İyi insanların cennete ve kötü insanların cehenneme gidecekleri hakkındaki rağbet gören düşünce insanların kurtuluşu kazanmaları gerektiği yönündedir. Kutsal Kitap, doğru olan bir kişinin bile bulunmadığını ve cennete gidecek olan kişilerin sadece Tanrının lütfu aracılığı ile kurtulan günahkarlar olduklarını öğretir. Hıristiyan müjdesi övünmeyi ortadan kaldırır; insanın, zayıflık ve günah içinde ölü olduğu için Tanrının iyiliğini kazanabilmesi için işe yarayacak hiç bir şey yapamayacağını anlatır. Diğer dinlerin hepsi kendisini kurtarabileceği bir şey olduğunu ya da kurtuluşuna yardım edebileceği imalarında bulunarak insanın gururunu okşar.
Tüm sahte dinler, “insana düz gibi görünen”, ama aynı zamanda sonu ölüm olan yollardır (Süleyman’ın Özdeyişleri 14:12). Rab İsa Mesih’e inanarak kurtulmak insanlara “gereğinden fazla kolay” görünür. Ama yaşama götüren tek yol budur. Sahte dinlerde Mesih ya hiç bir şeydir ya da birazcık bir şeydir. Gerçek Hıristiyan imanında Mesih her şeydir.
Diğer dinlerde kurtuluş ile ilgili gerçek bir güvence mevcut olamaz. Çünkü bir kişi hiç bir zaman yeterince iyi ya da doğru işler yapıp yapmadığını asla bilemez. Mesih’teki imanlı kurtulduğunu bilebilir, çünkü kurtuluşu kendisinin işleri ile ilgili bir konu değildir; Mesih’in onun için yaptığı iş geçerlidir.
Yalnızca iki inanç vardır – biri yasa diğeri ise lütuf. Biri işler, diğeri ise iman. Biri işlere, diğeri imana dayanır. Biri insan çabasıdır, diğeri ise Tanrıya güvenmek. İlki, suçluluk ve ölüme, ikincisi ise aklanma ve sonsuz yaşama götürür.
22 Ekim
“Nun oğlu Yeşu bilgelik ruhu ile dolu idi. Çünkü Musa ellerini üzerine koymuş idi. İsrailliler onu dinliyor ve Rabbin Musa’ya verdiği buyruklar uyarınca davranıyorlardı.” (Yasanın Tekrarı 34:9)
Bu ayetten elde ettiğimiz önemli bir anlayış şudur: Musa Yeşu’yu kendisinden sonra görevi devralacak kişi olarak atadı, çünkü kendi hizmetinin bir gün sona ereceğini biliyordu. Böyle yaparak, ruhsal önderlik konumunda olan diğer kişiler için iyi bir örnek oldu. Bazı kişiler bu konunun vurgulanmasının çok temel olduğunu düşünebilirler, ama aslında görevi devralacak kişiler yetiştirmek ve hizmeti onlara devretmek gibi konularda genellikle büyük başarısızlıklar ile karşı karşıya kalınabilinir. Yerimizin başka biri tarafından doldurulabileceği düşüncesine dair benliğimizde doğuştan gelen bir direnç söz konusudur.
Bazen yerel topluluktaki bir ihtiyar bu tür bir sorun ile karşı karşıya kalır. Bu kişi, belki de uzun yıllar boyunca sadakat ile hizmet etmiştir. Ama artık sürüye çobanlık edemeyeceği o gün yaklaşmaktadır. Ama yine de yerini devretmek için genç bir kişiyi eğitmek durumunda kalması ona zor gelebilir. Genç imanlıları kendi yerini tehdit eden kişiler olarak görebilir. Ya da onların tecrübesizliğini kendi olgunluğu ile kıyaslayabilir ve onların bu hizmet için oldukça uygunsuz kişiler oldukları sonucuna varabilir. Bir zamanlar kendisinin de ne kadar tecrübesiz olduğunu unutmak bu kişi için kolaydır; hali hazırdaki olgunluğuna bir yetkili tarafından hizmet konusunda eğitilerek gelmiş bulunduğunu hatırlamaz.
Bu durum aynı zamanda hizmet alanında da bir sorun haline gelebilir. Hizmet eden kişi, yerel imanlıları önderlik konumuna geçmeleri için eğitmesi gerektiğini bilir, ama onların bu hizmeti kendisi kadar iyi yapamayacaklarını düşünür. Yerel imanlılar öylesine çok hatalar yapmaktadırlar ki…. Eğer tüm paylaşımı kendisi yapmaz ise, toplantılara katılanların sayısı düşecektir. Ve ayrıca, yerel imanlılar nasıl yöneteceklerini de bilmezler. Tüm bu konuların yanıtı, hizmet alanındaki bu ihtiyarın kendisi hakkında “harcandığını” düşünmesine neden olabilir. O ülkedeki imanlıları eğitmesi ve kendisi o belirli alanda bir hizmet yolu buluncaya dek onlara yetki vermesi gerekir. Boş hizmet alanları her zaman her yerde mevcuttur. Kendisinin hizmetten yoksun kalması asla gerekmez.
Musa’nın yerine Yeşu geçtiği zaman, bu geçiş çok yumuşak bir şekilde oldu. Bir önderlik boşluğu söz konusu olmadı. Tanrının davası bir travma nedeni ile sıkıntıya uğramadı. Olması gereken şekil budur.
Tanrının tüm hizmetkarları, genç imanlıların önderlik konumlarına geçtiklerini gördükleri zaman bundan sevinç duymaları gerekir. Kendi bilgilerini ve deneyimlerini bu öğrenciler ile paylaşmayı kendileri için büyük bir ayrıcalık olarak görmeleri ve sonra ölümün eli tarafından zorlanmadan önce hizmeti onlara devretmeleri gerekir ve Musa’nın başka bir olay karşısında “Tanrı Rabbin tüm halkının peygamberler olmasını istemez mi idi?” dediği zamanda sergilediği bencilliğe yer vermeyen davranışın aynısı ile davranmaları gerekir.
23 Ekim
“Kutsal Ruh kendiliğinden konuşmayacak. Yalnız duyduklarını söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek.. O, Beni yüceltecek. Çünkü Benim olandan alıp size bildirecek.” (Yuhanna 16:13b,14)
Rab İsa Kutsal Ruh’un kendiliğinden konuşmayacağını söylediği zaman, Ruh’un O’ndan hiç bir şekilde söz etmeyeceğini kastetmedi. Aksine burada vurgulanan düşünce, Kutsal Ruh’un kendi yetkisine dayanarak ya da Baba Tanrıdan bağımsız olarak konuşmayacağıdır. Bu düşünce, ayette yer alan şu düşünce ile ortaya konur: “Yalnız duyduklarını söyleyecek.” New American Standard Bible bu ayeti şöyle tercüme etmiştir: “O, kendi inisiyatifi ile konuşmayacak.”
Ama bunları söyledikten sonra eklememiz gereken şudur: Kutsal Ruh genellikle Kendisi hakkında konuşmaz. O’nun hizmetinin en önemli niteliklerinden biri Mesih’i yüceltmektir. İsa bu konuda şöyle dedi: “O, Beni yüceltecek, çünkü benim olandan alıp size bildirecek.”
Bunun anlamı şudur: Rab İsa’yı yücelten bir hizmetten söz edildiğini duyduğumuz zaman, o hizmetin ruh tarafından esinlendiğinden emin olabiliriz. Öte yandan, Rabbi değil de konuşan kişiyi yücelten mesajlar işittiğimiz zaman, Kutsal Ruh’un kederlendiğinden emin olabiliriz. Kutsal Ruh aynı anda hem bir insanın yüceliğine hem de Rab İsa’nın yüceliğine tanıklık edemez.
“En ruhsal öğretiş, her zaman Mesih’in tam ve sürekli olarak sunulması aracılığı ile karakterize edilecektir. Bu tür bir öğretişin yükünü her zaman Kutsal Ruh şekillendirir. Kutsal Ruh İsa’dan başka hiç bir şeyin üzerinde durmaz; yalnızca O’ndan söz etmekten hoşlanır. O’nun işlerini ve üstünlüklerini dile getirmekten zevk alır. Bu nedenle, bir insan Tanrının Ruhunun gücü aracılığıyla hizmet ettiği zaman, hizmetinde her zaman ön planda söz edeceği Mesih olacaktır. Bu tür bir hizmette insan mantığı ve düşüncesi için çok ama çok az yer ayrılmış olur. Ruh’un tek konusu, Mesih’e her zaman ön planda yer vermek olacaktır.” (C. H.Mackintosh)
Bu bağlamda müjde duyuran dünyanın yeniden gözden geçirmesi gereken şeyler olacaktır: akademik başarı ve teolojik onurların müsrif beyanları aracılığı ile konuşmacıların sunulmasındaki uygulama. Bir insanı göklere çıkartarak övmek ve sonra ondan Kutsal Ruhun gücü ile vaaz etmesini beklemek gerçekçiliğe uyan bir beklenti değildir.
Yazılı hizmet ile ilgili önemli bir deneme şudur: bu yazılı hizmet Rab İsa’yı yüceltiyor mu, yüceltmiyor mu? Ben, Kutsal Ruh’un işi ve Kişiliği ile ilgili okuduğum bir kitap hatırlıyorum. Önce, bu kitabın garip olduğunu düşündüm, çünkü kitabın yazarı Mesih’in ahlak üstünlüklerinden çok Kutsal Ruh hakkında daha çok şey yazıyor gibi idi. Sonra farkına vardım ki, bu kitap, Ruh’un Kişiliğine ve işine ilişkin gerçek olan görüşü sunmakta idi.
Jim Elliot günlüğünde şu sözleri yazdı: “Eğer insanlar Kutsal Ruh ile dolu olsalar idi, o zaman Kutsal Ruh hakkında değil, Kutsal Ruh’un açıklamak üzere gelmiş olduğu Kişi ile ilgili kitaplar yazarlardı. Mesih ile ilgilenmek, Ruh’un doluluğu değil, Tanrının objesidir.”
24 Ekim
“Adı yaşam kitabına yazılmamış olanlar ateş gölüne atıldı.” (Vahiy 20:15)
Cehennem konusu insan yüreğinde muazzam bir direniş oluşturur. Bu direniş genellikle, en çok şu soru ile kendisini ifade eder: “Sevgi Tanrısı sonsuza kadar kalıcı bir cehennemi nasıl destekleyebilir?” Eğer Pavlus bu soruya yanıt verebilecek olsa idi, büyük olasılıkla ilk sözleri şunlar olacaktı: “Sen kim oluyorsun da Tanrı’ya karşılık veriyorsun?” ya da “Herkes bir yalancı olsa bile Tanrı güvenirlidir.” Bu sözlerin anlamı: “Yaratığın Yaratan’a soru sormaya gerçekten de hiçbir hakkı yoktur.” Eğer Tanrı sonsuza kadar kalıcı bir cehenneme razı ise, böyle yapması için geçerli nedenlere sahiptir. O’nun sevgisini ve adaletini sorgulamak için hiçbir hakka sahip değiliz. Ama yine de Kutsal Kitap’ta bize bu konuda Tanrı’yı haklı çıkartmak için yeterli bilgi verilir.
Her şeyden önce, Tanrının cehennemi insan için değil, şeytan ve şeytanın melekleri için hazırlamış olduğunu biliriz. (Matta 25:41)
Aynı zamanda Tanrının hiç kimsenin mahvolmasını istemediğini ve herkesin tövbe etmesini arzu ettiğini de biliriz. (2.Petrus 3:9) Eğer bir kişi cehenneme gider ise, bu durum Tanrının yüreğinde büyük bir üzüntü oluşturur.
Soruna neden olan şey, insanın günahıdır. Tanrının kutsallığı, doğruluğu ve adaleti günahın cezalandırılmasını talep eder. Tanrısal buyruk şudur: “Ölecek olan, günah işleyen candır.” (Hezekiel 18:4) Bu Tanrı açısından keyfi bir konu olarak görülmez. Kutsal bir Varlığın günaha karşı tek tutumu ancak bu olabilir.
Tanrı bu konuyu olduğu yerde bırakabilirdi. İnsan günah işledi, bu nedenle ölmesi gerekir.
Ama Tanrının sevgisi bu konuya müdahale etti. İnsanın sonsuza kadar mahvolmaması için konuyu olduğu yerde bırakmadı ve insanın mahvolmamasını sağlayacak bir kurtuluş yolu bulma konusunda doruk noktasına kadar gitti. Biricik Oğlunu günahlı insanların yerine geçerek ölmesi ve onların cezasını ödemesi için gönderdi. Kurtarıcı’nın çarmıhta Bedeninde insanın günahlarını taşıması harika lütuf idi.
Tanrı şimdi günahlarından tövbe eden ve Rab İsa Mesih’e iman eden herkese karşılıksız bir armağan olarak sonsuz yaşam sunuyor. Tanrı, insanları insanların iradelerine karşı gelerek kurtarmaz. İnsanların kendi yaşam şekillerini kendilerinin seçmeleri gerekir.
Kısaca, Tanrının yapabileceği hiç bir şey yoktur. Zaten beklenebilecek olanın çok daha fazlasını yapmıştır. Eğer insanlar O’nun karşılıksız merhamet teklifini reddederler ise, geriye başka hiç bir seçenek kalmaz. Cehennem, cenneti reddeden kişilerin kendi seçimleridir.
Tanrıyı sonsuza kadar kalıcı bir cehennemi destekleme konusunda suçlamak, tamamıyla adaletsiz bir tutumdur. Böyle bir yanlış tutum, yeryüzünün en kötüsünün ateş gölünün işkencelerini asla bilmemesi için Tanrının cennetten En İyi Olan’ı gönderdiği gerçeğini görmezden gelir.
5 Ekim
“Öyle bir dost var ki, kardeşten yakındır insana.” (Süleyman’ın Özdeyişleri 18:24b)
İsa’nın dostluğu O’nun her yerdeki Halkının yüreğinde sıcacık duygular uyandıran bir konudur. İsa yeryüzünde iken, Kendisinden “vergi görevlileri ve günahkarlar ile dost olan obur ve ayyaş adam” olarak söz edildi. (Matta 11:19) ancak Hıristiyanlar bu kötü sözü alıp onu bir onur ünvanı haline dönüştürdüler.
Rabbimiz çarmıha gitmeden önce, öğrencilerine “dostlarım” diyerek hitap etti.”Artık size kul demiyorum. Çünkü kul efendisinin ne yaptığını bilmez. Size dost dedim, çünkü Babam’dan tüm işittiklerimi size bildirdim.” (Yuhanna 14:14-15)
En çok sevdiğimiz ilahilerden bazıları bu konuyu dile getirirler; örneğin, “İsa’da öyle bir Dost’a sahibiz ki”; “Yumuşak huylu İsa gibi hiç bir dost yoktur”; ve “Öyle bir dost, ah, öyle bir dost buldum ki!”
İsa’nın dostluğunun böyle yoğun bir ilgi görmesinin nedeni nedir? Bence ilk neden pek çok kişinin yalnız olmasıdır. İnsanların çevrelerinde başka insanlar vardır, ama yine de bu insanlar dost değildirler. Ya da diğer kişiler ile ilişkilerini büyük oranda kesmiş olabilirler. Bu durum genellikle akranlarından daha uzun yaşamış olan yaşlı kişiler için söz konusudur.
Yalnızlık zalimdir. Bir kişinin fiziksel, duygusal ve zihinsel sağlığı için kötü bir durumdur. İnsanın moralini kemirir, sinirlerini gerer ve onu yaşamından bezdirir. Genellikle kişileri öylesine bir umutsuzluğa sürükler ki, kişiler günaha ödün vermeye ya da saçma davranışlara yönelirler. İsa’nın dostluğu bu tür kişilere Gilead merheminin şifa veren özellikleri gibi yarar sağlar.
İsa’nın dostluğunun bu kadar çok takdir edilmesinin bir başka nedeni, bu dostluğun asla hayal kırıklığına uğratmayışıdır. İnsan dostlarımız bizi genellikle hayal kırıklığına uğratırlar ya da yaşamlarımızdan bezdirirler, ama bu Dost gerçek olduğunu ve değişmediğini kanıtlar.
Yersel dostlar başarısız olabilir ve bizi terk edebilirler,
Bir gün bizi teskin ederler, bir başka gün ise üzerler;
Ama bu Dost bizi asla aldatmayacaktır. Ah, O bizi ne kadar da çok sever!
İsa, kardeşten yakın olan Dost’tur. O, her zaman seven Dost’tur. (Süleyman’ın Özdeyişleri 17:17)
Rab İsa’nın bedence yanımızda bulunmadığı gerçeği, O’nun dostluğunun gerçekliğini sınırlamaz. Bize konuştuğu Söz aracılığı ile ve bizim O’na konuştuğumuz dualar ile Kendisini bize ihtiyacımız olan Dost olarak gerçek haline getirir. Duaları yanıtlama şekli bu biçimdedir.
Rab İsa, bana Kendini yaşayan, parlak bir gerçeklik halinde göster,
Herhangi bir yersel nesnenin görüldüğünden daha fazla şekilde iman görümü ile yanımda ol,
Yeryüzündeki en yakın bağdan daha yakın, daha sevgi dolu ol bana.
26 Ekim
“Sevgili kardeşler, size yalvarırım, cana karşı savaşan benliğin tutkularından kaçının, çünkü bu dünyada yabancı ve konuksunuz.” (1.Petrus 2:11)
Petrus, okuyucularına, bu dünyada yabancılar ve konuklar olduklarını hatırlatır; günümüzde en çok ihtiyaç duyulan hatırlatma budur. Konuklar, bir ülkeden diğerine yolculuk eden konuklardır. İçinden geçtikleri ülke kendi ülkeleri değildir; o ülkede yabancıdırlar. Gitmekte oldukları ülke kendi vatanlarıdır.
Bir yolcunun kalite işareti, bir çadırdır. Bu nedenle, İbrahim2in İshak ve Yakup ile birlikte çadırlarda kaldığını okuduğumuz zaman, onun Kenan ülkesini yabancı bir ülke olarak gördüğünü anlamamız gerekir (her ne kadar Kenan ülkesi ona vaat edilmiş olsa da). İbrahim geçici bir konutta yaşadı, çünkü “mimarı ve kurucusu Tanrı olan temelli kenti bekliyordu” (İbraniler 11:10). Böylece bir yolcunun yerleşik biri olmadığını anlıyoruz. Yolcu, hareket halinde olan bir insandır.
Yolcu uzun bir yola çıktığı için yanında fazla eşya taşımaz. Kendisinin sahip olduğu maddesel pek çok şey ile yüklenmesine izin vermez. Gereksiz valizler taşıyarak ağırlık yüklenmeye katlanmayacaktır. Hareket özgürlüğüne engel olan her şeyi üzerinden atmalıdır.
Bir yolcunun bir diğer özelliği ise, evindeki çevresinde olan kişilerden farklı oluşudur. Onların yaşam tarzlarına, alışkanlıklarına ya da hatta tapınma şekillerine uyum göstermez. Hıristiyan yolcunun durumunda bunun anlamı, Petrus’un öğüdüne kulak vererek “canına karşı savaşan bedensel tutkulardan uzak durmasıdır.” Karakterinin çevresi tarafından eritilmesine izin vermez. O, bu dünyadadır, ama bu dünyadan değildir. Yabancı bir ülkeden o ülkenin alışkanlıklarını ve değer yargılarını kendisine uyarlamadan geçmektedir.
Eğer yolcu düşman bir bölgeden geçiyor ise, düşman ile anlaşma yapmama konusunda özenli davranmalıdır. Aksi takdirde, Önderine sadakatsizlik göstermiş olur. O’nun davasına ihanet etmiş sayılır.
Hıristiyan yolcu düşman bir bölgeden geçmektedir. Bu dünya, Önderimize bir çarmıh ve bir mezardan başka bir şey vermemiştir. Böyle bir dünya ile dostluk kurmak Rab İsa’ya ihanet etmektir. Mesih’in çarmıhı, dünyanın bizi tutsak ettiği her bağı kırmıştır. Dünyanın övgüsüne imrenmeyiz ya da onun suçlamasından korkmayız.
Yolcu, yolculuğundaki her günkü yürüyüşünün onu evine daha çok yaklaştırdığını bilerek destek bulur. Bir kez hedefine ulaştığı zaman, yolda karşılaştığı tüm sıkıntıları ve tehlikeleri çabucak unutacağını bilir.
27 Ekim
“Artık ne Yahudi ne Grek, ne köle ne özgür, ne erkek ne dişi ayrımı var. Hepiniz Mesih İsa’da birsiniz.” (Galatyalılar 3:28)
Böyle bir ayet okurken bu ayetin ne anlama geldiğini ya da ne anlama gelmediğini bilmek son derece büyük önem taşır. Aksi takdirde kendimizi, Kutsal Yazıların bölümlerine ve yaşamın gerçeklerine aykırı konumlarda bulabiliriz.
Bu ayetin anlamının anahtarı “Mesih İsa” sözcüklerinde bulunur. Bu sözcükler bizim konumumuzu belirlerler, yani, Tanrının gözünde kim olduğumuz açıklarlar. Bizim her günkü uygulamamıza işaret etmezler, yani, kendi başımıza ne olduğumuzu ya da yaşadığımız toplumda kim olduğumuzu ifade etmezler.
Bu durumda ayetin söylediği şey, Tanrının önündeki konumları açısından Yahudinin de Grek’in de aynı olduklarıdır. Hem iman eden Yahudi hem de iman eden diğer uluslardan olan kişi Tanrının huzurunda aynı iyiliğe sahip konumda olan kişiler olarak yer alırlar. Birinin diğeri üzerinde üstünlüğü yoktur. Bu durum, fiziksel farklılıkların ya da huylar ile ilgili ayrılıkların kayboldukları anlamına gelmez.
Mesih İsa’da ne köle ne de özgür ayrımı vardır. Köle, Mesih’in Kişiliği ve işi aracılığı ile özgür insan ile aynı kabulü görür. Ama yine de buna rağmen, günlük yaşamda sosyal ayrılıklar devam eder.
Mesih İsa’da ne erkek ne de dişi ayrımı vardır. İman eden bir kadın Mesih’te bütündür, Sevgili’de kabul edilmiştir, karşılıksız aklanmıştır – aynı iman eden bir erkek gibi. Bir erkek gibi kadının da aynı şekilde Tanrının huzuruna çıkmak için özgür girişi vardır.
Ancak bu ayet, her günkü yaşama işaret etmek için kullanılmamalıdır. Erkeklik ve dişilik gibi cinsel farklılıklar kalır. Anne ve baba olarak üstlenilen roller kendilerine özgüdürler. Yetki ve bu yetkiye bağlı olma gibi Tanrı tarafından atanan konumlar kalıcıdırlar. Erkeğe baş olma konumu ve kadına ise erkeğin bu yetkisine bağımlı olma konumu verilmiştir. Hatta Yeni Antlaşma kadının ve erkeğin kilisedeki görevleri ile ilgili farklılıklardan da söz etmektedir (1.Timoteos 2:8; 2:12; 1.Korintliler 14:34,35). Kadının ve erkeğin kilisedeki görevlerinde farklılık olmadığını ileri süren kişiler Kutsal Yazıları çarpıtmış olurlar ve elçi Pavlus’un sözlerinin değersiz olduğunu ileri sürmüş olurlar ya da hatta onun bu bölümlerdeki bu sözlerinin esin olup olmadığını dahi tartışmış olurlar.
Onların anlamaları gereken şey, bu ayette kast edilenin yani ırksal, sosyal ve cinsel farklılıkların Tanrının önünde bir ayırıma sahip olmadıkları hakkındadır; günlük yaşamda bu ayrılıklar ortadan kaybolmazlar. Aynı kişilerin farkına varması gereken bir başka konu ise, bu farklılıkların herhangi bir aşağılık duygusu ile uzaktan yakından ilişkileri olmadıklarıdır. Diğer uluslardan olan yani Yahudi olmayan, köle ve kadın Yahudiden, özgür insandan ya da erkekten daha aşağı bir konumda değildirler. Pek çok açıdan onlardan üstün olabilirler. Tanrının yaratılışında ve ilahi takdirinde mevcut olan düzeni yeniden yazmak yerine bu düzeni kabul etmeleri ve bu düzen içinde sevinç ile yaşamaları gerekir.
28 Ekim
“Eli açık olan daha çok kazanır, hak yiyenin sonu ise yoksulluktur.” (Süleyman’ın Özdeyişleri 11:24)
Kutsal Ruh burada, çok zevk veren bir sırrı öğrenmemize izin verir. Bu sözler beklentimizin tamamen aksidirler, ama değişmez bir şekilde gerçektirler. Sırrın açıklaması şudur: ne kadar çok verir isen, o kadar daha çoğuna sahip olursun. Ne kadar çok şey biriktirir isen, sahip olduğun şeyler o kadar azalır. Cömertlik kendi kendini çoğaltır. Cimrilik ise yoksulluk üretir. “Verdiğim şey, sahip olduğum şeydir. Harcadığıma sahibimdir, elimde tuttuğumu ise kaybetmişimdir.
Bu sözler, ektiğiniz madeni paranın aynı miktarını biçeceğiniz, sadık ve güvenilir kahyanın sonunda maddi açıdan çok zengin olacağı anlamına gelmez. Güvenilir kahya milyonla ekebilir ve canlar biçebilir. İyilik ekebilir ve dostlar kazanır. Sevgi ekebilir ve sevgi biçebilir.
Bu ifadenin anlamı şudur: cömert bir kişi diğer kişilerin bilemeyecekleri ödüller biçebilir. Gelen mektubunu açar ve göndermiş olduğu para armağanının doğru zamanda ve tam doğru miktarda çok önemli bir ihtiyacı karşıladığını öğrenir. Genç bir imanlı için satın aldığı bir kitap aracılığı ile Tanrı’nın o kişinin yaşamının tüm yönünü değiştirdiğini haber alır. Rab İsa’nın ad9ında göstermiş olduğu bir iyiliğin o kişinin kurtuluş zincirinde bir halka olduğunu işitir ve çılgınlar gibi sevinir. Sevinci sınır tanımaz. Kendisinden daha fazlasına sahipmiş gibi görünen kişiler ile yerini asla değiştirmez.
Gerçeğin diğer yüzünde biriktirmenin yoksulluğa neden olduğu hakikati yer alır. Bankadaki hesapta yatan para bize gerçekten zevk sağlamaz. Bu para bizi bir tür sahte güvenlik duygusu ile tatmin edebilir, ama gerçek ve kalıcı bir zevk sağlayamaz. Bankadaki paranın getireceği herhangi bir ufak faiz miktarı Mesih’in yüceliği ve diğer kişilerin bereketi ile kıyas kabul etmez. İhtiyacından fazlasını elinde tutan kişi hatırı sayılır bir banka hesabına sahip olabilir, ama bu yaşamdaki sevinç hesabı küçüktür ve cennet bankasındaki hesabı da aynı şekilde küçüktür.
Bu günkü ayet, yalnızca tanrısal bir ilkeden söz etmek ile kalmaz, ama aynı zamanda tanrısal bir meydan okumayı da içerir. Rab bize şöyle der: “Bu gerçeği kendinize kanıtlayın. Ekmeklerinizi ve balıklarınızı Benim elime verin. Onları kendi yiyeceğiniz olarak elinizde tutma niyetiniz olduğunu biliyorum. Ama yine de onları Benim elime verir iseniz, kendiniz ve diğer binlerce kişi için yeterinden fazla yiyeceğe sahip olacaksınız. Etrafınızdaki kişiler sisi, oturmuş yemek yerken izledikleri zaman, kendinizi garip hissedeceksiniz. Ama Benim sizin yiyeceğinizi binlerce kişi için kullandığımı bildiğiniz zaman duyacağınız tatmin hissinin ne kadar büyük olacağını bir düşünün.
Kendimize harcadığımız şeyleri kaybederiz
Sonu olmayan bir hazineye sahibizdir.
Ne olur ise olsun, Rab, her şeyimizi
Bize her şeyi veren Sana ödünç veriyoruz.- Charles Wordsworth
29 Ekim
“Dünya malına sahip olup da kardeşini ihtiyaç içinde gördüğü halde ondan şefkatini esirgeyen kişide Tanrının sevgisi olabilir mi?” (1.Yuhanna 3:17)
Tıp alanındaki çevrelerde kanser için bulunmuş olan bir tedavi yönteminin var olması ve buna rağmen bu tedavi yönteminin dünyadaki kanser hastaları ile paylaşılmaması düşünülemez. Böyle bir tedavi yöntemini bu hastalardan esirgemek, çok sinsi ve insanlıktan uzak bir sevgi yoksunluğunun belirtisi olurdu.
Elçi Yuhanna buna benzer bir örneği ruhsal alan için işlemiştir. Ağzı ile imanlı olduğunu ikrar eden ve oldukça büyük bir varlık biriktirmiş bir kişiyi ele alalım. Yaşamı kolay, lüks ve refah içindedir. Çevresinde ise büyük bir ruhsal açlık çeken ve fiziksel ihtiyaca sahip olan bir dünya mevcuttur. Dünyada var olan milyonlarca kişi, Müjdeyi hiçbir zaman duymamıştır. Karanlık içinde, batıl ihtiyaçlara sahip olarak ve umutsuzluk çekerek yaşarlar. Bu kişilerin çoğu kıtlık, savaş ve doğal afetler nedeni ile acı çekmektedirler. Varlıklı kişinin tüm bu ihtiyaçlardan haberi yoktur. Oysa bu kişi, hıçkırıklar içinde acı çeken bu kişilerin iniltilerini susturabilecek durumdadır. Eğer ister ise onlara yardım edebilir, ama o parasını elinde tutmayı tercih eder.
Yuhanna işte bu noktada bombasını patlatır. Şu soruyu sorar: “Böyle bir kişide Tanrının sevgisi nasıl var olabilir?” Buradaki soru, elbette böyle bir kişide Tanrının sevgisinin var olmadığını ima eder. Ve eğer bu kişide Tanrının sevgisi yok ise, o zaman bu kişinin gerçek bir imanlı olduğu konusunda kuşku duymak için geçerli neden mevcuttur.
Bu, çok ciddi bir konudur. Günümüzde kilise insanın zenginliğini yüceltir, böyle bir kişiyi yaşlı önderler heyetine atar ve gelen ziyaretçilere onu över. Duygular, “zengin Hıristiyanlar görmek iyidir” düşüncesini üstün tutar. Ama Yuhanna şu soruyu sorar: “Eğer bir kişi gerçek bir Hıristiyan ise, çevresinde pek çok insan açlıktan ölür iken, nasıl olur da elindeki fazla parayı onlardan esirger?”
Bana öyle geliyor ki, bu ayet bizi iki eylemden birine yönlendirmeye zorlar. Bir yandan Yuhanna’nın sözlerindeki bu basit anlamı reddedebilir, vicdanın sesini susturabilir ve böyle bir mesajı vaaz etme cüretini gösteren kişiyi yargılayabiliriz. Ya da öte yandan, Yuhanna’nın bu sözlerini alçakgönüllülük ile kabul edebilir ve varlığımızı kardeşimizin ihtiyacını karşılamak için kullanabilir ve Tanrının ve insanın önünde huzursuzluk barındırmayan bir vicdana sahip olabiliriz. Her şeyin Rabbin işine gidebilmesi için alçakgönüllü bir yaşam tarzı ile tatmin olan imanlı, Tanrı ile ve ihtiyaç içindeki kardeşi ile esenlik içinde yaşayabilir.
Dostları ilə paylaş: |