KEYNES’te YETERSİZ EFEKTİF TALEP ve KRİZ-DİNAMİĞİ
ve BUNLARIN KÜRESELLEŞMEYLE İLİNTİSİ ÜZERİNE
1. GİRİŞ
Keynes’in çıkış noktası; Büyük Bunalımın oluşum dinamiğine, neoklasik ve marjinalist olmayan yepyeni kuramsal bir çerçeve inşa ederek açıklama getirmekti, diyebiliriz. Türettiği kuramsal çerçeve, Marxist Kurama, burjuva iktisatçıları tarafından getirilmiş ilk ciddi şalanj olması nedeniyle, neo-Marxistlerin tepkisine ve eleştirilerine maruz kalmıştır. Örneğin: “Gerek Keynes’te, gerekse izleyicilerinde, kapitalist ekonominin tahlilinin merkezinde dolaşım alanı vardır. Üretim süreci, bu süreç içinde sınıflar arasındaki ilişkiler ve bu sürecin çelişkilerine Keynesçi teoride yer verilmez. Bu yüzden, üretim sürecinin çelişkilerinden kaynaklanan çağdaş bunalımın doğasını anlayabilmek için yeterli gereçlerle donanmış değildir.” (Savran,1988: 35).
Merkez-ülkelerdeki ekonomik-politik yapının realitedeki evriminde, “yetersiz toplam talep” yüzünden oluşabilecek bunalımları önleme bağlamında Keynes’in yaptığı önemli katkılar göz önüne alınırsa, Bleany’nin (1976:221), “...tüketici harcamalarına ayrıcalıklı yer vermeyen Keynes(in)...çalışmalarında tüketim yetersizliğinin bağlanabileceği tek nokta, onun tüketim eğilimi fikrini geliştirmiş olmasıdır” ifadesi de isabetli değildir. Çünkü Keynes, “tüketim yetersizliği” kavramını daha önce kimsenin yapamadığı bir şekilde geliştirip, içine ex-ante ve ex-post yatırım harcamalarını da katarak, “toplam efektif talep yetersizliği” şeklinde ele almıştır.
Her ne kadar Savran ve Bleaney gibi bazı neo-marxistler, Keynes’in entelektüel statüsünü ve iktisat düşüncesine yaptığı katkıları küçülterek yansıtsalar da, bizce Keynes, iktisadi düşüncenin evrimine katkı yapan Smith, Marx, Marshall gibi devler arasında yer alır. Keynes; iktisadî-analiz aygıtları arasına, efektif talep, marjinal tüketim eğilimi, sermayenin marjinal etkenliği, çarpan, hızlandıran, beklenen agrege-gelir ile gerçekleşen agrege-gelir arasındaki farkın ve ex-ante tasarruf ile ex-ante yatırımların eşitsizliğinin konjonktürel devrelerin oluşumu üzerindeki etkisi gibi bir dizi yeni kavram katmakla kalmamış; ‘zamanının yerleşik iktisat kuramlarının ötesine geçen’ bir kuramsal çerçeve geliştirmeyi başararak, iktisat tarihinde “Keynesyen devrim” diye adlandırılan olguyu yaratmıştır.
Ayrıca, geliştirdiği kavramların ve kuramın “pratikte” çok önemli yansımaları olmuş; düşünceleri, hükümetlerin ekonomik politikalarını büyük ölçüde etkilemiştir. Üstelik, Keynesyen devrim, merkez ülkelerdeki kapitalist sistemin ihtiyacı olan türden bir dönüşümün oluştuğu yıllara rastlamış; ve söz konusu “dönüşüm”ün gerçekleştirilmesi sürecine gerekçe ve entelektüel destek sağlayarak yardımcı olmuştur: Sendikal hakların tanınması ve yaygınlaştırılması; sosyal-sigorta, işsizlik sigortası ve sosyal-yardım programları gibi ‘sosyal-güvenlik-ağları’nın oluşturulması yoluyla gelir dağılımındaki eşitsizliği bir dereceye kadar giderici uygulamaların yerleşmesi ve yaygınlaşması için verilen sosyal ve politik mücadelede Keynesyen fikirlerin çok önemli bir rol oynadığı kuşku götürmez.
1935-65 yılları arasında merkez-kapitalist ülkelerde bu gibi reformlar eliyle kamunun Sağlık-Eğitim-Refah harcamalarının GSMH’daki payı giderek yükselmiş; ve buna paralel olarak gelişen refah-devleti olgusu, çok önemli bir yapı değişikliği yaratmıştır. Bu yapı değişikliği, bir yandan “yetersiz-efektif-talep kaynaklı ve Büyük-Depresyon türü” derin bunalımları engellerken, diğer yandan da, beraberinde, Keynesyen politikalarla aşılamayan türden, çağa ve yeni-yapıya özgün yepyeni sorunlar getirmiş. Bu nedenle, özellikle 1970’li yılların ortasından itibaren, Keynesyen kuram ve uygulamalar gündemden düşmüştür, denilebilir.
Fakat öyle görünüyor ki, 1930 sonrası iki nesil boyunca onca relevan kalmış olan Keynesyen fikir ve dinamikler; hızla ilerleyen küreselleşmenin etkisiyle ve kaçınılmaz olarak, bu defa da milli sınırlar içinde değil de, global-çapta yeniden gündeme gelecektir. Eğer öyle olursa, bu yüzyılın ortalarından itibaren bir “Keynesyen Revival” yaşanabilir. Bu makalede bu tür bir gelişimin, küreselleşme olgusunun hız kazanması ve olgunlaşmasına paralel olarak, niçin ve nasıl oluşabileceğini irdelemeye çalışacak; ve merkez-kapitalist ülkelerin milli-sınırları içinde 1930’u takip-eden yarım yüzyıl içinde başarmış olduğu türden bir reformlar dizisinin global-çapta, tüm küresel ekonomi ve uluslararası toplum çerçevesinde başarılıp başarılamıyacağını tartışmaya açacağız. Ama ilkönce Keynes kuramı üzerine, kısa, önemli ve özlü bazı notlar düşmek istiyoruz.
2. “GENEL TEORİ”DE BEKLENTİLER, KONJONKTÜR DEVRELERİ, YETERSİZ TALEP, BUNALIM ve BUNALIMDAN ÇIKIŞ MEKANİZMALARI
2.1. Konjonktür Devreleri, Sermayenin Marjinal Etkenliği ve Beklentiler Üzerine
Keynes; krizi, yükselen konjonktür ortamında, ekonomik ajanlar tarafından genellikle öngörülemeyen ve “çoğu zaman şiddetli ve ani olarak meydana gelen bir olay” olarak betimler. İstihdam, tüketim, ex-ante ve ex-post yatırım, toplam gelir, marjinal tüketim eğilimi, efektif talep gibi makroekonomik değişkenlerin, çarpan ve hızlandıran gibi mekanizmaların ve de “sermayenin marjinal etkenliğine ve faiz oranına ait beklentilerin” karşılıklı etkileşimiyle, yükselen-konjonktür döneminin, kendi kendini besleyen bir büyüme dinamiği oluşturduğunu; konjonktür dalgasının daralma istikametine döndüğü tepe noktasında, dönüşün ani ve şiddetli olduğunu; bu noktadan sonra aynı unsurların, bu sefer de daralma yönünde etkileşimler yaratarak işlediklerini; fakat daralma devresinden yükselen konjonktür devresine geçişin (krize girişteki olgunun tersine) ani ve şiddetli değil, yavaş ve tedrici olduğunu yazar. (Keynes, 1964: 314)
Keynesin kendi ifadesiyle, konjonktür devresinin oluşumunda en önemli rolü oynayan faktörler, tüketim eğilimindeki artma veya azalmanın yanı sıra, sermayenin marjinal etkenliğindeki, beklentilerdeki ve likidite-tercihindeki dalgalanmalardır. Keynes, “Genel Teori”sinde, konjonktür devrelerinin oluşumunda sermayenin marjinal etkenliğini belirleyen beklentiler üzerine şöyle yazar:
“Daha evvel, sermayenin marjinal etkenliğinin, sadece sermaye mallarının bolluğuna veya kıtlığına ve de bunların birim maliyetlerine değil, bu sermaye mallarının gelecek dönemlerdeki getirileri hakkındaki beklentilere bağlı olduğuna ve yatırım kararlarının, bu beklentiler çerçevesinde yapılan getiri hesapları ile gelecekte geçerli olması beklenen faiz oranlarının karşılaştırılması neticesinde verildiğine işaret etmiştik. Dolayısıyla yatırım kararlarında geleceğe ait bu beklentiler (yani, sabit sermayenin getirisine ve oluşacak faiz oranlarına dair beklentiler) kilit değişkenlerdir. Ne var ki, doğaları icabı beklentiler ne çok istikrarlıdırlar ne de çok güvenilir... Değişebilen ve güvenilirliği sürekli sorgulanabilir olan piyasalara-ait enformasyonlar baz alınarak oluşturuldukları için, beklentiler, ani ve şiddetli değişmelere uğrayabilirler” (Keynes: 1964: 315), diyerek başlayan bu analizin devamında, Keynes, iktisatçıların (belki de “beklentiler” gibi müphem ve kantifikasyonu güç bir kavramla uğraşmak zor geldiği için) bu tür analizlerde sadece faiz oranı üzerinde durmayı yeğlediklerini; oysa, yatırım kararlarında, faiz oranlarından daha etkin olan değişkenin “sermayenin marjinal etkenliği” olduğunu vurgular. Kaldı ki, faiz oranları hakkında güvenilir istatistikler olsa da, yatırım kararlarında etkili olan, geçmiş-döneme ait gerçekleşmiş faiz oranları değil; satın alınması düşünülen sabit sermaye malının ömrü boyunca, gelecekte oluşması beklenen faiz oranlarıdır –ki, bu değişkene ait beklentiler de tahmine bağlı olup, en az satın alınması düşünülen sabit sermaye malının gelecek yıllarda sağlayacağı getiri-akımı hakkındaki beklentiler kadar belirsiz ve güvenilmez olabilirler.
Çağdaşı olan iktisatçıların (neoklasiklerin) konjonktür dalgalarını incelerken faiz oranları üzerinde fazlasıyla durduklarını; oysa yatırım kararlarındaki dalgalanmaları belirleyen şeyin, faizin yanı-sıra, sermayenin marjinal etkenliği hakkındaki girişimci beklentileri olduğunu vurgulayan Keynes şunları yazar:
“......Yükselen konjonktür dalgasının sona ermesinde rol oynayan unsurlara dair açıklamalarımızda, “boom” boyunca artan ticaret ve spekülasyon gereksinmelerine paralel olarak artmış bulunan para talebi nedeniyle yükselme eğilimi gösteren faiz oranları üzerinde ısrarla durmaya kendimizi alıştırmış bulunuyoruz. Gerçekten de yükselen faizler, (...) belki de krizin patlamasına kısmen-neden-olabilecek güçtedir. Böyle olmakla birlikte, kanımızca, krizin en normal ve çoğu zaman en doyurucu açıklamasını sağlayan şey, faiz rayicinin yükselmesi değil, fakat sermayenin marjinal etkenliğindeki ani düşüştür.” (Keynes, 1980: 332). Sermayenin marjinal etkenliği ise, yalnızca sermaye mallarının kıtlığı ya da bolluğuna ve sermaye mallarının o andaki üretim maliyetine bağlı değil, gelecekteki getirisi hakkındaki beklentilere bağlıdır (Keynes, 1980:141-2).
Peki, sermayenin gelecekteki getirisi hakkındaki beklentiler neye bağlıdır? Keynesyen kriz dinamiğinde; bu sorunun yanıtı, sermayenin marjinal etkenliği kavramının kendisinden de önemlidir, çünkü, birincisi; (satın alınması düşünülen sermaye malının fiyatıyla birlikte) ikincisini, (yani sermayenin marjinal etkenliği kavramının kendisini) belirler. Burada kilit kelime “beklentiler”dir. Sermayenin marjinal etkenliğini belirleyen iki faktör vardır: Biri satın alınması düşünülen sermaye malının piyasa fiyatıdır ve bu bellidir; bilinir. İkincisi ise, söz konusu sermaye malının ömrü boyunca getirmesi beklenen getiri akımıdır –ki, bu beklentiler; belirsizliği yüksek güvenirliliği-düşük tahminler cinsinden düşünülmelidir.1
Sermayenin gelecekteki getirisi hakkındaki beklentiler, her şeyden evvel genel konjonktürel beklentilere ve de ayrıca, spesifik olarak, sektörel beklentilere bağlıdır. Başka bir deyimle ciro, birim fiyat ve birim maliyet beklentilerine bağlıdır. Kuramın bu bağlamdaki imlemini özlü bir biçimde “tercüme etmek” gerekirse, Keynes’in söylediği şudur: İşverenler, her şeyden evvel ve ilk önce, üretmeyi planladıkları malı zarar etmeyecekleri herhangi bir fiyattan satıp-satamayacaklarını (paraya çevirip-çeviremeyeceklerini) düşünürler. Ancak ikinci planda ve daha sonra, birim fiyatların ve birim maliyetlerin ne olabileceğini (yani, elde etmeyi umdukları toplam net karın miktarını ve oranını) hesaplarlar.
Bu yaklaşımın kriz dinamiğini açıklamakta yaşamsal bir önemi vardır. Alçalan konjonktürde (resesyon veya depresyon devresinde) satılamayan mallar stoklarda birikmeye başlar ve satış beklentileri hızla inişe geçer. Dolayısıyla işverenler üretimi kısarlar. Üretimin kısılması, istihdamın azalması ve toplam gelirin düşmesi demektir. Toplam gelirdeki azalma, hemen bir sonraki dönemde (ve hatta beklentiler nedeniyle daha bile evvel, aynı dönemde) tüketim ve yatırım harcamalarını düşürür. Özellikle yatırım harcamaları daha hızlı düşer; çünkü üretimin kısılması kapasite kullanımını düşürmüştür: Bu durumda “gelecek üç-beş döneme ait ciro beklentileri” de olumsuz olduğu için, yatırımlar durma noktasına gelir. Gelirler böylece daha da azalır. Buna paralel olarak, bir sonraki dönemde, tüketim harcamaları daha da düşer. Ve ilh... Depresyon konjonktürürün oluşmasında rol-oynayan önemli kısır-döngülerden biri işte böyle oluşur.
Bu noktada Keynes, ex-ante (beklenen veya planlanan) ve ex-post (gerçekleşen) yatırım ve tüketim harcamaları arasında kritik bir ayırım yapar; ve toplam efektif talep kavramını bu ayırım çerçevesinde tanımlar. Efektif talebi, tüketim ve yatırım harcamalarının ex-ante değil, ex-post değerleri belirler. Dolayısıyla toplam efektif talep, ex-post tüketim ve yatırım harcamalarının toplamından oluşur. Aynı mantıkla, girişimcilerin istihdam etmeyi planladıkları işgücü, bu iki değer hakkındaki beklentilerine, yani, şu iki soruya verecekleri yanıtlar bağlamında yapacakları tahminlere bağlıdır: (1) Gelecek dönemlerde gerçekleşecek tüketim harcamaları ne düzeyde olacaktır? (2) Gerçekleşecek yatırım harcamaları ne düzeyde olacaktır? Daralan konjonktür devresinde, girişimcilerin her iki soruya ilişkin tahminleri ve projeksiyonları karamsardır. Olumsuz beklentiler olumsuz realiteyi yaratır; olumsuz realite ise bir önceki döneme ait olumsuz beklentileri haklı çıkararak, şimdiki dönemdeki tahmin ve beklentileri olumsuz yönde etkiler. Ve depresyon dinamiğinin en önemli kısır döngülerinden biri böyle oluşur. Bu arada faiz-oranlarındaki düşme, girişimcilerin yatırım yapması için yeterli bir müşevvik (teşvik-edici unsur) olmaktan uzak kalır.
Dolayısıyla Keynes, neoklasiklerin aksine, yatırımlarla tasarruflar arasındaki dengenin salt faiz oranı aracılığı ile sağlanabileceğini kabul etmez. Dahası --aşağıda irdeleyeceğimiz üzere-- depresyon konjonktüründe faizin yatırımlar üzerinde hiçbir etkisi bulunmayacağını ileri sürer. Tasarruf ve yatırımlara ilişkin kararlar, ekonominin farklı birimlerince ve farklı nedenlerle verilmektedir. Farklı ekonomik birimlerce ve farklı nedenlerle verilen kararların, planlanan (ex-ante) yatırım ve planlanan (ex-ante) tasarrufları daima eşitlemesi için hiçbir neden yoktur. Nitekim eşitlenmezler de...Keynes’e göre, “gerçekleşen” (“ex-post”) yatırım harcamaları, her zaman gerçekleşen tasarruflara eşittir (I=S). Ama planlanan yatırımlar (I’), planlanan tasarruflara (S’) eşit olmayabilir. Nitekim, yükselen konjonktür dönemlerinde I’ >S’ ; daralan konjonktür dönemlerinde ise I’ < S’ olduğu gözlenir. Dolayısıyla, daralan konjonktür dönemleri, tanım gereği, yetersiz efektif talebin varlığı ile nitelenir: C’+S’ > C’+I’... Yani planlanan yatırımlar planlanan tasarrufların altında kalmış ve gerçekleşen toplam gelir düzeyi beklenen toplam gelir düzeyinden küçük olmuştur. Başka bir deyimle, bu durumda, bir önceki dönemde gerçekleşen gelirin tamamı değil sadece bir kısmı (C’ + I’ kadarı) yatırım ve tüketim harcamaları olarak gerçekleşmiş; gerçekleşen toplam efektif talepte (ve dolayısıyla gerçekleşen toplam gelirde) S’-I’ kadar bir daralma oluşmuştur.
2.2. Keynesyen ve Neoklasik Paradigma: Bunalım Mekanizması ve “Büyük Bunalım Türü bir Kriz”den Çıkış Konusunda Görüş Farkları:
Keynes’in keskin mantığı, çağdaşı birçok iktisatçının ve iktisadî okulun düşünceleriyle ve argümanlarıyla çelişiyordu. Büyük Bunalım türü depresyonların önlenmesi bağlamında, yükselen konjonktür devresinde faiz oranlarının arttırılması ve artan yatırımların böylece kısıtlanması gerektiğini; bu yapıldığı takdirde, konjonktürün aşağı dönüşünün l929’daki gibi felaket-getirici bir hüviyete bürünmeyeceğini iddia eden bir ekole karşı, Keynes, şöyle yazar:
“Bir ‘boom’u, erken safhalarında, faiz-oranını yükselterek kontrol etme önerisini haklı-çıkarabilecek (justify) tek argüman, tam-istihdamın pratikte varılamayacak bir ideal olduğunu ima eden ve dolayısıyla daha yüksek ama daha istikrarlı bir işsizlik düzeyini hedeflemenin daha akıllıca olabileceğini iddia eden argümandır.... Bu tür bir argüman....depresyonların olağanüstü kayıplara ve (fizik) sermaye israfına neden olduğunu ve böylesine olağanüstü kayıplara yol açmamak için, yükselen konjonktür döneminde “toplumsal açıdan yanlış yönlendirilmiş” ve “iktisadi açıdan idame ettirilemez düzeyde” yatırım yapılmasının engellenmesi gerektiğini öne sürer (...) Bu yaklaşımın, kendi varsayımları içinde tutarlı veya doğru olup olmadığını belirlemek güçtür. Ama şu söylenebilir: Belki bu görüş; “toplumsal açıdan yanlış yönlendirilmiş” (misdirected) olsa bile, yatırımların ve de uyardıkları artan tüketimin sağladığı toplumsal faydayı göz ardı etmekte; ve dolayısıyla “misdirected” bile olsa bir yatırımın yapılmış olmasının hiç yapılmamış olmasından daha hayırlı olduğunu hesaba katmamaktadır..... Her halükârda, bence bu yaklaşım gereksiz ve de tehlikeli bir biçimde teslimiyetçidir: (Çünkü) halihazırdaki ekonomik sistemde varolan bozuklukların (defects) kalıcı-olmasını kabullenmek anlamına gelir.” (Keynes: 1964: 327)
Keynes, zamanının yerleşik kuramsal paradigmasının, yani neoklasik iktisat kuramının, sınırları ötesine geçmiştir. Neoklasik paradigma ile Keynesyen paradigma arasında gerek teorik gerekse pratik uygulamalar --yani iktisat politikasına ilişkin uygulamalar-- açısından çok önemli farklar vardır. Bu iki kuram, gerek Büyük Bunalımın oluşum mekanizmasını açıklamak bağlamında, gerekse bunalımdan çıkış maksadıyla “kamu otoritesinin” alabileceği kararlar ve yapabileceği uygulamalar bağlamında birbirlerine zıt düşerler.
2.21. Neoklasiklere Göre Bunalımdan Çıkış Mekanizması
Neoklasik iktisatçılar bunalımdan çıkış mekanizmasını şöyle tanımlarlardı:
Depresyon konjonktüründe, yatırımlar azaldığı için borçverilebilir-fonlar piyasasında kredi-talebi önemli ölçüde azalır. Dolayısıyla faizler çok düşer. İşsizlik artar; emek piyasasında arz fazlası oluşur. Dolayısıyla, emeğin ücreti de çok düşer. Faiz ve ücret, sermayedar için en önemli iki maliyet unsurudur. Dolayısıyla, üretim maliyetlerinde olağanüstü bir düşüş oluşmuştur; bu da yepyeni kâr olanakları yaratır ve böylece sermayedarlar bir noktadan sonra yeniden yatırım yapmaya başlarlar. Depresyon, işte böyle sona erer ve yeni bir yükselen-konjonktür dalgası başlar.
Büyük Bunalım sırasında neoklasik iktisatçılar, bu tür bir analize dayanarak, hükümetin hiçbir şey yapması gerekmediğini ve yukarıda açıklanan mekanizma yoluyla, bunalımdan otomatikman çıkış sağlanacağını öne sürmüşlerdi. Oysa bunalım, neoklasiklerin bu beklentisine aykırı biçimde sürüp gitmiş; ve Keynesyen çözümlemenin çok daha gerçekçi olduğunu onaylayan bir ortam yaratmıştı.
2.22. Keynes’e Göre Bunalımdan Çıkış Mekanizması: Yetersiz Efektif Talep, Satış Beklentileri, Kapasite Kullanımı ve Sermayenin marjinal Etkenliği ve Yatırım Kararları
Keynes’in çözümlemesinde, bu bağlamda, “yetersiz efektif talep” kavramı merkezî bir rol oynar: Ona göre, bir-kere, nominal faizler bir noktadan aşağı inmez; çünkü para talebi eğrisinin faiz esnekliği, depresyon konjonktüründe, sonsuza yaklaşır (likidite tuzağı). Dolayısıyla, böyle bir konjonktürde para arzını arttırarak nominal faiz oranlarını bir noktadan aşağı düşürmek mümkün değildir. Üstelik, bu durumda nominal faizler sıfıra yaklaşsa bile reel-faizler pozitif ve hatta epey yüksek olabilir; çünkü depresyon konjonktüründe fiyat endeksleri önemli oranda düşmektedir. Örneğin, likidite tuzağının geçerli olduğu depresyonist bir ortamda, nominal faiz oranı (diyelim ki) %1’e düştü ve bu arada, yıllık TÜFE değişim oranı eksi %7 oldu. Öyleyse, gerçekleşen reel faiz %8.6’dır2 ve bu bayağı yüksek bir reel-faizdir.
Ayrıca ve daha da önemlisi, likidite tuzağı oluşmasa bile, faizleri düşürerek, depresyon ortamında yatırımları arttırmak mümkün değildir. Çünkü öyle bir konjonktürde, yatırımın faiz-esnekliği sıfırdır: Yani, hem faiz hem de emek maliyetleri olağanüstü düşüşler göstermiş olsa bile, sermayedarlar depresyon koşulları altında yeni yatırım yapmayacaklardır. Yeni yatırım yapmayacaklardır, çünkü fabrikalar depresyon konjonktüründe çok düşük kapasitelerde çalışmaktadır. Öyleyse, eğer satışlarda marjinal bir artış gözlenir ve bu nedenle üretimi bir miktar arttırmak gerekirse, işverenler sadece kapasite kullanımını marjinal olarak arttırmak yoluna gidecekler ve yeni sabit sermaye yatırımı yapmaktan kaçınacaklardır. Neden? Çünkü, depresyon konjonktüründe, diyelim ki %40 kapasite ile çalışan bir işletme, satışlarda bir kıpırdama gözlendiği takdirde, atıl yatan %60 kapasite durup dururken, faiz ne denli düşmüş olursa olsun (reel faiz negatif olmadıkça) yeni yatırımlar yapıp zaten kullanılmayan sabit-sermaye kapasitesine ekleme yapmaya yanaşmayacaktır.
Kısacası, nominal faizlerin ve ücretlerin çok düştüğü depresyon konjonktüründe, sırf üretim maliyetleri olağanüstü düştü diye, kapitalistler üretim artışına gitmezler. Gitmezler, çünkü kapasite kullanımının onca düşük olduğu ve gelecek birkaç dönem boyunca ne genel konjonktürde ne de satışlarda herhangi kalıcı bir düzelmenin olacağına dair hiçbir işaretin ufukta görülmediği bir ortamda, sermayenin marjinal etkenliği o denli düşmüştür ki, işverenler, sıfır-kâra tekabül eden fiyatlarla bile satılamayacağına inandıkları malları üretmeye yanaşmazlar. Çünkü, minimum bir kâra tekabül eden fiyatla bile satılamayacak olan malı üretip stoklamanın, hele-hele fiyatlar genel düzeyinde düşme söz konusu ise, hiçbir anlamı yoktur. Dolayısıyla kapasite kullanımı düşük kalır. Bu gibi bir ortamda, işverenler, yeni yatırımlara elbette girişmeyeceklerdir. Ama her bir işverenin, beklentisine uygun olarak mikro bazda ve rasyonel olarak vermiş olduğu bu kararların toplamının makro bazdaki etkisi yıkıcı olur. Nitekim gelirler ve tüketim aynen bu kararlar --üretimi arttırmama ve yatırım yapmama kararı-- nedeniyle bir türlü artmamaktadır. Gelirler ve tüketim artmadığı için de, hemen bir sonraki dönemde, satışlar artmamakta ve dolayısıyla kapasite kullanımı gene düşük kalmakta ve neticede işverenler, gene, yeni-yatırım yapma zamanı değil diye düşünmektedir. Keynesgil çözümlemede, depresyon konjonktürüne özgün temel kısır-döngü, işte böyle bağlanır.
Üstelik, bu arada, faiz ve ücret gibi temel maliyet faktörlerindeki düşüşün yarattığı “maliyet avantajının” bir kısmı –bazı ahvalde önemlice bir kısmı—düşük kapasite kullanımının birim maliyetler üzerindeki olumsuz etkisi nedeniyle kaybedilmiştir. Böyle bir ortamda, kapasite kullanımı onca düşük iken ve kısa ve orta vadeli beklentiler onca olumsuzken, (likidite tuzağı oluşmuş bulunsun veya bulunmasın) sabit sermaye yatırımlarının faiz esnekliği sıfırdır. Dolayısıyla, Keynesyen kuram, depresyon konjonktüründe para politikasının etkin olmadığını öne sürer.
2.3. Tüketim Eğilimi, Yetersiz Efektif Talep ve Keynes
Marjinal tüketim eğilimini, gelirdeki bir artışın tüketime harcanan oranı olarak ifade eden Keynes, gelir ne denli yüksekse, ortalama ve marjinal tüketim eğiliminin o denli küçük olacağını vurgular. Dolayısıyla, halk zenginleştikçe ortalama tüketim eğiliminin de düşeceğine işaret eden Keynes’e göre, kapitalizm geliştikçe toplumun potansiyel üretim kapasitesi ile tüketimi arasındaki fark da büyüyecektir. Bu; “yetersiz talep” kaynaklı krizlerin oluşumunda rol oynayan önemli bir etmendir. Bizce, aynı mantık; 21. yy.’ın ikinci yarısında, bugüne kıyasla çok daha fazla küreselleşmiş bir dünya-ekonomisi ortamında yeniden gündeme gelecek ve “Yetersiz Efektif-Talep” kaynaklı krizlerin sözü-edilen nedenle oluşma olasılığı, bu sefer de, merkez-kapitalist ülkelerin sınırları içinde değil de, tüm dünya-ekonomisi bazında yeniden söz konusu olacaktır.
“ Toplum ne kadar zengin ise, potansiyel üretimi ile gerçek üretimin arasındaki marj da o derece genişleme eğilimi gösterir; ve (kapitalist) sistemin zaaflarının o derece belirgin bir biçimde ortaya çıkmasına neden olur. Çünkü fakir bir toplum, üretiminin çoğunu tüketme eğilimindedir ve pek zayıf bir yatırım tutarı ona tam istihdam sağlama için yeterli olur. Zengin bir toplum ise, bunun aksine,, daha çok sayıda yatırım fırsatları arayıp bulmak zorundadır. (...) Zengin bir toplumda sadece marjinal tüketim eğilimi zayıf olmakla kalmaz, fakat birikmiş olan sermaye çok büyük olmasına rağmen, reel faiz oranları yeterince hızlı düşmediği için, ek yatırım fırsatları çekiciliğini kaybeder.” (Keynes, 1964 : 31).
Uzun vadeli sermaye birikimi süreci ve buna paralel olarak zenginleşen toplumlarda, faiz oranlarının neden yeterince hızlı düşmediğini Genel Teori’nin 4. Bölümünde irdeleyen Keynes, kitabın 22. Bölümünde, sözü eksik-tüketim kuramcılarına getirir; ve “Çağdaş toplumlarda gözlenen kronik işsizlik sorununu, şu veya bu şekilde eksik-tüketime bağlayan görüş hakkında birkaç söz söylemek uygun olacaktır,” dedikten sonra şöyle devam eder:
“Şimdiki...... şartlar altında --yani, yatırım hacminin planlanmadığı ve kontrol edilmediği; spekülatif eğilimi olan ve/veya cahil insanların sermayenin-marjinal-etkenliği-beklentileri ve de belirli bir düzeyin altına düşmeyen uzun-vadeli faiz oranları tarafından belirlenen yatırım hacminin söz konusu olduğu bir ortamda-- eksik tüketimci görüş elbette haklıdır; çünkü böyle bir ortamda istihdamı tatmin edici bir düzeye çıkarmanın, tüketimi arttırmaktan başka çıkar yolu yoktur.(...) Pratik açıdan konuşmak gerekirse, eksik-tüketimci görüşlerle ayrı düştüğüm tek nokta şudur: onlar, artan yatırımlar vasıtasıyla halâ çok büyük toplumsal faydalar sağlanabilecek bir ortamda yaşıyor olmamıza rağmen, yetersiz talebin tüketim boyutunu fazlasıyla vurgulamaktadır... Şahsen ben, sermaye stokunun kıt olmaktan çıkıncaya dek durmadan arttırılmasının sağlayacağı çok büyük toplumsal fayda ve avantajlar olduğuna inanıyorum. Ama bu --yani yetersiz efektif talep sorununun yatırım boyutunu vurgulamak -- pratik açıdan verilmiş bir yargıdır; kuramsal bir zorunluluk içermez.... Dahası, ben, her iki cephede birden ilerlemek gerektiğini kabul etmeye hazırım: bir yandan sermayenin marjinal etkenliğinin uzun vadede tedricen düşmesini sağlayacak ve de toplumsal olarak kontrol altında tutulan istikrarlı ve yüksekçe bir yatırım oranı hedeflenmesinden, diğer yandan da tüketim eğilimini arttıracak her türlü politikanın uygulanmasından yanayım. Çünkü, yatırım ve yatırım oranı hakkında ne yaparsak yapalım, tüketim eğilimi düşük kaldığı ve/veya düşmeye devam ettiği sürece, tam istihdam konusunda bir şey yapabilme olasılığımızın çok düşük olduğunu görüyorum. Dolayısıyla, her iki politika vektörünün beraber yürümesi için ortam müsaittir: Hem yatırımlar desteklenmeli, hem de aynı zamanda, tüketim arttırılmalıdır – üstelik sadece şimdiki tüketim eğilimi veri iken tam istihdamı sağlayacak düzeye kadar değil, daha da yükseğe... “ (Keynes, 1964:324-25). (Vurgular bize ait.)
Keynes’in “ilerici” görüşleri, Genel Teori’nin sonuna eklediği bölümlerde, özellikle “Notes on Trade Cycle” isimli 22. Bölümdeki bu gibi pasajlarda, açıkça ortaya çıkar. Bunalımı önlemenin çaresi olarak “kemer sıkmayı”; faiz oranlarını arttırıp yatırım oranlarını düşürmeyi; ve bu yolla, yükselen konjonktürün “boom” devresini mülayimleştirip, “boom”u takibeden depresyonist konjonktürün onca sert ve derin olmasını önlemeyi öneren muhafazakar ve geleneksel iktisadi görüşlere, Keynes şiddetle karşı çıkar. “Bu tür argümanların kafa-karışıklığından başka hiçbir şey yansıtmadığını” ifade ederek şöyle der:
“...(Bu kafa-karışıklığı) bazen, “boom-devresinde” yatırımların tasarrufları aştığına ve yatırım tasarruf eşitliğinin faizlerin yükselmesi yoluyla sağlanabileceğine dair inançtan kaynaklanmaktadır. Gerçekleşmiş olan tasarruf ile yatırımların eşit olamayabileceğini ima eden bu argüman, düpedüz yanlıştır veya tasarruf ve yatırımlar açıkça tanımlanmadığı sürece anlamsızdır.” (1964:327).
....çünkü Keynes’te ex-post yatırımların ex-post tasarruflara eşit olmaması mümkün değildir. Boom döneminde, yükselen beklentilere paralel olarak sağa ve yukarı doğru kayan sermayenin marjinal etkenliği eğrisi yatırımların hızla artmasına neden olur; ve bunun etkisini telafi edecek derecede sert ve hızlı bir faiz-oranı artışı, olsa-olsa, yükselen konjonktür devresinin daha ani ve daha şiddetli bir biçimde sona ermesi ile sonuçlanır. Yukarıdaki alıntı için böyle bir açıklama getirdikten sonra, bu bölüme Keynes’in şu sözleriyle son vermek istiyoruz:
“.....bazıları, artan yatırımlara paralel olarak artan tasarrufların, boom konjonktüründe artan fiyatlarla birlikte oluştukları için, “arzu-edilmez” veya “hakkaniyet-dışı” olduklarını ima ederler. Ama eğer öyleyse, bu beylerin her tür çıktı, gelir ve istihdam artışına karşı çıkmaları gerekir. Çünkü, çıktı ve istihdamda artışın olduğu her halde gözlenebilen fiyat artışları; yatırım miktarındaki artışlardan ziyade ya kısa dönemde fiziki getirilerin azalmasından (diminishing returns) ya da çıktı artışının kısa vadede birim-maliyetlerde nominal bir artışa neden olmasından kaynaklanır. (...) (ex-post) tasarruflardaki artışı yaratan çıktı artışının bizatihî kendisidir ve gözlenen fiyat artışının artan yatırım ve tasarruflarla bir ilgisi yoktur; çünkü aynı çıktı artış hızının varolduğu ama tasarrufların sabit kalıp artan çıktıya tekabül eden artan gelirin tümünün tüketime gittiği varsayılsa, aynı oranda veya hatta daha büyük oranda bir fiyat artışı gözlenecektir. ... Veya bazıları, arz edilen para miktarındaki bir artış yüzünden faiz-oranlarındaki düşmenin ‘ kötülükleri ve belayı davet ettiğini’ ima edercesine görüş beyan etmektedir. Oysa varolan faiz-oranının nev-i şahsına münhasır bir “meziyeti” yoktur. Artan para miktarı da, kimseye empoze edilmemiş olup; ya artan transaksiyon hacminin ya da artan likidite tercihinin piyasada doğurduğu ihtiyaçları karşılamak için yaratılmıştır....... Hatta bazıları, “boom” döneminde aşırı tüketimin varlığından söz açarak bunun “capital consumption” (yani negatif net yatırım) anlamına geldiğini iddia edecek derecede konfüze olmuşlardır, akılları karışmıştır. Çünkü, bu beyler, herhalde, harp sonrası bunalım geçiren bazı ülkelerde olduğu gibi yurtdışına yoğun sermaye kaçışı ile birlikte gelişen hiper-enflasyonist ortamı3, yükselen konjonktür dalgasındaki ortamla karıştırmaktadırlar – ki, ikinci durumda, negatif net yatırım söz konusu olamaz; tam tersi... Bu tür iktisadî ekollerin, sabit bir çıktı ve gelir düzeyi önermelerinin ötesinde ne dediklerini anlamıyorum: .... Çünkü sabit-çıktı, sabit-gelir önererek konjonktür kuramına yaklaşmak....bence, sabit-çıktı önerisini bir sosyal-politika hedefi olarak ortaya atmak kadar anlamsızdır.” (Keynes, 1964: 328-330.)
Dostları ilə paylaş: |