İNSAN ÜRÜNÜ AFETLER : 13 MAYIS SOMA MADEN FACİASI
Aytül Kasapoğlu
Ünlü İngiliz sosyolog Antony Giddens, afetlerin doğal (natural disasters) ve insan ürünü olanlar(human made disasters) şeklinde sınıflamasını yapmasıyla tanınır. 1999’da Doğu Marmara depremi 20.000 can kaybının olması yüzünden tarihe insan ürünü bir afet olarak geçmiştir. Çünkü tarım için daha uygun gevşek zemine sahip alanlarda sanayi kurulmasına bağlı olarak bölgede artan nüfus yoğunluğu yüzünden kayıplar çok kadar büyük olmuştur. Aynı şekilde 13 Mayıs Soma Afeti’de insan ürünü bir afettir. Eğer devlet gerekli yatırımları yapmadan tonu 130-140 dolara mal olan kömürü, tonu 23.80 dolar taahhüt eden firmaya işletme ruhsatı vermemiş olsaydı ve sadece Pakistan, Gana ve Türkiye’nin 19 yıldır masada beklettiği Uluslararası İş Örgütü’nün (İLO) 176 sayılı “Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi” ni imzalayarak ocaklarda bulunması gereken” yaşam odaları” nın inşa edilmesi koşulunu maden işletmelerinde zorunlu kılsaydı 301 işçimiz bugün yaşıyor olacaktı. Demek ki, Başbakanın kazalar ” işin fıtratında var” demesinin Soma faciası açısından hiç bir önemi yoktur. Nitekim bu değerlendirme hemen Cumhurbaşkanı ve muhalefet liderleri tarafından ret edilmiştir.
Ne yazık ki, 13 Mayıs 2014 tarihinde Türkiye, Soma maden işletmesinde yaşanan ve 300’ü aşkın işçinin yaşamını yitirdiği, bir o kadarının yaralı olarak kurtarıldığı büyük afet ile sarsıldı. Daha önce Türkiye Kömür İşletmeleri’ne(TKİ) bağlı olarak işletilirken 2005 yılında özelleştirilen madende herkesin nefesini keserek izlediği olaylar ibret dersi gibiydi ama bundan ders çıkarması beklenenler sağır, dilsiz olmuştu. Üstelik anlayış, empati yapmak bir yana, Başbakan ve bir danışmanı yaraları sarmak için gittikleri bölgede halkın tepkisini sindiremeyerek şiddete dahi başvurabilmişlerdi. Öte yandan olayın bilimsel açıklamalar yerine takdiri ilahı biçiminde topluma sunulması da aslında tepkileri bastırmak için yöneticilerin başvurduğu ucuz politikalardan biriydi. Bilgi çağında olduğumuz adeta göz ardı edilerek kurtarma süreci resmi açıklamalarla sınırlı olarak büyük bir gizlilik içinde yürütülmekteydi. Sosyal medya aracılığıyla büyük bir infial içinde olan topluma kimisi sağlıklı kimisi sağlıksız bilgiler yağarken kamu yöneticilerden beklenen maden işletmesinde taşeron sisteminden kaynaklanan yönetim zafiyetlerinin açıkça halkla paylaşılması ve hesap sorulacağının açıklanmasıydı. Buna karşı yapılan zaten mağdur olmuş olan halkı korkutmak, zararların telafisini istiyorlarsa seslerini çıkarmamaları için onları baskılamaktı. Madende yaşananları olağan iş kazası gibi göstererek üstünü kapatmak için iki yüzyıl önce dünyanın başka yerlerinde yaşanan örnekleri veren bir Başbakanın varlığı en sakin insanların bile tepesinin tasını artırmaya yetecek tirajı-komik olaylardandı. Başbakandan tokadı yediği için kendini suçlayan, eğer tepki gösterirse bedel ödetileceğinden ürken genç işçi kadar, kurtarıldıktan sonra maden yönetimi aleyhine konuşamayan, eşinin cesedi verilmez diye bağırmaktan korkan kadın gibi çok sayıda işçi veya yakınının varlığı ibret vericiydi. Baskı her yerdeydi: Korku kültürü salgın hale gelmekteydi.
Başka seçenek olmadığı için tekrar madene ineceklerini belirten kader mahkumu görünümünde onuruna ve emeğine örgütlü olmadığı için sahip çıkamayan işçilerin çoğunluğu oluşturması kabul edilmesi güç bir Türkiye gerçeğidir. 100.000 nüfuslu Soma’da 10.000 maden işçisinin bulunmasına ve her evde bir maden çalışanı olmasına ve yaşanan bunca büyük bir travmaya rağmen toplumun sessizliği doğal değildir. Bölgeye giriş çıkışların engellenmesi, hak arama sürecine destek vermek üzere gelen hukukçuların halkla görüştürülmemesi devletin, özelleştirilen maden işletmesinin çıkarlarını halktan üstün tutmasından başka bir şey değildir. Çünkü 2005’den bu yana kurulan tüm hükümetler, siyasi amaçlı olarak halka parasız dağıttıkları kömürün ucuza mal edilmesi için Soma’da eksikliklerini zamanında tamamlamadan üstün körü denetimlerle işleyen taşeron sistemine göz yumarak suç ortağı olmuştur ve siyasilerin eline madenci kanı istese de istemese de bulaşmıştır.
Evet içinde yasadığımız çağın adı Ulrick Beck’in değimi ile risk toplumu ve evde, okulda, sokakta, işyerinde her yerde risk altındayız. Risklerle mücadele stratejileri geliştirmek için her zamankinden daha fazla gözümüzü açmalı en ufak bilgi kırıntısını bile ihmal etmeden değerlendirmeliyiz. Ancak bunu yaparken bireysel çabalar kadar örgütlü olarak hareket etmenin önemini kavramalı ve sivil toplum hareketlerinin içinde genç, yaşlı, kadın, erkek, işçi, memur, engelli hepimiz yer alarak Jurgen Habermas’ ın savunduğu gibi haklarımızı daha iyi ifade etmek üzere “iletişimsel eylem”e geçmek; “yaşam dünyamızın sömürgeleştirilmesi”ne karşı çıkmak üzere “müzakereci demokrasi” nin gelişmesine katkı sağlamak zorundayız. Hükümetler yaşanan olaylardan ders çıkarmalı gerekli yasal düzenlemeleri yaparak iş güvenliğini başta madenler olarak tüm işletmelerde sağlamalı ve her şeyden önemlisi işçinin sendikal örgütlenmesinin önündeki engelleri kaldırarak çağdışı taşeron sisteminin acımasız gidişine son vermelidir.
Dostları ilə paylaş: |