olmuştu. Kırım Savaşı’ndan beri borçlanmayı alışkanlık edinen hükümet para bulmak için Avrupa piyasalarına bel bağlamıştı. Avrupa ekonomisinde 1896’ya kadar sürecek olan “Büyük Bunalım”ın başlangıcına işaret eden uluslararası menkul kıymetler borsasının 1873’teki ani çöküşü, Osmanlı İmparatorluğu gibi güven vermeyen borçluların para toplamasını imkânsız hale getirmişti. Borçlanma sorununu derinleştiren asıl problemler ise şu şekilde sıralanabilir:[Kazgan, 2006:27]

[a] Borçların cari harcamalar için kullanılması, borçların gelirin arttırılması yolunda kullanılmaması [b] Devletin gelir artışından yararlanan kesimi vergilendirememesi1 [c] Tarımda üretimde bir sıçrama yaşanmadığından aşar vergisi gelirinin artmasının mümkün olmaması [d] Devletin mültezimi dışlayarak vergiyi doğrudan toplama çabalarının sınırlı düzeyde kalması [e] Rusların Balkanları karıştırması ve milliyetçi hareketlerin artması [f] Vergi gelirleri artmazken askeri harcamaların artması

Bunun üzerine Osmanlı İmparatorluğu bir kararname yayınlayarak vadesi gelen borçların yarısını ödeyeceğini açıklayan bir çeşit moratoryum ilan etti. Ne var ki bu söze de uyulamadı. 1877 – 78 Osmanlı – Rus savaşıyla (93 harbi) birlikte imparatorluk dış borçlarının yanı sıra Galata bankerlerinden almış olduğu iç borçları da ödeyemeyeceğini açıklamak zorunda kaldı.

Moratoryum ilanının ertesinde Osmanlı İmparatorluğu alacaklılarıyla anlaşmaya gitti. Anlaşma son derecede ağır koşullar taşıyordu. 1879'da damga, alkollü içki, balık avı, tuz ve tütünden alınan vergi gelirlerini 10 yıl boyunca iç borçlar karşılığı olarak alacaklılara bıraktı. Bu işlemleri yürütmek üzere bir Rüsum-u Sitte İdaresi kuruldu. Resim ya da çoğulu olan rüsum, damga vergisi gibi dolaylı vergileri ifade ediyor. Sitte ise altı anlamına geliyor. Altı adet geliri kapsadığı için idareye bu ad verilmişti.

Dış borçlardan alacaklı Avrupa devletleri yalnızca Galata bankerlerine olan iç borçlar için böyle bir idare kurulmasına tepki gösterdi ve 1881’de damga, alkollü içki, balık avı, tuz, tütün ve ipekten alınan vergilerin tüm geliri iç ve dış borçlara ayrıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu bazı gelirlerini doğrudan borç ödemelerine tahsis etmek zorunda kalmış oluyordu. İş bu kadarla da bitmedi. Yabancı devletler iç ve dış borçların ödenmesinde kullanılmaya ayrılan bu gelirleri toplama ve alacaklılara ödeme görevinin de Osmanlı devletinden ayrı bir idare kurularak ona devredilmesini istediler. Hükümet yabancı devletlerin baskılarına dayanamadı ve 20 Aralık 1881’de yayınladığı Muharrem Kararnamesi ile Rüsum-u Sitte İdaresi’ni kaldırarak yerine Düyun-u Umumiye İdaresi’ni [Genel Borçlar İdaresi] kurdu. 1882 yılında çalışmaya başlayan Düyun-u Umumiye’nin idare meclisi biri İngiliz ve Hollandalı borç verenlerin, biri Fransız, biri Alman, biri Avusturyalı, biri İtalyan borç verenlerin, biri ayrıcalıklı tahvil sahiplerinin temsilcilerinden ve biri de Osmanlı tebaasından olmak üzere 7 kişiden oluşuyordu. İdare binası bugünkü İstanbul Erkek Lisesi binasıydı. Düyun-u Umumiye İdaresi bu gelirleri toplayarak iç ve dış borçların alacaklılarına ödemeye başladı.

Düyun-u Umumiye İdaresi, Osmanlı İmparatorluğunun bağımsız bir devlet olarak maliyesini yönetme, vergi koyma ya da kaldırma, vergi oranlarını değiştirme gibi hükümranlık haklarının bir bölümünü elinden almış oluyordu. İdare, Osmanlı Devlet gelirlerinin yüzde 20-32 arasındaki kısmına el koyma karşılığında, Osmanlı borçlarının konsolidasyon işleminin yapılmasını sağladı. Ayrıca toplayacağı vergi gelirini arttırabilmek için üretim artışını gerçekleştirecek üretim artışını sağlayacak girişimleri gerçekleştirdi; kaçak ticaret ve vergi kaçakçılığını azaltacak önlemleri yürürlüğe koydu. İdarenin işleri sıkı tutması sayesinde , 1880’li yılların sonuna doğru bütçe açıkları yerini bütçe fazlasına bıraktı ve I. Dünya Savaşı’na kadar bir daha açık vermedi.

2.1.2.3. Finansal Sermayenin Kurumları: Tütün Rejisi

Tütün 1861’den itibaren devlet tekeline alınmış ve 1879 yılında geliri, Galata bankerleri grubuna alacaklarına karşılık olmak üzere devredilmişti. Tütün geliri, Osmanlı Devleti’nin diş borçlarının ödeyemez duruma düşmesi sonucu alacaklı Avrupalılarla varılan anlaşmayla 1881’ de kurulan Düyûn-u Umumiye İdaresi’ne de borçlara karşılık olarak gösterilmişti. Tütün tekelini yürütmek ve tütün işletmeleri kurmak amacıyla Osmanlı hükümeti ve Düyûn-u Umumiye idaresi ile yapılan anlaşmayla 1883’te Reji şirketi kuruldu. Şirketin hisseleri hazineye, Osmanlı Bankası’na, Viyana’daki Kreditantalt ile Berlin’deki Bleicröder bankalarına aitti. Reji idaresi yurt içi tüketimdeki tekel hakkına karşılık Osmanlı maliyesine her yıl 75 milyon frank ödeyecek, sermayesi karşılığı yüzde sekiz üzerinden faiz aldıktan sonra kalan kârını Düyûn-u Umumiye ve Osmanlı hükümeti ile paylaşacaktı. Şirketi Osmanlı yönetimi adına denetleyen bir komiser de atanmıştı.[Emiroğlu,2006:734]

Reji İstanbul ve İzmir’den başlayarak tütün işleme fabrikaları açtı; ortalama üç bin işçinin çalıştığı altı fabrikası vardı. Yıllık sigara ve tütün üretimi yedi bin tona, geliri 240 milyon kuruşa ulaşmıştı. Türk tütününün dünya çapında arandığı bu dönemde Reji tekelinin verdiği tütün fiyatının dünya piyasasından düşük kalması sonucu kaçak tütün ekimi ve tütün kaçakçılığı yaygınlaşmış, Reji kaçakçılıkla mücadele için kendi kolluk kuvvetini kurma yetkisi almıştı. Sayıları altı bini bulan Reji kolcularıyla tütün kaçakçıları arasında çıkan çatışmalarda binlerce kişi öldürülmüştü; ölü miktarı olarak yirmi binle doksan bin arasında rakamlar verilmektedir. .[Emiroğlu,2006:734]

Reji’nin dilinin Fransızca olmasından başlayarak, tütün tartımı, depolanması, çürüyen tütünler ve fiyat konularındaki köylüyle olan anlaşmazlıklar ve Reji fabrikalarındaki işçi grevleriyle Reji Anadolu’da bir baskı mekanizması ve kanayan yaraya dönüşmüş, 1887, 1905 yıllarında kanla bastırılan grev ve ayaklanmalardan sonra, II. Meşrutiyetin ilanıyla Reji karşıtı gösteriler yoğunlaşmış, Reji tekeline son verilmesi ülkede ortak talep haline gelmiştir. Ancak şirketin imtiyaz süresinin bittiği 1913 yılında Osmanlı hükümetinin Avrupa’dan dış borç istemek durumunda kalması sonucu, Reji tekeliyle ilgili bir işlem yapılamamıştır. [Emiroğlu,2006:734]



2.1.2.4. Duyun-u Umumiye ve Yabancı Sermaye

Osmanlı’ya Düyunu Umumiye’nin varlığı sayesinde artan güven bir yandan, sermayenin kâr haddini artırmak için ortaya çıkan ekonomik baskılar diğer yandan, 1881 sonrası yıllardan itibaren önemli çapta yabancı dolaysız yatırımların altyapıya; banka-sigorta, iç-dış ticaret, eğitim, sağlık, liman işletmeciliği, lotaryacılık, tiyatro, su sağlanması gibi bir dizi hizmetlere ve bir miktar da madencilikle basit sınai işlemlere ve tarıma akmasını sağladı. Gelen dolaysız yatırımlar içinde gerek 1890 (yüzde 37.3) gerek 1914’te (yüzde 52) en büyük pay Fransız şirketlerine aitti. Ancak bu iki tarih arasında, sıralamada ikincilik yerini İngilizler (yüzde 26.9’dan yüzde 14.4’e) Almanlara (yüzde 11.5’ten yüzde 23.2’ye) bırakmışlardı.[Kazgan, 2006:28]

Osmanlı Devleti, içe kapalı tarım alanlarını piyasaya açmak, madenlerin işletilmesini kolaylaştırmak için demiryolu yapımına büyük önem vermiştir. Bu amaçla yabancılara verilen ayrıcalıklar, teşvikler olağanüstüdür.

Gelen dolaysız yabancı yatırımların yarıdan çoğu, dönem boyunca, demiryollarına yapıldı. Düyunu Umumiye İdaresi’nin bunda küçümsenmeyecek bir rolü oldu. Vergi gelirlerinin artmasını isteyen İdare, demiryollarının tarımı pazara açarken üretimi ve bu yoldan Aşar Vergisi gelirini artıracağını hesaplamıştı; II. Abdülhamit’i bunları davet etmek için şirketlere büyük imtiyazlar vermeye ve çıkarlar sağlamaya ikna etti. .[Kazgan, 2006:29]

Zaten Sultan da demiryolları yapımının, imparatorluğun dört bir yanında ikide bir patlak veren ayaklanmalara karşı merkezi devleti güçlendireceği, asker-silah sevkiyatını kolaylaştıracağı kanısındaydı Nitekim demiryollarının uzunluğu 1861’den 1908’e kadar katlanarak artmıştı. İdare haklı çıktı; bütün ülkede toplanan Aşar Vergisi geliri yüzde 114 oranında yükselmişti. Ama bunun bedeli yüksek oldu; şirketler inanılmaz çapta imtiyazlarla donatılmıştı. Almanlara verilen Bağdat Demiryolu imtiyazıysa, finansmanına etkin biçimde katılan Deutsche Bank’la birlikte, hem Avrupa’nın diğer büyük devletleri katında, hem Osmanlı toplumunda büyük tepkiler yarattı. Kimilerine göre de, Avrupa’nın büyük devletleri arasında yarattığı çekişmeyle I. Dünya Savaşı’na yol açan etkenler arasında yer aldı. .[Kazgan, 2006:30]

Yabancı ortaklıklara kar garantisi verilerek ve uzun yıllar için (genellikle 70-100 yıl) işletme hakkı tanınarak oluşturulan demiryollarının uzunluğu Cumhuriyet’in kurulduğu yıl dört bin kilometrenin üstündeydi. İmparatorluğun son yıllarında, demiryolu yatırımlarında, yüzde 57 bir payla Alman sermayesi egemendi; bunu yüzde 23,5 bir payla Fransız sermayesi izliyordu ve İngiliz kökenli sermayenin payı da yüzde 20’ye yaklaşıyordu. İmparatorluğun o döneminin sermaye birikimine damgasını vuran, özellikle Alman kapitalizminin gelişmesinde belirleyici rolü olan, demiryolu yapımına önem verildiği söylenebilir.

Yabancı sermayenin demiryolu yapımı ve işletmesinde çok istekli davranmalarının birinci nedeni bu amaçla Osmanlı Devleti ile yaptıkları imtiyaz anlaşmalarının çok geniş kapsamlı tutulmasıdır. Yabancı sermayedarlar inşa ettikleri demiryolu güzergahında ticaret yapma imtiyazına sahip olmakla yetinmemişler, tüm yerüstü, yeraltı zenginliklerini de kontrollerine almayı ve nüfus bölgeleri kurmayı da istemişlerdir. Ve bunda başarılı da olmuşlardır. Bağdat demiryolu hattının yapımı için Almanlarla yapılan imtiyaz antlaşması bu, konuda çok açık bir örnektir. Bağdat demiryolu hattı imtiyazının ele geçirilmesi için Batılı kapitalistlerin Osmanlı Devleti üzerindeki baskıları ve kendi aralarındaki rekabetleri ayrı bir araştırmaya konu olacak kadar zengindir. Birinci Dünya Savaşının nedenleri arasında Bağdat demiryolu imtiyazı mücadelesi gösterenlere katılmamak mümkün değildir.

Batılı kapitalistler için Osmanlı topraklarında demiryolu inşasını cazip hale getiren ikinci neden “km garantisi” denilen yöntemdir. Osmanlı Devleti yapılan demiryollarına borçlanarak sermaye katkısında bulunduğu gibi, yabancı şirketlere km başına bir teminat ödemeyi de kabul etmiştir. Böylece, Osmanlı Devleti demiryolu inşaat ve işletmesinin mutlaka kar etmesini teminat altına almıştır.



Demiryolu yapımının ekonomik etkileri iki grupta toplanabilir; yapım için gerekli hammaddenin, özellikle demir-çeliğin üretimini artırması ve götürüldüğü bölgenin pazara açılmasını sağlaması. Osmanlı’da birinci işlevin yerine getirilmesi olanağı yoktu. Çünkü demir-çelik sanayisi kurulamamıştı. Dolayısıyla demiryollarına öncelik verilmesi, Almanya örneği bir sanayileşme sağlamadı. Gerçekte amaç bilinçli bir sanayileşme yerine, tarımsal üretimin pazara açılması ve ekonominin bu yolla gelişmesiydi. Osmanlı tarımsal üretiminin, özellikle Batı Anadolu’da dış pazara açılmış olması bu çerçevede düşünülmelidir.

Diğer yönden, geleneksel Osmanlı ulaşımını oluşturan denizyolları da yabancı sermayenin egemenliğindeydi. Yerli denizcilik, yabancılara Kapitülasyonlarla sağlanan kabotaj hakkı nedeniyle korumasızdı. Kara ulaşımında ise dönem süresince önemli bir gelişme görülmez. Son olarak Osmanlı’da oldukça ileri düzeyde bir telgraf sisteminin kurulduğu belirtilmelidir. Ayrıca Osmanlı posta düzeninin yanında yabancıların kendi posta düzenlemeleri bulunmaktaydı.



Özet

Osmanlı ekonomisinin temel örgüsü, sermaye biriktirmek değil, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için üretmek ve devleti ayakta tutan vergileri sağlamak üzere kurulmuştu. Bu iktisadi örgü üç ana ilke üzerinde inşa edildi: İaşe (provizyonizm), gelenekçilik (tradisyonalizm) ve fiskalizm.

Bu siyaset, Avrupa ülkelerinde uygulamaya başlanmış olan, dış ticaret fazlası yaratmayı hedefleyen merkantilist politikalar ile tezat teşkil diyordu. Bu anlayışla Osmanlı devleti, 15. ve 16. yüzyıllarda hem transit ticaretten sağladığı vergi gelirlerini artırmak, hem de siyasî ilişkileri geliştirmek amacıyla bazı Avrupa devletlerinin tacirlerine Osmanlı ülkesinde ticaret yapma, yolculuk yapma hakkı gibi imtiyazlar (kapitülâsyonlar) vermekte sakınca görmedi.

Klasik dönemde oluşturulan provizyonizm, gelenekselcilik, fiskalizm gibi değerler kapitalizm öncesinde Osmanlı insanını mutlu etti ve devleti yüceltti. Fakat Batı Avrupa merkezli merkantilizmin yükseliş dönemi olarak kabul edilen 16-18. yüzyıllarda, Osmanlı Devleti çeşitli sorunlarla karşılaştı: Bunlardan birincisi Avrupa ülkelerinde askeri teknolojinin gelişmesi, askeri güç dengesinin değişmesi ve Osmanlı Devleti’nin Batı’ya genişlemesinin durması idi. İkinci sorun 16. Yüzyılda Avrupa’da tarımsal ürün talebinin artması idi.

Osmanlı Devleti yükselen Batı Avrupa karşısında görece gerilemeye başlamıştır. Bu gerilemeyi durdurmak amacıyla 1820'lerden itibaren İmparatorluk kapalı iktisat düzenini tedricen tasfiye ederek dışa açılma, Batı ile bütünleşme çabalarına girişmiştir. Diğer bir deyişle; 1820'lerden Birinci Dünya Savaşı'na kadar geçen yaklaşık yüzyıllık sürede, Osmanlı Devleti, Batı'nın askeri, siyasal ve iktisadi gücüyle karşı karşıya gelmiş ve geleneksel iktisadi yapı, Batı kaynaklı yeni bir iktisadi düzene, kapitalizme açılmaya başlamıştır.

1838-1841 yıllarında büyük Avrupa devletleriyle olan serbest ticaret anlaşmalarından sonra, Osmanlı ekonomisinin kapitalist sistemle olan bütünleşmesi eskisinden hızla ilerledi. Kırım Savaşı’ndan itibaren Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu ekonomisine olan katılımı, ticaretle kalmayarak genişledi ve borç vermeye başlandı.

Osmanlı imparatorluğunun serbest ticaret yolu ile Kapitalist Batıya olan bağımlılığına bir de mali bağımlılık eklenmiştir. 1854’de, ilk dış borcun alınmasından sonra bunu yeni borçlar takip etmiştir. Devam eden dış açıklar ile önceki borçların anapara ve faizleri yeni borçlanmaları zorunlu kılmıştır. Batılı kapitalistler her borç antlaşmasında bir dizi iktisadi ayrıcalıklar koparma yoluna gitmişlerdir.’ İlk borcun alınmasının üzerinden daha 30 yıl geçmeden Osmanlı Devleti dış borç batağında teslim bayrağını çekerek iflasını ilan etmiş ve 1881 yılında Duyun-u Umumiye İdaresi (DUİ) kurulmuştur.

Osmanlı’ya Düyunu Umumiye’nin varlığı sayesinde artan güven bir yandan, sermayenin kâr haddini artırmak için ortaya çıkan ekonomik baskılar diğer yandan, 1881 sonrası yıllardan itibaren önemli çapta yabancı dolaysız yatırımların altyapıya; banka-sigorta, iç-dış ticaret, eğitim, sağlık, liman işletmeciliği, lotaryacılık, tiyatro, su sağlanması gibi bir dizi hizmetlere ve bir miktar da madencilikle basit sınaî işlemlere ve tarıma akmasını sağladı.

Gelen dolaysız yabancı yatırımların yarıdan çoğu, dönem boyunca, demiryollarına yapıldı. Düyunu Umumiye İdaresi’nin bunda küçümsenmeyecek bir rolü oldu. Vergi gelirlerinin artmasını isteyen İdare, demiryollarının tarımı pazara açarken üretimi ve bu yoldan Aşar Vergisi gelirini artıracağını hesaplamıştı.

KAYNAKÇA

Emiroğlu, Kudret [2006], Ekonomi Sözlüğü, Ankara: Bilim-Sanat Kitabevi.

Kazgan, Gülten [2012] Tanzimat’tan 21.Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Kepenek, Yakup ve Nurhan YENTÜRK [2000], Türkiye Ekonomisi, İstanbul: Remzi Kitabevi.



Özel, Mustafa [1998], Birey, Burjuva ve Zengin, İstanbul: Kitabevi Yayınları.

Özer, Mustafa (Editör) (2004); Türkiye Ekonomisi, Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Yayınları.

Sönmez, Atilla [2003], Doğu Asya Mucizesi ve Bunalımı Türkiye İçin Dersler, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Şahin, Hüseyin[2001], Türkiye Ekonomisi: Tarihsel Gelişimi – Bugünkü Durumu, Bursa: Ezgi Kitabevi.

Şevket Pamuk [2005], Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme 1820-1913, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.

Yenal, Oktay [2003], Cumhuriyet’in İktisat Tarihi, İstanbul: Homer Kitabevi.

Zürcher, Erik Jan [2010], Modernleşen Türkiye'nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları.

Sorular.

1. Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘kendi ihtiyaç duyduğu yerli hammaddelerin yabancı tüccarlar tarafından yurtdışına çıkarılmasını önleyemeye’ dönük olarak 1826 yılından itibaren uygulamaya koyduğu yasanın adı aşağıdakilerden hangisidir?

[a] Fiskalizm [b] Provizyonizm

[c] Yed-i Vahid [d] Tradisyonalizm

[e] Tezkere Usulü



2. Aşağıdakilerden hangisi Osmanlı Devleti’nin çöküşüne yol açan “ekonomik” gelişmelerden birisi değildir?

[a]Kapitülasyonların kabul edilmesi.

[b]Balta Limanı anlaşmasının kabul edilmesi.

[c]Duyun-u Umumiye İdaresinin kurulması.

[d]Teokratik ve monarşik devlet yönetimi.

[e]Sınai ve ticari faaliyetlerde gayrimüslim azınlığın hakim olması.



3. Sanayi Devriminin Osmanlı İmparatorluğu’nu olumsuz etkilemesinde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hangi durumun etkili olduğu söylenebilir?

[a] Yeniçeri ocağının bozulması.

[b] Osmanlı Devleti’nin çok uluslu bir yapıya sahip olması.

[c] Askeri harcamaların artması.

[d] Kapitülasyonların genişletilerek birçok devlete tanınması.

[e] Tımar sisteminin bozulması.



4. Osmanlı döneminde İngiltere ile yapılan Balta Limanı Antlaşması’ndan başlayarak o zamana kadar yüzde üç olan gümrük vergisi ihracatta yüzde oniki, ithalatta ise yüzde beş olarak belirlenmiştir.

Bu bilgiye dayanarak,


I. Osmanlı Devleti’nde sanayi gelişecektir.
II. Osmanlı tacirleri yabancı tacirlere rekabet edecek duruma gelecektir.
III. Yabancı mallar Osmanlı Devleti pazarlarına egemen olacaktır.
IV. Osmanlı Devleti ticaret yolları üzerindeki egemenliğini sürdürecektir.
V. Osmanlı Devleti ekonomik yönden giderek dışa bağımlı olacaktır.
Yargılarından hangilerine ulaşılabilir?

[a] I ve III [b] I ve V. [c] II ve III [d] II ve V [e] III ve V



5. Baltalimanı Antlaşmasından önce, yerli ve yabancı tüccarlar mallarını ülke içindeki bir bölgeden bir bölgeye taşırlarken iç gümrük vergisi ödemek zorundaydılar. Yabancı tüccarlar Baltalimanı Antlaşmasıyla bu yükümlülükten kurtulmuşlar; fakat yerli tüccarlar iç gümrük vergisi ödemeyi sürdürmüşlerdir.

Aşağıdakilerden hangisi, Baltalimanı Antlaşmasıyla ortaya çıkan bu durumun sonuçlarından biri değildir?

[a] Osmanlı pazarlarına yabancı tüccarların egemen olması.

[b] Yerli tüccarların yabancı tüccarlarla rekabet etmesinin zorlaşması.

[c] Bazı yerli tüccarların ticaret hayatından çekilmek zorunda kalması.

[d] Ticaret gelirlerinin daha çoğunun yabancılara gitmesi.

[e] Yerli mallarda kalitenin artması.



6. Sanayi devrimi ve birçok Avrupa ülkesinin kapitülasyonlardan yararlanması ile Osmanlı Devleti açık Pazar haline gelmiştir.

Bu durum Osmanlı Devleti’nde aşağıdaki gelişmelerden hangisine neden olmuştur?

[a] Sınıf farklılıklarının ortaya çıkmasına.

[b] Toprak kayıplarının artmasına.

[c] İthal malların iç piyasaya egemen olmasına.

[d] Tımar sisteminin bozulması.

[e] Bilimsel gelişmelerin yaşanmasına.

Cevaplar: 1. C 2. D 3. D 4. E 5.E 6.



1 Gelir artışından yaralananlar dış ticaretle uğraşan tüccarlardı. Nevarki bunların bir kısmı yabancılardan oluşmakta ve kapitülasyonlar nedeniyle kişisel vergilerden muaf bulunmaktaydı. Diğer kısmı Osmanlı tebaasından gayrimüslimlerden oluşmakta bunlarda Avrupa tabiiyetine girip vergi ödemekten kaçınmakta idiler.

i


Yüklə 131,83 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin