İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə505/1221
tarix05.01.2022
ölçüsü13,72 Mb.
#76819
1   ...   501   502   503   504   505   506   507   508   ...   1221
1478- qqİCTİHAD …_ZB%~ : Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalış­mak. Gay­ret etmek. Çalışmak. *Anlayış. *Kanaat. *Fıkıh’ta: Şeriatın fer’î mes’elelerine ait hü­kümleri, İslâm müctehidlerinin, usulüne uygun olarak, Kur’an ve hadis-i şerifler­den çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş ol­maları. Böyle ictihad eden zatlara müctehid denir. (Bak: Fetva, İcma-i Ümmet, Mezheb, Nakli Delil, Tefsir, Teşri, Şûra)

Kur’an ve hadisten derin ve gizli manaları ve ahkâm-ı şer’iyeyi görüp ictihad ve istinbat etmek için yüksek bir ilim ve kemalât gereklidir. Kur’an: (3:7), (4: 83), (29:43), (34:6) ve emsali âyetleri, Kur’anî hakikatları ve incelik­leri, ilimde rüsuh ve kemalât sahibi olan zatların anlayabileceklerini beyan eder. Elmalılı Hamdi Efendi mevzumuzla birinci derecede alâkalı olan (4:83)âyetinin bir cümlesini şöyle tefsir eder:

“ ¬h²8«ž²~ |¬7—­~ |«7¬~«— ¬ÄY­,Åh7~ |«7¬~ ­˜—Ç…«‡ ²Y«7«— Bunlar bu işittikleri haberi Pey­gambere ve ulü-l emre yani o işe salahiyet ve ihtisası bulunan zevata veya üme­raya redd ü irca’ etseler, danışsalar veya havale eyleseler

²v­Z²X¬8 ­y«9Y­O¬A²X«B²K«< «w<¬gÅ7~ ­y«W¬V«Q«7 onu içlerinden malumat ve tecrübeleri ve hüsn-i nazar ve basiretleri sayesinde istinbat u istihrac edebilecek olanlar herhalde bilirler, ne yapılacağını anlar anlatırlardı.

İstinbat nA9 çıkarmaktır. Nebıt de bir kuyu kazılırken ilk çıkan su de­mektir. İşte halli matlub bir hâdise, bir mes’ele karşısında mebadi ve ma’lumat-ı mevcudiye tetebbu’ ve istikra, tetki u tenkih ve mukayese ederek yeni bir ilim istihrac etmeğe dahi istinbat ve istihrac tabir olunur ki, bu bir meleke ve iktidar-ı mahsustur. Her­hangi bir şeyde böyle bir ehliyet ve ikti­darı haiz olanların o işin müctehidi ve bihak­kın sahibi ve indallah ulü-l emir­dirler. Bunun için bâlâda

(4:59) ¬ÄY­,Åh7~«— ¬yÁV7~|«7¬~­˜—Ç…«h«4 ¯š²|«-|¬4 ²v­B²2«ˆ_«X«#²–¬_«4 diye Allah’a ve Resulüne mü­racaat olun­duğu gibi burada da Resulullah’a ve böyle ulü-l emre müracaat tavsiye olunarak bunlara itaatin itaat-i Resule merbut ve mülhak olduğu bir daha anlatıl­mıştır. Bun­dan dolayıdır ki, icma’da mu’teber re’y bu gibi ulü-l emrin re’yidir.

Bu âyet bize bilhassa şu hükümleri ifham ediyor:

1- Ahkâm-ı hâdisat içinde doğrudan doğru nass ile ma’lum olmayıp istinbat ile bilinecek olanlar da vardır.

2- İstinbat da hüccettir.

3- İstinbata ehil olmayan avamın ahkâm-ı hâdisatta ehl-i ilme müracaatı ve tak­lidi vacibdir.

4- Resulullah dahi istinbat ile mükelleftir.

Zira ¬h²8«ž²~ |¬7—­~|«7¬~«— ¬ÄY­,Åh7~ |«7¬~ ­˜—Ç…«‡ ²Y«7 «— den sonra,

²v­Z²X¬8 ­y«9 Y­O¬A²X«B²K«< «w<¬gÅ7~ ­y«W¬V«Q«7 Resule de şamil olduğuna şüphe yoktur.” (E.T. 1403)

Hadislerde de ictihad bahisleri geçer. Ezcümle hâkimlerin ictihadı hak­kında olan: T:T. ci.3 sh: 126,5. bölümü ve İ.M.15. Kitab-ül Ahkâm’ 3. babı ve S.M. 30. Kitab-ül Akziye 7. babı örnek verilebilir.



1479- “İctihad kolay bir şey olmadığı cihetle, şer’î delillerden hükümleri çıkar­maya (istinbat) denilmiştir. Çünki istinbat, esasen kuyudan güçlükle su çıkarmak demektir.” (H.İ. l. cild, sh: 259)

“İctihat salahiyetini haiz olmayanlar için, İslâm âleminde kabul edilmiş olan bir müctehid-i muazzama taklidde bulunmaktan başka yol yoktur. Ve illâ dinin kudsî ahkâmını muhafaza ve idame kabil olmaz.” (H.İ.cild. sh. 262)

Bir müctehidin ictihadı, icma-i ümmetin tasdikine girmedikçe, ümmetin o hükme davet edilemiyeceğini beyan eden Hz. Bediüzzaman, nim-manzum bir ifade ile şöyle diyor:

“İçtihadın şartını haiz olan her müstaid, ediyor nefsi için nass olmıyanda içtihad; ona lâzım, gayre ilzam edemez.

Ümmeti davetle teşri’ edemez. Fehmi, şeriatten olur; lakin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir; fakat müşerri’ olamaz.

İcma’ ile cumhurdur, sikke-i şer’i görür. Bir fikre davet etmek; zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor. Yoksa, davet bid’attır; reddedilir.” (S.705)



1480- Ahkâm-ı diniyenin bir kısmı, zaruriyat ve müsellamat-ı diniye olup on­larda ictihad olmaz. Çünki açık ve kat’i olarak âyat ve ehadiste sabit ve müttefekun aleyhtirler. “Mevrid-i nas’da içtihada mesağ yoktur.” şeklindeki hüküm, kavaid-i külliyenin 13. maddesidir. (H.İ. cild, sh: 279)

Diğer kısmı ise, zaman ve mekanın tagayyürüyle tagayyür eden ve ahval-ibeşeriyenin ihtiyacına göre mectehidînin Kur’an ve Ehadisten ahkâm istinbatıyla teşri’ olunan ahkâm-ı fer’iyedir. Burada en mühim nokta, müçtehid olan zatın, mevcud cemiyetin ahvaline muvafık olan ahkâmı ve ahval-i beşeriyenin lâzımını ve ihtiyacını görmesi ve Kur’anın bu ihtiyaca ve­receği cevapları keşfedebilmesidir.

Demek, ahval-i beşeriye sâil ve talib, Kur’an ve ehadis, mücîbdir. Müctehid ise, her iki tarafın mutabakatını gören kâşiftir. İctihad bilhassa bu üç ana unsura daya­nır.

İçtihadî hükümlerin teşri’i için re’y-i cumhur şarttır. Ekalliyette kalan re’yler, âlem-i İslâmı bağlamaz. Ancak cumhur-u ülemanın re’yi gerektir. (Bak: 1827, 1829, 3573, 3580.p.lar)

Gürülüyor ki, dinimizin seyyaliyet ve intibakat kabiliyeti, bütün asırları ve me­kânları ihata ediyor.

1481- Zamanımızda ictihad mes’elesine gelince:

Asrımızın ictimaî şartları ve beşerin dünyaya bağlı umumi ahvali müvacehesinde, ictihad ehliyetini kazanma zorluğu ve sair maniler, şöyle be­yan edi­liyor:

“ ²v­Z²X¬8 ­y«9Y­O¬A²X«B²K«< «w<¬gÅ7~ ­y«W¬V«Q«7 ²v­Z²X¬8¬h²8«ž²~|¬7—­~|«7¬~«— ¬ÄY­,Åh7~|«7¬~ ­˜—Ç…«‡ ²Y«7«—

(4:83) İctihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye “altı mani” var­dır.



1482- Birincisi: Nasılki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasılki bü­yük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler aç­mak gark olmağa vesile­dir. öyle de, şu münkerat zamanında ve âdat-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengamında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarla­rından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e ci­nayettir.

1483- İkincisi: Dinin zaruriyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünki kat’i ve muay­yendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğru­yorlar ve tezelzüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarfetmek lâzım gelirken, İslâmiyet’in nazariyat kıs­mında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve halisanesiyle, bütün zamanların hâcatına dar gelmiyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid’akârane bir hıyanettir.

1484- Üçüncüsü: Nasılki çarşıda mevsimlere göre, birer meta mergub oluyor. Vakit be-vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimaiyat-ı insa­niye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında her asırda, birer meta’ mergub olup revaç buluyor. Sûkunda yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celboluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ: Şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin te’mini ve felsefe­nin revaçları gibi.... Ve selef-i salihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub meta, Hâlik-ı Semavat ve Arz’ın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’an ile, kapatılmıyacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi ka­zandırmak vesailini elde etmek idi.

İşte o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamağa müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyor. Ona göre cereyan etti­ğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey, ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hatta o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakın idi ki, kesbsiz içtihada kabiliyeti ola; ateşsiz nurlana... İşte şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmağa başladığı vakit, kibrit hük­müne geçen istidadı, ‡Y­9 |«V«2 °‡Y­9 (24:35) sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.



1485- Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, fel­sefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, ef­kâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler manevi­yata karşı yabanileş­miştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi; dört ya­şında Kur’an’ı hıfzedip, âlilmlerle mubahase eden Süfyan İbn-i Üyeyne olan bir müçtehidin zekasında bu­lunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünki Süfyan’ın ibtida-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar: Yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hük­müne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda çünki zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzak­laş­mış, elbette fünun-u hazırada tevaggulü derecesinde istidadı, içtihad-ı şer’î kabili­yetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtiha­dın kabulün­den geri kalmıştır. Onun için “Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyo­rum?” diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.

1486- Dördüncüsü: Nasılki bir cisimde neşv ü nema için tevessü’ meyli bulu­nur. O meyl-i tevessü’ ise, - çünki dahildendir- vücud ve cisim için bir tekemmül­dür. Fakat eğer hariçte tevsi’ için bir meyl ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrib etmektir; tevsi’ değildir. öyle de, İslâmiyetin dairesine selef-i salihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin imtisali tarikıyla dâhil olanlardan mey-üt te­vessü’ ve irade-i içtihad bulunsa; o kemaldir ve te­kemmüldür. Yoksa zaruriyatı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile alude olanlardan olan o meyl-üt tevsi’ ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer’î zin­cirini çıkarmağa vesiledir.

1487- Beşincisi: Üç nokta-i nazar şu zamanın içtihadatını arziye yapar, semavî­likten çıkarıyor. Halbuki Şeriat semaviyedir ve içtihadat-ı Şer’îye dahi, onun ahkâm-ı mestûresini izhar ettiğinden semaviyedirler.

Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise; ter­cihe sebebdir, icaba icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medar­dır. Meselâ: Se­ferde namaz kasredilir, iki rek’at kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir.

Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir.Çünki illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatın aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihadat arziyedir, semavî değildir. (İllet emr-i İlahîdir, bak: l184 .p.)

1488- İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvela ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki Şeriatın nazarı ise, evvela ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar. İkinci derecede - âhirete vesile olmak dola­yısıyla- dünyanın saa­detine nazar eder. Demek şu zamanın nazarı, ruh-u Şe­riattan yabanidir. Öyle ise, Şeriat namına içtihad edemez.

Üçüncüsü: ¬€~«‡Y­P²E«W²7~ ­d[¬A­# ¬€~«‡—­hÅN7~ Å–¬~ kaidesi, yani “Zaruret, ha­ramı helal derecesine getirir. “ İşte şu kaide ise, küllî değil. Zaruret, eğer ha­ram yo­luyla olmamış ise, haramı helal etmiye sebebiyet verir. Yoksa su-i ihti­yariyle, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmuş ise, haramı helal ede­mez,ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir adam su-i ihtiyariyle, haram bir tarzda ken­dini sar­hoş etse; tasarrufatı, ülema-i Şe­riatça aleyhinde caridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talakı vaki olur. Bir cina­yet etse, ceza görür. Fakat su-i ihtiyariyle ol­mazsa, talak vaki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelası zaruret derecesinde mübtela olsa da, diyemez ki: “Zarurettir, bana helaldir.”



1489- İşte şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları mübtela eden bir beliyye-i amme suretine giren çok umurlar vardır ki: Su-i ihtiyardan, gayr-i meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd ettiklerinden; ruhsatlı ahkâmlara medar olup, haramı helal etmeye medar olamazlar. Hal­buki şu zamanın ehl-i içti­hadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıkla­rından, içtihadları arziyedir, hevesî­dir, felsefidir, semavî olamaz, şer’î değil. Halbuki semavat ve arzın Hâlikının ah­kâm-ı İlahiyesinde tasarruf ve ibadının ibadatına müdahale ve o Hâlikın izn-i mane­vîsi olmazsa; o tasarruf o müda­hale merduddur. Meselâ: Bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeair-i İslâmiyeyi, Arabîden çıkarıp her milletin lisaniyle söylemeyi, iki sebeb için istihsan edi­yorlar.

Birincisi: “Ta, siyaset-i hazıra avam-ı müslimîne de o suretle tefhim edil­sin.”

Halbuki siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanat içine gir­miş ki, vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir. Halbuki minber, vahy-i ,İlahînin tebliğ ma­kamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki, o makam-ı âlîye çıkabil­sin.

İkinci sebeb: “Hutbe, bazı suver-i Kur’aniyenin nasihatları anlaşılmak içindir.” Evet eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyatı ve müsellematı ve malum olan ah­kâmını, ekseriyet itibariyle imtisal edip yerine getirseydi, o va­kit nazariyat-ı şer’iye ve mesail-i dakika ve nasayih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisan ile hutbe okun­ması ve suver-i Kur’aniyenin -eğer mümkün ol­saydı-tercümesi (*) belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekat, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malum olan ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avam-ı nas, onların vücubunu ve haramiyetini ders almağa muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi ha­tırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar.

Halbuki bir ami ne kadar cahil dahi olsa, Kur’an’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meal-i icmaliyeyi anlar ki: “Herkese ve bana malum olan imanın rükünlerini ve İs­lâmiyet’in umdelerini hatib ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” der; kal­binde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, arş-ı azamdan gelen Kur’an-ı Hakim’in i’cazkârane, müfehhimane ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gele­bilsin?

1490- Altıncısı: Selef-i Salihînin müçtehidîn-i izamı, asr-ı nur ve asr-ı ha­kikat olan asr-ı sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp, halis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede haki­kat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zor ile görebilirler.

Eğer desen: “Sahabeler de insandırlar, hatadan, hilaftan hâlî olmazlar. Halbuki içtihadatın ve ahkâm-ı şeriatın medarı, sahabelerin adaleti ve sıdkı­dır ki, hatta üm­met “Sahabeler umumen adildirler, doğru söylerler” diye itti­fak etmişler.

Elcevab: Evet sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka aşık, sıdka müştak, adalete hahişgerdirler. Çünki yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çir­kinliğiyle ve sıd­kın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe Arş’tan Ferş’e kadar açılmış. Esfel-i safilîndeki Müseylime-i Kezzab’ın derekesinden ala-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm’ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet Müseylime’yi esfel-i safilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammed-ül Emin Aleyhissalatü Vesselâm’ı ala-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.

1491- İşte, hissiyat-ı ulviyeyi taşıyan ve mehasin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve Şems-i Nübüvvetin ziya-i sohbetiyle nurlanan sahabeler, o derece çirkin ve sukuta sebeb ve Müseylime’nin maskara- alud müzahrafat dükka­nındaki kizbe, ihtiyariyle ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi küfrün arkadaşı olan kizbden çe­kinmeleri ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mi’rac-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risalet’in hazine-i aliyesinden en revaçlı bulunan ve şa’şaa-i cemaliyle içtimaat-ı insaniyeyi nur­landıran sıdka ve doğruluğa ve hakka ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye rivayetinde ve tebliğinde-elbette ellerinden geldiği kadar talib ve muvafık ve âşık olma­ları kat’idir, zaruridir, şüphesizdir. Halbuki şu zamanda, kizb ve sıdkın orta­sındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hatta siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğ­ruluğa tercih ediliyor. İşte en çirkin şey, en güzel şeylerle be­raber bir dükkanda, bir fiatla satılsa; elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkancının marifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz.” (S. 480-484) (Bak: 3204.p.)

1492- Kelâm-ı İlahî olduğundan kudsiyete sahib olup vicdanları cezbe­den Kur’ana, ictihadî hükümler ve şeriat kitablarının ayine olmaları gerekti­ğini anlatan Bediüzzaman, Sünuhat namındaki eserinde şu izahatı veriyor:

“(2:l,2) ~Y­5Åh«S«# «ž«— _®Q[¬W«% ¬yÁV7~ ¬u²A«E¬" ~Y­W¬M«B²2~«—

(3:103) «w[¬TÅB­W²V¬7 >®f­; ¬y[¬4 «`²<«‡ «ž «t¬7†  v7³~


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   501   502   503   504   505   506   507   508   ...   1221




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin