Kavga ne kadar şiddetli ve korkunç olursa, Yahudi için o kadar makbuldü, iki memleket sonsuz bir garez ve hiddetle birbiri ile kapışacak olursa Yahudi'nin rahatı da o kadar iyi temin edilmiş olurdu. Böylece kamuoyunun dikkati bu uluslararası oyundan uzak tutuluyordu. Bu kavga en tehlikeli bir safhaya geldiğinde basiret sahibi kabiliyetli birkaç kimsenin müdahalesi ile mücadele sakinleşti. Yahudi bu durum karşısında yeni bir tahrike müracaat etmekte gecikmedi.
Güney ile kuzeyi birbirine düşürerek bundan yararlananlar derhal olayın üzerine atılarak, kor haline gelen ateşi körüklediler. Sonunda gizli gizli devam eden nefret ve isyan tekrar alevler saçmaya başladı.
Yahudi Almanları soymak için, Alman milletlerini oyaladı ve kamuoyunun dikkatini dağıtmak üzere her türlü dalavereyi çevirdi. Daha sonra devrim oldu.
Halk, küçük burjuva ile kültürü az olan işçi, 1918 yılına kadar olan hâdiseleri anlayamadı. Fakat 1918 yılının Kasım ayında meydana gelen devrimi Alman halkının kendisine "Nasyonal" denen kısmı, hiç olmazsa devrim patladığı vakit anlamalı ve takdir etmeli idi. Çünkü devrim hareketinin lideri kendisini derhal Bavye-ra'nın çıkarlarını koruyan bir kimse olarak ilân etti. Uluslararası Yahudi Kurt Eisner, Prusya'ya karşı Bavyera ile çıktı. Halbuki bu serserinin hayatı tetkik edilecek olursa, Bavyera'nın çıkarlarını savunmaya ehil olmadığı görülürdü. Ayrıca onun gözünde, Tanrı tarafından yaratılmış olan bu dünyada Bavyera'nın varlığının devam etmesi keyfiyeti pek önemsizdi.
Kurt Eisner, Bavyera'da inkılâpçıların kıyam hareketine Bavyera'nın menfaatleri noktasından bakmıyordu. O Yahudiliğin başdele-ge sıfatı ile bütün bu hareketleri idare ediyordu. Almanya'yı parçalamak işini çabuk bitirmek istiyordu. Bunun için Bavyeralılara ihtiyacı vardı. Onların içgüdüye dayalı eğilimlerinden ve antipatilerinden yararlanıyordu. Bu pis Yahudi'nin amacı, savunmasız hale gelen ve parçalanmış olan Reich'ı tamamen komünizmin bir avı haline getirmekti.
Bu âdi herif zıbardıktan sonra, yerine geçen diğer pis Yahudiler de Kurt Eisner'in taktiğini kullandılar.
Sosyalist milletvekillerinin çoğunluğundan ayrılan bir grup, Sosyalist Demokrat Parti'yi meydana getirdi. Bu Marksçılar kendilerine müstakil parti adını vererek Alman Devleti'nin hissiyatına ve içgüdülerine el uzattılar. Halbuki bu kızıllar, mecliste savaş-tahsisatı-na olumlu oy vermekten kaçan alçaklardı.
Bâvyera'yı işçi ve Asker Şûraları Cumhuriyeti'nden kurtaran askeri kuvvetlerin bu hareketleri Yahudiler tarafından Bavyera işçilerinin Prusya militarizmine karşı mücadelesi olarak yorumlanıyordu. Şûralar Cumhuriyeti'nin ezilmesi, Alman ülkelerinde olumlu tesir hasıl etmesi icap ederken Münih'te bu hareket akıl ve mantık dışı olarak Bavyeralıları Prusya'ya karşı daha çok ayaklandırdı.
Komünist tahrikçilerin Şûralar Cumhuriyetinin kaldırılmasını, Prusya militarizminin, antimilitarist ve Prusya aleyhtarı olan Bavye-ralılar üzerinde bir zaferi olarak göstermeleri, semeresini çok bol verdi. Kurt Eisner, Landtag seçimlerinde Münih'te ancak on bin taraftar bulduğu ve komünist partisi de üç bin oy alabildiği halde Cumhuriyetin düşmesinden sonra iki partiye verilen oyların toplamı yüz bine yükselmişti.
İşte bu tarihten itibaren Almanları birbirleri aleyhine tahrik e-den bu mücadeleye müdahale etmeye başladım.
Öyle bir mücadeleye girişiyordum ki, bu mücadele halk tarafından hiç, ama hiç tutulmuyordu.
Şûralar Cumhuriyeti devam ettiği sıralarda Münih'te yapılan toplantılarda, Almanya'nın diğer bölgeleri ve bilhassa Prusya aleyhine saçılan kin ve nefret o kadar yayılıyordu ki, bazen bu toplantılarda bir kuzeylinin hazır bulunması demek, o kuzeylinin hayatını tehlikeye atması demek oluyordu. Bu toplantılarda sık sık "Prusya'dan ayrılalım", "Kahrolsun Prusya", "Prusya'ya karşı savaşalım" gibi manasız sesler ve bağırışmalar duyuluyordu.
Bu öyle bir ruhsal durumdu ki, Bavyera'nın egemenlik hukukunun parlak bir temsilcisi bunu Reichstag'da şu husumet çığlığı ile özetlemişti: "Prusyalı olarak çürümektense, Bavyeralı olarak ölmek daha iyidir."
Münih'te Lövvenbraukeller'de yapılan bir toplantıda, etrafımda pek az bir dost bulunduğu sırada bu deliliğe karşı itiraz ettim. Bu itirazımın toplantıda ne ifade ettiğini anlayabilmek için, o devrin toplantılarında hazır bulunmak gerekirdi.
Hezeyan içinde, tahrik edilmiş kalabalık bana karşı aç köpekler gibi uluduğu ve bizi tepelemek tehdidini savurduğu vakit neler hissettiğimi anlatamam. Bu sırada bana savaş arkadaşlarım refakat ediyorlardı. Bu kudurmuş kalabalık asker kaçaklarından ve serserilerden meydana gelmişti. Bir kısmı da savaş sırasında geri hizmetlerinde bulunmuş olanlardı. Biz ise vatanı müdafaa ediyorduk. Fakat böyle sahnelerin bana faydası oluyordu. Çünkü taraftarlarımın küçük kuvveti kendilerini bana daha çok yakın hissediyordu. Çok geçmeden bu kimseler benim için "hayatta ve ölümde" sadakat yemim ettiler.
1919 senesinin on iki ayında devamlı bir şekilde devam e-den bu mücadeleler, 1920 senesi başından itibaren daha da şiddetlendi. Bu arada bir sürü toplantı yapıldı. Münih'te, Sonnenstrasse'de Wagner Salonu'nda olan toplantıyı, hiç unutamam. Bu toplantıda en şiddetli hücumlara karşı koymak zorunda kaldık. Çok zaman benim taraftarlarım sayısız fena muameleler gördü. Bunların yerlere atılarak çiğnendikleri, ölü bir hale getirilerek kapı dışarı edildikleri oldu.
Ancak cephede tanıştığım arkadaşlarla girişmiş olduğum bu mücadele, o sırada kavgayı adeta kutsal bir vazife olarak kabul eden genç hareket mensupları tarafından devam ettirildi. Benim için yalnız Bavyeralı taraftarlarımıza güvenerek, o günlerde bu aptallık ve hıyanet dolu saldırılara karşı çıkmaya cesaret etmemiz bugün bir gurur ve iftihar vesilesidir. Belki bu işe eğilim göstermemiz budalalıktı. Fakat şunu biliyordum ki, arkadan gelen kalabalık zekâsız olduğu kadar da namuslu kimselerden meydana gelmişti. Fakat bu işi tertip edenler ve yönetenler için böyle söylenemezdi. Onları akıllı ve Fransız parası ile çalışan birer hain olarak kabul ediyorum. Bugün de bu kanaatimi korumaktayım.
Bizim mücadelemizi özellikle zorlaştıran şey, çevrilen dolabın tek sebebi gibi gösterilen federalist eğilim öne sürerek, gizli maksadın uygulama mevkisine başarı ile konması idi. Prusya aleyhinde yapılan tahriklerin federalizm ile hiçbir alâkası yoktu. Federalist bir zihniyetin, konfederasyona dahil olan bir devleti çökertmesinin veya parçalanmasının bir açıklaması yapılamazdı. Ayrıca bunu görmek de insanı şaşkına çeviriyordu. Çünkü Bismarck tarafından Re-ich'ı tarif etmek için kullanılan düsturdan yararlanan bir federalist eğer bu hareketinde samimi olsa idi, Bismarck'ın kurduğu Prusya devletinden toprak almaya kalkışmaz ve toprak parçası koparılmasını arzulamazdı. Eğer, Prusyalı bir muhafazakâr parti, Franconien'in Bavyera'dan ayrılmasını istese veya bu ayırma işini çabuklaştırsa idi, Münih'te kıyamet kopmaz mıydı?
işin içyüzü böyle idi. Bunun için federalizmin hayranı olanlara ancak acınırdı. Bu kimseler, alçak, âdi, hokkabaz heriflerin kurbanı olduklarını bilemiyorlardı. Bunlar aldatılmışlardı. Federalist fikri bu şekilde kötülenirken, bu fikir taraftarlarının yardımı ile mezara itiliyordu. Reich'ın federalist teşkilâtı lehinde propaganda yapılırken, böyle bir siyasi teşekkülün en büyük unsuru olan Prusya'ya her halde hakaret edilemezdi. Böyle yapılmakla bu konfedere devletin hayatı mümkün olduğu kadar kısaltılıyordu. Lâfta federalist olanlar inkılâp ile kurulan demokratik rejimle aynı şey kabul edilmesi imkânsız olan Prusya'ya hücum ettikleri için, bu netice akıl sır ermez bir hal oluyordu. Bu sahtekâr federalistlerin tahrik ve âdi eleştirileri, daha ziyade Güney Almanya'yı veya Yahudi ile Weimar Anayasası yazarlarım hedef alacak yerde, eski muhafazakâr Prusya'nın temsilcilerine tevcih ediliyordu.
Bu mücadele taraftarları Yahudilerle temastan çekmiyorlardı. Buna hayret etmemek lâzımdır. Bu şekil davranış muammanın bütün anahtarlarını bize verir.
Yahudi, inkılâptan önce, savaş sıralarında halkın dikkatini kendi savaş ofislerinden ve kendi üzerinden nasıl uzaklaştırdı ve Bavye-ra halkını Prusya aleyhine nasıl ayaklandırdı ise, devrimden sonra da yağma teşebbüsünü herhangi bir şekilde örtmesi lâzım geldiğini biliyordu. Bunun için Almanya'nın nasyonal unsurlarını birbirleri aleyhine kışkırtmaktan geri kalmadı. Bavyeralı muhafazakârlar, Yahudiler tarafından Prusyalı muhafazakârlar aleyhine kışkırtılıyordu.
Bütün ipleri parmaklanna geçirmiş olan Yahudi, gayet zeki hareket ederek âdi bir şekilde tekrar bu işe koyuldu.
Yahudi, öylesine kudret ve yetki suiistimalleri meydana getirdi ki, bunların sonucu olarak binlerce kişi topraklara gömüldü. Bu kurbanların arasında hiçbir zaman tek bir Yahudi yoktu. Hepsi de Almandı.
Yahudi'nin, halkın dikkatini başka tarafa çevirmek hususunda gösterdiği mahareti bugün dahi tespit etmek mümkündür.
Bavy er ahlar, Berlin'in sayıları dört milyonu bulan işçilerini ve görevleri ile meşgul olan üreticilerini görmüyorlardı. Onların gördükleri, ahlâkın bozuk olduğu batı mahallelerinin Berlin'i idi. Ne var ki Bavyeralıların kinleri bu ahlâk yönünden bozulmuş mahallelere yöneltilmiyordu. Onlar yalnız Prusya kentini göz önünde tutuyorlardı. Pişmanlık duyulacak birçok sebep vardı.
Yahudi'nin halkı başka tarafta oyalayarak, onun dikkatini kendi üzerinden uzaklaştırmakta gösterdiği ustalığı, bugün bile saptamak mümkündür.
1913 senesinde dahi bir Yahudi aleyhtarlığı bahis mevzuu olamazdı. Ben o günlerde, Yahudi kelimesinin söylenmesinin ne kadar zor olduğunu bugün bile hatırlıyorum. Eğer ağzınıza Yahudi kelimesini alacak olursanız, ya sizin yüzünüze aptal aptal bakarlardı veya siz korkunç bir muhalefetle karşılaşırdınız.
Bizim gerçek düşmanımızın kim olduğunu halka öğretmek için yaptığımız ilk mücadele o günlerde hemen hemen hiç başarı ihtimali göstermiyordu. Fakat, zamanla yaptığımız azimli mücadele semeresini vermeye başladı.
Yahudi aleyhtarlığı 1918 senesi son ayları ile 1919 senesinin başlarında kök salmaya başladı, işte Nasyonal Sosyalist Hareket bu Yahudi aleyhtarlığını daha sonra geliştirdi. Bilhassa, bu Yahudi aleyhtarlığını, burjuvazinin dar çevrelerinden kurtarıp halk faaliyetinin zembereği ve parolası haline getirdik.
Ancak biz Nasyonal Sosyalistler olarak Alman milletine bu büyük tehlikeyi haber verdiğimiz vakit, Yahudi denen sahtekâr, kendi müdafaasını hazırlamış bulunuyordu. Bu durum karşısında, hemen eski taktiklere başvurdu. Şaşılacak bir süratte, ırkçı kuvvetleri parçaladı ve bunları birbirine düşürdü. Etrafa tefrika tohumlan saçmaya başladı. Yahudi, derhal Katolik tahrikliği meselesine sarıldı ve bunu ortaya attı. Böylece Katolik ile Protestanlığı, birbiri ile mücadeleye sevk ederek halkın dikkatini başka taraflara çevirdi.
Yahudiliğin, birlik olmuş güçler tarafından hücuma uğramaması için düşünülecek tek yol buydu. Yahudi de bu işi gayet kolay yaptı. Mezhep ayrılıklarının halka verdiği zarar hiçbir zaman Yahudi tarafından onarılmadı.
Yahudi, maksadına ulaşmıştı. Katolikler ile Protestanlar birbirleri ile mücadele ederken, üstün ırkların ve bütün Hıristiyanların tek ve korkunç düşmanı olan Yahudi de oturduğu yerden keyifli keyifli gülüyordu.
Bir vakitler Yahudi, federalizm ile merkeziyetçileri birbirine düşürmüştü. Onları birbirleri ile mücadeleye sevk ederken her ikisini de zayıf düşürüyordu. Bu arada Yahudi, kendi milletinin hürriyetim sanat ve meta haline getirerek, büyük uluslararası maliye âlemi hesabına Almanya'ya hıyanet ediyordu. Yahudi bugün iki mezhebin birbirleri ile kavga etmelerini sağlamıştır. Bu mezheplerin ve kişilerin dayandıkları temeller uluslararası Yahudi'nin çıkardığı zehirle yok edilmektedir.
Artık, Yahudi kanının yayılması ile, her gün ırkımızda büyük bir tahribat oluyordu. Kanımızın bu zehirlenmesi asırlarca devam ederse, ancak asırlarca sonra temizlenebilir. Irkımızın çöküşü neticesi, Alman milletinin üstün ırk vasfı ortadan kalkacak, neticede medeniyet yaratma kabiliyetimiz sıfıra ulaşacaktı, işte bütün bunlar düşünülmeli ve Yahudilerin bu işi sistemli bir şekilde yaptıkları öğrenilmelidir.
Bugün, hiç değilse büyük şehirlerimizde, Güney italya'nın düzeyine düşmek tehlikesinin ortaya çıktığı düşünülmelidir. Ama ne var ki, kanımızın böyle pisliklere bulaşmakta olduğunu görmeyi be-ceremiyorlardı.
Bu kara saçlı sahtekârlar, milletimizin zararına çalışarak tecrübesiz olan genç kızlarımızı kirletiyorlardı. Bu âdi hareket ise dünyada hiçbir şeyle telâfi edilemeyecek şekilde tahriplere yol açıyordu. Diğer taraftan Katolik ve Protestan mezhepleri de asıl insanın, bu â-di hemcinsi tarafından harap edilmesine sadece seyirci kalmaktaydı. Oysa dünyanın geleceği için Katoliklerin mi Protestanlara, yoksa Protestanların mı Katoliklere galip geleceği bir mesele değildir. Asıl mesele, üstün ırka dahil olanların ayakta kalıp kalmayacaklarıdır. Durum böyle iken bu iki Hıristiyan mezhebi üstün ırkı yok etmek hareketine karşı birleşip mücadele etmek yerine, birbirleri ile çekişmekteydi.
Irkçılık sahasında yer alan herhangi bir kimse, mezhebi ne olursa olsun, devamlı olarak Tanrı'nm iradesinden rastgele bir şekilde bahsedeceği yerde, Tanrı'nm iradesine göre hareket etmek ve Tanrı'nm eseri olan insanlığın kirletilmesi faaliyetine karşı durmak vazifesi ile mükelleftir.
Çünkü insanlara şekillerini, kabiliyetlerini Tanrı vermiştir. Tanrı'nm eserini yok etmek, O'nun yaratma iradesine savaş ilân etmek demektir.
Bunun için herkes, kendi mezhebine mensup olanın diğer mezheplerle mücadele etmesini önlemeli ve diğer mezhep mensupları ile birlikte, Hıristiyanlıkla kavga etmeye çıkan sahtekârlarla mücadele etmelidir. Mezheplerin herhangi bir tarafını tenkit etmek, aramızdaki dini ayrılığı geliştirmekten başka bir işe yaramaz. Böyle bir girişim, Almanya'yı bölüşmüş olan iki mezhep arasında, bir yok etme savaşının tohumlarını atar. Bizim milletimiz din bakımından Fransa, italya ve ispanya ile mukayese edilemez. Bu üç memlekette her hangi bir dini inanış tenkit edilse, klerikalizm* ya da ültramon-tam'zm** aleyhinde fikirler ortaya atılsa bile, bu hareketler mezhep ve tarikat mensuplarını birbirine düşürmez.
Ama, Almanya'da bu yapılamazdı. Çünkü böyle bir mücadeleye, Protestanlar muhakkak katılacaklardır, tşte öteki ülkelerde yalnız Katolikler tarafından, Protestanların en yüksek din adamlarının siyasal yönden yapacakları nüfuz yolsuzluklarına karşı alınacak savunma tedbirleri, Almanya'da derhal Protestanlık tarafından, Katolik mezhebine yöneltilmiş bir saldırı niteliğine dönüşecektir. Bir mezhebe mensup inançlı kişiler tarafından, bir başka mezhebin içinde ortaya çıkarılan herhangi bir yanlış davranışın varlığı, o mezhebin inanmış kişilerince bilinse bile, şiddetle reddedilir. Bu iş o kadar ileri götürülür ki, kendi kiliseleri içinde gördükleri yolsuzlukların düzeltilmesine taraftar olan kişiler bile, bu yolsuzluğun giderilmesi bir başka mezhebin otoritesi tarafından tavsiye edilir ve özellikle istenirse, derhal bu işten vazgeçerler ve sonra bütün çabalarım dışa yöneltirler. Otoritenin böyle bir uyarı ya da istekte bulunması, kendisi ile ilgisi olmayan işlere karışmak gibi, uygunsuz bir girişim sayılır. Bu türlü girişimler, milli toplumun çıkarlarım savunma hususunda sahip olduğu yüksek hak üzerine dayandırılsa bile, mazur görülemezler. Çünkü bugün, dinsel duygular, milli ve siyasal düşüncelerden çok daha derin bir etki ve nüfuza sahip bulunmaktadır, iki mezhebi, birbirlerine karşı pek çetin bir savaş vermeğe kışkırtmakla, bu durum zerre kadar değiştirilmiş olmaz. Eğer karşılıklı bir hoşgörü, millete, bu alanda uzlaşma yönünde etki yapacak bir geleceğin nimetlerim sağlarsa, işte ancak o zaman iş değişir. Ben bugün dahi, ırkçı harekete dini kavgaları karıştırmaya yeltenen kimseleri, (* Klerikalizm: Kilise mensuplarının özel ve genel yaşama karışmalarına taraftar olanların fikirlerinin bütünü.
** Ültramontenizm: Papanın hüküm ve söz geçerliliğinin yayılması fikri. ) herhangi bir komünistten daha çok milletimizin düşmanı kabul | ederim ve bu fikrimi söylemekte tereddüt göstermem. Nasyonal Sosyalist hareketin bir gayesi de, komünisti kendimize çekmek ve doğru yolu göstermektir. Fakat ırkçıları saftan çıkararak onları kutsal vazifelerden alıkoymak isteyen kimse en kötü ve âdi hareketi yapmış olur. Bu âdi hareket ister şuurlu, ister şuursuz yapılmış olsun, meselenin mahiyeti kesinlikle değişmez. Bu işe teşebbüs etmiş kimse Yahudi menfaatlerinin bir numaralı adamı demektir.
Çünkü Yahudi'nin âdi görevi, ırkçı hareket, kendi menfaatlerini haleldar ettiği müddetçe asil ırkın kanını akıtmak ve ırkı, dini mücadeleler içinde takatten düşürüp bitkin bir hale getirmektir.
Evet, bu sözlerimde ısrar ediyorum. Yahudi ırkın kanını, ırk
bitkin hale gelene kadar akıtır.
1924 senesinde ırkçı hareketin en büyük vazifesinin "ultra-montanisme" ile mücadele olduğunu birdenbire keşfeden sahte efendiler bu hareketi yok etmediler, ancak, ırkçı hareketi paramparça ettiler.
Irkçılar arasında, bir Birmarck için imkânsız kalmış bir şeyi yapmağa kabiliyetli olduğunu zannedecek kadar ham bir kafanın bulunabileceğini düşünmek beni çileden çıkarmaktadır. Nasyonal Sosyalist liderler, Nasyonal Sosyalist Hareketi bu gibi kavgalara sokmak için meydana gelecek bütün teşebbüslere gayet kafi ve azimli bir şekilde muhalefet etmeli ve karşı koymalı, aynı zamanda bu gibi plânların lehinde konuşanları ve propaganda yapanları derhal partiden ihraç etmelidir.
1923 senesinin sonbahar aylarında bu hususa dikkat edip muvaffak oldular. En koyu bir Katolik, bizim partimizde en koyu bir protestonla birlikte hareket ederken, vicdanı, kendi dini kanaatleri ile çatışmadı. Her iki mezhep mensubu da üstün ırkı tahrip etmek isteyen düşmana karşı mücadelede birbirlerine saygı göstermeyi öğrenmişti. Aynı zamanda, bu yıllar içinde, bizim hareketimiz Merkez Partisi'nin aleyhinde şiddetli biçimde mücadele etmişti. Bu pek şiddetli mücadeleler, dinsel sebeplerden ötürü çıkmamış, yalnız milli, ırkçı ve ekonomik görüşler yüzünden sürdürülmüştü, işte o zaman başarı bizim oldu. Şöylece bugün bile daha iyi bilgi sahibi olduklarını ileri sürenlerin hatalarını ispat etmiş olduk. Mezhep kavgaları son senelerde pek şiddetlenmişti. Gözleri dönen ırkçı Almanlar, haklı hareketlerinin ne kadar manasız olduğunu görmez hale gelmişlerdi.
Bu arada Marksist ve dinsiz gazeteler gerekli gördükçe mezheplerin fahri avukatları olup, saçmalığı her ölçüyü aşan ve taraflardan birini ağır bir şekilde itham eden asılsız beyanlar neşrederek ateşi körüklüyorlardı.
Fakat birtakım hayaller uğruna kanının son damlasına kadar savaşmaya muktedir olan Alman milleti için, bu türlü silâha sarılma çağrıları öldürücü bir tehlike teşkil eder. Bu, tarihle sabittir. Bu şekil tahrikler milletimizi esas meselelerini çözümlemekten daima alıkoymuştur. Biz din kavgaları ile uğraşırken diğer devletler dünyayı paylaşıyorlardı.
Irkçı hareket, "ültramontanizm" tehlikesinin mi, yoksa Yahudi tehlikesinin mi daha korkunç olduğunu tespitle meşgulken Yahudi, ırkımızı kirleterek Alman milletinin hayatını temelden yıkmakta ve tahrip etmekte idi. Bu ırkçı şampiyonların bu hareketlerini gördükten sonra daima şöyle dua ettim:
— Tanrım, Nasyonal Sosyalist Hareketi bu gibi dostlardan koru. Hareketimizin âdi düşmanlarına gelince, Nasyonal Sosyalist cereyan onu tek başına yok edebilir.
Nasyonal Sosyalist Hareket, Yahudilerin 1919 ve 1921 yılları arasında, üç sene devam eden ve hile ile tahrik ettiği federalizm ve bırlikçilik mücadelesine iştirak niyetinde değildi. Fakat bu âdi tahrikler neticesinde ortaya çıkan meseleler, Nasyonal Sosyalist Hareketi bu dâva karşısında bir vaziyet almaya mecbur bıraktı. Almanya federal mi, yoksa merkeziyetçi bir devlet mi olması idi? Kanaatimizce ikinci mesele daha mühimdir.
Federatif devlet tabirinde, biz hükümranlık hakkını haiz devletlerden teşekkül etmiş bir camiayı anlıyoruz. Bu devletler, hükümranlık hakkının verdiği yetkide ve kendi iradeleri ile bir araya gelirler. Kendi hükümranlık haklarını kullanırken federasyona gerekli olan haklarından, federasyon lehine feragat ederler.
Bu düstur, dünyada mevcut konfederasyonların hiçbirinde tatbik edilmemektedir. Bu usule daha ziyade Birleşik Amerika Devletleri anayasasında rastlanır. Birleşik Amerika Devletleri'ni meydana getiren devletlerin büyük bir kısmı, konfederasyonu meydana getirirlerken, daha önce bir hükümranlık hakkından vazgeçmemişlerdir. Bunun için Amerika Birleşik Devletleri'nin tersine, Almanya'yı meydana getiren devletler hiç şüphe yok ki Almanya'dan önce devlet olarak mevcuttular. Gerçi Reich, hususiyetleri olan bu devletlerin hür iradeleri ve eşit olarak yaptıkları işbirliği ile meydana gelmiştir. Fakat yine de yukarıda izah ettiğim husus Almanya'ya uygulanamaz. Çünkü Almanya bu hususi devletlerden birinin yani Prusya'nın hakimiyetinin tesir ve neticesi olarak meydana çıkmıştır. Toprakların genişliği mevzuunda Alman devletleri arasında mevcut olan büyük eşitsizlik Reich'm teşekkül biçiminin, Amerika Birleşik Devleti'nin kuruluş şekli ile mukayesesine imkân bırakmaz. Alman Birliğine dahil küçük ve büyük devletlerle ve özellikle hepsinin en büyüğü olan devletle aralarında yücelik ve güç bakımından o kadar farklar vardır ki, bu yüzden Reich'm kuruluşunda, konfederasyona hepsi aynı derecede katılmadılar. Bu devletlerin birçoğu için, hukuki bir hükümranlık hakkından söz edilemezdi. Devletin hükümranlık hakkı deyimi kelimenin ifade ettiği anlamdan yoksundu.
Gerçekte, gerek geçmişte ve gerek bugün, bu sözde egemenlik hakkına sahip devletlerden çoğunu tavan arasına atmışlar ve egemenlik hakkına sahip o siyasal kuruluşların yetersiz durumlarını pek açık biçimde kanıtlamışlardır. Bu devletlerin nasıl kurulduklarını ayrıntıları ile açıklamak konumuz değildir. Yalnız şunu belirtmeliyim ki, hemen hemen hiçbirinde, sınırlar belirli bir Alman kavminin oturduğu topraklara tamamen uymamıştır. Bu oluşumlar sadece birer siyasi üründürler. Bunların bir kısmı Reich'm en kötü devirlerinde meydana gelmişlerdi. Bu oluşumların ortaya çıkışları vatanımızın âcz içinde bulunduğu ve parçalandığı sıralardır. Bu parçalanma da acz içinde olmanın hem sonucu ve hem de sebebi idi.
Eski Reich anayasası, bugünkü durumu hesaba katmıştı. Bu anayasa, Reich'ı meydana getiren devletlere konfederasyonda eşit temsil hakkı tanımıyordu. Bu devletler, topraklarının genişlikleri ve nüfusları nispetinde bir hakka sahip bulunuyorlardı.
Hususi devletlerden pek azı Reich'a kuvvet bulma imkânını vermek için, içten gelen bir samimiyetle kendi hükümranlık haklarından vazgeçiyorlardı. Fakat fiiliyatta bu hiçbir zaman mevcut olmadı. Ancak, Prusya hâkim durumu ile bu hususi devletleri zap-tedivermişti. Bismarck, Reich'a alınacak devletlere'her hakkı tanımadı. O, bunu ilke edinmişti. Bismarck, hususi devletlerden, Re-ich'a muhakkak lâzım olan şeyleri istedi. Bu ilke ılımlı olduğu kadar, hakimane bir tavır taşıyordu ve bu ilke, örf, âdet ve geleneği nazarı itibara alıyordu. Aynı zamanda yeni Reich'a Alman devletlerinin sevgisini ve samimi işbirliğini büyük nispette sağlıyordu. Belki bu kanaat yanlıştı. Çünkü, bu prensibin, her zaman Reich'a bir hükümranlık hakkının tamamını vereceği düşünülemez. Bismarck böyle düşünmüyordu. O, halihazırda yapılması bir hayli güç olan devletler tarafından eğilim gösterilmesi ihtimali pek bulunmayan işi sonraya bırakmıştı. Bismarck özel devletlerin, zamanın düzeltme etkisine ve sürekli uygulama tasarılarına yönelik direnişlerine karşı durabilmek için, vakitsiz bir biçimde parçalama girişimlerinden daha etkili görünen gelişmenin yapacağı baskıya güveniyordu. Bismarck bu şekil düşünmekle ve hareket etmekle gerçek bir devlet adamı olduğunu gösterdi. Çünkü, Bismarck'ın "zaman"dan beklediği şey oldu. Hakikaten Reich'ın hükümranlık hakkı hususi devletlerin zararına gelişti. Almanya'nın yıkılması ve monarşik rejimin kalkması bu gelişmeye tesir etti. Çünkü, Alman devletleri mevcudiyetlerini ırki sebeplerden çok siyasi sebeplere borçlu idiler. Bu sebep de Monarşik şekil ortadan kaldırılınca bu devletlerin önemlerini ortadan kaldırıyordu, işte o zaman temelden mahrum olan bu devletlerden birçoğu hâkimiyetlerini devam ettiremediler ve bir fayda düşüncesiyle komşu devletlerle birleştiler. Hattâ bir kısmı kendiliğinden, öteki güçlü devletlere katıldılar. Bu devletlerin sahip oldukları egemenlik, olağanüstü zaafı ve vatandaşlarının kendi devletleri hakkında besledikleri fikrin önemini ortaya koymaktadır.
Dostları ilə paylaş: |