İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə607/1221
tarix05.01.2022
ölçüsü13,72 Mb.
#76819
1   ...   603   604   605   606   607   608   609   610   ...   1221
Bir atıf notu:

-Münafıkların, hidayete karşılık dalaleti almaları, bak: 1301.p.

1902- Eğer desen: “Kader ile cüz’-i ihtiyarî, nasıl tevfik edilebilir?

Elcevab: Yedi vecihle.

Birincisi. elbette kâinatın intizam ve mizan lisaniyle hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevab ve ikab olacak, ma­hiyeti meçhul bir cüz-i ihtiyarî vermiştir. O Âdil-i Hakîm’in pek çok hikme­tini bilmediğimiz gibi, şu cüz-i ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bil­mediğimiz, olmamasına delalet et­mez.

İkincisi: Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarın vü­cudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var: Vücudu bizce bedihi olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul... İşte şu cüz’-i ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Herşey, malu­matımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delalet etmez.

Üçüncüsü: Cüz’-i ihtiyarî, kadere münafi değil. Belki kader, ihtiyarı te’yid eder. çünki kader, ilm-i İlahînin bir nev’idir. ilm-i ilahî, ihtiyarımıza taalluk etmiş. Öyle ise, ihtiyarı te’yid ediyor, ibtal etmiyor.

1903- Dördüncüsü: Kader, ilim nev’indendir. ilim, maluma tabidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. yoksa malum, ilme tabi değil. Yani ilim desatiri, malumu haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünki malumun zatı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki, ezel; mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir ayine-misaldir. öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahay­yül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.

Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir ayine bulunsa, sağ tara­fındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farzedilse; o ayine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertib ile tutar, çoğunu tutamaz. O ayine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o ayine ile yükseğe çık­tıkça o ayinenin mukabil dairesi genişlenir. Gitgide bütün iki taraf mesafeyi birden bir anda tutar. İşte şu ayine şu vaziyette onun irtisamında, o mesafe­lerde cereyan eden hâlat birbirine mukaddem-muahhra, muvafık-muhalif denilmez.

İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle: “Manzar-ı a’lâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak birden tutar, ihata eder bir makam-ı a’lâdadır.” (181) Biz ve muhakematımız, onun hari­cinde olamaz ki, mazi me­safesinde bir ayine tarzında olsun.

1904- Beşincisi: Kader, sebeble müsebbebe bir taalluku var. Yani şu müsebbeb, şu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: “Madem filan adamın ölmesi, fi­lan vakitte mukadderdir. Cüz’-i ihtiyariyle tüfek atan ada­mın ne kabahatı var, atma­saydı yine ölecekti?”

Sual: Niçin denilmesin?

Elcevab: Çünki kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farzetsen, o vakit kaderin adem-i taallukunu farzediyorsun. O va­kit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Yalnız Cebrî gibi, sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen veyahut Mu’tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dalleye girer­sin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: “Tüfek at­masaydı, ölmesi bizce meçhul.” Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mu’tezile der: “Atmasaydı ölmiyecekti.”

1905- Altıncısı:(*) Cüz’-i ihtiyarînin uss-ül esası olan meyelan, Maturidîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş’arî, ona mevcud na­zarıyla bak­tığı için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelan, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhak­kak bir vücud-u haricîsi yok­tur.Emr-i itibarî ise, illet-i tamme istemez ki; il­let-i tamme vücudu için lüzum ve za­ruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref’etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise, o anda onu terkedebilir. Kur’an ona o anda diyebilir ki: “Şu şerdir, yapma.”

Evet eğer abd, hâlik-ı ef’ali bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref’olurdu. Çünki ilm-i usûl ve hikmette ²f«D­< ²v«7 ²`¬D«< ²v«7_«8 kaide­since mukar­rerdir ki: “Bir şey vacib olmazsa, vücuda gelmez”: Yani illet-i tamme bulunacak, sonra vücuda gelebilir. İllet-i tamme ise, malulü bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.



1906- Eğer desen: Tercih bila müreccih muhaldir. Halbuki, o emr-i iti­barî dedi­ğimiz kesb-i insanî; bazan yapmak ve bazan yapmamak, eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü Kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder?

Elcevab: Tereccüh bilâ müreccih muhaldir. (**) Yani: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyyet muhaldir. Yoksa, tercih bila müreccih caizdir ve vaki­dir. İrade bir sıfat­tır, onun şe’ni böyle bir işi görmektir.



1907- Eğer desen: Madem katli halkeden Hak’dır. Niçin bana katil deni­lir?

Elcevab: Çünki ilm-i sarf kaidesince ism-i fail, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa bir emr-i sabit olan hasıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kesbimizdir; katil ünvanını da biz alırız. Hasıl-ı bilmasdar, Hakk’ın mahlukudur. Mes’uliyeti işmam eden birşey, hasıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.



1908- Yedincisi: İrade-i cüz’iye-i insaniye ve cüz-i ihtiyariyesi çendan zaiftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak o zaif, cüz’î iradeyi irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı adi yapmıştır. Yani manen der: “Ey abdim! ihtiya­rınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir!” Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bı­rakıp “Nereyi istersen, seni oraya götürece­ğim” desen, o çocuk yüksek bir dağı is­tedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette “Sen istedin” diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı adi yapıp irade-i külliyesi ona nazar eder.

Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gayet zaif, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cen­net’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyi­attan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir mey­vesi olan zakkum-u Cehennem’e ye­tişmesin. Demek dua ve tevek­kül,meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, is­tiğfar ve tevbe dahi meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.” (S. 466-468)



1908/1- Kaderin adaletle muamele ettiğini beyan eden Bediüzzaman Hazret­leri şu hususu ehemmiyetle nazar verir:

“Bir hâdisede hem insan eli, hem de kader müdahalesi olduğundan; in­san, za­hirî sebebe bakıp bazan haksız hükmedip zulmeder. Kader, o musi­betin gizli sebe­bine baktığı için adalet eder.” diye Risale-i Nurda bir kaide-i esasiyedir. (K.L.193)



1909- Yani ef’al-i beşeriye içinde kaderin adaleti vardır. Evet” bazan zu­lüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeble bir haksızlığa, bir zulme maruz ka­lır; başına bir felaket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebeb hak­sız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa, adaletin te­cellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebebden dolayı cezaya mah­kûmiyete istihkak kesbetmiş olan o kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felakete düşürür. Bu adalet-i İlahiyenin bir nevi tecellisidir.” (E.L.II.78) (Bak: 81.p.) der ve aynı kai­denin bir tatbikatı manasında şunu hi­kâye eder:

“Bu sekiz dokuz senede, sekiz dokuz defa tecrübem var ki, onların zâli­mane bana karşı muamelelerinin vukuundan sonra, kader-i İlahîyi düşünüp “Ne için bunları bana musallat et diye nefsimin desiselerini arıyordum. Her defada, ya nef­sim şuursuz olarak enaniyete fıtrî meyletmiş veyahud bilerek beni aldatmış, anlıyo­rum. O vakit kader-i İlahî o zâlimlerin zulmü içerisinde hakkım da adâlet etmiş, derdim. Ezcümle: Bu yazın arkadaşlarım güzel bir ata beni bindirdiler. Bir seyrangâha gittim. Şuursuz olarak nefsimde hodfuruşane bir keyf arzusu uyanmakla ehl-i dünya öyle şiddetli o arzumun karşısına çıktılar ki, yalnız o gizli arzuyu değil belki çok iştihalarımı kestiler. Hattâ ezcümle, bu defa Ramazandan sonra, eski za­manda gayet büyük, kudsî bir imamın bize karşı gaybî kerametiyle iltifatından sonra kardeşleri­min takva ve ihlasları ve ziyaretçilerin hürmet ve hüsn-ü zanları içinde-ben bilmeyerek-nefsim müftehirane, güya müteşekkirane perdesi altında riyakâ­rane bir enaniyet vaziyetini almak istedi. Birden bu ehl-i dünyanın hadsiz hassasiyetle ve hattâ riyakârlığın zerrelerini de hissedebilir bir tarzda, birden bana iliştiler. Ben Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum ki, bunların zulmü bana bir vasıta-i ihlas oldu.



1910- Hem Kur’anda kaderin tasarrufunu bildiren âyetlerden birinde şöyle buyurulur:

“ (3:26) ­š_«L«# ²w«8 «t²V­W²7 |¬#ÌY­# ¬t²V­W²7~ «t¬7_«8 Åv­Z±V7~ ¬u­5 İşte şu âyet Cenab-ı Hakk’ın nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesindeki tasarrufatını şöyle gösteriyor ki; iz­zet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın meşietine ve irade­sine bağlıdır. Demek kesret-i tabakatın en dağınık tasarrufatına kadar meşiet ve takdir-i İlahiye iledir, tesadüf karışamaz.” (S. 418)

Hem “(8:24) ¬y¬A²V«5«— ¯š²h«W²7~ «w²[«" ­ÄY­E«< işaratıyla insanın kalbine ve irade­sine müdahalesinden tut, ta (39:;67) ¬y¬X[¬W«[¬" °€_Å<¬Y²O«8 ­€~«Y«WÅK7~«— yani, bü­tün semavatı bir kabzasında tutmasına kadar” (S.396) kader hâkimdir.

1911- Hakikat-ı hal böyle olduğu halde, “nefis daima ızdıraplar, kalaklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ü kadere razı olmu­yor. Halbuki şemsin tulu’ ve gurubu muayyen ve mukadder olduğu gibi, in­sanın da dünyaya tulu’ ve gurubu ve sair mukadderat, kalem-i kader ile cep­hesinde yazılıdır. isterse başını taşa vursun ki, o yazıları silsin; fakat başı kırı­lır, yazılara bir şey olmaz ha! ...” (M.N. 122)

1912- Keza “ merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çoba­nın at­tığı taşlara musab olan bir koyun lisan-ı haliyle: “Biz çobanın emri al­tındayız, o biz­den daha ziyade faidemizi düşünür. Madem onun rızası yok­tur, dönelim.” diye kendisi döner, sürü de döner.

Ey nefis! Sen o koyundan fazla asi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman «–Y­Q¬%~«‡ ¬y¬[«7¬~ _Å9¬~«— ¬y±V¬7 Å–¬~ (2:156) söyle ve merci-i hakikiye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşü­nür.” (M.N. 120)



1913- Kaderin hâkimiyetini gösteren bir hâdise hakkında sorulan bir sual ve ce­vabı:

“Hazret-i Ömer’in (R.A.) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sariye namındaki bir kumandanına: «u«A«D²7~«u«A«D²7~ «}«<¬‡_«, _«< (182) deyip, Sa­riye’ye işitti­rip, sevk-ül ceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerametkârane kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki katili Firuz’u o keskin nazar-ı velayetiyle görmedi?

Elcevab: Hazret-i Yakub. Aleyhisselâm’ın verdiği cevab ile cevab veririz. Yani Hazret-i Yakub’dan sorulmuş ki: “Ne için Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Ken’an Kuyusundaki Yusuf’u gör­medin?” Cevaben demiş ki: “Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı va­kit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görü­yoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”

Elhasıl: insan her ne kadar fail-i muhtar ise de, fakat (76:30)

­yÁV7~ «š_«L«< ²–«~ ެ~ «–— ­š_«L«#_«8«— sırrınca meşiet-i ilahiye asıldır, kader hâ­kim­dir. Meşiet-i İlahiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir.

­h«M«A²7~ «|¬W­2 ­‡«f«T²7~ «š_«% ~«†¬~ hükmünü icra eder. Kader söylese iktidar-ı be­şer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz’î susar.” (M.52)



1914- “Cenab-ı Hakk’ın ata, kaza ve kader namında üç kanunu vardır. Ata, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar.

Meselâ: Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kaza demektir. O kararın iptaliyle hükmü kazadan afvetmek, ata demektir. Evet yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, ata da kaza kanunu­nun kat’iyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler. Demek atanın kazaya nisbeti, kazanın ka­dere nisbeti gibidir. Ata, kaza kanununun şümu­lünden ihraçtır. Kaza da kader ka­nununun külliyetinden ihracıdır. Bu haki­kate vâkıf olan arif:

“Ya İlahî! Hasenatım senin ata’ndandır. Seyyiatım da senin kaza’ndandır. Eğer ata’n olmasa idi, helâk olurdum” der.” (M.N.206)

“Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, maasîye teklif nokta­sında bakmak lâzımdır. Cebr ve İ’tizal, burada barışırlar.” (M.472)




Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   603   604   605   606   607   608   609   610   ...   1221




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin