KIBRISLI TÜRKLER: AT BİNMEĞİ UNUTMUŞ TÜRKMENLER
Bilindiği gibi, Osmanlı imparatorluğu, Türkmen boyları tarafından kurulmuştur. Ne var ki devlet, doğu ve batı kültürleri arasında bir üçüncü güç olarak yükselmeye başladıktan sonra, yöneticilerin, kurulu bir düzen gereksinimi ortaya çıkmıştır. Vergi gelirlerini ve tarımsal üretimi artırmak için yöneticiler yerleşik nüfusa gereksinim gösterirken, Anadolu ve Suriye’deki göçebe Türkmen obaları ve oymakları, tarımsal üretimle ilgileri bulunmadığı için buna karşı çıkmışlardır. 1856’ya kadar, Osmanlı tarihi, yönetenler ve göçebe aşiretler arasındaki mücadele, çatışma ve savaşların tarihidir. Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal gibi büyük Türkmen ozanlarının, Dede Korkut Hikâyeleri gibi, folklorik ögelerin, nerede ise Maveraünnehir günlerinden itibaren değişmeden kalmasının bir nedeni de bu çatışmadır. Türkmenler’in yüzyıllarca dağlarda isyan etmiş asiler olarak yaşamak zorunda kalmaları sonucunda oluşturdukları kapalı kültür, onları kendi göçebe kültürlerini, geleneklerini, inançlarını, şiir ve müziklerini korumalarına yol açmıştır. Aslında, bu çatışmanın iki dünya arasındaki mücadele olduğunu söyleyebiliriz. İlki, alıştıkları gibi yaşamaya devam etmek isteyen göçebelerin dünyasıdır! İkincisi ise bir uygarlık geliştirmeğe çalışan Osmanlı yönetiminin, bunun için gerekli koşul olarak gördüğü, vergi gelirlerini ve tarımsal üretimi artırmak zorunda olduğu, yerleşik devletin dünyasıdır. Bugün çağdaş bir görüşle, Osmanlı yönetiminin insan haklarına karşı bir davranış içinde olduğu ileri sürülebilir ama öte yandan, göçebe yaşam tarzı ile bir uygarlık oluşturmanın imkânsızlığı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun da sonsuza kadar bir göçebeler konfederasyonu şeklinde yaşayamayacağı gerçeği de ortadadır.
Aşiretler ve yöneticiler arasındaki mücadele asırlarca devam eder. Sonunda Osmanlı devleti, 1856’da Türkmenleri iskân etmek için bir ordu kurar ve onları zorla yerleştirir. Ancak bugün bile Toros Dağları’nda, tarihin başından beri yaşamaya devam eden, bazı göçebe Türkmen obaları, yaşamlarını sürdürmeye devam ederler.
Bu sorun, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türkmenlere karşı özel bir “İskân Siyaseti” geliştirmeye yöneltir. Şenlendirme diye anılan bu siyasete göre, yeni alınan bütün toprakların, Türkmen aşiretleri tarafından zorla iskân edilmesi öngörülür.
Kıbrıs’ın 1571’de fethinden sonra, kendi iskân politikasının bir gereği olarak, adayı iskân etmek üzere buraya nüfus göndermeye başlar. Kıbrıs’a Türkmen iskânı iki aşamada gerçekleştirilir. İlk dalga, 1572’den başlayarak, 16. asrın sonuna kadar gelişir. İkinci dalga ise 1699 ile 1745 tarihleri arasında gönderilir.İskân hakkındaki ilk belge, Sultan ll. Selim’in, 20 Eylül 1572 tarihli fermanıdır. Bu fermanda, Anadolu, Karamanya, Dulkadiriye ve Rum vilâyetlerinin kadılarına, tarıma yeterli toprağı olmayan, herhangi bir köy nüfusuna kayıtlı bulunmayan, asi huysuz diye bilinen ( bütün bu kriterlerle aslında Türkmenler tanımlanmaktadır) ve bunun yanında da sanayii erbabından da her kazada on haneden seçilmiş bir hanenin, adaya sürülmesi emredilmektedir. Burada her şeyden önce yukarıda sayılan yerlerin, imparatorluğa çok kısa bir süre önce katılmış eski Türkmen Beylikleri olduğunu söylemek zorundayız. Meselâ o tarihte, Dulkadiriye halkı, Yüreğir ve Kınık Boyları ile bazı bağımsız obalardan oluşmuş ve Dulkadiriya Ulusu diye anılan bir topluluk idi. Karamanya halkı, ana Oğuz kolu Üçoklar’dan inme Bozdoğanlılar’dan ibaretti. Rum vilâyeti halkıysa, yine ana Oğuz kolu olan Bozoklar’dan inme Beğdili ve Bayat boylarından müteşekkil olup, vilâyete onların ağzında zaten Bozok denmekteydi. Anadolu vilâyeti ise 12.asırda bölgeden geçen İbn-i Batuta zamanından beri, bir “Türkmen Yatağı” olarak bilinmekteydi.
Bu ana fermanın yanında, Kıbrıs’a zorla Türkmen iskânını emreden başka fermanlar da bulunmaktadır. Örneğin, 29 numaralı Mühimme Defteri’nde 490 numaralı ve 30 numaralı Mühimme Defteri’ndeki 488 numaralı, sırasıyla 1576 ve 1577 yıllarında Bozok Kadısı’na yazılmış iki fermanda, Şah İsmail ile teması bulunmayıp da alevi olduğuna inanılan Türkmenler’in Kıbrıs’a gönderilmesi emredilmektedir. Ayni yıl yazılan bir başka fermanda, Bozdoğan’lardan Ramazan isimli kişinin isyan ettiğinin bilindiği, kendisi ve destekçilerinin aileleri ile birlikte adaya sürülmeleri emredilmektedir. (Ahmet Refik, Anadolu’da Türkmen Aşiretleri) Ramazan’ın Köseli diye bir oymağa mensup bulunduğunu ve bugün o eski iskân sahasında da ayni soyadını taşıyan insanlar bulunduğunu da ekleyelim. 64 numaralı Mühimme Defteri’nde yer alan, Hamiteli kadısına yazılmış, 1576 tarihli bir fermana göreyse, ünlü asi Karahacı’nın Kıbrıs’a sürülmesi emredilmektedir. Bugün bile o bölgede, eğer gece birinin kapısını çalarsanız, içerden yükselen “Kim o?” sorusuna, istihza ile karışık, evsahiplerini korkutmak için, “Karahacı” diye aynıt verilmektedir.
Bu fermanlar göre, 1572’den 16.asır sonuna kadar, önceden plânlanan 12 bin aile yerine, adaya 8 bin aile gönderildiği bilinmektedir. 2551 Numaralı Mevkufat Defteri’nda yer alan, “Kıbrıs’a sadece Türkler ve müslümanların gönderilmesi”ne ait emirden, bu nüfusun ezici çoğunluğunun, Türkmen olduğunu anlıyoruz. Osmanlı devlet literatüründe, “Türk”ün anlamının sadece Türkmen ve Yörük demeye geldiğine de dikkat çekmeliyiz. Osmanlı İskân Siyaseti konusunda önemli bir uzman olan Profesör Cengiz Orhonlu, Ankara’da 1969 yılında düzenlenen Uluslararası Kıbrıs Meseleleri Kongresi’ne sunduğu bildiride, Kıbrıs’a iskân edilen insanların, yoğunluklu olarak Karaman Vilâyeti Türkmenleri olduğunu ileri sürmektedir. Bir başka uzmana, Profesör Faruk Sümer’e göreyse, Kıbrıslı Türkler, Çukurova Türkmenleri’nin torunlarıdırlar. Bu, ilk dalgaydı...
Osmanlı ordusunun Viyana önünden ikinci defa geri çekilmesinden sonra, yönetim, zayıf noktasının, düşük tarımsal üretim ve vergi gelirlerinden ibaret olduğunu, bir kez daha farkeder. Bunun üzerine Osmanlı yönetimi, bütün göçebe aşiretleri yerleşik hayata geçirmeye karar verir. 1699’da yayınlanan bir fermanda, bütün Yörük aşiretlerinin, zorla Kıbrıs’a gönderilmeleri emredilir. Bu ferman, Kıbrıs’a Türkmen iskânının ikinci dalgasının başlamasına neden olur. Elbette bu emirden dolayı, Türkmenler 1856’ya kadar sürecek olan yeni bir isyan çıkarırlar. Ne var ki 1700 ile 1745 arasında adaya Türkmen sürgünü devam eder. Bu dönemde, Beğdili, Bayat, Avşar, Kaçar ve Bozdoğan boylarından, 2500 dolayında aile Kıbrıs’a sürülür. Bilindiği gibi ilk üç boy, Bozoklar’ın sonuncusu ise Üçokların başat boylarıdırlar. Beğdili’ye bağlı Şamlu veya Dımışklı (İran’da Şahseven, Hüdabendelü, Aynallu, ya da Karakeçili olarak bilinir) Avşar’a bağlı Bentoğlu ve Köroğlu, Kaçar’a bağlı Kaçar Halil, Yüreğir’den inme Bozdoğan’a bağlı Karahacılı, Bayat’a bağlı Gediklü ve Kayı’ya bağlı Karakeçili ‘den insanlar; bu ikinci dalgada adayı mesken tutarlar. Bu iki dalgada, adaya 50 binden çok Türkmen iskân edilir. Ana iskân bölgeleri, coğrafi olarak Orta Asya’ya çok benzeyen Mesarya ve Mezoto ilçeleri olur. Buralarda Latinler’den kalma çiftlikler, Türkmenler’e verilir ama bu insanlar 20.asır başlarına kadar tarıma ilgi duymazlar, yine kendi koyun ve deve sürüleri ile meşgul olurlar. Osmanlı yönetimi altında Kıbrıs’ta geçirilen asırlar boyunca, Anadolu ve Suriye’deki akrabaları gibi defalarca isyan ederler. Her ne kadar da ulusçuluk çağı geldiğinde kendilerini Modern Türkler olarak görmeye başlamışlarsa da, Kıbrıslı Türkler bugün dahi, kendilerinin özel bir kimliği bulunduğunu ve bunun Türkiye’deki baskın kimlikten farklılıklar içerdiğini ileri sürer ve bunda ısrar ederler.
Doğruyu söylemek gerekirse, kimse de haksız olduklarını söyleyemez. Uzak geçmişte kalmış, Anadolu ve Suriye’deki göçebelik günlerine bir adadaki kapalı köylerde geçirilen asırlar da eklenince, zaman onlara eski yaşam biçimlerinin bazı özelliklerini koruma şansı vermiştir. Bu şartların bir sonucu olarak, Kıbrıslı Türkler Osmanlı’dan da eski adet ve geleneklerini korumuşlardır zira onlar, geçmişte de hiçbir zaman Osmanlı kültürü ile entegre olamamışlardır. Bu onların tarihin başından ulusçuluk çağına kadar göçebe kaldıkları anlamına gelmektedir. Bundan dolayı Kıbrıslı Türkler’in premodern kültüründen bahsedildiğinde, Maveraünnehir ve Horasan’dan taşınanlardan başka değerler yakalamak çok zordur. Normal toplumlarda, göçebelik ile ulusçuluk arasında yaşanan zaman, Kıbrıslı Türkler için bir kayıptır. Onlar, kültürel anlamda göçebelikten ulusçuluğa atlamışlardır.
Günümüzde, Kıbrıslı Türk Kimliği’nden bahsedildiğinde, her şeyden önce özel bir dialekt karşımıza çıkar. Kıbrıslı Türk Ağzı, 12.asır Dede Korkut Hikâyeleri günlerindeki Türkçe’ye çok yakındır. Kıbrıslı Türk İstanbul’da çoktan unutulmuş olan Türkmence sözcükleri bilir ve kullanır. Konuşurken kullandığı cümle yapısı, İstanbul lehçesine ait değildir. Bundan dolayı bir Kıbrıslı Türk kolaylıkla bir Azeri’yi ya da Kerküklü Türkmen’i ; küçük bir dikkatle de Merv, Aşkabat veya herhangi bir yerden gelme Türkmen’i anlar.
Kıbrıslı Türkler arasında eski Türkmen gelenekleri ve adetlerinin hemen hepsi hâlâ yaşamaktadır. Atalar Kültü, Kutsal Ağaçlar Kültü, Su ve Ateş Kültleri, Tütsü Kültü adada günümüzde de yaşamın içindedirler. Herhangi bir araştırmacı çok kolaylıkla Şamanizm’den kalma birçok folklorik alışkanlık bulabilir. Örneğin gece tırnak ve saç kesilmez, Al basması popülerliğini sürdürür v.s. Veya Nevruz, “Mart Dokuzu” olarak kutlanmaya devam eder...
Kaynak: www.sinanoglu.net/fikir_meydani/showthread.php?t=4457
Dostları ilə paylaş: |