a. Kur'an ve Aklîleşme Süreci
Hz. Peygamber'e Arap diliyle gönderilen vahiyler, Arapça'nın kural ve kalıplarına giriyor (Arabi), Hz. Muhammed'in idrak, tefsir ve yorumuna tevdi ediliyordu. Peygamber de onları beşerî idraki ile anlıyor; hâs, âm, mücmel ve müteşabih, mübalağa, teşbih, mecaz gibi gruplandırmalara tabi tutuyor ve açıklıyordu. Böylece dinî düşüncede aklîleşme sürecinin ilk aşamasına girilmiş olunuyordu. Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise hem vahiyler hem de Peygamber'in açıklama ve yorumları İslâm'ın ilk nesil temsilcileri olan sahabîlerin idrak ve anlayışlarına terk edilmiş, onlar da sahip oldukları bilgi ve kültüre; içinde bulundukları maslahat ve şartlara göre bunları anlamaya ve yorumlamaya çalışmışlardır. Böylece vahyin anlaşılmasında peygamberin katkısına (içtihadü'n-nebî) ilave olarak “Sahabe reyi” dediğimiz ikinci bir aklîleşme olgusu daha yaşanmıştır. Daha sonraki dönemlerde ise ümmet, her asırda Kur'an'ı tercüme ve tefsir etmeyi, yaşadığı dönemin penceresinden anlamayı bir görev telâkki etmiş, ciltler dolusu yüzlerce tefsir yazarak günümüze gelmiştir.
Bu noktada müslümanları en çok etkileyen kaynak Kur'an'dır. O, hem düşünmeyi teşvik ederek hem de belli bir düşünme melekesi kazandırarak müslümanları etkilemiştir.
Kur'an, müslümanları düşünmeye davet etmiştir. Allah Teâlâ yüce kitabında insanlara zahir, batın, muhkem, müteşabih, mücmel gibi farklı ifadelerle hitap ederek onlara düşünme ve yorum için hareket alanı bırakmıştır. Eğer onun ifadeleri hep muhkem olsaydı, bu durumda insanlara tercih ve yorum hakkı kalmazdı. Halbuki Kur'an'da muhkem ayetlerin sayısı çok azdır. Yüce Allah bu yolu tercih etmemiştir. Ayrıca O, insanların bu yetkilerini kullanmalarını hatırlatmak için onlara ilim, hikmet, anlayış (fehm), düşünme gibi yeteneklerin verildiğini bildirmekte, onları Allah'ın ayetlerini akletmeye (akl), iyi anlamaya (fıkh), bilmeye (ilim), hatırlamaya (zikr), sonuçlar çıkarmaya (i'tibar) ve derin anlamlara ulaşmaya (istinbat) davet ve teşvik etmekte tabiatta, hayatta ve daha önceki nesillerin helak edilişinde akıl sahipleri (üli'n-nühâ) için ibret alınacak nice noktaların bulunduğunu bildirmektedir.
İslâm'a göre İnsanı diğer canlılardan ayıran özelliklerden biri, hatta en önemlisi düşünme yeteneğidir. Düşünme, zihinde toplanmış bilgilerden sonuçlar çıkarabilmektir. Kur'an'ın bu teşvikleri sayesinde insanlar zihinlerine takılan her türlü soruyu Hz. Peygamber'e sorabiliyorlardı. Örneğin ruhun varlığı, Zülkarneyn'in kim olduğu gibi kendilerini doğrudan ilgilendirmeyen konuları bile soruyorlardı. Kur'an, hem bu konularda onlara rehberlik ediyor, örneğin kendilerini ilgilendirmeyen konularda çok şey sormamalarını ve bu tür hususların peşine düşmemelerini söylüyor hem de İslâm'ın buyruklarını insanlara güzel bir şekilde ulaştırmalarını, bunun için değişik yollar denemelerini istiyordu. Bu tebliğ ve cihat ruhu da onları düşünmeye ve araştırmaya sevkeden önemli faktörlerden biridir.
Kur'an, çok değişik gerekçelerle insanı düşünmeye sevk etmekte; onun, görünenden (nesnelden) görünmeyene (soyut olana) ve bilinenden bilinmeyene ulaşmak için gayret göstermesini isteyerek onu, dış dünyanın insan zihnine yansıması, yani duyularla algılanan nesne ve olayların, kavramlar vasıtasıyla zihne taşınıp orada canlandırılması demek olan düşünme eylemini gerçekleştirmeye davet etmektedir. Râgıb el-İsfehânî, ez-Zerîa adlı eserinde ilim, marifet, dirayet, hikmet, bedîha, fetanet, fehm, hatır, vehim, hayal, haber, reviyye, keyyis, zan, firaset ve kehanet gibi eylemlerin akla tabi bilme çeşitleri olduğunu kaydeder. 62 Bunların hemen hemen hepsinde görünenlerden görünmeyenin bilgisine ulaşma, varlıkları gerçek şekliyle kavrama, hak ve doğru olanı tanıma gibi düşünme şekillerinin kullanıldığı görülür. Kur'an, insanı bilen, düşünen ve varlıkları isimlendiren biri olarak nitelendirir, bilenleri över, bilgisizleri ve doğru bilgiye sahip olmadan hüküm verenleri ise yerer. 63 Aklı mükellefiyetin; kaynağı kabul ederek ona büyük görev ve sorumluluklar yükler, insanın bilinmeyeni bilinene kıyas ederek düşünmesini ve akıl yürütmesini ister. Ahiretin varlığını kabul etmesi için dünyanın yaratılışını hatırlatır, Allah'a inanması için görünen âlemi incelemesi istenir. Bu çerçevede peygamber olmadan önce aklıyla Allah'ın varlığına ulaşan ve putlara tapınmanın yanlış olduğunu kavrayan Hz. İbrahim'in akıl yürütmelerine yer verir. 64
Her medeniyet ortaya koyduğu tanrı, tabiat ve insan görüşü ile mensuplarına bir perspektif kazandırmaya çalışır. Bu perspektif onların akletme biçimini oluşturur. Kur'an da bu konularda ortaya koyduğu görüşlerle özgün bir akletme biçimi oluşturmayı hedeflemiştir. Onun nazarında akıl âtıl değil, işlevsel olmalıdır. Allah'a göre edilgen nesne konumunda olan insan, aklı sayesinde tabiat karşısında etken özne konumuna gelebilmektedir. Kur'an, inananlara bu özelliği kazandırmak ve onları öngördüğü hizmete motive etmek için ibret, hikmet, zikir, fikir gibi etkinlikleri öğütlemektedir. İslâm'ın ilk döneminde yaşanan rönesans, onun öngördüğü fikir hürriyetinin sonucudur. 65 Kur'an, aklın âtıl hale gelmemesi için, insana özgür olmayı, aklını kullanarak kâinatın görünen ve görünmeyen yönlerini araştırmayı emretmekte, yine bu maksatla taklitten şiddetle menetmekte ve atalarının yolunu taklit eden milletlerin başlarına gelenleri hatırlatarak ibret almamızı istemektedir.
Musa Carullah Bigiyef'e (ö. 1949) göre başlangıçta Kur'an'a, onun salık verdiği düşünce şekline (Kur'an mantığı) dayanarak hakikate ulaşma gayesi güden kelâmcılar, zaman içinde aklın verilerini çok ilerilere götüren “Akılcılar” ve şeriatın zahirine sıkı sıkıya bağlı kalan “Gelenekçiler” olmak üzere ikiye ayrıldılar ve onu belli ekollerin kuralları ile sınırlandırdılar. Halbuki Aklın işlevsel olabilmesi, bilinmeyenleri bilebilmesi ve hakikatleri keşfedebilmesi için özgür olması gerekir. Aklı, birtakım kayıtlarla sınırlandırılmış, kişilerin bilici ve keşfedici olması mümkün değildir. Kur'an, bunun için insana rehberlik etmekte, hürriyetini sınırlayan her türlü duygu, vehim ve şehvetten uzak durmasını bildirmekte ve insan aklını, onu sınırlandıran her türlü bağdan ve köleleştiren taklit zincirinden kurtarmayı hedeflemektedir. Nitekim İslâm, ahlâk kurallarını bile bu hürriyeti sağlayıcı şekilde düzenlemiştir, Örneğin cömertlik mala karşı, hilm öfkeye karşı, iffet şehvete karşı, takva nefsin heva ve heveslerine karşı, af, intikam duygusuna karşı hürriyeti temsil eder. 66 Aynı konuya temas eden Muhammed Abduh (ö. 1905) da Kur'an'ın, dinî reislerin semavî kitapları anlama konusundaki ipoteklerini bu maksatla kaldırdığını kaydeder ve onu sırf ibadet için okumanın veya anlayamayacağımızı iddia etmenin bu ipoteğin değişik bir şeklide devamı anlamına geldiğini söyler. Beşer ve doğa karşısında hürriyetini kazanan aklın, sadece Allah'ın önünde eğilmesi ve O'nun tarafından tayin edilen sınırlarda durması gerektiğini belirtir. 67 Ne yazık ki insan, çoğu zaman bu hür davranışı sergileyememektedir. Bu nedenle onun her zaman rehberliğe ihtiyacı vardır.
Aklı kullanmanın ve onun özgürce hareket edememesinin önündeki engellerden biri de insanları tekfîr ve tadlîl ile korkutmadır. Aslında düşünen insanın isabet etmesi kadar yanılması da tabiidir. Arzu edilen isabet etmek olmakla beraber yanılmamak için düşünmeyi terk eden bir tercihi tasvip etmek mümkün değildir.
Aklın özgürlüğü, kendisine özgü alanda becerisini ortaya koyabilmektedir, istenen kendi sınırlarını aşan ve gayba taş atan veya heva ve hevesin zebunu olmuş bir akıl değil, alanını iyi bilen vahiyce belirlenmiş hedefe insanları ulaştırabilecek her türlü faaliyeti gösteren bir akıldır. Akıldan beklenen budâr ve zaten yapabileceği de bundan ibarettir; dolayısıyla akıl üstü alanlarda kendini yormasına ne imkân ne de ihtiyaç vardır. Musa Carullah, müslümanların, kendilerini ruhanîlerin tavassutundan ve zorbaların tasallutundan kurtaran bu hür aklın önemini ve fonksiyonunu tam olarak kavrayamamış olmalarından, bu nedenle de onu ihmal etmiş, hatta muattal hâle getirmiş bulunmalarından şikayet etmekte, geçmişte vahyin yanında yer almış olmak için aklı ve onun etkinliklerini tenkit edenlerin, onsuz terakki ve ilerlemenin mümkün olamayacağını unutmuş gözüktüklerini kaydetmekte, tefekkür ve muhakemeden mahrum bırakılan ve fikrî istiklâle kavuşamayan insanların, dinin gönderiliş amaç ve felsefesi ile asla bağdaşmayan görüşleri savunan dervişleri, rahat ve saadeti yoklukta arayan zahitleri ve dünya hayatına lanet okuyan vaizleri dinler duruma geldiklerini üzüntüyle müşahede ediyoruz, demektedir. 68
Kur'an'ın insanı düşünmeye ve bir mantık oluşturmaya sevk eden esaslarından biri de sebeplere vurgu yapmasıdır, Kur'an'dan önceki teolojiler kendilerini akılla bağımlı görmüyorlar, aksine aklî müdahalelere karşı çıkıp karşılaştıkları zor meseleleri mucize olarak takdim ediyorlardı. Kur'an ise kendini yeni bir usulle sunarak getirdiği esasları aklî delillerle savunmuş, karşıt görüşleri de burhanlarla reddetmiştir. Kâinatın yaratılışında değişmeyen bir sünnet ve hikmetin bulunduğunu söyleyerek. 69 din ile aklı kardeş kılmıştır. Bu nedenle müslümanlar ulûhiyet, nübüvvet gibi konuların ana meselelerinin akılla bilinen hususlar olduğuna inanırlar. 70
Kur'an, hem tabiatta geçerli kuralların bulunduğunu hem de Allah'ın dediğinin olduğunu dolayısıyla hiçbir şeyin zorunlu olmadığını haber vermektedir. Onun, tabiatta geçerli olduğunu bildirdiği kanunların din dilindeki adı “Sünnetullah”tır. Kur'an'da Allah'ın sünnetinde değişiklik bulamazsın buyrulur. 71 Demek ki Allah'ın işlerinde özel bir yol yordam, sabit bir formül vardır, Allah, insan kendini değiştirmedikçe kanununu değiştirmez ve biz layık vaziyete gelmeden bize başarıyı nasip etmez. O, yer yüzünde fesat çıkaran Yahudilerin başına güçlü kullarını getireceğini, ıslah oldukları takdirde de tekrar eski hallerine döndüreceğini va'd ediyor. 72 Denizde ve karada olan kötülüklerin insanın elleriyle işledikleri yüzünden olduğunu. 73 Semûdlulara doğru yolun gösterildiği ama onların körlüğü doğru yola tercih ettiklerini. 74 sonuçlarına katlanmak üzere herkesin dilediği gibi davranabileceğini bildirmektedir. Ancak Kur'an'da bunun aksini yani Allah'ın dilediklerinin olacağını, dilemediklerinin de olmayacağını bildiren ayetler de vardır. Örneğin Allah'ın dilediğini saptırıp dilediğini doğru yola ileteceği. 75 mülkü dilediğine verip dilediğinden alacağı, dilediğini aziz kılıp dilediğini alçaltacağı. 76 rızkı dilediğine verdiği. 77 yedirenin de içirenin de, hasta olduğunda iyileştirenin de O olduğu haber verilmektedir. 78
Formel mantık bu iki ayet grubunu çelişkili gibi görmekte ise de ilâhî kader, irade ve bilgi ile tabiî sebepler arasında uygunluğun bulunması nedeniyle paradoksal bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla sınırsız ve düzenli sebepler sistemi ilâhî takdir ve irade orijinli olup O'na bağlıdır. Sebeplerin nedenselliği ve etkinliği ile kaza ve kaderin nedenselliği ve etkinliği aynıdır. Bu nedenle olayları ikiye ayırıp bir kısmının Allah'a ait, bir kısmının ise O'na ait olmadığını söylemek yanlıştır. Aynı şekilde bir şeyin Allah'a atfedilmesi durumunda da o şeyin insana ait olmayacağını söylemek veya tam tersini yani bir olayı insan yapıyor dediğimizde onun Allah'la ilişkisinin olmadığını söylemek de yanlıştır. Burada Yaratan ile yaratılan arasında bir iş bölümü söz konusu olup bunu reddederek yukarıdaki şekilde düşünmek yanlıştır. Eğer iki değerli bir mantıkla düşünme ve ispat yerine, beyan ve yol gösterme esas alınıp çok değerli mantık (ihtimâli mantık) yürütülseydi bu tarz bir ikilem ortaya çıkmazdı. Çünkü Allah ile insan arasındaki ilişki farklı bağlamlarda ele alınabilir. Örneğin insanlarda bir şey birinin mülkiyetine girebilmek için bir başkasının mülkiyetinden çıkması gerekir. Halbuki Allah'ın mülkiyetindeki bir şeyin başka birine verilmesi, Allah'ın o şeye malik olmasına halel getirmez. O şey yine Allah'ın mülkiyetinde olmaya devam eder. Allah, verdiği şeylere de malik olmaya devam eder. 79
Görüldüğü üzere ilk dönem müslümanları kadere ve self determinizme (insanın kendi kaderini kendinin belirleyeceğine) aynı anda inanırlarken, teolojik tartışmalara konu olduktan ve felsefî nitelik kazandıktan sonra bu inanç kabul görmemeye başlamıştır. Kur'an, açık bir şekilde her şeyin ilâhî takdire bağlı olduğunu; insanın, kendi kaderi üzerinde etkin bir faktör olduğunu ve hareketlerinden sorumlu bulunduğunu belirtmiştir. Kaderi ispat eden ve self determinizmi kabul eden ayetlerin her ikisinden de örnekler verildiğinde, formel mantık kümelerden birini kabulü ve diğerini inkârı gerekli görür. Nitekim Cebriyye ve Mutezile mezhepleri de böyle yapmışlardır. Halbuki problem analiz edildiğinde insanın kendi kaderi üzerinde belirleyici olduğunu kabul etmenin, kaderin inkârını gerektirmeyeceği görülecek ve aradaki çelişki kendiliğinden kalkmış olacaktır. Bu problem ispat mantığından kaynaklanmaktadır. Bu ayetlerin hiç biri sebep sonuç münasebetlerinin inkâr edilmesini gerektirmez. Bunlarla insanın doğru yolda olup olmamasında, güçlü olup olmamasında, kazancında ve sağlığında insanın rolünü bildiren ayetler arasında çelişki yoktur. Kur'an mantığı, ne o günlerde hakim olan mantıkla ne de skolastik teolojinin geliştirdiği mantık ve felsefenin geçerli olduğu dönemlerdeki mantıkla karşılaştırılamaz. Çünkü o, çok daha yüksek bir mantıktır. Bizi kader ve self determinizm konularında ulaştırdığı seviye de bu mantığın yüksekliğinin ve Kur'an'ın farklı bir kaynaktan geldiğinin delilidir.
Kur'an'ın akla vurgu yaptığı bir konu da hikmet (gâî sebep) meselesidir. O, düşünmeye teşvikle kalmayıp, evrendeki nizam, bu nizamın bir gayeye yönelik oluşu, hiçbir şeyin boşuna yaratılmayıp bir hikmete dayalı olarak var edildiği, bunun da Allah'ın yaratıkları üzerindeki rahmet ve inayetini belgelediği şeklinde deliller de serdetmektedir. 80 Bu husus, başta Gazzâlî olmak üzere birçok müslüman bilgin tarafından da vurgulanmıştır. Gazzâlî, el-Hikme li mahlukatillah adlı eserinde hikmet ve gayelilik meselesini İslâm inançları açısından detaylı bir şekilde inceler. İbn Teymiyye ise bu konudaki görüşleri üç grupta toplar. Birinci grupta Allah'ın fiillerinin sırf ilâhî iradeye bağlı olduğunu ve onlarda bir hikmet ve gaye gözetilmediğini savunan Eş'ârileri, ikinci grupta âlemdeki var oluşu sağlayan ilâhî ilmin, âlemin oluşunu sağlayan gayelerin de illeti olması, fail illetle birlikte kAdlm olması ve illetin malûlünü gerektirmesi sebebiyle bir malûl olan âlemin ve ondaki gaiyyetin de kAdlm olması gerektiğini söyleyen İslâm filozoflarını ve son grupta da Allah'ın fiillerinde hikmet ve gayeyi zorunlu gören Mu'tezile'yi zikreder. 81 ve her biri hakkında değerlendirmelerde bulunur.
Bu ve benzeri örnekleri incelediğimiz zaman Kur'an'da düşünmeye ve ilme çok önem verilmiş olduğunu görürüz. Kur'an, varlık hakkında hiçbir doğru bilgi elde edinilemeyeceğini iddia eden felsefî görüşlerin aksine onun imkânını kabul eder; insanın gözlem, akıl yürütme ve diğer yollarla bilgi edinebileceğini onaylar ve bu yollarla elde edilen kesin bilgiye burhan, sultan ve ilim gibi isimler verir. 82 aykırı tutumlar için ise zan, hars, kuruntu gibi adlandırmalarda bulunur. 83
Öte yandan Kur'an, aklın zıddı olarak heva ve hevesi gösterir, insanın verimli bir şekilde düşünebilmesi için nefsine uymamasını ister, aklı ile hareket edenleri över; heva ve heveslerine tabi olanları da yerer. Her ne kadar Musa Carullah ve Mutahharî (ö. 1979) “Kur'an mantığı” tabirini kullanıyorlarsa da, o bir mantık kitabı değildir. Dolayısıyla onda aklın tanımı, mahiyeti, ilkeleri ve akıl yürütme şekilleri gibi ancak bir sistematik mantık kitabında bulunabilen konulan aramak yersizdir. O, aklî düşünce biçimlerinden ve düşüncelerin hangi durumlarda yalanlanıp hangi durumlarda doğrulanacağından söz etmez. O, bütün bunları tabiî seyri içinde kullanır ki, bu da onun bu tür yöntemleri tasvip ettiğini gösterir. Biz, Kur'an'ın tabiî bir seyir içinde kullandığı bu yöntemleri, bulundukları yerlerden soyutlayarak başka yerlerde kullanabiliriz. Kur'an, bu tür teknik hususlar yerine akledilecek konulardan ve aklı kullanıp kullanmamanın sonuçlarından söz ederek akıl sahiplerini Allah'ın göklerde ve yerdeki hükümranlığına, oralarda yarattığı şeylere, 84 göklerin nasıl yükseltildiğine, devenin nasıl yaratıldığına bakmaya; 85 göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünmeye. 86 ve ibret almaya çağırır. 87 Körü körüne taklidi, 88 nefsin arzularına (heva) uymayı, 89 kibirlenmeyi, 90 inatçılığı, 91 zanda bulunmayı 92 akletmenin önündeki engeller olarak görür; heva ve heveslere uyanları ve hevasını tanrı edinenleri kınar, 93 böylelerinin hak ve hakikatten uzaklaşacağını bildirir. 94 İnsana göz, kulak ve kalbin verildiğini ve onun bunlarla bildiklerinden mesul olduğunu haber verir. 95 duyularını maddî âleme yöneltip doğru idrake ve isabetli düşünceye ulaşmayanları kör, sağır, dilsiz ve kalpleri mühürlü olarak niteler, bunlardan faydalanmayanların hayvan, hatta ondan daha beter olduklarını bildirir. 96
“Akılları olmayan sağırlara işittirebilir misin?” diye sorar. 97 gözlerin değil, kalplerin körleşeceğini söyler ve bazılarının baktıkları halde göremediklerini bildirir. 98 Allah'ın en büyük nimeti olan aklı kullanmayarak atalarından duyduklarına ve gördüklerine akılsızca inananları kınar 99 ve Allah'ın, akletmeyenlerin üzerine pislik yağdıracağını bildirir. 100 Kur'an sonuncu ifadeyi iman etmeyenler için de kullanarak. 101 iman etmeme ile akletmemeyi sonuçları aynı olan eylemler olarak değerlendirir.
Kur'an'ın insan aklına bu denli vurgu yapması, onun vahyi önemsemediği veya ihmal ettiği anlamına gelmez. İslâm'a göre bir konuda Allah ve Resulü bir hüküm vermişse onun akla ve gerçeğe aykırı olduğu iddia edilemez. Çünkü hikmeti gereği Allah insandan doğru ve makul olanı ister. Bu nedenle o, dinî konularda ihtilafa düşüldüğünde öncelikle Allah'a yani O'nun kitabına baş vurmayı. 102 bir konuda Allah ve Resulü hüküm verince de ona uymayı ve artık bu konuda müslümanlara tercih hakkı olmadığını bildirir. 103
İnanç/meselelerinden, ahkâmdan, geçmiş ve geleceğe dair olaylardan söz eden, önce gönderilmiş olan ayetleri açıklayan veya nesheden, gelecek için bir vizyon veren Kur'an'ın, kendine has bir iç kültürü vardır. Hz. Peygamber de ilâhî emirlerin nasıl uygulanacağını göstererek bu kültürü geliştirmiştir. Kur'an, müslümanlar arasında dini öğrenen, anlayan ve başkalarına öğreten bir zümrenin olmasını öngörerek. 104 müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmalarının doğru olmadığını belirtmekte ve içlerinden bir grubun dinde anlayış sahibi (tefekkuh fi'd-dîn) olmak üzere geride kalmasını istemektedir. 105
Dostları ilə paylaş: |