İslam da Kadın Yazar Bahri akyol


MEHRİN TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ



Yüklə 1,2 Mb.
səhifə13/31
tarix20.11.2017
ölçüsü1,2 Mb.
#32402
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   31

MEHRİN TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ


İnsanoğlunun vahşi bir hayat sürdürdüğü ve insan topluluklarının kabileler halinde yaşadığı tarih öncesi çağlarda aynı soydan gelenler birbiriyle evlenmez bilinmeyen sebeplerle buna izin verilmezmiş. Evlenmek isteyen gençler, eşlerini kendi kabileleri dışındaki kabilelerin birinden seçmek zorundaymış. Bu sebeple eş seçmek isteyenler, kendi kabilelerinden ayrılıyor ve diğer kabilelere gidiyorlarmış. O çağlarda erkek, üreme ve çocuk yapma hadisesinde kendisinin de rol oynadığını, yani onunla kadının birleşmesi soncu çocuğun dünyaya geldiğini bilmediğinden çocukları kendi çocukları olarak değil, karısının çocukları olarak bilirmiş. Erkek, çocuklarla kendisi arasındaki benzerliği seziyor, fakat bunun sebebini bilmiyormuş. Doğal olarak çocuklar da kendilerini babanın değil, annenin çocuğu olarak görüyorlarmış ve soylar babaya değil, anneye tanınırmış. Erkekler kısır yaratıklar olarak kabul ediliyorlarmış Evlilikten sonra da kadının, kendisiyle arkadaşlık etmeye ve fiziki enerjisinden faydalanmaya ihtiyaç duyduğu biri kadının kabilesinde tufeyli bir yaşam sürdürüyormuş. Tarihçiler bu döneme “anar kil” dönem demişlerdir.

Çok geçmeden erkek kendisinin üreme olayında rolü olduğunu anladı ve çocuğun asıl sahibi olarak kendisini gördü. Artık erkek kadına değil, kadın erkeğe itaat ediyordu Evin reisi de erkekti. Buna da “ataerkil” dönem denildi.

Aynı kandan olanların evliliği bu dönemde de normal görülmüyor ve erkek, eşini diğer kabileler arasından seçerek kendi kabilesine getiriyordu. Ancak kabileler arasında sürekli savaş ve çatışma hüküm sürdüğünden, erkek, seçtiği kızı kaçırmak zorundaydı. Yani genç erkek, diğer kabileden beğendiği kızını kaçırarak onunla evlenebiliyordu.

Giderek savaşın, yerini barışa bıraktığı bir dönem geldi. Şimdi muhtelif kabileler birbiriyle çatışmaksızın barış içinde bir arada yaşayabiliyordu. Kız kaçırma geleneği bu dönemde bozulmuş oldu. Evlenmek isteyen erkek, beğendiği kızın kabilesine giderek kızın babasının yanında ırgatlık yapıyor ve bir süre kayınpederine çalışıyordu. Kayınpeder, bu hizmetine karşılık kızını ona veriyor, o da hanımını alıp kendi kabilesine dönüyordu.

Derken gelirler arttı, servet çoğaldı. Erkek, kızı almak için yıllar boyu kayınpederine ırgatlık yapacağına ona münasip bir hediye vererek kızını almanın daha akıllıca olacağını anladı ve böylece “mehir” denilen şey ortaya çıkmış oldu.

Şimdi meseleyi özetleyelim: İlk dönemde erkek, kadının tufeylisi ve onun hizmetçisi durumundaydı. Bu dönemde kadın erkeğe hükmediyordu. Bir merhale sonra egemenlik erkeğin eline geçiyor ve erkek, evlenmek istediği kızı, mensup olduğu kabileden kaçırıyor. Üçüncü merhalede erkek artık kadını kaçırmıyor ve onunla evlenebilmek için müstakbel kayınpederine yıllarca ırgatlık ediyor. Dördüncü merhalede ise erkek, ırgatlık yerine kayınpederine “hediye” olarak bir meblağ veriyor ve böylece “mehir” denilen şey ortaya çıkıveriyor.

Yine denilir ki: Erkek, “anaerkil” düzeni yıkarak aileye bizzat hükmettiği “ataerkil” düzeni kurduktan sonra kadını bir köle, veya en azından kendine bağlı bir ücretli ve ırgat haline getirdi. Bu dönemde erkek, kadına bir “ekonomik meta” ve gereğinde arzularını tatmin etmeye yarayan bir araç gözüyle bakıyordu. Ona, sosyal ve ekonomik bağımsızlık vermiyordu. Kadının yaptığı iş ve harcadığı emeğin karşılığı kendine değil, bir başkasına, yani babasına veya -evliyse- kocasına aitti. Kadın kendi iradesiyle iktisadi ve mali bir girişimde bulunma ve evleneceği erkeği seçme hakkına sahip değildi. Böylece mehir veya nafaka adıyla ödenen meblağ, gerçekte evlilik süresi boyunca erkeğin, kadının emeğiyle elde edeceği gelir ve iktisadi kazanca karşılık verilmekteydi.

İSLAM’IN HUKUKİ DÜZENİNDE “MEHİR”

Bu hususta, görüş beyanında bulunanların ve özellikle sosyologların hakkında sükut ettiği beşinci bir merhale daha vardır... Bu merhalede erkek, evlilik sırasında bizzat kadının kendisine bir “hediye” sunmakta ve velisi bu armağan üzerinde hiçbir tasarruf hakkına sahip olamamaktadır. Kadın bu armağanı kabul etmekte, ancak sosyal ve iktisadi bağımsızlığını da korumaktadır. Şöyle ki: Evvela, evleneceği erkeği kendi iradesiyle seçmektedir; babası veya erkek kardeşinin zorlamasıyla değil. İkincisi, baba evinde bulunduğu ve aynı şekilde kocasının evinde yaşadığı süre boyunca kimsenin onu kendi hizmetine sokmaya ve sömürmeye hakkı yoktur. Yağacağı iş ve vereceği emek karşılığında alacağı ücret başkasına değil; bizzat kendisine aittir. Keza hukuki işlemlerde erkeğin velayetine ihtiyacı da yoktur!

Bu merhalede, erkeğin kadından elde edebileceği yegane fayda evlilik süresince onunla birlikte olmak ve birleşebilmektir. Bu birlikteliğin sürdüğü evlilik müddeti boyunca da erkek, elinden geldiğince ve imkanı nispetinde onun geçimini sağlamakla mükelleftir.

Bu, İslam’ın kabul ettiği bir merhale ve safhadır. Kadına ödenmesi gereken “mehir” in başka birine ait olmadığına dair pek çok ayet vardır. Öte yandan evlilik süresi boyunca erkek, kadının geçimini teminle mükelleftir. Kadın çalışıyor ve gelir elde ediyor olsa dahi bu durum erkeğin mesuliyetini kaldırmaz; kadının kazancı yine kendisine ait olur, babasına veya kocasına değil.

İşte bu noktada mehir ve nafaka meselesi bir muamma ve bilinmeze dönüşüvermektedir. Zira mehir kızın babasına ödendiğinde ve kız tıpkı bir köle gibi kocasının evine götürülüp kocasının sömürüsüne uğradığında mehrin felsefesi, kızı babasından satın almak ve nafakanın felsefesi de her mülk sahibinin kendi mülküne harcaması gereken masraflar idi. Ancak, eğer kızın babasına hiçbir şey ödenmeyecek, kocası onu sömüremeyecek ve onu iktisadi çıkarları için kullanamayacaksa; öte yandan kadın ekonomik açıdan tamamiyle bağımsız olacak, hatta hukuki açıdan birilerinin velayeti altında bulunmasına gerek kalmayacaksa o zaman mehir ve nafaka ödemek niye?!

TARİHE BİR BAKIŞ

Mehir ve nafakanın beşinci dönemde ne gibi bir felsefe taşıdığını öğrenmek istiyorsak, bundan önceki dört döneme tekrar kısa bir göz atmamız faydalı olacaktır. Gerçek şu ki; söz konusu dönem ve merhaleler hakkında söylenilenler ve yazılıp çizilenler bir dizi tahminden başka bir şey değildir. Nitekim bunlar ne tarihi gerçekler, ne de ilmi ve deneysel hakikatlerdir. Bir yandan bazı ipuçlarının varlığı, bir yandan da insan ve kainat konusunda öne sürülen birtakım felsefi teoriler, tarih öncesi insanının hayatı üzerine bu gibi tahminlerde bulunulmasına zemin hazırlamıştır. Mesela -“anaerkil” dönem konusunda iddia edilenler, hemencecik inanı verilecek şeyler değildir. Keza babaların kız evlatlarını sattığı veya kadınların kocaları tarafından sömürüldüğü yolunda öne sürülenler de pek makul görünmemektedir.

Bu tahmin ve teorilerde dikkat çeken iki önemli nokta var: Birincisi, ilk dönem insanlarıyla ilgili tarihi geçmişin son derece vahşi ve acımasız bir tablo şeklinde tasvir edilmesi, insanların bu çağlarda insani duygulardan tamamen uzak bulunduğu imajının uyandırılmaya çalışılmasıdır. İkincisi, genel hedeflerine varabilme yolunda tabiatın uygulamış olduğu fevkalade şaşırtıcı tedbirlerin bu konudaki rolünün görmezden gelinmiş olmasıdır...

İnsan ve tabiat konusunda bir batılının böyle düşünmesi ve bu gibi görüşler taşıyor olması şaşırtıcı değildir. Ancak -eğer batı taklitçiliğinin büyüsüne kapılmamışsa- aynı görüşleri bir doğulunun taşıyamayacağı bilinmektedir. Batılı, bazı özel sebepler nedeniyle insanı duygulara yabancıdır. Dolayısıyla insani duygular ve bunlardan kaynaklanan kıvılcımların tarihte önemli bir rol oynayabileceğine inanabilmek güç gelir ona. Batılı eğer ekonomik açıdan bir meseleye bakacak olursa göreceği tek şey ekmektir. Bu durumda onun nazarında tarih, kendisine ekmek verilmedikçe hareket etmesi mümkün olmayan bir makine gibidir. Eğer meseleye cinsel açıdan bakacak olursa, insanlığı ve insanlık tarihini onca kültürel, siyasi, sanat, ahlaki, dini ve göz kamaştırıcı daha nice manevi yüceliklerine rağmen şekil değiştirmiş cinsel oyunlardan ibaret görecektir. Meseleye egemenlik ve üstünlük sağlama eğilimi açısından yaklaştığında da insanlık tarihini bir dizi kanlı katliamlar ve gaddarlıklardan ibaret sayacaktır.

Batılı ortaçağ dönemi boyunca din tarafından ve din adına işkencelere uğramıştır. Olmadık eziyetlere katlanmış ve diri diri yakılma sahneleri yaşamıştır. Bu cihetle din, tanrı ve bunları çağrıştıran her şeyden korkar bir haldedir. Tabiatın belli bir hedefe doğru ilerlediğini ve koca kainatın kendi başına bırakılmış bir sistem olmadığını anlatan birçok ilmi belirtileri bizzat müşahede etmiş olmasına rağmen “illet-i gai” dediğimiz yaratılışın nihai hedefini itiraf etme cüretini göstermemektedir.

Kadın-erkek ilişkilerinin geçmişinde elbette pek çok zulümler işlenmiş, sayısız gaddarlıklar yaşanmıştır. Kur’an bu hadiselerin en acımasız ve en korkuncunu zikretmiştir. Ancak sırf bu cihetle, tarihin baştanbaşa acımasızlık ve gaddarlıktan ibaret olduğunu söylemek de doğru değildir elbet...



MEHRİN GERÇEK FELSEFESİ

Bizce mehrin ortaya çıkışı, kadın-erkek ilişkiliğinde adalet ve dengeyi sağlamak, bu ikisi arasında sağlam ve sağlıklı bir bağ oluşturabilmek gayesiyle yaratılış nizamının özyapısına ustaca yerleştirilmiş bulunan tedbirler mekanizmasının bir sonucudur.

Mehrin ortaya çıkış sebebi, yaratılış nizamında kadınla erkeğin aşk hususunda birbiriyle tamamen farklı olan roller üstlenmiş olmasıdır. Arifler bunun bütün varlık alemine şamil bir durum olduğunu söylerler. “Aşk ve cezbe, bütün varlıklara ve bütün yaratılmışlara egemen bir asıldır” derler, “Yalnız, şu var ki, her varlık kendine has bir vazifeyi ifayla mükellef olduğundan diğerinden farklıdır; ateş “yanıp yakılma” bir yerde, “yapıp kurma” başka yerde yerleştirilmiştir.”

Nitekim tanınmış şair Fahreddin Iraki diyor ki

Aşk sazının nasıl bir saz olduğunu kim bilebilir?

Mızrabı dokuz feleği harekete geçirir onun.

Bu perdede bir sır vardır ki onu bilecek olsan

Hakikatin neden perdelenmiş olduğunu anlarsın.

Renkten renge giren ve her an şekil değiştiren“aşk”tır.

Bir yerde naz, bir başka yerde niyaz olarak gösterir kendini.

Aşık libasına bürünen her şey “yanıp yakılma”dır.

Maşuk libasına bürünmüş her şey de yapıp kurmadır.”

Kadınla erkeğin farklarından söz ettiğimiz 14. makalede bu ikisinin birbirine karşı aynı tür duygular taşımadığını söylemiştik. Yaratılış kanunu gurur, güzellik ve ihtiyaçsızlığı kadına; ihtiyaç duyma, isteme, aşk ve serenadı da erkeğe vermiştir. Erkeğin fiziki gücü karşısında kadının zayıflığı bu yolla dengelenmiş ve aynı sebep yüzünden öteden beri görücülüğe giden, yani ihtiyacı olduğunu dile getirmek zorunda kalan taraf hep erkek olmuştur. Daha önceki bahislerimizde, sosyologların ilgili görüşlerini zikretmiş ve onlara göre hem ataerkil, hem anaerkil dönemlerde muhatabın ayağına giden tarafın erkek olduğunu hatırlatmıştık.

Araştırmacılar, erkeğin kadından daha şehvetli olduğunu söylerler. İslami rivayetlerde ise erkeğin kadından daha şehvetli olmadığı, bilakis kadının daha şehvetli olduğu, ancak kadının, şehvete karşı daha mukavemetli ve güçlü yaratılmış olduğu geçer. Her ikisi de aynı kapıya çıkmaktadır bu görüşlerin. Netice itibarıyla cinsel içgüdüler karşısında erkekler kadınlardan daha zayıftırlar. Bu özellik kadına, erkeğin peşinden gitmeme, ona çabucak teslim olmama güç ve şansı kazandırmış; erkeği de kadına onu ihtiyacı olduğunu dile getirmeye ve onun razılığını kazanmak için girişimde bulunmağa sürüklenmiştir. Bu girişimlerden biri de erkeğin kadını kendisiyle evlenmeye razı edebilmek veya kendisiyle evlenmeyi kabul ettiği için ona teşekkür etmek amacıyla kadına bir hediye vermesi olmuştur.

Neden öteden beri erkek tür, dişi türe ulaşabilmek için birbiriyle rekabete girişmiş, çatışmış ve dövüşmüş; ancak dişiler arasında erkeğe ulaşabilmek için bu kadar bariz bir hırs görülmemiştir?

Bunun sebebi, dişiyle erkeğin birbirine karşı aynı duygu ve eğilimi taşıyor olmayışıdır. İstek erkekten gelmiştir; talepte bulunma rolünü üstlenen taraf dişi değil, erkek tür olmuştur daima. Keza dişi tür, hiçbir zaman erkek türün gösterdiği kadar taşkın bir arzuyla onun peşine takılmamış, bilakis, erkek türe karşı daima ihtiyaçsız ve ilgisiz görünmüştür.

Mehirle kadının iffet ve namuslu oluşu arasında kök birliği, sebep müşterekliği vardır. Kadın, kendi fıtratından almış olduğu ilhamla erkeğe kolayca teslim olmaması ve tabiri caizse postu pahalıya bırakması gerektiğini sezmiş, idrak etmiştir.

Birtakım fiziki zayıflığına rağmen kadın, erkeği görücü olarak kendi ayağına çekebilmiş, erkekleri birbiriyle rekabete girişmek zorunda bırakabilmiştir. Erkekten kasten uzak durarak, romantik bir aşk yaratabilmiştir. Mecnunları Leylaların peşi sıra koşturabilmiştir. Kadının bir erkekle evlenmeyi kabul ederken bir sadakat ve vefa nişanesi olarak ondan bir hediye almasının sebebi de bunlardır işte.

Bazı vahşi kabilelerde, birden fazla seveni veya isteyeni olan genç kızların, onları birbiriyle düelloya mecbur ettiğini ve düelloyu kazananla evlenmeye razı olduğunu söylerler.

Gazeteler, buna benzer bir hadisenin Tahran’da vuku bulduğunu yazdılar. Bir genç kız, ona aşık olan iki erkeğe, kendi huzurunda ateşsiz silahla düello yaptırmış...

Kuvvet derken “pazu gücü”nden başka şey düşünmeyen ve kadın-erkek ilişkilerinin geçmişini, hep erkeğin kadına zulmetmiş olduğu bir tarih olarak değerlendirenler için zayıf ve zarif bir yaratık olan kadının, güçlü ve sert yapılı karşı türün bireylerini böylesine kolaylıkla birbirinin canına düşürebileceğine inanmak imkansız gelebilir. Ancak yaratılış nizamının ustaca tedbirlerine biraz da olsa aşina olan ve kadının bünyesinde meydana getirilmiş fevkalade şaşırtıcı ve esrarengiz “kadınca güç”le tanışık bulunanlar, bu tür şeylerin hiç de tuhaf olmadığını bilirler.

Kadının erkek üzerinde pek büyük etkisi olmuştur. Kadının erkeği etkilediği kadar erkek kadını etkileyebilmiş değildir. Erkek; kahramanlıklarının şecaat ve yiğitliklerinin, sanat ve dehasının büyük bir kısmını kadına ve onun incece “çekingenlik” ve “uzak duruşlar”ına borçludur; onun namuslu ve iffetli oluşuna, kendini ağıra satışına medyundur. Her zaman kadın erkeği, erkek de toplumu yetiştirmiştir. Kadının iffet, haya ve çekingenliğini kaybetmesi ve erkek rolünde görünmek istemesi halinde ilkin kadın iptal damgası yemekte; ardından, erkek erkekliği ve mertliği unutmakta ve neticede toplum yok olmaktadır.

Kadının tarih boyunca kimlik ve kişiliğini koruyabilmesine, erkeğe kapılmamasına ve onu görücü olarak kendi ayağına çekmesine yarayan; uğruna erkekleri birbirine düşürüp birbiriyle savaştıran, bu yolda onları ölüme kadar götüren; ona iffeti, namus ve mahcubiyeti slogan edinerek vücudunu erkeklerden gizleyip esrarengiz görünmeyi öğreten; erkeğe aşk ve ilham kaynağı olmasına, onda sanat tohumlarının yeşermesine, şecaat, cesaret ve deha tomurcuklarının açmasına sebep olan ve erkekte “aşk” ve “aşıklık” duygularını coşturarak onun kadın karşısında alçak gönüllü oluşuyla övünmesine yol açabilen “kadın gücü” ve ona mahsus “kadınca kudret”, nikah sırasında erkeğe bir hediye verdirebilmeye, izdivaç sırasında mehir unvanıyla ondan bir armağan alabilmeye de pek âla muktedir olsa gerek...

Mehri, yaratılış nizamında hazırlanan ve bizzat fıtrat tarafından düzenlenmiş bulunan tüzüğün bir maddesidir.



KURAN’DA MEHİR

Kur’an-ı Kerim, mehri beşinci merhalede söylemiş olduğumuz şekliyle icat etmiş değildir. Zira söz konusu dönemdeki haliyle mehir, tabiata hakim olan yaratılış nizamının bir icadıdır. Kuran’ın yaptığı şey mehri yeniden fıtri ve tabii durumuna getirmek oldu.

Kur’an-ı Kerim, eşsiz bir incelik ve zarafetle “Kadınlarınızın mehirlerini bir bağış olarak verin” buyurur. Yani sizin tarafınızdan bir bağış ve hediye olan nikah akçesini kadınların baba veya kardeşlerine değil, bizzat kendilerine verin, der.

Kur’an-ı Kerim bu kısa cümlede üç temel noktaya değinmiştir:

Evvela nikah akçesinden “sadaka” kelimesiyle söz etmiştir, “mehir” kelimesiyle değil... “Sadaka” kelimesi doğruluk, dürüstlük ve samimilik anlamını ifade eder “sıdı” kökünden türemiştir. Mehrin “sadak” veya “sadaka” adı verilmesi de, erkeğin sevgisinde “sadık” olduğunu göstermesi cihetiyledir. Nitekim “Keşşaf” tefsirinin yazarı gibi bazı müfessirler bu noktaya değinmişlerdir. Aynı şekilde, Rağıb İsfahani’nin de, “Müfredatu Garib’il-Kur’an” adlı eserinde dediği gibi fakirlere yardım amacıyla verilen sadakaya “sadaka”denilmesi de bu işin, imanın sıdkını, doğruluğu gösterebileceği içindir.

İkincisi, ayetin Arapça tabirinde bu kelimeye “Hunne” zamiri eklenmiştir. Bu da mehrin kadının anne veya babasına değil, bizzat kendisine ait olduğunu; onu büyütme, süt ve ekmek verme karşılığında anne ve babasına ödenecek bir ücret olmadığını belirtmek içindir.

Üçüncüsü, “Nihle” kelimesini kullanmış ve böylece mehrin bir armağan, hediye ve bağıştan başka hiçbir unvan taşımadığını özellikle belirtmiştir.

HAYVANLARDAKİ DUYGUNUN İKİ TÜR OLUŞU

Bu durum insan türüne mahsus bir özellik değildir. İki cinslilik kanununun hakim olduğu her canlı türünde her iki cinsin de birbirine muhtaç olmasına rağmen, erkek cinsi daima daha fazla ihtiyaç duyacak şekilde yaratılmıştır. Yani onun duyguları daha fazla “ihtiyaç duyma”ya meyillidir. Bu durum bir yandan erkek türün dişisinin rızasını kazanma yolunda girişimlerde bulunmasına yol açmış, diğer yandan iki tür arasındaki ilişkinin dengelenmesini sağlayarak erkek türün fiziki kuvvetini kötüye kullanmamasına, alçakgönüllü ve mütevazi davranmasına sebep olmuştur.


GAYRİ MEŞRU İLİŞKİLERDE ARMAĞAN VE HEDİYE

Kadınla erkek, birbirinin vücudundan gayri meşru bir şekilde zevk almak ve sözüm ona serbest aşktan faydalanmak istediğinde de hediye ve armağan veren taraf yine erkek olmaktadır. Nitekim dışarıda birlikte bir kahve veya bir çay içecek ya da yemek yiyecek olsalar, erkek, masrafı karşılamayı kendisine vazife bilmektedir. Kadın, erkeğin masrafını üstlenmeye ve onun için para harcamaya kalkışırsa, bunu erkek kendisine bir nevi hakaret sayar. Genç bir erkek için zamparalık, paralı ve maddi imkanlara sahip olmayı gerektirirken, genç bir kız için aynı vakıa hediyeler almak için bir vesiledir. Gayri meşru ve kanunsuz ilişkilerde bile hakim olan bu adetler, kadınla erkeğin birbirine benzemeyen iki ayrı duygu taşıyor olmasından kaynaklanmıştır.


BATILININ FLÖRTÜ EVLİLİĞİNDEN DAHA TABİİDİR

İnsanlara eşit haklar sağlama adına aile hukukunun tabii yörüngesinden saptırılmış olduğu ve tabiat kanunlarının aksi yönünde hareket edilerek kadınla erkeği “benzer” konumlara getirilip aile hayatında bu ikisine benzer roller verildiği batı dünyasında da, sözleşmeli kanunların onları tabiatın yörüngesinden çıkaramadığı durumlarda ve serbest aşk ve flört söz konusu olduğunda erkek yine tabii görevini yapmaktadır. Yani ihtiyaç duymakta, talep etmekte, bunun için para harcamakta ve masrafta bulunmaktadır; kadına hediyeler vermekte onun masraflarını karşılamaktadır.

Halbuki batı usulü evlilik sisteminde, mehri yoktur ve nafaka açısından da kadına pek ağır mesuliyet yüklenir. Yani batı usulü flört ve aşk hayatı yaşama, batı usulü evlilikten daha tabii ve tabiatla daha uyumludur.

Mehir, kadınla erkeğin benzer olmayan yetenek ve hasletlerle yaratıldığını ve yaratılış kanununun fıtri ve tabii hukuk açısından bu ikisine, birbiriyle benzer olmayan senet ve belgeler verdiğini gösteren örneklerden biridir.



MEHİR VE NAFAKA(2)

Geçen bölümde mehrin ortaya çıkışındaki asıl sebebi izah ettik. Bunun, kadın-erkek münasebetlerinde yaratılış kanununun her iki türe farklı roller yüklemiş olmasından kaynaklandığını belirttik. Mehrin erkeğin haşin duygularından değil, onun şefkat ve merhamet duygularından kaynaklandığını açıkladık. Meselenin kadınla ilgili boyutunun da onun zaaf ve iradesizliğinden değil, kendine has sakınma ve izzet duygusundan kaynaklandığını izah ettik. Mehrin, kadının değerini yüceltmek ve ona daha yüce bir konum kazandırmak gayesiyle yaratılış kanununca alınmış bir tedbir olduğunu gördük. Mehir, kadına kişilik kazandırır. Kadın için mehrin manevi değeri, onun maddi değerinden çok daha fazladır.


İSLAM’IN İPTAL ETTİĞİ CAHİLİYE PRENSİPLERİ

Kur’an-ı Kerim mehirle ilgili cahiliye prensip ve adetlerini iptal ederek ona başlangıçtaki tabii halini kazandırdı.

Cahiliye döneminde anne ve babalar mehri, çocukları için çektikleri zahmete karşılık kendi hakları bilir ve “başlık parası” kabul ederlerdi.

Keşşaf ve diğer tefsirlerde şöyle yazarlar. “Cahiliye döneminde birinin bir kız çocuğu olduğunda, onu kutlar ve “Gözün aydın olsun, servetin arttı!” derlerdi. Bununla “bu kız çocuğunu kocaya verdiğinde epeyce başlık parası alacaksın!” denilmek istenirdi.

Cahiliye devrinde baba, babanın yokluğunda da erkek kardeş kendisine velayet hakkı tanımaktaydı. Kızı onun iradesiyle değil, kendi iradesiyle evlendirirdi. Öte yandan kızın mehrini kıza ait değil, kendine ait bir hak olarak görürdü. Bu nedenle de kızı değiş tokuş usulü bir mübadeleyle evlendirebiliyordu. Bu nikah şöyleydi: Birisi, diğerine “Kızını-veya kız kardeşini-bana nikahlaman şartıyla kızımı-veya kız kardeşimi sana nikahlıyorum” der, o da kabul ederdi. Böylece kızlardan her biri diğerinin mehri sayılır ve biri, ötekinin baba veya kardeşine ait olurdu. Cahiliye dönemine mahsus bu nikaha “şığar” denilmedeydi. İslam dini bu geleneği batıl ilan etti. Nitekim Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) efendimiz “kız veya kız kardeşlerin değiş-tokuş -şiğar- İslam’da men edilmiştir” buyurmuşlardır.

İslami rivayetlerde babanın mehir üzerinde hiçbir hakkı olmadığı belirtilmekle birlikte nikah sırasında mehri dışında da olsa herhangi bir şeyin babaya verilmek üzere şart koşulmasının, mehir bizzat kıza verilmesi halinde bile, doğru olmayacağı bildirilmiştir. Yani, bu durumda dahi baba, kızının evliliğinden kendisine bir çıkar sağlama hakkına sahip değildir.

İslam, sosyologların deyişine göre henüz mübadele edilebilecek bir servetin söz konusu olmadığı çağlarda uygulanan “damadın kayınpederine çalışması” geleneğini de kaldırmıştır.

Damadın kayınpederine çalışması adeti, sırf babanın kızı vesilesiyle bir çıkar sağlamak istemiş olmasından da kaynaklanıyor değildi; bu geleneğin dayandığı başka sebepler de vardı. Muhtemelen o devrin medeniyetinin icap ettirdiği bir gereklilikti. Üstelik göründüğü kadarıyla o günkü haliyle zalimce bir davranış da değildi bu. Velhasıl eski çağlarda böyle bir geleneğin yürürlükte olduğu kesin.

Kur’an-ı Kerim’de geçen Hz. Musa ve Hz. Şuayb’in (s.a) kıssası böyle bir geleneğin varlığından söz eder. Hz. Musa (s.a) Mısır’dan kaçarken “Medyen” kuyusunun yanı başında koyunlarıyla bir köşede bekleyen Hz. Şuayb’in (s.a) kızlarını görür. Kimsenin onlara yardım etmemesi üzerine hallerine acır ve kuyudan su çekerek onların sürüsünü suvarır. Kızlar evlerine vardıklarında hadiseyi babalarına anlatırlar. Şuayb (s.a) kızlarından birini Musa’nın (s.a) ardından yollayarak onu evine davet eder. Birbirleriyle tanıştıktan sonra Hz. Şuayb (s.a) bir gün Hz. Musa’ya (s.a) “İki kızımdan birini sana nikahlamak isterim, ancak sekiz yıl benim yanımda çalışman şartıyla... İstersen iki yıl da kendin ekleyebilirsin buna...” der ve Hz. Musa (s.a) da bunu kabul ederek Hz. Şuayb (s.a) damadı olur.

O dönemlerde bu bir gelenekti ve bu gelenek iki sebebe dayanmakdaydı: 1- Servetin olmayışı: Damadın evleneceği kız veya onun babasına yapabileceği yegane hizmet genellikle onlar için çalışmaktan ibaretti. 2- Çeyiz verme geleneği: Sosyologlara göre babanın kızına çeyiz vermesi, çok eskiden beri var olan bir gelenek ve örftür. Baba, kızına çeyiz hazırlayabilmek için damadını ücretli olarak yanında çalıştırır veya ondan belli bir meblağı alırdı. Babanın, damadı yanında çalıştırması veya ondan bir şey alması, sonuçta kızın yararınaydı.

Velhasıl, İslam bu geleneği kaldırdı; kızı için harcamak istese dahi, kayınpederin mehri kendi malı olarak kabul etmeye hakkı yoktur. Mehri doğrudan doğruya kızın kendi malıdır, onu dilediği gibi harcayabilir.

Cahiliye döneminde, pratikte kadının kendi mehrinden mahrum kalmasına yol açan başka gelenekler de vardı. Kadının varislere miras kalması işte bu geleneklerden biriydi. Biri öldüğünde, oğulları veya erkek kardeşleri gibi mirasçıları onun geride kalan mülkünün varisi olduğu gibi, karısına da varis olurdu. Şahıs öldüğünde, oğlu veya erkek kardeşi, ölünün zevcesi üzerindeki zevcelik hakkının devam ettiği inancıyla onun mirasçısı olarak kadını başkasına nikahlayıp mehri kendisi alır, ya da ölünün geçmişte vermiş olduğu mehre binaen yeniden mehri vermeksizin onu kendisine nikahlar ve bunu bir hak olarak bilirdi.

Kuran-ı Kerim, kadının miras olarak intikali geleneğini kaldırdı: “Ey (Resul ve Kuran’a)-inananlar! Size eş olmaya rıza göstermedikleri halde kadınları zorla miras olarak almanız helal değildir...” (Nisa: 19)

Kuran-ı Kerim başka bir ayette de, miras şeklinde olmayıp tarafların kendi rızasıyla olsa dahi erkek evladın, babasının eşiyle evlenmesini kesinlikle yasakladı: “Babalarınızın nikahladığı kadınları almayın...” (Nisa: 22)

Kuran-ı Kerim, kadınların mehrinin zayi olmasına yol açan her geleneği kaldırdı. Mesela bir erkek, eşinden soğuyup da ona karşı ilgisini kaybettiğinde ona kötü davranıp azap çektiriyor, böylece kadını boşanmayı kabul etmeğe zorlayarak ona verdiği mehrin tamamını veya bir kısmını geri alıyordu. Kuran’ı Kerim; “Apaçık kötülükte bulunmadıkları halde onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmek için sıkıştırmayın onları...” Nisa:19 buyurarak bu davranışı yasakladı.

Bu geleneklerin bir diğeri ise şuydu: Bir erkek bir kadınla yüksek miktarda bir mehir vererek evleniyor, fakat ondan bıkıp bir başka kadınla evlenmeyi arzu ettiğinde biçare kadını fuhuşla suçlayıp, kadını lekeliyor ve onun baştan beri kendi karısı olmayı hakketmediğini, dolayısıyla evliliğin sona erdirilmesinin kaçınılmaz olduğunu ve mehir olarak ödediği her şeyi geri alması gerektiğini iddia ediyordu. 5 Kur’an-ı Kerim bu çirkin adeti de kınayarak önlemiştir.


Yüklə 1,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin