KOB nedir, Kürtçe yayın nasıl yapılır
Baskın Oran
Geçen Cumartesi, siyatikli bacağımı yanıma alıp günübirliğine Mersin’e gittim. “Katılım Ortaklığı Belgesi ve Kürtçe Yayın Konusu” diye bir konferans verdim. Bugün size konuştuklarımı ve dinlediklerimi aktarayım.
Aralık 1999’daki Helsinki’de Türkiye’nin adaylığı kararlaştırılınca, Nisan 2000’de Türkiye-AB Ortaklık Konseyi toplandı ve şu formülü kararlaştırdı: KK KOB UP.
Yani, soyut olan Kopenhag Kriterleri, her iki tarafın yapacağı “ev ödevleri”yle somutlaştırılacaktı. AB tarafından bu iş bir “Katılım Ortaklığı Belgesi” (KOB) biçiminde yapılacaktı, Türkiye tarafından da bir “Ulusal Program” biçiminde. Bunlar, “Şu tarihte şu gerçekleştirilecek, bu tarihteyse bu” biçiminde birer eylem takvimi olacaktı.
Türkiye bu ev ödevini Şubat 2000’den itibaren yapmaya çalıştı. Hazırlanan “Kopenhag Işığında Türkiye’nin Alması Gereken Önlemler” başlıklı rapor 2001-2004 döneminde 41 önemli yasanın değiştirilmesi gerektiğini saptadı.
Sonuç: Raporu hazırlayan İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulunun başkanı diplomat Gürsel Demirok bu görevden alındı ve olay kapanmış oldu!
Fakat AB ev ödevini yaptı. İşte bu belge, bugünlerde pek sözü edilen KOB.
İşin çerçevesi bu. Şimdi içine girelim. KK’nın ne olduğunu 21 Temmuz 2000 tarihli Agos’da yazmıştım, burada yineleyemem; ama şematik biçimde özetlemeden de olmayacak:
SSCB çökünce bağımsız olan Doğu Avrupa ülkelerinin Rusya tarafından yutulmasından korkan AB, bunları bir biçimde içine almak için harekete geçince, belli adaylık ön koşulları ve ölçütleri gerekti. Bunlar, 93'te KK olarak ortaya çıktı. KK, 3 ana ölçüt getirdi: 1) Siyasal; 2) Ekonomik; 3) AB’nin o ana kadar oluşturduğu kuralları kabul.
Siyasal ölçütler şunlardı: a) Demokrasi; b) Hukukun üstünlüğü; c) İnsan hakları, d) Azınlıkları koruma.
Ekonomik ölçütler şunlardı: a) Ciddi bir kapitalizm, b) Rekabete dayanma gücü.
İşte KOB, bu ölçütleri somutlaştırdı. İlk haberler Kasım başında gelince, Türkiye’nin AB’ye girmesini isteyenler sevindi, istemeyenler rahatsız oldu. Fakat bu ikincileri Yunanistan kısa zamanda rahatlatıverdi: Belgenin “Giriş” bölümündeki Kıbrıs ve Ege sorunlarını, “Kısa vadeli siyasal ölçütler” bölümüne koydurdu. Feryadı bastık. Şimdi o görünür ki, Kıbrıs ve Ege “siyasal diyalog” başlığına kaydırılıp Türkiye idare edilecek.
Mersin’de bunları anlattım, dinleyenler de efendi efendi dinlediler. Ama asıl duymak istedikleri Kürtçe yayın meselesiydi. Onu da anlattım. Çok ilginç tepkiler aldım. Bunları tek bir cümleyle özetleyebilirim: TRT’nin Kürtçe yayın yapmasını istiyorlar.
Çok ilginç, çünkü (bakmayın siz şimdiki ayak diremesine), Kürtçe TV kurmak isteyenlere lisans verip sonra da denetleyeceğine, devlet de aynı şeyi istiyor. Demek ki devletimiz ile Kürt kökenli yurttaşlarımız arasında mükemmel bir uyum var; ne mutlu.
Anlatmaya çalıştım: Yahu, emin misiniz, çünkü yarın öbür gün kalkıp devlet bize hakaret ediyor diye feryat edeceksiniz. Ve rahim devletimiz bunu yapacak da. Ama, sakın ha, hakaret amacıyla yapacak sanmayın; iltifat ediyorum diye yapacak: Örneğin sizin bir Türk Boyu olduğunuzu size çevire çevire öğretecek. Devletin yayını başka türlü olur mu? “Bölücübaşı” diyecek, “Kanlı terör örgütü” diyecek. Doğalı bu. Siz de neden diyor, demesin, bize resmî propaganda yapmasın diye düşman olacaksınız.
Bazıları anladı. Ama çoğunluğun anladığını hiç sanmıyorum, çünkü onlar TRT’nin Kürtçe yayın yapmasını, çok doğal olarak, devletin burnunu sürtmesi biçiminde algılıyorlar. Ama yarın feryadı basacakları kesin, çünkü aynen Türkiye genelinin AB’ye yüzde 68 gibi büyük bir oranda girmek isteyişi gibi, bu isteklerini hiçbir biçimde bilmeden ve düşünmeden ileri sürüyorlar.
Kendi kendime bazen diyorum ki, oğlum, koskoca devlet ne istediğini biliyor mu ki bu umudu kırık insanlar bilsinler? Devlet ne yapsa ne söylese Kürt kökenlileri daha yabancılaştıracak olduğunu anlıyor mu ki, başka dil konuşan vatandaşlar da yayın hakkı isteseler verebilecek mi ki, vermese ayrımcılık yapmış olmayacak mı ki, verse büsbütün batmayacak mı ki, üstüne üstelik Kürtçe TRT yayınının türküler dışında kaçınılmaz olarak sıfıra yakın “reyting” yapıp devletin prestijini iyice batıracağını düşünüyor mu ki, kendi başına nasıl bir çorap örmeye çalıştığının farkına varabiliyor mu ki? Sen ne söylüyorsun oğlum, diyorum kendi kendime.
Ama, bir yandan da, Mülkiye’ye girdiğim 60’lı yıllardan beri kafama yerleşen şeytan depreşiyor içimde. Bana diyor ki, kardeşim, hani her şeyin temeli esas olarak ekonomikti? Hani her şeyin bir rasyoneli vardı da hiçbir şeye saçma demeyip o rasyoneli aramak gerekirdi? Ya Kürt kökenli yurttaşlarımız özel Kürtçe TV’nin ekonomik olarak yaşamasının güç olduğunu biliyorlar da, olsun da isterse devlet yapsın diyorlarsa, diyor bana usul usul.
Peki, diyorum kafamın çok bilmiş şeytanına, devlet niye kendi başına çorap örmek istiyor, onun rasyonelini anlat bakalım, diyorum, sesi çıkmıyor...
Dostları ilə paylaş: |