Kendisine şu cevabı yazdım: “Gerçeğe kavuşan Hülya, Aylar önce sorduğun o malûm soruyu unutmuş değildim. Fakat daha önemli mevzular, bunun tehirine sebep olmuştu. Demek, nasip bugüneymiş


Erkekten beklenen ise, karşı cinse zulüm veya dilencilik etmek değil, onu korumak, himâye etmek ve ihtiyaçlarını şefkatle görmektir



Yüklə 173,12 Kb.
səhifə2/3
tarix02.08.2018
ölçüsü173,12 Kb.
#66104
1   2   3

Erkekten beklenen ise, karşı cinse zulüm veya dilencilik etmek değil, onu korumak, himâye etmek ve ihtiyaçlarını şefkatle görmektir.

Kadının, erkekleşmeye özenmesi, tam bir zavallılıktır. Bunu şu misâlle daha iyi anlayabiliriz sanırım:

Bir erkek düşününüz: Avrupalı kadınlara özenerek, tırnaklarını olasıya uzatmış ve ojelemiş olsun. En dikkat çeken cinsten pembe bir entari ve en yüksek topuklusundan bir çift ayakkabı giyinsin. saçlarını uzatıp ondüle yaptırsın. Konuşurken zoraki nazikleşsin ve bir takım kadınca mimiklere yer versin.

Artık böyle bir adamdan, tok bir ses, mert bir edâ, insanı ürküten bir celâdet ve ciddiyet, herhalde beklemezsin!

İşte, kıyafette erkeklere benzemek isteyen bir kızcağız da, bunun aksine olarak, hâl ve hareketlerinde, kendisi farkında olmaksızın, zamanla erkekleşme temâyülü gösteriyor. Artık, yanından geçen bir erkeğin ona çarpması, kendisi için bir endişe olmaktan çıkıyor. Hatta tam aksine, erkeklerin sakınmalarını ister gibi, bir umursamazlık havasına giriyor. Zamanla o nâzik ve lâtif ruh, yerini haşin veya vurdumduymaz bir ruha terkediyor.

Çevreni şöyle bir süzdüğünde, bu hükmü doğrulayacak misâllere rastlayacaksın...

Mektubuma burada son verirken, senden, bu gibi gençlerin çoğunluğunun, bu noktaya plânlı bir gayretle getirildiklerini bilmeni, onlara sadece acımanı ve gerçeği bulmaları için elinden geldiğince yardımcı olmanı isteyeceğim.

Selâmlar...”
Onbeş gün sonra, Hülya’dan cevap geldi. Selâm ve hürmet faslından sonra, şunları yazıyordu:
Bugüne kadar benim için çok zahmete girdiniz. Her yazdığıma cevap verdiniz. Memnuniyetimi ifadeden âcizim. Bunun yanında, hayretle karşıladığım ve takdir ettiğim bir özelliğinizi de yazmadan geçemeyeceğim.

Şimdiye kadar, sorduklarıma cevap vermenin ötesinde bana hususî bir telkinde bulunmadınız. Meselâ, ‘şöyle giyin, böyle kuşan’ veya ‘şöyle kıl, böyle tut’, demediniz. Ama, ben çok iyi biliyordum ki, bunları yapmamı bütün ruhunuzla istiyordunuz. Bu sabrınız için, sizi tebrik etmeme müsaade ediniz.

Size bir haberim var, müjde ve ızdırap karışımı bir haber.

Ben artık örtünmeye karar verdim. Bu kararımı açığa vurduğumda, gerek aile çevrem ve gerekse arkadaşlarımdan bir hayli tepki gördüm.

Onlara, dilimin döndüğü kadar birşeyler anlattım ve anlatıyorum. Yalnız şuna çok üzülüyorum:

Beni tenkid eden bazı arkadaşlarım, İslâm’a zıd iddialar ileri sürüyor ve günaha giriyorlar.

Geçenlerde bir kimya öğretmeni “Ben hürüm, dilediğim gibi giyinebilirim.” derken, fizikçi bir arkadaşım söze karıştı ve “Güzelliğimi niçin saklıyacakmışım?” diyerek onu destekledi.

Aile çevrem, ayrı bir âlem... Yakın akrabalarımdan birisi, “Örtünmemek niçin günah olsun, sen şunun bunun sözüne bakma, İslâmiyet’te böyle bir şey yok.” diye fetva verirken, bir diğeri, “Baş örtmenin suç olduğunu” söyleyerek, beni korkutmaya çalıştı.

Halamın, üniversiteye yeni kaydolan kızının söylediği şu sözler ise, beni hem hayrete, hem üzüntüye boğdu:

Örtünmenin ve erkeklerden sakınmanın karşısındayım! Tanımadığım bir erkekle nasıl evlenebilirim?! Onunla konuşmak ve kendisini her yönüyle tanımak, benim hakkım değil mi?”

•••

Hülya’nın bu üç sayfalık mektubunun tamamı ızdırapla doluydu Sonunda şöyle diyordu:

Her gün bir fasıl yaylım ateşine tutuluyorum. ‘Bu da bir devredir, geçer’ deyip, şimdilik sabrediyorum. Bakalım zaman neler gösterecek?”



Hülya bu mektubunda bana özel birşey sormamış, sadece uğradığı hücumları sıralamakla yetinmişti. Ama birşeyler yazmamı istediğide açıkça belli oluyordu. Mektubunun her satırı bir feryad, bir teselli talebiydi.

•••
Ona cevap vermeye kendimi mecbur bildim ve şu mektubu yazdım:


Gerçeğin Dertlisi Hülya,

Bütün saadetler sabrın, azmin, tahammülün ve çilenin meyvesidir. Uğradığın hücumlara fazla üzüldüğümü söylemeyeceğim. Zira, bu hâdiselerin seni daha da olgunlaştıracağına inanıyorum.

Yazdıkların benim için yeni şeyler değil. Benzeri iddialara, senelerden beri muhatap oluyoruz.

Zaman değişiyor, şahıslar birer birer dünyadan göçüp gidiyorlar; ama iyi ve kötü fikirler, varlıklarını devam ettiriyorlar. Bu, kıyamete kadar böyle sürüp gidecektir.

Şunu ifâde etmek isterim:

Bu tip münakaşalarda üç mefhum, birbiri ile karıştırılıyor: “Ayıp”, “Suç” ve “Günah”.

Bir söz, bir hareket veya bir kıyâfet topluma terslik gösteriyorsa, ayıplanıyor. Kanuna aykırı ise, suç sayılıyor. Dine muhalif ise, günah oluyor.

Bazı kimseler, kanuna aykırı olmayan birşeyin günah da olmayacağını zannederken, bazıları, “herkesin işlediği bir fiilin günahlıktan çıkacağı,” vehmine kapılıyorlar.

Bunların her ikisi de fevkalâde yanlış düşünceler.

Ayıp, hiçbir zaman gerçeğin ölçüsü olamaz. Fikir, düşünce ve hareketlerini sadece çevrenin “ayıp” anlayışına göre düzenleyen insanlar, şahsiyetlerini topluma fedâ etmiş, kalabalıklara esir olmuşlardır.

Halbuki, toplumun her ayıpladığını “yanlış”, yahut her benimsediğini “doğru” kabul etmek mümkün mü? Böyle olsa, insanın her toplulukta ayrı bir şahsiyete bürünmesi, bukalemun gibi sık sık renk değiştirmesi icap etmez mi?

...

Batılı bir edibin “insan aklının âczini” ortaya koyan şu ifadeleri, bu meselemizi ne güzel izah eder:

Bir insanın, babasını yemesinden daha korkunç bir şey düşünülemez; ama, eskiden bazı kavimlerde bu âdet varmış. Hem de bunu saygı ve sevgilerinden yaparlarmış. İsterlermiş ki ölü, böylelikle en uygun, en şerefli bir mezara gömülsün. Vücutları ve hatıraları içlerine, tâ iliklerine yerleşsin. Babaları, sindirme ve özümleme yolu ile kendi diri bedenlerine karışıp yeniden yaşasın. Böyle bir inancı iliklerinde ve damarlarında taşıyan insanlar için, anasını, babasını topraklarda çürütüp, kurtlara yedirmenin, en korkunç günahlardan biri sayılacağını kestirmek zor değildir.”



Şimdi düşünelim:

Etrafımızdaki insanların büyük çoğunluğu, kesif propagandalarla, böyle bir fikri benimsemiş olsalar, biz de “toplum ayıplamasın”, diyerek, babamızın etini mi yiyeceğiz?



Demek ki, “ayıplama” tamamen subjektiftir; gerçeğe tesir edecek bir faktör değildir.

Örtünmenin suç olduğu iddiasına gelince, bu tamamen asılsız ve tahmine dayalı... Zira, örtünme hiçbir devirde kanunen yasaklanmış değil... Bu vâdide piyasaya sürülen bütün düşünceler, demagojiden, şahsî yorumdan veya ideolojik saplantıdan öteye gidemiyor.

Başı örtülü bir genç kızı görür görmez, çılgına dönen ve “lâiklik gitti, irtica hücuma geçti,” diye çığlık atanların yaptığı, tek kelime ile “şarlatanlık” tır.

Geçenlerde bir dergiyi karıştırıyordum. Yazıların hemen tamamı örtünme, lâiklik, irtica konularında idi. “İrtica özel sayısı” gibi bir şey...

Her bir yazıyı okudukça, “Bu yazar ancak böyle düşünebilir,” “Bundan ancak bu beklenir” veya “Bunun ideolojik saplantısı ancak bunu gerektirir,” deyip geçiyordum. Ama, bir röportaj beni hayli düşündürdü...

Sıradan olmayan, yahut en azından olmaması gereken bazı kimseler, röportajı yapan gence tuhaf cevaplar vermişlerdi.

Kültür seviyemizin henüz nerelerde olduğunu göstermesi bakımından hem üzücü, hem de ibret verici olan bu cevaplarda, bir yandan lâikliğin ciddî bir tehlike geçirdiği iddia ediliyor, diğer taraftan, toplumda bir çok hurafelerin yerleştiğinden ve bunların islâm dininde olmadığından yakınılıyordu. Bir takım misâller veriliyor ve okuyucu, toplumun ne kadar geri düşündüğüne güya acındırılmaya çalışılıyordu.

Bu sözlere çok hayret ettim ve şöyle düşündüm:

Madem ki, lâiklikten söz ediyorsunuz, lâik bir düzende, bir insan, rahatlıkla hurafeye de inanabilir, hurafenin hurafesine de... Buna, devletin herhangi bir müdahalesi olamaz. Eğer sözü edilen o kimseler bu düşüncelerini devlet nizâmı haline getirmeye çalışırlarsa, bunun için örgütlenip silahlanırlarsa, devlet kendilerine müdahalede bulunur.

Kaldı ki, sözü edilen düşüncelerin hurafe olması, sadece söz konusu kişilerin şahsî kanaatlarıdır. Eğer, gerçekten, bunlar hurafe ise, İslâm dininde yeri yoksa, onları İslâm adına çürütmek, ancak din âlimlerimizin vazifesi olsa gerektir. Onlar kalkıp da “Etrafımız hurafecilerle sarıldı, din elden gidiyor” deseler, haklı görülebilirler. Ama, bir taraftan lâiklik deyip, diğer taraftan İslâm’a aykırı hurafelerden dert yanmayı, anlamak mümkün değil...

Aslında bu meseleler, herkesin rahatlıkla konuşabileceği, her önüne gelenin çalakalem birşeyler yazabileceği kadar basit de değil. “Lâiklik” ile “din ve vicdan hürriyeti” arasındaki münasebet ve örtünmenin bunlardan hangisinin içerisinde değerlendirilmesi gerektiği, ancak hukuk otoritelerince tartışılabilecek bir konu.

Böyle bir tartışma mutlaka yapılmalı. Ama, tarafsız olarak.

Şahsî, indî ve keyfî düşüncelerden sıyrılarak.

Şu veya bu milleti örnek vererek değil, kendi öz evlâdımızı yakînen tanıyarak...

Hiçbir ülkenin kültür müstemlekesi olmadığımızın şuuru ve vakarı içinde...

O tartışmanın gününü merakla bekliyorum. Fakat şu acı gerçeğide yazmadan geçemeyeceğim:

Bugün örtünme meselesi, hukuk çevrelerinden çok, siyasî ve ideolojik mahfellerde konuşuluyor. Ve yine bu konu, savcı iddianemelerinden ziyade, müstehcen neşriyatın manşetlerinde yer alıyor.

Ayıp ve suç hakkındaki bu kısa açıklamadan sonra, örtünmenin dinî yönüne geçmek ve bu hususta cesur fetvalar veren o akrabana bir şeyler yazmak istiyorum.

O hanımefendinin iddiası iki kısma ayrılıyor: Birisi, “Açık gezmek niçin günah olsun,” şeklindeki itiraz; diğeri ise, “İslâm’da örtünmenin olmadığı” tarzındaki, şahsî kanaat...

Görünürde, aralarında pek fazla bir fark yok gibi geliyor. Ama, gerçekte her ikisi de müstakil birer konu. Bu yüzden bunlara ayrı ayrı cevap vermek isterim.

Bak Hülya! Yıllardan beri, çeşitli konularda, muhtelif sorulara muhatab oldum. Birçok tartışmalarda bulundum. Bunların tamamından çıkardığım ortak neticeyi, sana yazmakta fayda görüyorum.

Bugüne kadar, bir kerecik olsun rastlamadım ki, alışverişinde fâizden uzak duran bir tüccar, kalkıp da “Fâiz neden haram olsun” gibi bir soru atsın ortaya... Yahut, namazını muntazaman kılan birisi, “Namaz kılmakla da müslüman mı olunurmuş, sen benim kalbime bak” yollu, bir iddiada bulunsun.

Örtünme meselesinde de öyle. “Örtünmekle de ne olacakmış, insan örtünün içinde de yapacağını yapar” gibi, sözler sarf edenleri, birer birer araştırırsanız, her defasında İslâm’ı lâyıkınca bilmeyen veya bildiği halde onun emirlerini yerine getiremeyen birisiyle karşılaşırsınız.

Bu insanlar, vicdanlarının derinliklerinde hissettikleri suçluluk psikolojisinden kurtulmak için, böyle itirazlarda bulunuyorlar. Ve tevbe edeceklerine, günahlarını meşru göstermeye kalkışıyorlar. Sanki diğer insanları ikna etmekle, o mükellefiyetten kurtulacaklarmış gibi... Halbuki, bir fiil günah ise günah, değil ise değildir. Bunun tesbitini “kalabalıklar” yapamaz.

Örtünme dinde varsa, buna kimse yok diyemez.

Ama, hiç kimse de başkalarını bu hususta zorlama yoluna gitmemelidir.

Sözünü ettiğin akrabandan bir ricam olacak. Lütfen, İslâm’ı -hiç olmazsa- bir gayrimüslim kadar tarafsızca araştırsın. Örtünmenin dindeki yeri ne ise, onu öylece tesbit etsin. Sonra o hükme ister uysun, ister uymasın. Bu, tamamen kendisinin bileceği bir iş. Ama, İslâm’da örtünme varsa, bu emre riayet etmediği takdirde, günah işlemiş olacağını da bilsin. Tâ ki günün birinde tevbe kapısına varması mümkün olabilsin.

Şimdi sana önemli bir noktadan söz edeceğim.

Şu niçin günah olsun”, “bu neden haram olsun” yollu sözler, bu hükmü bilmemekten kaynaklanıyor. Şöyle ki:

İslâm’da ibadetlerin illeti (sebebi), emr-i İlâhî, haramların illeti de nehy-i İlâhîdir.

Yâni, ibadet ancak Allah emrettiği için yapılır. Günahlardan ve haramlardan da yine O yasakladığı için sakınılır.

Bununla birlikte, Rabbimiz, emrini tutanlara bu dünyada da birtakım menfaatler, haram işleyenlere ise bir takım zararlar takdir buyurmuş. Orucun faydaları ve içkinin zararları gibi...

Lâkin, ne oruç o faydaları için tutulur, ne de içki zararlı olduğu için içilmez. Orucun tıbben hiçbir faydası olmasa da müminler oruç tutacaklar ve yine içkinin de hiçbir zararı olmasa da, ondan uzak duracaklardır.

Bir misâl daha vermek isterim. Bilirsin, kesilmeksizin kendi kendine ölen bir koyunun, sığırın, etini yemek, haramdır. Bu haramlık için, bir takım tıbbî veya biyolojik izahlar getirilebilir.Bütünhepsi, meselenin hikmet yönüdür.

Bunlar sayılıp dökülürken, şu husus unutulur: “Pekâlâ, Allah’dan başkasının ismiyle kesilen bir hayvanı yemek niçin haramdır?”

Bu soruya ne cevap verilecektir? Kesilmekse kesilmiş, kan akmaksa akmıştır. Demek ki işin esası, hayvanı kesmenin tıbbî faydaları değil... Esas olan, insanın kulluk şuurundan ayrılmaması, Allah namına hareket etmesi... Keserken O’nun ismiyle başlaması, giyinip kuşanırken de yine O’nun kulu olduğunu unutmaması... O’nun emir ve yasaklarını daima göz önünde tutması.

Bütün bunları, o akrabana, olduğu gibi oku ve kendisini şu noktada uygun bir dille ikaz et:

Bir günahı işlemek başka, onun günah olmadığını iddia etmek daha başkadır. Bu ikincisi, günahın devamına sebep olur ve birincisinden çok daha tehlikelidir.

Örtünmenin İslâm’da yeri olup olmadığı meselesine gelince, bu hususta kendisine islâm büyüklerinden nice fetvalar nakledebilirim. Lâkin günümüz müslümanlarının bir kısmı, fetvanın dindeki yerini lâyıkıyla bilmediklerinden, doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerim’den âyetler takdim edecek ve bunların tefsirlerinden bazı kısımları aynen aktaracağım.

Cenâb-ı Hak, Nûr Sûresinde Peygamberimiz’e (s.a.v.) hitaben şöyle buyuruyor:

Mümin kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, ziynetlerini (süslerinin takılı olduğu yerleri) açmasınlar. Zahir olanı (görünmesi zarurî olan yüz, el ve ayaklar) müstesna. Baş örtülerini yakalarının üzerine vursunlar (göğüs ve boyunlarını göstermesinler). Ziynetlerini (süs yerlerini) ancak şu kimselere gösterebilirler: Kocalarına yahut babalarına yahut kocalarının babalarına yahut kendi oğullarına yahut kendi erkek kardeşlerine, yahut erkek kardeşlerinin oğullarına yahut kız kardeşlerinin oğullarına yahut kendi kadınlarına (müslüman kadınlara) yahut ellerindeki memlûklere (cariyelere) yahut (şehvetsiz ve kadına) ihtiyacı olmayan uyuntu kimselere yahut henüz kadınların gizli yerlerinin farkına varmamış olan (kadın-erkek münasebetini bilmeyen) çocuklara...” (Nûr Sûresi/31)



Âyet-i Kerime dikkatle okunduğunda, şu hususlar tesbit edilebilir:

Birincisi, hitabın mümin kadınlara olması... Yâni, örtünme kadınlar için bir imân alâmeti ve sadece mümin kadınlara farz...

Mümin olmayan bir insan, İslâm’ın icablarından, emir ve yasaklarından mesûl değil. Yâni, bir kimse öncelikle Allah’n varlığını kabul edecek. Kur’an-ı Kerim’i O’nun kelâmı ve Hz.Muhammed (a.s.m.)’ı O’nun en son elçisi bilecektir ki, İlahî emir ve yasaklara muhatab olabilsin.Kul olduğunu bilecektir ki, başıboş olamıyacağını da idrak etsin.

İkincisi, harama bakmamanın sadece erkekler için değil, kadınlar için de sözkonusu olduğu...

Üçüncüsü, “ziynetlerin gösterilmemesi..”

Âyet-i Kerime’de geçen “ziynet” kelimesi üzerinde yapılan tefsirlerden birini, özet olarak arzedeyim:

Ziynet, süs eşyası demek ise de, mücerred olarak süs eşyasına bakmak, hiçkimse için haram olamayacağına göre, bundan murâd, süs eşyalarının takıldığı kulak, boyun, gerdan gibi yerlerdir. Âyette esas maksat tesettür (örtünme) olduğuna ve hitap zengin-fakir bütün müminlere yapıldığına göre, ziynet sadece süs eşyası olarak anlaşılsa, âyet sadece zenginlere inmiş olur. Halbuki, hitap umumîdir, ‘Mümin kadınlara da söyle’...” buyurulmaktadır. Bir başka önemli husus da şudur: “Kadın için asıl ziynet, süs eşyaları değil, bu organların bizzat kendileridir. Yani, gösterilmesi haram kılınan boyun, gerdan gibi azalar, kadın için ayrıca birer ziynettirler.”



Dördüncüsü, mümin kadınların başörtülerini, câhiliye kadınları gibi, boyunlarına bağlayıp arkaya sarkıtmak yerine, başlarına örtmeleri ve yakalarının üzerine vurmaları...

Âyetin devamında, ziynetlerin (süs yerlerinin) kimlere gösterilebileceği açıklanıyor. Bunlar içerisinde, bir de “kendi kadınlarına” ifadesi yer alıyor.

Bunu, “yakînen tanıdıkları sohbet arkadaşlarına, -kendi yanlarında çalışan hizmetçi kadınlara” diye tefsir eden âlimler bulunduğu gibi; “kendi” kelimesini “kendi dinlerinden olan kadınlar, yâni, müslüman kadınlar” diye tefsir edenler de çıkmış.

Bu tefsirlerden birincisine göre, mümin kadınların; ziynetlerini, yakînen tanımadıkları hiçbir kadına gösteremiyecekleri, ikincisine göre ise, müslüman kadınlara gösterebilecekleri, lâkin gayri müslimlere gösteremiyecekleri anlaşılmakta.

Bir diğer âyet-i kerime’de ise, şöyle buyurulur:

Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle; elbiselerinden giyip örtünsünler. İşte böyle giyinmeleri, tanınıp da (cariyelerden, iffetsiz âdi kadınlardan farkedilip de) eziyet edilmemelerine en elverişli olandır. Allah Gafurdur (çok bağışlayıcıdır), Rahimdir (çok merhametlidir).” (Ahzab Sûresi/59)



Bu âyet-i kerimede de, örtünme açıkça emredilmekte ve bu emrin hikmeti, “mümin kadınların diğer âdi kadınlardan farkedilerek rahatsız edilmemeleri, sarkıntılığa maruz kalmamaları ve ruhlarının eziyete düçâr olmaması” olarak beyan buyurulmakta...

Âyetin sonunda “Allah; Gafur ve Rahimdir,” buyurulması da çok mânâlıdır. Bu hususta yapılan tefsirlerden birisini, aynen naklediyorum:

Bu bize şu mânâları ifham eder:



1. Allah’ın mağfireti çoktur, bugüne kadar geçmiş olan açıklıklara mağfiret buyurur, o kusurları örter. Rahmeti de çoktur.

2. Allah, Gafur ve Rahim olduğu içindir ki kadınlara ezâ edilmesine razı olmaz ve onun için örtünmelerini emreder.

3. Tesettür emrolunduğundan dolayı da kadınlar bir tazyike maruz bırakılmasın, ifrata gidilmesin. Çünkü Allah Gafur ve Rahimdir. Bu emri onların aleyhine değil, lehine vermiştir, demek de olabilir.”

Bu bahse son verirken, şunu da belirtmek isterim:

Örtünmek insanlar için fıtrîdir, yaratılışlarında vardır. Dine karşı olan toplumlarda bile, sokaklarda çırılçıplak dolaşan ve resmî dairelerde öylece mesai yapan insanlara rastlıyamazsınız.

O halde, örtünmenin mutlak olarak aleyhinde bulunmak, mümkün değil. Kalıyor bunun derecesi... Zaten bütün münakaşalar, bu noktada yapılıyor. herkes kendi örf ve âdetine, içtimaî çevresine, şahsî kanaatine veya ideolojisine göre birşeyler konuşuyor.

Sen o akrabana ve onun gibi düşünen arkadaşlarına, Kur’an’ın bu husustaki hükmünü olduğu gibi naklet. Ondan sonrası, kendi bilecekleri bir mesele. Dinde zorlama yoktur ve senin vazifen, sadece gerçeği anlatmaktır.

Ben şuna inanıyorum ki, sana karşı çıkanların çoğu, gerçekte İslâm’a karşı değiller. İnançları vardır. Ama, İslâm’ın garibi ve çevrenin esiridirler. Belki de bir kısmı, Allah’a ibadet etmeyi kalben çok istemekte, lâkin, mevcut kıyafetini buna uygun bulmayarak vazgeçmektedir.

Böylelerine çok rastlamışımdır. Eğer senin arkadaşların arasında da bu şekilde düşünenler varsa, onlara şunu söylemek isterim:

Örtünmüyorum diye ibadeti terketmenizin mantıkî hiçbir izahı yoktur. Bu fikirden vazgeçiniz ve şöyle düşününüz: Namaz kılmayan bir insanın oruç tutmaması da gerekmez. Her ikisi de, İslâm’ın şartlarından ve her ikisi de ayrı birer İlâhî emir... Birini yapıp diğerini terkeden insan, birinden sorumlu, diğerinden değildir.

Sahip olduğu yüzlerce işyerinin birisinden zarar ettiği için, kâr getiren diğer bütün işletmeleri ateşe veren bir iş adamı düşünebilir misiniz?

Biraz dikkat ederseniz, sizin yaptığınızın onunkinden pek de farklı olmadığını anlayacaksınız.

Siz bilmeyerek nefsin oyununa geliyorsunuz.Bu oyunu bozmak için ölümü hatırlayınız, mahşeri düşününüz. O hesap meydanında, her amelin ayrı ayrı tartılacağını unutmayınız. Elinizden geldiğince, kulluk vazifenizi yerine getiriniz. Yapamadığınız ameller için, daimî bir iştiyak ve bir ızdırap içinde bulununuz. İnşaallah günün birinde onlara da muvaffak olursunuz.

Güzelliğimi niçin saklıyacakmışım” diyen, arkadaşına gelince, kendisine lütfen sor:

Kimin sayesinde güzelsin ve kimin malını, kimin huzurunda, kime sattığının farkında mısın?”

Sonra, ona Peygamber Efendimizin (a.s.m.), beş şeye hayret ettiğini ifade buyurduğu hadîs-i şeriflerinin şu kısmını oku:

Evvelinin bir cife, âhirinin bir lâşe olduğunu bildiği halde gururlanan insana şaşarım.”



Ve nihayet ona şu Allah kelâmını da duyur:

Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme. Çünkü sen asla arzı (yerküreyi) yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin.” (İsrâ Sûresi/37)



Şunları da ilave et:

Senin bedeninin her neresine bir iğne batırsan, kan akar. Bedenin bir kan küpü... İçi, sinirlerle, kemiklerle, barsaklarla dolu... Bütün bunlar ince bir deri tabakası ile örtülmüş ve sen güzel bir mahlûk olarak, arz-ı endam etme imkânına kavuşmuşsun. Bu nimetin şükrünü böylemi edâ edeceksin?

Cenâb-ı hak dileseydi, insanlara da hayvanlar gibi fıtrî elbiseler giydirebilirdi. Ve artık, onlara tesettür emrini vermezdi. Ama, insanoğlunu birçok yönden olduğu gibi, “örtünmeden” de imtihan ediyor... Bunu böylece bil ve artık kararını nasıl verirsen ver.

•••


Gelelim kimyacı arkadaşının hürriyet anlayışına:

Ben hürüm, istediğim gibi giyinirim” diyen, o arkadaşa benden selâm söyle ve de ki: “İlkokulda sana hürriyetin tarifi nasıl öğretildi?”



Hatırlayacağı gibi, hürriyetin sınırı başkasının hürriyetinde son buluyordu. Yâni, insanlar başkalarına zarar vermekte hür değildiler...

İslâm, bu vâdide, daha geniş bir çerçeve çizer. İslâm’da, insanın kendi aleyhine bir fiili işleme hürriyeti de yoktur. Bu vücut, bu ruh, bu akıl, hepsi insana emânet... Ve insan, bu emânetlere hıyanet etme hürriyetine sahip değil... İnsan intihar edemez, zirâ bu can onun şahsî malı değildir. Değil intihar etmek, bir tek parmağını dahi kesemez... Ve yine insan, içki ve uyuşturucu da kullanamaz, çünkü bu aklı o yapmış değildir...

Madem ki sen Allah’ın kulu, O’nun eseri, O’nun mahlûkusun. Ve yine, bu arz küresini sen döndürmüyor, baharı sen getirmiyor, güneşi sen yandırmıyorsun. Öyle ise, sen bir bahar günü, sokağa dilediğin kıyafetle çıkıp, başkalarının şehvetini istediğin gibi tahrik edemezsin. Senin Allah’a karşı isyan hürriyetin olmadığı gibi, başkalarını günaha sokup onların ruhlarını yaralama, hayâllerini ifsad etme hürriyetin de yoktur.

Sana, bir temel hükümden söz etmek isterim:

Sebep olan, işleyen gibidir.”



Bu veciz hüküm, -hayır olsun şer olsun- her fiil ve düşünce için geçerli... Hayır müessesesi kuran bir insana, orada işlenen sevapların bir misli sevap verilmekte... Şer için de aynı şekilde...

Yüklə 173,12 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin