İşte bu günlerde Alman milletinin devamı için en büyük tehlike olan ve haklarında henüz herhangi bir fikir beslemediğim iki şeyi gördüm: MARKSİZM ve YAHUDİLİK.
işte bu andan itibaren Viyana başkaları için neşe kaynağı olurken benim içinse hayatımın en hüzünlü anlarına, kaygı ve üzüntü beş yılına sahne oldu. Bugün bile Viyana'nın adı bana sıkıntı
geçen beş yılın acılarından başka bir şeyi hatırlatmaz. Viyana'daki bu beş yıl içinde boyacılık, amelelik yaptım. Az kazanç devamlı açlığımı bir türlü doyurmuyordu. Açlık, benimle her paylaşan bir dost gibi idi. Bunda aldığım her kitabın payı büyüktü. Operada gördüğüm bir temsil, ertesi günü yokluğun bana etmesine sebep oluyordu. Bu insafsız dostumla devamlı mücadele ediyordum. Gerçi bugünlerde her zamankinden daha çok şeyler öğrendim. Mimari alandaki harcamalarım ve aç kalmama sebep olan operaya gidişlerimin dışında sayıları gün geçtikçe artan kitaplardan başka bir eğlencem yoktu. Çok, pek çok okuyordum, işim bittikten sonra arta kalan zamanımı sürekli olarak okumaya ve incelemeye ayırıyordum. Birkaç yıl sonra kendim için meydana getirdiğim bilgiler bugün bile hâlâ işime yaramaktadır.
Hemen şunuda belirteyim ki, hareketlerimin sarsılmaz temelini meydana getiren düşüncelerim bende daha o günlerde bir şekil almıştır. Daha sonra bu düşüncelerime pek az şeyler ekledim ve hiçbirini değiştirmedim . Bugün kesin biçimde şuna inandım ki, bir insanda yaratıcı düşüncelerin en büyük bölümü genellikle gençlik çağlarında kendim gösterebiliyor.
Ben, yaşlı kimselerin derin ve uzun bir hayatın tecrübelerinden doğan bir basiretle gelişen akıl ve hikmetlerini, çeşitli fikirler yayan, fakat çok oluşları dolayısıyla bunları uygulamaya imkanları olmayan gençliğin yaratıcı dehasından farklı bulurum. Gençlik bazı malzemeler toplar ve gelecek için planlar yapar. Olgunluk devresi, yani yılların getirdiği o sözde akıl ve hikmet, gençliğin dehasını öldürmediği oranda, genç nesiller bu malzeme ve planlardan faydalanırlar.
Bu ana kadar evde geçen hayatım, bütün gençlerin hayatlarına benziyordu. Yarın ne olacak düşüncesi beride yoktu. Bu sıralar bir sosyal mesele ile de karşı karşıya değildim.
Gençliğim küçük burjuvalar arasında geçmişti. Bu sınıfın kol işçilerine karşı üstünlüğü yok denecek kadar azdı. Fakat aralarındaki düşmanlık son bulmuyordu. Düşmanlığın sebebi de, her şeyden yoksun ve münasebetlerindeki kabalık göze batacak kadar çok olan bu işçi sınıfını pek az da olsa aşmış bulunanların, tekrar o seviyeye inme korkusu veyahut da hâlâ bu sınıfa dahilmiş gibi sanılmaktan çekinmeleri idi. Bu sosyal seviyeyi bir defa geçmiş olan alçak gönüllü durumdaki kimseler için bile, kısa bir süre de olsa tekrar o yen-inmek çekilmez bir zorunluluk olur.
Çoğu zaman yüksek bir sosyal seviyedeki kimseler, kendi vatandaşları arasında basit seviyelerde kalmış olanları, sonradan görmüş olanlara kıyasla daha az kötülerler. Burada sonradan görmüş, olarak vasıflandırdığım sınıf, kendi imkanlarını kullanarak durumu nü düzelten kimselerin topluluğudur. İşte bu topluluğa dahil bu kimse hayatın her türlü acılarına muhatap olduğu için, geride bira]. tığı basit sınıf mensuplarına karşı her türlü acıma hissim unutmıi1.. tur.
Kader bana bu hususta yardımcı oldu. Çünkü, babamın önceleri tatmış olduğu sefalet ve her türlü maddi imkansızlıklara tek dönmek zorunda kalınca, küçük burjuva olarak aldığım terbiyeni dar görüşlerinden ve değerlendirmelerinden sıyrıldım. Böylece m sanları tanımayı ve gerçek tarafları ile görmeyi öğrendim.
Viyana yirminci asrın başlarında sosyal haksızlıklarla dolu kent olmuştu. Servet ve yokluk burada yan yana yaşıyordu, Kentin merkezinde ve kenar mahallelerinde, elli iki milyon nüfuslu ve çeşitli milletlerden kurulu bir imparatorluğun nabzının attığı görülüyordu. Göz kamaştıran bir saray hayatı, imparatorluğun öteki bölümlerinin servet ve zekasını bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Bu cazibeye Habsburglar Monarşisi'nin sistemli bir görünüş içindeki merkeziyetini de eklemek gerekir. Bu merkeziyet, birbirlerine hiç benzemeyen bir sürü milleti sağlam bir şekilde bir arada tutmak için gerekli görülüyordu. Fakat yüksek otoritelerin, imparatorun Oturduğu şehirde toplanmalarına sebep oluyordu.
Viyana, sadece Tuna Monarşisi'nin siyasi, fikri ve sanat merkezi degildi. Aynı zamanda ülkenin iktisadi kalbinin attığı yer olarak da tebarüz ediyordu. Burada yüksek dereceli memurlar, yüksek rütbeli subaylar, ilim ve fikir adamları ile sanatkarlar vardı. Fakat bütün bu kalabalığa karşılık bir de işçi ordusu vardı. Aristokrasinin kamaştıran varlığı yanında, yokluğun son noktası bir dev gibi Ring caddesinin büyük binalarının önünde yüzlerce, işsiz bir aşağı bir yukarı gezinip duruyordu. Bu işsizler, Avusturya’nın zafer dolu günlerini hatırlatan bu büyük caddenin kanallarının içinde, çamuru kendilerine yatak yaparak yaşıyorlardı. Toplumsal dengesizlik Almanya'nın hiçbir kentinde, Viyana'dakinden daha iyi incelenemez. Fakat bu inceleme işi hiçbir zaman sınıflara tepeden bakarak yapılamaz. Bu korkunç yoksulluğun ortasına düşmemiş bir kimse, Viyana'daki iktisadi durumun kötülüğünü anlayamaz. Eğer bu işe layıkıyla sarılmayıp da işi ucundan tutarsanız, ancak basit bir geveze ve istismarcı olmaktan ileri gidemezsiniz. "Halka doğru gitmek" merakına kapılan birtakım şık kimselerin, feleğin yüksek lütfuna kavuşmuş olanların ve sonradan görmelerin bu yoksulluk için fikir beyan etmeleri, konuşmaları, çağrı göstermeleri derdin halledilmesi yönünde uğursuzluktan başka Bu gibilerin düşünceleri içgüdüden yoksundur, fakat yinede her işi birden kavramak düşüncesine giderler. Sonunda savundukları tezlerin hiçbir işe yaramadığını görünce de şaşırıp kalırlar kendilerinin anlaşılmamış olmalarını, utanmadan halkın nankörlüğü olarak vasıflandırırlar. Bu şekil düşünen kafalar için bir gerçek olmamakla beraber şöyle denebilir: hı l,ı,iliydin bütün bu konularla hiçbir ilgisi yoktur. Özellikle bunlardan dolayı minnettar kalmak gerekmez. Çünkü lütuf ve iane dağıtılmayacaktır. Haklar geri verilecektir.
Ben toplumsal meseleleri bu biçimde inceleme durumunda kalmadım. Koyulmuşların ve yenilmişlerin ordusuna kaydolunca, sefalet beni kendisini incelemeye çağırmaktan çok, beni kendisinin uyruğu yaptı. Eğer kobay, ameliyata karşı durmuş ise suç kobayın değildir.
Bugün o günlerime ait hatıralarımı toplamaya çalıştığımda, bunu tam başaramıyorum. Aklımda sadece belli başlı olanları, bana pek yakından temas edenleri kalmış. Bunları, burada kendilerinden istifade ettiğim derslerle beraber göreceğiz.
iş bulmak benim için hiçbir zaman güç olmadı. Çünkü ekmek paramı kazanmak için usta bir işçi gibi değil, yardımcı işçi veya rençper gibi çalışıyordum. Böyle yeni bir dünyada, kendilerine yeni bir hayat düzeni kurmak ve yeni bir vatan fethetmek gibi insafsız bir istekle Avrupa'nın tozunu ayakları ile silkeleyenlerin aralarına girmiştim, insanı tembelliğe sevk edecek görev ve mevki düşüncelerinden, çevre ve geleneklerden yoksun bulundukları için önlerine çıkan her yere uzanıyorlar, her işe dört elle sarılıyorlardı. Namusluca çalışmanın hiçbir kimseyi lekelemeyeceğini biliyorlardı. İşte benim için yepyeni olan bu dünyaya, kendime bir yol açabilmek için bütün varlığımla atılmak kararını aldım. Aradan çok geçmeden şu nü gördüm ki, herhangi bir yerde iş bulmak, bulunan işte devamlı çalışabilmekten daha kolaydı. Günlük ekmekten emin olamama bana yeni hayatın karanlık yönlerinden biri olarak gözüktü.
Usta bir işçinin, herhangi bir rençper gibi işten sık sık kovul madiğini da tespit ettim. Gerçi usta işçi de, çalıştığı yere tam güvenemiyordu; işsizlik dolayısıyla aç kalmak ihtimaline daha az uğruyorsa da, grev veya lokavt tehlikeleri ile karşılaşıyordu, işçinin günlük ücretinden emin olmaması sosyal ve iktisadi hayatın en. korkunç yaralarından biridir.
Genç köylü çocukları daha kolay para kazanılıyor zannı ile sel re göç ederler. Belki de şehirde para kazanmak daha kolaydır, l'.n gençler büyük şehirlerin zenginliklerine kapılırlar, ilk işindeki k.ı zancı garanti olduğu için, şehirde, yeni bir mevki elde edebilere, , ümidi doğduğu vakit köyünü terk eder. Ayrıca genç toprak işçi h ziraat işçisi azlığı dolayısıyla köyde uzun bir işsizliğin sürmesini' imkansız olduğunu da bilirler. Şehre göç edenler, toprak işçisi olarak kalanlara kıyasla daha akıllı ve daha kabiliyetli olan kimselerdir, işte çoğu kez elinde birkaç para ile şehre gelen genç köylü, eğer hemen iş bulamazsa ümitsizliğe kapılmaz. Onu yıkan şey, bir işe girdikten sonra işsiz kalmasıdır. Çünkü yeni bir iş bulmak, özellikle kış aylarında çok zordur, ilk günler, üyesi olduğu sendikadan bir miktar işsizlik ücreti alır ve biraz da elinde bulunan para ile geçinir. Takat işsizlik fonundan aldığı yardım da kesilip, elde avuçta bir şey kalmayınca büyük bir sefaletle burun buruna gelir. Kendisine ait ufak tefek şeyleri satar veya rehine verip para alır. Bu bereketsiz parada bitince, sağda solda sürünmeye başlar. Kılık kıyafet itibariyle de aşağılık bir mevkie düşer. Kış kıyamet günü parasız kalışı, onun belini bir kat daha büker.
Fakat bir süre sonra bir iş bulursa da, akıbet yine aynı olur. Bu hali birkaç sefer devam eder. Sonunda alın yazısına rıza göstermeye alışır. Aynı şeyin devamlı tekrarı genç işçide bir alışkanlık meydana getirmiş olur.
Böylece önceleri çalışkan olan genç, her işte ve her şeyde kendini salıverir. Bu duruma düşünce de, sadece korkunç kârlar peşinde koşan ahlaksız adamların oyuncağı haline gelir, işte böyle bir genç işçi ekonomik ihtiyaçları uğrunda mücadele etmenin, devleti veya medeniyeti ortadan kaldırmakla aynı iş olduğu kanaatine varır. Ben bu karara varmadan önce, binlerce işçiyi inceledim. Sonunda genç adamları korkunç bir iştahla kendine çeken ve daha sonra onları öğüten ve kendine göre şekil veren, nüfusları bir iki milyonu iline nefret duymaya başladım. Bu işçiler böyle bir manzara içinde kaldıkları sürece milliyetlerini kaybediyorlardı.
Bende diğer işsizler gibi kaldırımlarda süründüm. Kaderimin her türlü darbelerine maruz kaldım, iş ile işsizliğin birbirini sık kovalaması geçinmek için şart olan masrafları ve harcamaları intizamsız bir hale sokuyordu. Açlık, kazanmanın kolay olduğu günlerde daha lüks bir hayat yaşamaya zemin hazırlıyordu. Vücut iyi günlerde bolluğa ve fena zamanlarda da açlığa alışıyordu. Yokluk, para kazanmanın daha kolay olacağı günlerde işçiyi daha düzenli, bir yaşayış planlamaktan alıkoyuyor, işkence ettiği zavallıların gözlerinin önüne kolay ve keyifli yaşamanın hayallerini getiriyordu. Bu hayale o kadar çekicilik veriyordu ki, sonunda hayali bir istek doğuyordu. Ücret biraz imkan sağlarsa, her şey unutuluyor ve ne pahasına olursa olsun, bu hayal gerçekleştiriliyordu. Yeni iş bulmuş bir kimse her türlü iyi düşüncelerden uzaklaşıyor, gününü gün etmeye başlıyordu, ilerdeki günler için mütevazı bir yaşayış planlayacak yerde, bu imkanı temelinden dinamitliyordu. Geliri ilk günlerde yedi günün beşine yetiyordu. Sonraları ise bu üç güne iniyordu. Aradan bir süre geçtikten sonra da bir günlük ihtiyacı karşılıyordu. En sonunda ise bir gecelik eğlencede bitiyordu.
Evde ise çoğu zaman kadın ve çocuklar oluyordu. Eğer koca iyi kalpli bir kimse ise, yani eşini ve çocuklarını kendi tarzına göre seviyorsa, bunlar da bu yaşayışa alışıyorlardı. Bir haftalık gelir, evde hep birlikte israf ediliyordu. Paranın yettiği kadar yiyip içiyorlardı. Bu durum, iki üç gün sürüyordu. Sonra yine hep birlikte açlığın acısını çekiyorlardı. Bu sırada kadın sağa sola başvurup, bir parça şeyi veresiye alıyordu. Haftanın son günleri bu şekilde idare ediliyordu. Öğle vakitleri herkes hafif bir yemeğin etrafında toplanıyordu. Artık hafta başı iple çekiliyor, hep ondan bahsedilerek, boş mide ile yeni tasanlar yapılıyordu.
Çocuklar küçük yaştan itibaren sefaletle yakın bir ahbaplık kurarlar.
Eğer erkek hafta başları kendi kafasına göre hareket ederse işle ı değişir. Karısı, çocukları için onunla kavgaya başlar. Evde kavga ek sik olmaz. Erkek karısından uzaklaştığı nispette alkole yaklaşır. Ar tık koca, her hafta sonu sarhoştur. Kadın, kendi ve çocukları için bir yemek parası temin edebilmek için, fabrikadan meyhaneye giden yolda kocasının arkasına düşer. Pazar veya pazartesi geceleri erkeği sarhoş, fakat cepleri boş bir durumda eve gönderdiğinde, çocukların gözleri önünde acınacak sahneler cereyan eder. İnsanın kemiklerini sızlatan bu sahnelere yüzlerce defa tanık oldum, îlk önceleri içimde isyankar bir duygu vardı. Fakat sonunda bu acı olayların derin sebeplerinin feci yönlerini teşhis ettim. Fena bir çevrenin bahtsız kurbanlarına acıdım.
Ev derdi ise daha feciydi. Viyana işçilerinin oturdukları evle ı deki sefalet sözle ve yazıyla anlatılacak gibi değildi, O sefalet dolu inleri içlerinde pisliğin aktığı sığınakları düşündükçe bugün bile titremekten kendimi alıkoyamıyorum. Bu sefalet ile yokluğun ve çocukların kötü kaderlerinin önü alınmazsa, er geç korkunç ve bu kadar gerekli olan "mukabele"nin davet edileceğini hiç akıllarına getirmeden olayların akışına şuursuz bir şekilde ilgisiz kalan bu beşeriyetin hali ne olacaktı?
işte beni böyle bir hayat üniversitesine yazdırmış olan Allah'ın lütfuna bugün ne kadar minnettar kalsam azdır. Bu gördüklerime ve hoşa gitmeyen şeylere ilgisiz kalamazdım. Süratle ve esaslı bir şekilde öğrenim yaptım.
O günlerde etrafımdaki insanların akıbetlerinden ümidimi kesmemek için, onların bu hale düşmelerinin sebeplerini tetkike lüzum vardı. Ancak bundan dolayı, acı ve ıstırap veren sahneleri tetkike ve seyre tahammül edebiliyordum. Göz yaşartıcı sahnelere fena kanunların, fena tecrübeleri sebep olduğu görülüyordu.
İste bu günlerde, ben de yaşamak için bin bir zorlukla pençeleşiyordum. Bundan dolayı, bu aşağılık hal karşısında sonu üzüntü bir hissiyata kapılmaktan kendimi koruyordum. Ancak meseleyi bu şekilde görüp, kapamak olmazdı. Bana göre bu feci halin düzeltilmesi için iki şık vardı. Biri, toplumsal sorumluluk duygusundan ilham alınarak gelişmemiz için çok daha iyi ve sağlam temeller atmak , diğeri de, artık ıslahı ve eğitilmesi imkansız hale gelmiş olan çocukları sert ve biraz da kaba bir kararla ortadan kaldırmaktır.
Tabiatta ender rastlanan herhangi bir yaratık kendi hayatının devamlılığından çok, kendi neslinin gelişmesine önem verir. Bu bakımdan günümüzün kötü taraflarını düzeltmeye uğraşmak gereksizdir. Esasen tam bir düzeltme yapmak imkansızdır. Esasta yapılacak |tek iş insanın doğumundan itibaren ele alarak, ona ilerdeki gelişmelere göre sağlam dikensiz yollar hazırlamaktan ibaret olmalıdır. Viyana’daki ızdırap dolu yıllarda şu kanıya vardım: Toplumsal faaliyetin hedefi , hiçbir zaman insanları kandırıcı bir refah ve saadet sağlamak olmamalıdır.Toplumsal faaliyetin toplumun gerilemesine sebep olan ekonomik ve kültürel hayatımızdaki belli başlı yoksullukları ortadan kaldıracak yönde olmasına dikkat edilmelidir. Gerekli olan kurtuluş tedbirlerini almayanların tereddütleri bir sınıf halkın ahlaksızlığa düşmesinden tek sorumlu olduklarına dair, kendilerinde bir duygu bulunmamasından doğar. Bu duygu, onlarda iş yapma azmini de felce uğratır.
Bu sefalet dolu günlerde beni korkutan şey, acaba insanların ekonomik yoksullukları ahlakça gerilemeleri ve kaba alışkanlıklar edinmeleri mi; yoksa düşünme kabiliyetlerinin zayıflığı ile kültürsüz oluşları mıydı? Yokluk içinde yüzde bir sefil, Alman olup olmamanın kendisi için hiç de önemli olmadığım ve nerede karnını doyurabilirse, orada yaşayıp, rahat edeceğini söylediği vakit, burjuva sınıfına dahil birçok kimse bu duruma isyan etmiştir.
Gelgeldim, bu duygularla dolu olan kaç kişi vardı? Acaba, kaç kişi yüksek bir ırka mensup olduklarını biliyordu? Alman olmanın gururunun kaynağının, Almanya'nın büyüklüğünü ve kudretini bilmek olduğunu tahmin edebilen birkaç kişi var mıydı? Şu anda biliniyor muydu ki, bazı sosyete çevrelerinde bu gurur kaynağı ile alay ediliyordu?
Belki denebilir ki, bu her ülkede böyledir ve işçi sınıfı, sosyete çevrelerindeki olaylara rağmen vatan sevgisi ile dolup taşmaktadır. Bu iddia doğru olsa bile, Almanların bu korkunç ihmalkarlıklarını affettirmez. Kaldı ki bu iddia pek doğru da değildir. Örnek vereyim: işte Fransız milleti... Fransızların aşırıya kaçtığı söylenen vatan sevgilerinin kaynağı, kültür sahalarında Fransa'nın büyüklüğünü ta göklere çıkartmaktan başka bir şey değildir. Fransız genci herhangi bir hususta objektif olarak fikir elde edecek şekilde yetiştirilmez. O, ülkesinin büyüklüğünü ortaya koyacak şeylerin sübjektif değerlerini öğrenerek büyür.
işte böyle bir eğitim, daima önemli olan ve herkes tarafından takdir edilen konulara dikkat etmelidir. Bu değerli konular, milletin zihnine tekrar tekrar sokulmalı ve çakılmalıdır. Halbuki bugün Avusturya ve Almanya'da halkımızın okul sıralarında öğrendiği, milletim yücelten ve kendisine gurur veren, bilgi kırıntıları da, siyasi hayatımıza zehir saçan ve onu kemiren sıçanlar tarafından tırtıklanır, işçinin kafasındaki bu bilgi kırıntısı, eğer daha önce sefalet tarafından yok edilmemişse, o zaman bunu milli ahlakı tahrip eden sıçanlar yiyip bitirirler.
Şimdi, iki odalı bir evde yedi kişiden müteşekkil bir ailenin oturduğunu düşünelim. Beş çocuktan biri üç yaşındadır. Bu yaş, çocukta bilincin oluştuğu dönemdir. Hiç kimse, bu dönemin hatıralarını ihtiyarladığı zaman bile unutamaz. Evin dar oluşu her zaman rahatsızlık doğurur. Bundan dolayı kavgalar olur. Normal bir evde kendiliğinden çözümlenen birtakım küçük anlaşmazlıklar burada büyük kavgalara yol açar. Çocuklar arasındaki kavgalar pek önemli değildir. Kısa bir zaman sonra unutulur. Fakat anne ile baba arasındaki kavga bazen adi haller alır. Sarhoşluğun ve fena davranışların ne derece ileri gidebileceğini tasavvur edebilmek için böyle çevrelere girmek gerekir. Altı yaşında bir çocuk büyük adamları dahi hayrete düşürecek ve onları titretecek birtakım ayrıntıya sahip olur. Ahlaken ve fiziken zehirlenen çocuk, okula başladığı zaman, orada yalnızca okuyup yazmayı tahsil eder. Evinde, okulundan ve hocasından adi bir dille bahsedilir. Zaten bu gibi evlerde daima devlet müesseselerine hürmet gösterilmez. Din, ahlak ve milletle alay edilir. Çocuk, okulu bitirdiği vakit, müspet bilgiler hakkında, ya bir ahmaklık ya da saçları dimdik edecek kadar küstahlık gösterir. Gözünde kutsal hiçbir şeyi olmayan ve öte yandan hayatın bütün alçaklıklarını tahmin eden veya bilen bu herif atılacağı hayatta ne şekle girecektir? On beş yaşındaki çocuk her otoriteyi kötülemeye başlar. Çünkü o düşünce gücünü geliştirecek şeylerden çok, çamur ve pisliği görüp öğrenmiştir, işte delikanlının erkeklik terbiyesi şöyle olacaktır: O, çocukluğunda gördüğünü, yani babasının misalini devam ettirecektir, istediği saatte eve dönecek, kendisini dünyaya getirmiş olan zavallı annesini, babasının yerine şimdi kendi dövecek, Tanrı'ya küfredecek ve en sonunda ıslahhanelerden birine düşecektir. Orada da cilalanacaktır.
Bu sonuç, yani gençlerimizdeki milli heyecanın azlığı, bizim iyi kalpli burjuvaları hayrete düşürecektir.
Burjuva daima böyledir. Tiyatro, sinema, adi kitaplar ve gazetelerle, halka zehrin nasıl verildiğini görür ve sonunda da halkın ahla-kındaki zaaftan ve bananecilikten hayrete düşer. Sanki sinema ve şüpheli basın milli büyüklüğümüzün değerini halka yaymaya çalışıyorlarmış gibi... işte o zamana kadar aklıma gelmeyen şu ilke}1! öğrendim:
Bir kavmi millet haline getirebilmek, daha önce kusursuz ve sağlam bir toplumsal çevre yaratmaya bağlıdır. Kişinin eğitimi için bu gerekli bir zemindir. Ancak, aile yuvasında ve okulda memleketinin fikri, iktisadi ve siyasi büyüklüğünü öğrenen bir kimse, o millete mensup olmanın gururunu duyabilecek ve tadacaktır, insan ancak sevdiği ve hürmet ettiği şey uğruna mücadele eder. Hürmet etmek için bilmek şarttır. Toplumsal konulara karşı ilgim uyanınca, bu konuları ciddi bir şekilde inceliyordum. On ana kadar bende meçhul olan yeni bir dünya gözlerimin önüne seriliyordu.
1909 ile 1910 yılları arasında durumum değişti. Hayatımı amele olarak değil de ressam sıfatı ile kazanıyordum. Bu meslek sayesinde ancak geçinebiliyordum. Fakat yeni mesleğim sayesinde akşamları yorgun düşmekten kurtulmuştum. Artık şantiyeden döndükten sonra yatağa kıvrılıp yatmıyordum. Çalışmalarım gelecekteki mesleğimle ilgili idi. Mecburiyet dolayısıyla resim yapıyordum. Zevk için çalışıyordum.
Gerçek hayatın ortaya koyduğu derslerle, toplumsal konular hakkında karşılaştığım şeyleri bu gerekli nazari bilgilerle tamamlama imkanını buluyordum. Bu konuya dair elime geçen kitapların hepsini okuyordum. Hem okuyor, hem de düşünüyordum.
O günlerde çevremdeki insanların beni "kaçık" kabul ettiklerini tahmin ediyorum.
Ayrıca, bunlardan başka mimari çalışmalara da ihtiras ile kendimi vermiştim. Bunu, müzik gibi güzel sanatların bir kraliçesi kabul ediyordum. Mimari sahadaki çalışmam benim için bir gerçek çalışma değil, sanki mutluluktu. Gece geç saatlere kadar hiç yorgunluk duymadan okuyup, desen yapıyordum. Hedefe varmam için uzun yıllar beklemem gerektiğini görmeme rağmen, güzel hülyam bu konudaki inanışıma kuvvet veriyordu. Mimar olarak ün kazanacağıma dair tam bir kanaatim vardı.
Bu zevkli çalışmamın yanı sıra, siyasete gösterdiğim ilgi, pek büyük bir anlam taşımıyordu, tam tersine bu işi, düşünme kabiliyeti olan her yaratığın mecbur olduğu ilkel bir görev sayıyordum. Halbuki siyaset alanında bilgisi olmayan bir kimse her çeşit eleştiri veyahut herhangi bir görev yapma hakkını kaybederdi. Bu alanda da çok okuyor ve çok düşünüyordum. Benim için okumak, sözüm ona düşünürlerimizin bir bölümünün ifade ettiği anlamla aynı değildi.
Bazı kimseler vardır ki, bunlar hiç ara vermeden kitap okurlar. Okuduklarından bir netice çıkarmaksızın devamlı okuyup dururlar. Bu kimselerde bir yığın bilgi yardır. Fakat beyinleri bu bilgileri bir esasa göre tasnif edip değerlendiremez. Bir kitabın bütün içeriğini adeta ezberlerler. Kabiliyetleri, okudukları kitabın içinden ayrıntıyı atıp, esası zihinlerinde tutmaya ve bu bilgi özünü ilerde kullanmaya yetmez. Kitap herkesin kendi mesleğinin veya idealinin tespit ettiği muayyen bir sınırı doldurmak için değerli bir vasıtadır. Kitaplar hayat mücadelesine atılmış olanlara veya büyük ideal sahiplerinin geniş ufuklarına, yani ufuklar katmakta yardımcı olurlar. Demek ki okumak bir gaye değildir. Okumanın ve bilgi edindikten sonra mütalaada bulunmanın hedefi, dünya hakkında genel bir fikre ve görüşe sahip olmaktır. Sistemli biçimde okuyarak elde edilecek bilgiler, bir mozaik parçası gibi yerine yerleştirilmelidir. Böylece kitap okuyanın zihninde dünya hakkında genel bir fikir meydana getirilmelidir. Yoksa okuyucunun kafasında büyük bir değerden yoksun bir bilgi salatası meydana gelmemelidir. Bu bilgi salatası sahibine bir gurur vesilesi olsa da, herhangi bir işe yaramaz. Kafalarının içinde bilgi salatası taşıyan kimseler, kendilerinin çok şeyler bildiklerine hükmederler. Fakat bu gibi kimselerin hayatları ya bir hastanede ya da politika çukurunda son bulur.
Böyle karmakarışık bilgi ve fikirlerle dolu beyin, istediği bilgiyi, kendisine gerekli olduğu an, bu kalabalığın içinden tutup çıkaramaz. Çünkü beyindeki bilgi tortusu hiçbir elemeye tabi tutulmamıştır. Sadece okunan kitapların içerdiği bilgilerle beraber bir sürü ayrıntı üst üste yığılıp kalmıştır.
Bu gibi zavallı yaratıklar karşılaştıkları zorunluluklar sırasında okuduklarından faydalanacakları akıllarına gelse bile, ancak kitabın adım, sayfa numarasını ezbere bilmeleri gerekir. Aksi halde bu gibi kimseler işlerine yarayacak bilgileri hayatları boyunca bulamazlar. Buldukları anda da iş işten geçmiş olur.
işte, hükümet üyelerinin büyük ilim sahibi olmalarına rağmen, hata çukuruna yuvarlanmalarının sebebini başka yerde aramaya gerek var mıdır?
Bir kitap veya dergide, gazetelerde veyahut bir broşürde kendi özel ihtiyaçlarına cevap veren bir malzemeyi görüp, ayrıntının arkasından çekip alabilen kimse, okumayı bilen, okuduğunu anlayan kimsedir. Bu kimsenin kendisi için faydalı olduğunu anladığı bilgi özü , herhangi bir husus için, derhal zihinde oluşan hayalin içinde yerini bulur. Bu bilgi özü ya o düşünceyi ya da hayali tamamlar veya düzeltir, veyahut da onu açıklığa kavuşturur.
Okumayı bilerek yapmış olan kimse hayat mücadelesi sırasında imi bir şeyle karşılaşırsa, hafızası yıllar önce de olsa çok eskiden elde ettiği fikir ve bilgiyi onun zihnine getirir. Muhakeme sahibi olan kimse de derhal bu bilgi ve fikirleri mantığına göndererek olay karşısında tavır alır. işte okuma böyle yapılırsa bir yarar sağlar.
Dostları ilə paylaş: |