1- KUR'AN'DA ALLAH'IN VARLIĞI
Kur'an-ı Kerim'de, Alemlerin Rabbi olan Allah'ın, bilginin yegane kaynağı olduğu fikri hemen bütün ayetlerde vurgulanır. 24 Bu temel prensipten hareketle Kur'an Allah (c.c.) ve Rasulü (s.a.v.) bir şeye hükmettikleri zaman kadın, erkek hiç bir mü’min için muhayyerliğin, işleri hususunda serbestliğin, kendi heva ve heveslerinden hareket edebilme özgürlüğünün bulunmadığını beyan eder.
“Allah ve Rasulü bir işe hükmettiği zaman, iman etmiş kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasulü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”25
Müslüman olmak, kişinin kendi düşünce, davranış ve seçme özgürlüğünü Allah ve Rasulüne teslim etmesi demektir. Dolayısıyle müslüman kalmak isteyen kimse mutlaka Allah ve Rasulü'nün emirlerine boyun eğmek ve dünya hayatı boyunca ortaya çıkan her tür sorunlarını tek bilgi kaynağı olan Allah ve Rasulüne götürmek zorundadır.
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahirete inanıyorsanız-onun hallini Allah'a ve Rasulüne götürün; bu hem sizin için daha hayırlı ve netice bakımından daha iyidir”26
Kur'an, tek gerçek otorite olarak Allah'ı kabul etmek zorunda olan mü’minlerin aynı zamanda bireysel ve toplumsal planda da Allah'a bağlı olmak, her ne şekil ve surette olursa olsun bütün problemlere hal çareleri veya çözüm yollan bulmak için evvela Allah Teâla'ya (Kur'an'a) başvurmak zorunda olduklarını belirtir. Yani Kur'an-ı Kerim, fert ve toplum olarak, bütün mü’minlerin sorunlarının çözümleyicisi olarak Allah Teâla'yı, bir başka deyişle Kitab-ı Kerim'i kabul etmeleri gerçeği üzerinde ehemmiyetle durur.
İmam Şafi (150 -204) “er-Risale” adlı meşhur eserinde, sözünü ettiğimiz konu ile doğrudan bağlantılı olarak şunları söyler:
“Allah Teâla’nın dinine ihlasla teslim olan bir insanın tek sorunu bile yoktur ki, Allah (c.c.) onun çözüm yolunu ve hidayete götürücü delilini göstermemiş olsun. Açık bir ifade ile söylenmesi gerekirse Kur'an'ı Kerim'de her mes'elenin çözümünü ve onun hidayete götürücü delilini bulmak mümkündür.”27
Nitekim İmam Gazzali (v. 505 / 1111) de “İlcamu'1-Avam an îlmi'l-Kelâm” isimli eserinde Allah'ın varlığı hususunda bilgi verirken Kur'an delillerinin mantık ve felsefe delillerinden üstün olduğunu, her sınıf insana fayda verdiklerini, halbuki bunların dışındaki delillerin sadece belirli bir zümreye hitap ettiklerini 28 belirterek hemen bütün konularda Kur'an'a müracaat etmenin zaruretini ortaya koymuştur.
Yine Gazzali “İhya-i Ulumi'd-Din” adlı kitabında: “Allah'ın varlığını bilmek için ilk istifade edilecek nur ve takib edilecek isabetli yol Kur'an'ın gösterdiği yoldur; âli ve münezzeh olan Allah'ın beyanının ötesinde bir beyan yoktur” 29 der.
Bu konuda İmam Fahruddin el-Razi (v. 606 / 1209) şöyle der: “Diyalektik ve felsefenin sunduğu tüm metodları kullandım, fakat sonunda anladım ki bu metodlar işleyen kalbe bir teselli vermediği gibi, susayanında susuzluğunu giderememektedir. En iyi metod ve hakikate en yakın olan Kur'an'ın sunduğu metoddur.”30
Durum bu merkezde olunca, “Allah'ın varlığı/İsbat-ı Vacib” gibi önemli bir konuda kişisel izah ve demogol)ilere veya felsefi bir takım izah, akıl yürütme ve yorumlara girmeden önce, Allah'ın kitabına başvurmak en sağlıklı çözüm yolu olsa gerektir. Mü’minler için yegane hidayet kaynağı olan Kitab-ı Mecid'in -her konuda olduğu gibi-bu hususta da takip etmemiz gereken yöntemi sunarak bizlere çözüm şekilleri ve çıkış yolları sunacağı muhakkatır.
İşte bütün bu doğrulardan hareketle biz bu çalışmamızda Allah'ın varlığını/İsbat-ı Vacib mevzuunu, Kur'an'a götürecek, yüce Rabbimizin bu konudaki öğretisini, Kur'an'ın meseleye bakış açısını, bu hususta takip edilmesi gereken metod, insanlığa verilmek istenen anlayış, mesaj ve espriyi bizzat Kur'an'î veri (done) lerin ışığı altında yakalamaya çalışacağız. Kur'an'ın Allah'ın varlığı hususunda vermek istediği mantığı kavrayabilmek için konuyu bir kaç başlık altında işleyerek bir sonuca varmak istiyoruz: 31
b- Kur'an Metodu:
Kur'an-ı Kerim, “Allah'ın varlığı” konusunda takip edilmesi gereken metodun, görünen tabiat olaylarından, maddi bir takım fenomenlerden yahut akli ve mantıki görünen bazı izahlardan hareketle O (c.c.)'nun varlığını ispat etmeye çalışmak değil, aksine tutulacak yolun Allah'ın varlığına -hiç bir delile ihtiyaç duymadan-iman etmek olduğunu açıkça beyan eder. İman ile direkt bağlantılı görülen bu konu ile ilgili olarak Kur'an'ın serdettiği deliller “iknai” oluşları ile dikkat çekerler. 32
Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâla'dan bahsedilen ayetlerin çoğu, O'nun sıfatlarını mevzu edinmiştir. Bu ayetlerde bilhassa “Tevhid” üzerinde ehemmiyetle durulmuş, Allah'ın şeriki ve benzeri olmadığı sürekli vurgulanmıştır.33 Bu yüzden olsa gerekir ki, Kur'an-ı Kerim şirk olayı üzerinde çokça durmuş, Allah'ın varlığını ispat yoluna gitmek yerine O'nun birliği konusunu sürekli işlemiştir. Tevhid'i, yani Allah'ın bir tekliğini odak bir kavram haline getirmiştir.
Kur'an'ın “Allah” konusunu, özellikle de akide mevzuunu işleyen ayetleri dikkatle incelendiğinde bu gerçeğin ayan beyan ortaya çıktığı görülür. Kur'an ayetleri hiçbir zaman direkt olarak Allah'ın varlığını ispat etmeyi hedef edinmemişlerdir. Çünkü Kur'an Allah'ın varlığına inanmayı açık ve kesin bir zorunluluk olarak kabul eder. Bu hususta insan fıtratı için kabul veya red sözkonusu değildir, 34 Bu gerçek Kur'an'da temel bir prensip olarak kabul edilir.
Kur'an selim fıtrata hitap ettiği için Allah'ın varlığını herkesin bedihi ve fıtri olarak kabul ettiği bir gerçek olarak ele aldığından isbatı-naçalışmaz.35
Gerçekten de insanlık tarihi tetkik edilince, hangi devir ve zamanda, hangi ırk ve milletten olursa olsun, en iptidaisinden en medenisine kadar 36 bir kabul-i âmme halinde Allah'ı tanıdıkları 37 görülür.
Onun için Kur'an daha ziyade beşeriyetin en çok yanıldığı ve saptığı “şirk” olayı üzerinde durarak Allah'ın birliği ve diğer sıfatlarını tanıtmaya yönelir. 38 Aynı şekilde müslüirianlarm da “Allah” konusunda aynı yöntemi izlemelerini salık verir.
Denilebilir ki, tahrif edilmemiş semavi kitapların hemen hepsinde Allah'ın varlığını isbat sadedinde hiç bir delil sunulmadığı gibi, Kur'an-ı Kerim'de de direkt olarak isbat sadedinde hiç bir akli delil kullanmamıştır. 39 Kur'an'da isbat-ı vacib ile alakalı olduğu iddia edilen ayet-i kerimeler doğrudan doğruya Allah'ın varlığını isbat için va'zolunmamış olup, ancak dolaylı olarak bu konuya temas etmektedirler. Yani, söz-konusu ayetlerden doğrudan doğruya değil, bilakis dolaylı olarak kısacası Allah'ın varlığını ispat fikri bu konu ile ilgili bir netice değil, aksine metinlerin zorlanmasıyla ortaya çıkan bir çıkarsamadır, denilebilir.
Buradan şöyle bir sonuç çıkarmamız mümkündür: Kur'an, apaçık, bedihi veya fıtri olan Allah fikri üzerinde akli ve felsefi bazı yorumlar yaparak yahut maddi bir takım fenomenlerden hareketle yeniden izah ve isbat yoluna gitmeyi, emin olunan bir konu üzerinde tekrar tekrar çalışmak olarak görmektedir ki, bu anlamsız yahut lüks gibi kelimelerle ifade edilebilecek bir işle uğraşmak anlamına gelir. Bu uğraşı da en azından zaman israfı sayılır. 40
c- Allah İnancının Fıtrî Oluşu:
Allah Teâla insanı, Kendi varlığını algılayıp kavrayabilecek bir fıtrat üzere yaratmıştır. Zira fıtrat “insanın Allah Teâla’nın varlığını idrak edebilecek yetilerle donatılmış olarak yaratılması” 41 veya (Tevhid) dinini kabul etmeye müsaid yaratılış” olarak tarif edilmiştir. 42
Kur'an, selim bir fıtratla yaratılan insanın normal olarak kendi güç ve kuvvetinin üstünde, kudret sahibi yüce bir yaratıcıyı kabul edeceğini belirtir:
“Sen yüzünü “hanif” olarak dine, yani Allah insanları hangi “fıtrat” üzere yaratmış ise o fıtrata çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” 43
“Rabbin Ademoğullanndan, onların bellerinden, zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da: “Evet, (biz buna) şahidiz” dediler.”44
Bu ayet-i kerimelerden anlaşılıyor ki, Allah Teâla; elest bezminde ademoğullarının zürriyetini, Allah'ın kendilerinin rabbi ve mâliki olduğuna, O'ndan başka hiç bir ilah bulunmadığına şahid olarak sülalelerinden kendilerini çıkardığını haber veriyor. Nitekim Allah Teâla onları bu fıtrat üzere yaratmıştır. 45
Evet..., fıtratın bizzat kendisi Allah'ın varlığını bilir ve şanı yüce Allah, Ademoğullarmın bellerinden zürriyetlerini çıkartıp kendilerini kendilerine şahid tutarak, Zâtının Rableri olduğuna dair onlardan söz aldığı andan itibaren fıtrat, ibadetle Allah'a yönelir.46
Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Allah Rasulü (s.a.v.): “Her doğan fıtrat üzere doğar.” Başka bir rivayette ise: “Bu din üzere doğar. (Fakat sonradan) ana-babası onu yahudileştirir, hristiyanlaştırır veya mecusileştirir...” 47 buyurmuştur.
Bu hadis-i şeriftende anlaşılacağı üzere Allah'ın varlığına inanmak, insana tabii bir duygu ve şuurdur (garîze-i diniye). Bu duygu ve şuur, gaflet, inat, kibir gibi bazı arızi hallerle körelebilir. Fakat hiçbir zaman yok olmaz.48
Kur'an, Allah'ın aşkınlığını herkesin meselesi olarak kabul eder. Allah'ın bütün insanları, Kendisini aşkınlığı içinde bilmeye yetenekli olarak yarattığını buyurur. Bu, bütün insanların paylaştığı doğal bir kabiliyet, bir fıtrat ya da bir sağduyudur. 49 Eş deyişiyle Kur'an, insanın Allah'ın ima)ında yaratıldığını iddia eder. Bu imajı bütün insanlarda doğuştan ve kalıcı olarak dikkate alır; yani yapısının parçası olarak bu ima) kaybolmaz. 50
“O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yaratmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onun zürriyetini nutfeden, hakir bir sudan üretmiştir. Sonra onu şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir.”51
Doğuştan Allah'ın varlığı fikrine ve itikadına sahip olan insan, bu fikir ve inancı çalışarak kazanmış ve öğrenmiş değildir. Aksine bu düşünce Allah tarafından yaratılmıştır. Yani Allah insanı, Kendisine inanma ve Kendisini bilme özelliğiyle yaratmıştır. Merhamet, şefkat hisleri, düşünme ve idrak kabiliyetleri nasıl insanın mahiyetini teşkil eden vasıflarsa, bu vasıflara sahip olmayan insan nasıl düşünülemezse, Allah'ı bilme ve O'na inanma vasfı da öyledir. İnsanın özelliğini teşkil eden vasıflardan biri de inançtır, diyebiliriz.
Her insan bu inancı kendi ruhunda, vicdanında duyar. Bu sebeple en medeni milletlerden en ilkel kavimlere kadar herkeste bu itikada rastlanır. Bilgi, akıl ve tahsil durumları farklı olan kimseler Allah'a inanma vasfında birbirlerinden çok farklı değillerdir. Allah'ın varlığı-ıı başkalarından öğrenmiş olan kimseler bu inanca kendiliğinden varırlar. 52
Yeri gelmişken Kelâm bilginlerinin Delili Fıtrî (Fıtrat Delili) dedikleri 53 ve Muhtar b. Tahir el-Makdisî'nin (v.355/966) Kabul-i Âmme (Umumun kabulü) adını verdiği delillerden bahsetmek yerinde olacaktır sanırım:
İnsanlık tarihi tedkik edilince, hangi devir ve zamanda hangi ırk ve nilletten olursa olsun, en iptidadisinden en medenisine kadar insanın bulunduğu her yerde mutlaka bir ibadet ve tapınak izine rastlanır. İnanlar, medeniyetin kendilerine sağladığı her türlü nimetten yoksun oldukları dönemde bile, ma'betsiz, tapınaksız, ibadetsiz, kısaca dinsiz yaşamamışlar, yaşayamamışlardır. Hak olsun, batıl olsun bütün insanlar mutlaka ilahi bir kudretin varlığına fıtraten inanagelmişlerdir.54 Allah'ın varlığını her insan içinde hisseder. îlhad ve inkarın en aşırı noktasına varmış bulunan bir kimsenin bile, büyük bir felaketle karşılaştığı zaman taşa, toprağa veya ağaca sığındığı görülmemiştir. Böylesi yine Allah'a sığınır; bildiği isim ve sıfatlarla yalnız O'na yalvarır. Bu, ilmüşahede sabittir. Nasıl ki büyük bir tehlike ile karşılaşan bir insan, kaçacak ve kurtulacak bir yer arar ve nasıl ki küçük çocuk annesinin memesine zaruretten ve yaratılıştan koşarsa, aynen öylece mühim anlarında insan da yaratanını arar, O'na sığınır. 55
Kur'an-ı Kerim, bolluk ve refah içinde oldukları zamanda içlerinde-i fıtri olan Allah duygusunu gizleyen ve fakat başlarına bir felaket gence Allah'a yönelen insanlardan şöyle sözeder:
“O Kâfirleri kara bulutlar gibi dalga sardığı zaman, dini Allah'a has kılarak O'na yalvarır, dua ederler. Allah onlan karaya çıkarıp kurtardığında içlerinden bir kısmı doğru yolda kalır (diğerleri ise eski küfürlerine devam ederler.)” 56
“(Mucizelerin Allah tarafından olduğunu) kalpleriyle yakinen bildikleri halde nefislerine zulüm ederek ve kibirlenerek bütün mucizeleri (açıktan) inkar ettiler.”57
Bu ayet-i kerimelerde açıkça ifade edildiği gibi, felaketlerle yüzyüze gelindiği ve sıkıntılarla karşılaşıldığı zamanlarda çoğu kez fıtrat nefse ve akla galebe çalar, üstün gelir ve insan kibri, gururu ve inadi bırakıp Allah'a yönelir, O'ndan istimdad eder.58
d- Allah'ın Varlığı Konusunda Bilginlerin Görüşleri:
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (v. 1942) “Hak Dini Kur 'an Dili” adlı tefsir kitabında Kur'an-ı Kerim'deki: “Öyleyse yüzünü dosdoğru “hanif” olarak dine yani Allah inananları hangi “fıtrat” üzere yaratmış ise o fıtrata çevir. Allah'ın yaratmasında değişme yoktur.” 59 Ayetini tefsir ederken: “İnsan ruh ve zekasının aslı, fıtratı, hakkı tanımak ve hak yaradanından başkasına kul olmamak içindir. Her ferdin ruhuna bir hak duygusu ve Allah'ı bilme gücü yerleştirilmiştir” demektedir. 60 Demek ki, insan ruhunun asıl fıtratı Allah-û Teala'yı tanımak ve O'na bağlanıp teslim olmaktır. Yazır'a göre ruh insana Allah'ı duyması, O'na uyması, kendini ve Allah'ı tanıması ve itaat etmesi için verilmiştir. 61
Müfessirler A'raf suresinde geçen: “Rabbin insanoğlunun sulbünden soyunu almış ve onlara: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Demişti. Onlar da: “Evet, şahidiz demişlerdi” 62 ayet-i kerimesinde söz konusu edilen Allah'ın varlığını bilme olayının, yani ruhların Allah'a inanmaları ve O'nu bilmelerinin bu dünyaya gelmeden çok evvel olduğunu, dolayısıyla insan dünyaya gelirken bu bilgi ile mücehhez olarak geldiğini söylemişlerdir. 63
Bu konuda İmam A'zam Ebu Hanife (r.a.) Fıkıh-ı Ekber isimli eserinde şöyle der:
“Eğer Cenab-ı Hak insanlara peygamber göndermeseydi Allah'a iman insanlar için yine de farz olurdu. Bu farzı yerine getirmedikleri için Allah'ın azabına müstehak olurlardı. Allah ise zalim değildir. Kimseye haksız olarak azâb etmez. O halde insanlar Allah'ın varlığını peygamber ve mürşit olmadan bilebilirler. Çünkü O'nun mevcudiyeti ayan -beyândır. 64
Aynı şekilde Maturidiler, Allah'ın varlığına inanmanın insanda tabii bir duygu ve şuur olması hasebiyle, kendisine hiç bir dini tebligat yapılmayan insanın bile aklını bu doğal fıtrat yönünde kullanarak Allah'ın varlığını bilmesinin vacip olduğu fikrine varmışlardır.65 Yani, Allah insanlara peygamberlerini göndermeseydi bile insanların kendi akıllarıyla Allah'ın varlığını bulmaları zaruri olurdu. Çünkü göklerin, yerin, kendi vücudunun ve diğer eşyanın yaratılışını düşünebilen bir insan için, Yaratanını bilmemekte bir mazeret mevcud değildir. 66 Bu vazife insanın en önde gelen vazifesidir. Bu sebeple başta İmam Maturidi (V. 333/944) olmak üzere alimlerin çoğu körü körüne taklidi caiz görmemişlerdir.67
Nitekim bu konuda dünyada felsefi romanın olduğu kadar “Robinsonad/Adasal Roman” türünün de ilk örneği İbn Tufeyl (ö. 581 /1185)'in “Ruhun Uyanışı ya da Hayy İbn Yakzan'ın Olağanüstü Serüveni” isimli eseri güzel bir örnektir. Büyük İslâm filozofu İbni Tufeyl sözü geçen eserinde Yakzan oğlu Hayy’ın ıssız bir adada, kendisine dini hiçbir tebligat yapılmadığı halde, içindeki fıtri/bedihi duygu sayesinde, bir ömrü dolduran yaşanılmış tecrübeler içerisinde, en yalın gerçeklerden hareketle, adım adım yüce gerçeğe, yani Allah'ın varlığı ve birliği fikrine ulaşabildiğini özgün bir anlatımla dile getirmiştir.68
Gazzali “İhya-i Ulumi'd-Din” de: “İbrahim, 10: Ankebût, 61; Rûm, 30 vb. ayetlerin delaletiyle anlaşılıyor ki, doğuştan beri gençliğinde ve her çağda insan fıtratı ve Kuran şahidleri, Allah'ın varlığına başka delil aramaya ihtiyaç bırakmayacak derecede kuvvetli ve apaçık delillerdir” 69 diyor.
İslâm dünyasında ilk olarak hudus ve imkân delilleri gibi aklî izahlarla Allah'ın varlığını ispat etmeye kalkışanların karşısına çıkan İbn Rüşd (v. 595/1198) olmuştur. Bu büyük filozofa göre, iman etmek için akli deliller şart değildir. Eğer böyle olmasaydı, insanların büyük bir kısmı “güç yetmeyen bir yükümlülük (teklif mâlâ yutak) ile karşı karşıya kalmış olurlardı. İbn Rüşd, kelâmcıların kullandıkları hudus ve imkân delillerini, herkes tarafından kolayca anlaşılan Kur'an delillerini ikinci plana itmiş olduklarından ve bu yüzden geniş kitlelerin zihinlerini karıştıran ve onları rahatsız eden yaygın bir düşünceye sebebiyet verdiklerinden dolayı karşı çıkmıştır. 70
İslâm dünyasında bu düşünce İbn Arabi (1165 -1240) ve İbn Teymiyye (661 -728) gibi bir çok meselede görüş ayrılığı içerisinde ve bir birine zıt fikirleriyle tanınan alimler tarafından da savunulmuştur. Bu bilginler Allah bilgisinin zaruri ve fıtrî olduğuna kail ve kanîdîrler.71
İbn Kesir (701 -774), tefsirinde: “Selim fıtratın Allah'ın varlığını itirafı zaruridir” demektedir.72
Allah'ın varlığını bilmenin zaruri ve bedihi olduğu fikri 73 Batı dünyasından birçok filozof ve bilgin tarafından da savunulagelmiş ve bu görüş kendine bir hayli taraftar bulabilmiştir.
Aziz Anselm: “ Tanrı kendisinden daha mükemmeli tasavvur edilmeyen varlıktır. İnsanda böyle bir “Mükemmel varlık” fikri (idesi) mevcuttur. 74 Hatta bir aptalın bile zihninde Mükemmel Varlık kavramı yardır” 75 derken Leibniz: “Tanrı zorunlu olarak vardır” 76 fikrine, tann kavramının insanda zaruri ve bedihî olduğu gerçeğinden hareketle varmıştır.
Hamilton:“Hiçten, hiçbir şey meydana gelmez” derken, bu sonuca bedaheten ulaşmıştır. Bu apaçık gerçeklerdendir. Bunu akıl, yorgunluk, acizlik ve vehim arız olmadan, istidlal ve cedele dalmaya ihtiyaç duymadan idrak eder. Çünkü bizzat bedîhi deliller, başkasını doğrulamak için hüccet teşkil ederler. 77
Pascal'da: “akıl gerçekten kendinde bulunan ilk fıtri fikirlerle, ilk akıl prensipleriyle gerçeği anlayabilir. Bunlardan da Allah'ı bilir” der.78
İvtax Horten: “Doğu milletleri için tanrının var oluşu bir bedahet (evldance) teşkil eder. İşte bu sebeple İslâm dünyasında Tanrının varlığına (Allah'ın varlığını isbat etmek için bir takını istidlallere) pek iltifat edilmez.” 79 Diyerek bu önemli gerçeğe parmak basmıştır.
Dercartes: “Gözümüz denizin bütün enginliğini kavrayamaz. Fakat denizi görür, pek büyük bir ağacı kollarımızla kavrayamayız; fakat ellerimizle tutabiliriz. Aynı şekilde, tabiri caizse, zihnimiz düşünce yoluyla Tanrı'ya dokunabilir, fakat onu kavrayamayız, anlayamaz; yani hakkında tam bir bilgi edinemez” diyerek 80, Tanrı fikrinin bedihi olduğunu ve fakat maddi bir takım fenomenlerden hareketle isbat edilemeyeceğini söylemek istemiştir.
Alman filozofu F.U. Jacobi'de: “Tanrı tanınamaz. Bilinebilen bir Tanrı olamaz. Gerçek Tanrı keşfolunamaz. O dolayısız olarak kendi içinden benliğimizde belirir.” 81 Der.
Hülâsa; bu saydığımız bilginlerden başka Batı dünyasından Bossoe, îslâm dünyasından Farabi, İbn Sina gibi İslâm filozofları, Şehristanî, Ebu Nuaym İsfehâni gibi alimler 82, İsmail Fennî gibi düşünürler 83 Allah'ın varlığını bilmenin zaruri ve bedihi olduğunu, binaenaleyh bunun için fikir ve nazara ihtiyaç olmadığını savunmuşlardır. 84
e- Allah'ın Varlığı Hususunda Peygamberlerin Öğretileri:
Tarih boyunca insanlığa gönderilmiş bulunan bütün peygamberlerin kavimlerine olan davetleri Allah'ın varlığını isbat etmek değil, beşeriyete Cenab-ı Allah'ın tekliğini tebliğ etmek noktasında odaklaşmıştır.
Şanı Yüce Allah, hiç bir rasul ya da peygambere gerek olmaksızın bilinir. Sözkonusu bu rasul ve peygamberler insanlara; “Bir ilah vardır ve O'na itaat ediniz” 85 demek için de gönderilmemişlerdir. Çünkü fıtrat kendiliğinden var olduğuna inandığı ilaha tapınmaya rasülsüz, peygambersiz de yönelir. Bütün bunları Şanı Yüce Allah insanın fıtratına, insanlar henüz Hz. Adem sulbünde oldukları zaman yerleştirmiştir.86
“Rabbin Ademoğullarından, onların bellerinden, zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlarda: “evet, (buna) şahidiz” demişlerdi.”87
Bundan dolayı tüm rasüllerin insanlara mesaj olarak getirdikleri şey “Tevhid” dir. 88 Evet; onların üzerinde durdukları en önemli husus Allah'a iman, insanları kokuşmuş şirk bataklığından kurtarmak ve doğru yola iletmekti. Onların mesajı beşeriyeti cahiliye karanlığından kurtarark Tevhid'in aydınlığına çıkarmak üzerinde yoğunlaşıyordu. Dolayısıyla bütün peygamberlerin en büyük daveti insanlığa Tevhid gerçeğini bütün ayrıntıları ile sunmak idi. 89
Bütün peygamberlerin ilk evrensel mesaj olarak gönderdikleri kavimlerine haykırdıkları, hakikat Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifadesini bulur:
“Ey kavmim (iz)! Allah'a ibadet/kulluk edin. Sizin O'ndan başka ilahınız yoktur.”90
“Allah'a ibadet / kulluk edin, O'na hiç bir şeyi ortak / şirk koşmayın”91
“Allah'a ibadet / kulluk edin, azgın, zorba tağutlardan kaçının.”92
“Şunu iyi bil(in) ki, Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur.” 93
Bu ayet-i celilerden de anlaşılıyor ki, peygamberlerin görevi insanlığa Allah'ın varlığını isbat etmek değil, onlara fıtrî olarak, doğuştan bünyelerinde taşıdıkları inanç ve bilgiyi hatırlatmaktır.
Kur'an, Hz. İbrahim (a.s.)’ın fıtrattan gelen bir kuvvetin tesirinde kalarak hakiki olan ilahi kudreti aramaya çalıştığından ve düşünce ile muhakemelerden sonra, gökleri ve yeri yaratan, sonra da onları emri altına alan tek Allah'ı bulduğundan sözeder:
“Yakînen bilenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin hükümranlığını şöylece gösteriyorduk: Gece basınca bir yıldız gördü: “İşte bu benim Rabbim!” dedi. Yıldız batınca: “Batanları sevmem” dedi. Ay'ı doğarken görünce: “İşte bu benim Rabbim!” dedi. Batınca: “Rabbim beni doğruya eriştirmeseydi andolsun ki, sapıklardan olurdum.” dedi”. Güneşi doğarken görünce: “İşte bu benim Rabbim; bu daha büyük” dedi. Batınca: “Ey milletim! Doğrusu ben ortak/şirk koştuklarınızdan uzağım” dedi. “Doğrusu ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana, doğruya yönelerek çevirdim. Ben puta tapanlardan değilim”. Milleti onunla tartışmaya girişti. “Beni doğru yola eriştirmişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? Ben sizin O'na ortak/şirk koştuğunuz şeylerden korkmam. Ancak, Rabbim ne dilerse o olur! Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hala ibret almıyor musunuz?” dedi.”94
Hz. İbrahim (a.s.)'ı buna sevkeden, yani Allah'ı bulmaya iten sebep, yaratılıştaki din duygusundan başka bir şey değildir. 95 Çünkü Allah, insanın fıtratına, Kendisini araştırıp ibadet etme temayülü ihsan etmiştir.96
Yukarıdaki ayet-i kerimelerden de anlaşılmaktadır ki, insan, fıtratı ve yaratılışı icabı kendisinden üstün, çok şümullü ve çok yüce, sonsuz bir kuvvetin varlığını hissetmektedir. Kendi varlığının ve âlemin üstünde hâkim ve sonsuz kudreti ve kuvveti iz'an ve hissetmek insanın cibbilliyetinde, benliğinde ve ruh yapısında mevcuttur. Bu inanç ve bilgi başka bir insandan gelmediği gibi, başka birini taklid etmek suretiyle de elde edilmiş değildir. Nazar ve istidlalin de bunda tesiri yoktur. O halde bu bilgi ve itikad sadece Allah'tan ve O'nun insanı yaratması özelliğinden gelmektedir.97
Allah'ı inkar etmekle meşhur olan, Allah fikrine düşman olan ve Allah'ı akıllarına getirmek istemeyen materyalist ve ateistler bile sıkıştıkları, zorda kaldıkları zaman, başka şeylerden ümitlerini kesip çaresiz kaldıkları vakit ister istemez Allah'a sığınır, O'na dua ve niyazda bulunur, başlarına gelen belâ, musibet ve felaketlerden dolayı Allah Teâla'dan yardım isterler. Kur'an-ı Kerim, işte bu tiyniyeti taşıyan materyalist ve zorba dinsizlerden biri olan Fir'avun'un hazin sonunu şöyle anlatır:
“(Adamlarını) toplayıp seslendi: “Sizin en yüce Rabbiniz benim!” dedi.98
Bir ayet-i celilede buyrulduğu üzere Fir'avn:
“Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir ilahınız olduğunu bilmiyorum. Ey Hâmân! Benim için çamur pişir de bir kule yap. Belki (çıkar) Musa'nın tanrısını görürüm. Doğrusu O'nu yalancılardan sanıyorum” dedi”99
“Fir'avn: “Andolsun, eğer benden başka bir tann edinirsen, seni muhakkak zindana girenlerden ederim” dedi.”100
Fir'avn'un bu sözlerle kastı, kendisinden başka bütün ilahları inkar etmek değil, Musa (a.s.)'nın davasını red ve iptal etmektir. Musa (a.s.) rububiyeti sadece tabiatüstü bir izah dairesine inhisar ettirmekle kalmayıp, aynı zamanda emretme ve nehyetme gücüne sahip medeni ve siyasi manaları ile üstün hüküm ve kudret sahibi bir ilaha çağırınca, Fir'avn kendi tebaası altında bulunanlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Sizin için buna benzer, bu vasıfları haiz bir ilah bilmiyorum!” Ayrıca Fir'avn, Hz. Musa (a,s.) ı kendisinden başkasını ilah edinirse hapse atmakla tehdit etti.
Fir'avn'un asıl davası, tabiatın bağlı olduğu nizamda istediğini yapabilen üstün br ilahlık davası, mutlak ilahlık davası ve iddiası değildi. Aksine onun davası, siyasi ilahlık davası idi. 101 O, Musa (a.s), peygamberliğini haber verdiğinde insanların ona inanmasını önlemek için bu iddia ile onları şaşırtmak istiyordu.
Bu nedenle diyebiliriz ki, Fir'avn bu konuda kendi kendisini dahi inandırmış değildi. Örneğin o, “bilmiyorum” ifadesini kullanıyor, “Sizin benden başka ilahınız yoktur” şeklinde kesin bir ifade kullanmıyor. Yine “doğrusu onu (Musa'yı) yalancılardan sanıyorum” diyor. Kesin olarak “yalancıdır” demiyor. Çünkü gökleri ve yeri yaratma ve bu evrendeki doğal güçleri idare etme iddiasında bulunamıyordu.
Konuşmasından, kaypaklığından ve tartışmasındaki hileden, Fir'avn'un içinde yatan insanları haktan çevirme, onları köle edinme için başvurduğu kirli hesaplarını seziyorsunuz. Yine etrafındakilere kendi arasında ayrılığın, soğukluğu gidereceğini sezdiğinde onları korkutmak ve kendine meylettirmek için uluhiyet elbisesine bürünüşünü hissediyorsunuz. 102
Kur'an, zorba ve dinsiz, materyalist bir tağut olan Nemrud'un konumunu, yani onun rablik davasının Fir'avn'unki ile aynı olduğunu beyan eder:
“Allah kendisine mülk ve saltanat verdiği için şımararak İbrahim ile Rabbi arasında çekişeni görmedin mi? (O'nu tartışmaya iten, Allah Teâla'nın nimetiyle şımarmış olmasıdır.) İbrahim: “Rabbim dirilten ve öldürendir” demişti. “Ben de diriltir ve öldürürüm” dedi. İbrahim şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene” dedi. Kâfir apışıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.”103
Bu ayette söz konusu edilen tartışmanın asıl konusu şuydu: “Hz. İbrahim (a.s.) rab olarak kimi kabul ediyordu? Allah'ı mı, Nemrud'u mu? Bu tartışma, tebaasını rab olarak Allah'ı değilde, kendisini kabul etmeye zorlayan Nemrud'un zorbalığından kaynaklanıyordu. Tabii onun bu iddiası yanlıştı. Kendisine bu mülkü veren Allah'a şükreden bir kul olmak yerine o, öyle nankör oldu ki, tebaasının rabbi olduğunu iddia etmeye başladı. Hz. İbrahim (a.s.) bu durumu kabul edemeyeceği için aralarında bir tartışma meydana geldi.
Bu tartışmanın asıl mahiyetini anlayabilmek için aşağıdaki noktalaRI gÖzönünde bulundurmalıyız:
1- Allah'ı ilahlar ilahı ve rabler Rabbi olarak kabul edip, bununla birlikte O'nu Tek Rabb ve Tek Ma'bud olarak kabul etmediklerini gösterir bir şekilde O'na başka ilahlar ve rableri ortak koşmak, hemen hemen tüm müşrik toplumların özelliğidir.
2- Onlar her zaman ilahlığı iki kısma ayırmışlardır: Tabiatüstü ilahlık ve hüküm konusunda ilahlık. Bir sonuç doğuran her tür sebebi kontrol eden tabiatüstü ilahlığı, Allah'a atfetmişlerdir. Bu nedenle ihtiyaç duyduklarında veya zorluk anlarında O'ndan yardım dilerler; fakat cahillikleri nedeniyle ruhları, melekleri, cinleri, yıldızlan ve daha çok şeyi yüce Allah'a eş koşarlar ve onlara dua ederler, onlara ibadet ederler ve onlar için yapılmış tapmaklara adaklar sunarlar. Sadece Allah'a ait olan ve hayat tarzını belirleme, emirlerine uyulmasını isteme ve dünyadaki bütün işler üzerinde mutlak otorite sahibi olma hakkını sadece O'na veren hakimiyette ilahlığa gelince, her çağdaki müşrikler bu hakkı Allah'tan alıp, kral soyundan gelenler veya gruplara vermişler veya Allah ile diğer putlar arasında paylaştırmışlardır. Kral soyundan gelenlerin ikinci kategorideki anlamıyla ilahlık iddia etmelerinin nedeni budur. Bu soylular grubu, iddialarına destek bulabilmek için birinci anlamda ilahların soyundan geldikleri iddia etmişlerdir. Rahipler ve din adamları ise onları bu konuda destekleyip savunmuşlardır.
3- Nemrud, hakimiyete sahip olduğu anlamında ilahlık iddiasında bulunmuştur. O ne Allah'ın varlığını reddetmiş, ne göklerin ve yerin yaratıcısı ve ne de evrenin yöneticisi olduğunu iddia etmiştir. O sadece Irak'ın ve Irak'ta yaşayanların mutlak efendisi ve hakimi olduğunu iddia ediyordu. O'nun iddiası şuydu. Ben ne dersem kanundur. Ve ben söylediklerim nedeniyle benden başka hiçbir kimseye karşı sorumlu değilim. Bu nedenle beni efendi (rab) olarak kabul etmeyen her Irak'lı âsidir.
Hz. İbrahim (a. s.) ilk cümlesinden itibaren Allah'tan başka Rab olmayacağını apaçık bir şekilde ortaya koyduysa da, Nemrud yine de onun iddiasını çürütmeye çalıştı. 104 Rivayet edildiğine göre Hz. İbrahim: “Rabbim dirilten ve öldürendir” 105 ayetini okuyunca Nemrud iki adam getirtmiş, birini idam edip, diğerini serbest bırakmış ve Hz. İbrahim (a.s.)'e “İşte gördün mü, ben de diriltir ve öldürürüm” 106 demiştir. 107 Fakat ikinci delilden sonra Nemrud o derece sıkıştırılmıştı ki, başka bir sebep öne sürecek gücü kalmamıştı. Çünkü kendisi de, güneşin, Hz. ibrahim (a.s.)’ın Rab olarak kabul ettiği Allah'ın emrinde olduğunu biliyordu. Fakat buna rağmen o, bu apaçık gerçeği kabul edemezdi; çünkü bunu kabul etmesi despotluk yönetiminden vazgeçmesi demek olurdu. 108
Denilebilir ki, Kur'an-ı Kerim'de İbrahim (a.s.)’ın kavmini Allah'ın varlığına inandırmak için sarfettiği tek sözcüğe rastlamak mümkün değildir. Yalnız, kavmini her sözünde Allah Teâla’nın tek rab ve tek ilah olduğu fikrine davet ettiği, onların şirk dininden vazgeçerek Tevhid'e sarılmaları için vargücüyle çaba sarfettiğini gör aruz.
Nemrud'un durumuna gelince... İbrahim (a.s.)’ın kavmini Allah'ın varlığına inandırmak için sarfettiği tek sözcüğe rastlamak mümkün değildir. Yalnız, kavmini her sözünde Allah Teâla’nın tek rab ve tek ilah olduğu fikrine davet ettiğini, onların şirk dininden vazgeçerek Tevhid'e sarılmaları için vargücüyle çaba sarfettiğini görürüz.
Nemrud'un durumuna gelince... İbrahim (a.s.) ile onun arasında geçen konuşmalardan anlaşıldığına göre 109 aralarındaki anlaşmazlık, Allah Teâla’nın varlığı veya yokluğu hususunda değil, İbrahim (a.s.) m sadece Allah'ı rab kabul eden bir kimse olmasından ileri geliyordu. Nemrud ise Allah'ın varlığına inanan kimselerdendi. 110
f- Kur'an-ın Ateizm/Tanrıtanımazlık Fikrine Bakışı:
İnkâr, Cenab-ı Allah'ı tanımamak demektir. 111 Batı dünyasında bu kavram tanrıya, Allah'a inanmazlık, tanrı tanımazlık anlamına gelen “Ateizm” sözcüğü ile karşılanmıştır.112
Kur'an-ı Kerim salt ateizmi imkansız görmekte ve böyle bir düşüncenin insanda gerçekte var olabileceğini kabul etmemektedir.
“Dediler ki: Ne varsa dünya hayatımızdır, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız, bizi zamandan başka bir şey helak etmiyor (öldürmüyor).”113
Bazı kimseler bu ayet-i kerimeye işaret ederek Arap cahiliye döneminde (ve buna bağlı olarak da başka dönemlerde) Allah'ın varlığını inkar edenlerin bulunduğunu ve kendilerine “dehriler” adı verilen bu kimselerin Allah'ın varlığını inkar eden ve dolayısıyla tabiatı tanrılaştıran kimseler olduklarını söylerler.
Oysa ayet kesin olarak sözü edilen iddiaya delâlet etmemektedir. Ayetin kesin olarak belirttiği şundan ibarettir. Kendilerine değinilen bu kimseler öldükten sonra tekrar dirilmeyi, yani ahireti inkar ediyorlar. 114 Fakat bunların aynı zamanda Allah'ın varlığını da inkâr ettikleri ayetten kesin olarak anlaşılmamaktadır. 115
Araplar arasında ya da onların dışında kalan ümmetlerde, İslam'dan önce Allah'ın varlığını kabul etmeyen kimselerin bulunduğuna dair kesin bilgi kaynağı yoktur. Sahih olduğu kesin olarak bildirilen bir hadis-i şerif de buna işaret etmemektedir. Mesele bu noktada odaklaşınca en büyük ihtimal ayet-i kerimede kendilerine işaret edilen kimselerin Allah'ın varlığına iman etmek ve O'nun hem yaratıcı, hem de kâinatın işlerinin yöneticisi olduğuna inanmakla birlikte, toprak ve kemiğe dönüştükten sonra ölüleri diriltmeye muktedir olduğunu inkâr eden kimseler olmalıdır:
“Eğer onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorarsan, elbette-ki: “Allah” diyeceklerdir.” 116
“De ki: “Biliyorsanız dünya ve içinde bulunanlar kimindir?” Onlar: “Allah'ındır” diyecekler. “O halde düşünmez misiniz?” de. “Yedi göğün rabbi ve büyük arşın rabbi kimdir” de. Bunlar “Allah'dır” diyecekler. Sen de: “O halde (O'nun azabından) sakınmaz mısınız?” de. “Biliyorsanız (söyleyin) herşeyin melekûtu (hâkimiyet ve yönetimi) elinde olan, koruyup kollayan, fakat kendisi korunup kollan(maya muhtaç ol) mayan kimdir?” de. (Herşeyin yönetimi ve hakimiyeti) Allah'a aittir” diyecekler. “O halde nasıl büyüleniyorsunuz? de.”117
“Küfre sapanlar (birbirlerine) dediler ki: “Siz tamamen parçalanıp dağıldıktan sonra mutlaka yeni bir yaratılış içerisinde olacağınızı, size haber veren bir adam gösterelim mi? Allah'a yalan mı uydurdu, yoksa kendisinde delilik mi var? Hayır, Âhirete iman etmeyenler azap ve uzak bir sapıklık içindedirler,”118
Bunlara göre, onların öldükten sonra dirilmeyi yalanlamaları, Allah'ın varlığını inkâr etmelerinden kaynaklanmıyor; Şânı Yüce Allah'ın vücutları çürüdükten ve toprak arasında kaybolup gittikten sonra ölüleri diriltmeye muktedir olacağını kabul etmiyorlardı.
“Dediler ki: “Biz yerde (toprağa karışıp) kaybolduktan sonra, biz mi yeni bir yaratılışta olacağız?”119
İşte bu bakımdan, bu gibi kimselerle bu konuda yapılan tartışma tümüyle tek bir anlam etrafında dönüp duruyordu. O anlam da şudur: “Bütün yaratıkları ilk olarak yoktan var eden, onları ikinci bir defa yeniden yaratmaya kadirdir.”
“Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi: “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek? dedi. De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecek. O her yaratmayı çok iyi bilendir.” O ki size yeşil ağaçtan ateş yaktı da siz ondan yakıyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Elbette (kadirdir), O yaratandır, her şeyi çok iyi bilendir. O'nun işi bir şeyi(n olmasını) istedi mi, ona sadece: “Ol” demektir. Hemen oluverir. Herşeyin hâkimiyet ve tasarrufu elinde olan (Allah)’ın şanı ne yücedir ve siz O'na döndürüleceksiniz.”120
“Ve: “Biz kemikler ve ufalanmış toprak haline geldikten sonra, biz mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz?” dediler. Görmediler mi, gökleri ve yeri yaratan Allah, kendilerinin benzerini yaratmaya da kadirdir. Kendileri için bir süre koymuştur. Onda hiçbir şüphe yoktur. Ama zalimler inkârda direnmekten başkasını yapmadılar”.121
“Yaratmaya başlayan O'dur. Sonra onu iade ederek yeniden yapar. Bu O'na daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar yalnız O'nundur. O azizdir, hâkimdir.”122
Kendilerine “Dehriler” adı verilen kimseler, öldükten sonra dirilmeyi kesinlikle inkâr ediyor ve şöyle diyorlardı: “Hayat denilen şey, sadece dünya hayatından ibarettir. Yani ondan sonra bir başka hayatın varlığı söz konusu değildir. Bizden ölenler ölür, dünyaya gelenler de gelir. Bizim ölümümüzün sebebi ise sadece zamanın geçmesidir. Zaman geçtikçe bir kısım insanlar da ölüp gidiyor... Fakat bunun ötesinde ne dirilmek, ne de hayat söz konusu değildi. Onlann Allah'ın varlığını inkâr etmiş olmalarına gelince; bu ayet-i kerimede buna ne sarih (açık) bir şekilde, ne de lâzımı (istidlal ve sonuç çıkarmak suretiyle) delâlet etmemektedir. 123
Bütün bu gerçekleri göz önünde bulundurarak şöyle bir sonuca varmak mümkündür: Arapların Allah'ın varlığını ikrar ettikleri, O'nun varlığını bildikleri bilinen bir gerçektir. 124 Peki, onların kendilerini yok edeceğini söyledikleri “dehr (zaman)” nedir? İşte bu soruya Rasulullah (s.a.v.)’ın bir hadis-i şerifinde cevap bulmak mümkündür:
“Yüce Allah buyuruyor ki: “Ademoğlu zamana söverek bana eziyet eder. (Çünkü) Ben zamanım. Bütün işler benim elimdedir. Geceyi ve gündüzü Ben evirip-çeviririm”125
Demek oluyor ki, Kur'an'da sözü edilen bu kimseler Allah'ın varlığını inkâr etmiyor, aksine yaratıklardan bazılarını Allah'a ortak koşuyorlardı. 126
g- Salt Ateizm Mümkün mü?
Kur'an-ı Kerim salt ateizm'in mümkün olmadığı fikri üzerinde durur ve mutlak bir tanrıtanımazlığın imkansız olduğunu açık bir şekilde ortaya koyar.
Kitab-i Mecid'de, her şeyin yolunda gittiği zamanlarda Allah'ı unutarak en sıkı ateist geçinenlerin bile her taraftan belâ ve musibet ile karşılaştıklarında ve başka herhangi bir çıkış yolu bulamadıklarında Allah'tan istimdat istemeye başladıkları belirtilir.127
“O Kâfirler, kara bulutlar gibi dalga sardığı zaman, dini Allah'a has kılarak O'na yalvarır, dua ederler. Allah onları karaya çıkarıp kurtardığında içlerinden bir kısmı doğru yolda kalır (diğerleri ise eski küfürlerine devam ederler).”128
“De ki: “Düşünüp-taşınıp söyleyin bana, eğer Allah'ın azabı size gelse veya saat (kıyamet) size erişirse Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Eğer doğrularsanız tabii”. Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız da, O dilerse hakkında yalvardığınızı savar ve şirk koştuklarınızı unutursunuz.” 129
Bu ayet-i kerimelerden de anlaşılıyor ki, insanoğlu, başına bir musibet geldiğinde veya tüm korkunçluğuyla ölümle karşılaştığında Allah'tan başka sığınacak bir şey bulamaz. Böyle durumlarda, en katı putperestler bile kendi tanrılarını unutarak, Allah'ın yardımına can atarlar. Aynı şekilde en inatçı ateistler çaresizlik içinde kaldıkları zaman kurtuluş için ister istemez Allah'a yalvarırlar. Bu ayetlerde insanın kendi zihni durumu bir gerçeğin göstergesi olarak sunulmaktadır. Çünkü bu bir Allah'ın varlığına ve her insanın kalbinin derinliklerinde yatan Allah'ın varlığına ve her insanın kalbinin derinliklerinde yatan Allah'a ibadet ihtiyacına açık bir delildir. Bu ihtiyaç ve eğilim gaflet ve cehaletle perdelenebilirse de zaman zaman musibetlerin etkisiyle yüzeye çıkar. 130
Kur'an ateistlik/tanrıtanımazlık iddiasında bulunanların inkâr gibi bir yargıya selim fıtratlarının sesine kulak vererek değil, bilâkis benliklerindeki varlığı mevcud olan derin şuuru baskı altında tutarak ulaştıklarından sözeder:
“Mucizelerin Allah tarafından olduğunu kalpleriyle yakinen bildikleri halde, nefislerine zulmederek ve kibirlenerek bütün mucizeleri (açıktan) inkar ettiler.”131
“Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, yine de: “Gözlerimiz döndürüldü, bilakis biz büyülenmiş bir milletiz!” derlerdi.”132
“Eğer sana kağıt üzerinde yazılmış bir kitap indirseydik de onlar elleriyle onu tutmuş olsalardı, buna rağmen inkâr ederlerdi, “Bu, apaçık büyüden başka birşey değildir” derlerdi.”133
“Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah'ın dilemesi müstesna yine de inanacak değillerdi...”134
Kur'an-ı Kerim “inkâr” olayının realiteden hareketle ve selim fıtratının sesine kulak verilerek ulaşılmış bir sonuç değil, tam tersine gerçekleri gizleyerek, hakikatlerin üzerini örterek varılan bir yargı olduğunu belirtir. Zira Arap lügatında kâfir: “gerçekleri bile bile örten” anlamına gelir. Bu yüzden yeşermesi için tohumun üzerini toprakla örten, gizleyen çiftçiye; aynı şekilde şahısları gizledeği için de geceye “kâfir” denilmiştir. 135
Ateist/tanrıtanımaz olduğunu iddia edenler yanlış savunmayı kendilerine meslek edinmiş, insanlığın Allah'a iman gibi umumi olan ittifakından kendilerini dışarı atan, müstesna kabileden, marazı ruhlu kimselerdir. İnkârlarına delil aramaktadırlar. Ancak bu delili bulamamaktadırlar. Çünkü tecrübe, tarih, ilim ve duyular muvacehisinde inkara delil yoktur. 136 Fakat ateistler hep yanlışı savunmakta ısrar ettikleri için böylelerine değil akli delil, Kur'an'ın yukarıda geçen ayetlerinde ifade edildiği gibi müşahas bir vakıa, gözleriyle görüp elleriyle dokundukları maddi bir olay bile fayda vermez. Çünkü böyle kimseler sapıklıkta kalmayı bir zihin hali haline getirmişler ve sabit tutum şekline dönüştürmüşlerdir. 137
Yine Kur'an'ı Kerim -yukarıda bahsettiğimiz üzere-materyalist, zorba, dinsiz olan ve tanrıtanımaz/ateist görünen fir'avn'dan bahsederken, O'nun Allah'ın varlığını hatta Hz. Musa (a.s.)’nın peygamberliğini bile inkâr etmediğini, yalnız şekâvetinden, inadından ve hasedinden bu hakikati itiraf etmediği belirtir. Şu halde Fir'avn itikadi ve felsefi açıdan tam bir inkarcı, bir kafir idi. Zira inkarını bilmeyerek değil, kasden yapıyordu. 138
Ayrıca -”Allah inancının fıtrî oluşu” başlığı altında işaret ettiğimiz gibi-Kur'anî veri (done)lerden anlıyoruz ki, önceleri Allah'ı unutan, hatta O'nu inkar etmeye kalkışan, Allah fikrine düşman olan kimseler bile başka şeylerden ümitlerini kesip çaresiz kaldıkları vakit ister istemez Allah'a niyazda bulunur, dört taraftan gelen belâ, musibet ve felaketler karşısında Allah'tan yardım ister ve O'na yalvarırlar. İçlerinde mevcud olan tabii ve fıtrî his ve inanç onları böyle istikametlere sevkeder.139
“İnsana bir zarar (sıkıntı) dokundurduğu zaman, yan yatarak, oturarak (bütün hallerde o zararın giderilmesi için) bize dua eder. Fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider. İşte böylece haddi aşanlara yapmakta oldukları şeyler süslü gösterildi.”140
“O, sizi karada ve denizde yürütendir. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içlerindekileri güzel bir rüzgarla alıp götürdükleri ve (yolcular) bununla neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da, dini yalnız Allah'a halis kılarak, “Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız” diye Allah'a yalvarırlar. Fakat Allah onlan kurtarınca, bir de bakarsın ki, yine haksız yere taşkınlık ediyorlar! Ey insanlar! Sizin taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizdedir; (bununla) sadece fâni dünya hayatının menfaatini elde edersiniz, sonunda dönüşünüz yine bizedir. (O zaman) yapmakta olduklarınızı size haber vereceğiz.” 141
“De ki: Bizi bundan (bu tehlikeden) kurtarırsa elbette şükredenlerden olacağız, diye gizli ve açık olarak O'na yalvarıp yakarırken, karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır? De ki: O'ndan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarır (fakat) sonra da siz yine O'na ortak koşarsınız.” 142
“Biz de ayrı ayrı mu'cizeler olarak onların üzerine tufan, çekirge, haşarat, kurbağalar ve kan gönderdik; yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular. Azap üzerlerine çökünce, “Ey Musa! Sana verdiği söz hürmetine, bizim için Rabbine dua et, eğer bizden azabı kaldırırsan muhakkak İsrailloğullarını seninle göndereceğiz” dediler. Biz, ulaşacakları bir müddete kadar onlardan azabı kaldırınca hemen sözlerinden dönüverdiler.”143
“Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman, “Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik” dediler. Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir...” 144
“Şimdi sen, göğün, insanları bürüyecek açık bir duman çıkaracağı günü gözetle. Zira bu, ezeli bir azabtır. (İşte o zaman insanlar): “Rab-bimiz! Bizden azabı kaldır. Doğrusu biz artık inanıyoruz” derler.” 145 “Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. O sizi kurtarıp karaya çıkardığında, yine eski halinize dönersiniz. Zaten insanoğlu nankördür.”146
İşte insan tabiatının ve fıtratının muhtevasını en doğru şekilde tespit ve teşhis etmek ancak böyle zamanlarda mümkün olur. 147
Bugün yeryüzünde yayılmış bulunan inkâr, herşeyin aklî ve ilmi bir esasa dayandığı iddia edilen bir asırda herhangi bir temele dayanmıyor ve ateizm iddiası ilmi bir gerçekten uzak bulunuyor.148
“İlim ve fen demek; olaylar arasındaki münasebet ve bağlantılardan ibaret olan kanunlar, sebepler ve benzerlikler demektir. Şu halde, ilim ve fen kısmen birleştirilmiş insanlık bilgisi olur. Fakat böyle bir birliği mümkün ve meşru saymak için, nihai bir birliğe, kanunları dahi götürebilecek “sebepten müstağni bir sebebe, bir Vücud-ı Mutlak'a ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç red ve inkâr edildiğinde ilim ve fennin temeli yıkılmış, insanlığın iftihar ettiği kültür ve medeniyet hiçe indirilmiş, şüphe yolu açılmış, bütün kültür heyezan derecesine indirilmiş olur. Bundan dolayı bu esastan yola çıkarsak inkarın gerçekte mümkün olmadığını görürüz. Haktan üçbeş şey öğrenen yarı bilgili ve yan aydınlar arasında inkarcı bulunabilir. Fakat bunların inkârlarında bir ilmi ve felsefi şekil olmayacağından, böyle bir inkâr cehl ve ahmaklık, kaim kafalılık gibi adlarla anılmalıdır. Söz konusu olan da bunların inkarı değildir. Mesele; bilgisizlik meydanından ilm ve fen meydanına nakledildiği gibi, yukarıda anlattığımız sebepler yüzünden ilmen ve felsefi olarak “inkâr” in mümkün olmadığını kabul etmek gerekir. Lâkin böyle bir kabulü tarihin yalanladığı da bir gerçek! İnsanlığın düşünce tarihini göz önüne alırsak, eskiden olsun, günümüzde olsun ilim ve felsefeden yola çıkarak inkarcılığını ilan edenler, inkarcı fikirler üzerine kurulu felsefi ekoller görebiliriz. Acaba bu adamlar ilmin ve fennin gerçeklerini göremiyecek kadar cahil miydiler ki, fennen inkar'ın imkansızlığına rağmen inkarı bir felsefi ekol derecesine çıkardılar?
“Hayır! Bu düşünürler imkansızlığı pek güzel görebildikleri için nihai sebebi, Vücud-u Mutlak'ı inkar suretiyle değil, bu gerçekleri tahrif ve amaçlarından saptırmak suretiyle, inkarı mümkünmüş gibi gösterdiler. İşte bu itibarla inkar; “gerçeğin tahrif edilmesi” demek olur. Yani bu inkarcılar, gerçek varlığı ve nihai sebebi inkar etmekle acizlik göstermekte iken, onu “felsefi deyimle uluhiyetine” aykırı bir surette tasavvur ve bu gerçeğin amaç ve kıymetini değiştirirler. Onlar işte yalnız bu itibarla inkarcıdırlar.”149
Zaten ateist/tanrıtanımazların Allah'ın var olmadığı ile ilgili geliştirdikleri kıyas, şekil ve kapsam bakımından yanlıştır. Ki, bu tür kıyasa “mugalata” adı verilir. Gerçek bilgi ile mukayesesi dahi imkansız olan mugalatanın şekil bakımından yanlış olması, kıyasta bulunması gereken şartlan bulundurmaması; kapsam bakımından yanlış olması da, gerçek olmadıkları halde gerçeğe benzeyen yanlış önermeleri ihtiva etmesi demektir. Mantıkta bunlara “safsata” adı verilir.
Çoğu kez bir fikirde ısrar sonucu başvurulan ve özellikle ateistlerin tanrının yokluğunu ispatlamak için kullandıkları mugalatanın bir çeşidi olan “müsadere ale'l-matlûb” şudur: Öne sürülen iddia ispatlanacak yerde, netice şeklinde gösterilip, sanki ispat edilmiş gibi başka bir hükmü ona dayandırma biçiminde ifade edilir. Örneğin; inkarcılar Allah'ı inkar ederken şöyle bir akıl yürütmede bulunurlar. -Gözle görülmeyen hiçbir şey var değildir. -Allah gözle görülmüyor. -O halde Allah var değildir.
Bu tür akıl yürütme mugalatadır. Çünkü burada öne sürülen iddia “Duyularla hissedilmeyenler asla var değildir” önermesidir. Bunun ispatlanması gerekir. Halbuki inkarcılar bu iddiayı ispatlayacak yerde onu sonuç şeklinde göstererek mugalata yaparlar. 150
Ateizmin imkansız olduğu görüşü ile ortaya çıkan Batı dünyasından düşünürler de yok değildir. Örneğin ilk hıristiyan ilahiyatçılarından Anselm -daha önce de işaret ettiğimiz gibi-Kutsal Kitab’ın “Mezmurlar”(Psalm 14:1) bölümündeki şu ifadeyi tekrarlamaktadır: “Kalbimde tanrı yoktur” diyen bir aptalın zihninde bile kendisinden daha yetkini düşünülmeyen bir tanrı fikri vardır. 151
Yine tanınmış hristiyan ilahiyatçı Agustine, bir duasında şöyle der: “Tanrım sen bizi kendin için yarattın; kalplerimiz senin varlığında sükûn buluncaya kadar huzursuz olmaya devam edecektir!” Bu demektir ki, insan kendi hayatını er-geç dini bir yoruma tabi tutacak ve bir takım bocalamalar ve kuşkular geçirse bile, sonunda tanrıya varacaktır. 152
La Bruyere, pozitif, akli ve felsefi olarak derinleşmiş bir ateizmin mümkün olmadığını, böyle bir düşünce ile karşılaşmanın çok güç olduğunu dile getirerek, çağımızın tanrıtanımazlarını nitelemeye gayet uygun düşen terimlerle şöyle işaret etmiştir:
“Tanrı’nın asla var olmadığına inanan biriyle karşılaşmayı çok isterdim. Böyle birisi bana, en azından kendisini ikna edebilen, çürütülmez gerçeği açıklardı.”153
La Bruyere, biraz keskin bir ifade olmamakla beraber, çok etkili bir üslup ile bu parçada sanki şöyle demiştir: “Ateizm diye bir şey asla yoktur.”154
Salt ateizmin çok zor, hatta imkansız olduğu görüşü yüzyılımızda da birçok savunucu bulabilmiştir. Tanınmış İngiliz düşünürü John Baillı'e Solipsist'in içinde bulunduğu durumdan sözederken şöyle der: “Demeliyiz ki, Solipsistler zihinlerinin ucuyla komşularının ve çevrelerindeki dünyanın gerçek varlıklarını inkar ettikleri halde kalplerinin derinliklerinde onların var olduklarından asla şüphe etmemektedirler. O halde ateistler için niçin aynı şeyi düşünmeyelim?” Baillie'nin düşüncesine göre, ateist, her ne kadar Tanrı’nın varlığına inanmadığını açıkça söylemekte ise de, onun variıgnın derinlikleride Tanrı fikri gizlidir. 155
Simdi de Ecce Homo'nun bir pasajına başvuralım: “Tanrı, ruhun ölümsüzlüğü (İsa tarafından insanın kurtarılışı), (redemption), kurtarma (delivrance) gibi, bir yığın düşünce hiçbir zaman ne dikkatimi sarfettiğim, ne de zaman harcadığım konulardır. Hatta ilk gençlik çağında bile. Belki de bunu yapacak kadar asla çocuk olmadım. Ben de tabii bir içgüdü olduğu için, ateizmde bir netice, bir olay görecek de değilim.” 156
Günümüz düşünürlerinden ).A.T. Robinson, “Tam anlamıyla çağdaş olan bir insan ateist olmayabilir mi?” başlığının taşıyan bir yazısında dogmatik, başka bir deyişle düşünülmüş ve tartışılmış bir ateizmin mümkün olmadığını ifade etmektedir. Ona göre, insan ilahi gücün varlığını, içinden gelen bir zorlama ile duymaktadır. Bu duyuş, tabiatın aracılığı ile artistik ve bilimsel bir kanalla, toplumsal ilişkiler yoluyla ortaya çıkabilir. Böyle bir varlığa ne ad verebileceğini ve onu nasıl tasavvur edebileceğini bilmeyebilir; hatta onun duygu ve düşünce dünyası tüm bir karışıklık içine gömülebilir. Buna rağmen o, kendi yolunu açmak ve ilahi sese doğru gitmek gereğini er-geç idrak eder. Görülüyor ki, Robinson bir “iç zorlama” dan söz etmekte ve ateizmi bir tür “kaçış” olarak görmektedir.157
Diyebiliriz ki, Kur'an, Allah'ı inkar etmenin mümkün olmadığı fikri üzerinde ehemmiyette durmuştur. Kur'an-ı Kerim'de bu hususla ilgili birçok ayet-i kerime vardır.
Allah fikrini metafizik (fizikötesi) bir kavram olduğu için reddetmek büyük bir sapıklıktır.158
Vakıa (gerçek) ile ilgilenmeyebilir, fakat O'nun inkar edilmesi pek mümkün değildir. 159
Şu halde “ateizm” ya da “tanrıtanımazlık” ilmşı ve felsefi bir inkar olmadığından, böyle bir inkar cehl ve ahmaklık, kalın kafalılık gibi adlarla anılmalıdır. 160
Allah'ı inkar etmek akl-ı selim sahiplerinin değil, vicdanlarının bütün kapılarını gerçeklere kapatmış olan, peşin hükümlü, bir tür mistik tavır, bir tür kaçış, nihilist bir yaklaşım 161 ve bir çıkmaz içerisinde bulunan düşüncesiz 162 zavallıların işidir. 163
h- Allah'ın Varlığını İsbat Etmek Mümkün mü?
Kur’an-ı Kerim, -varlık fikrinin ruhta önceden fıtrî olarak yeretmiş olmasından dolayı -Allah Teâla'yı inkar etmek nasıl mümkün değilse 164, aynı şekilde insanın sınırlı bir dünyada, sınırlı bilgilerle, sınırsız ve sonsuz olan Allah Teâla'yı maddi bir takım fenomenlerden hareketle isbat etmesinin de mümkün olmayacağını açıkça belirtir:
“Gözler O'nu görmez. O bütün gözleri görür. O lâtiftir; herşeyden haberdardır.”165
“Onların hiç birinin ilmi asla O'nu kavrayamaz.”166
Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, insanlara Allah'ın zâtını idrak edebilecek bir kudret verilmemiştir. Çünkü sonradan yaratılmış fani bir kulun takadı ezeli ve ebedi olan varlığı görecek güçte değildir. 167
Zaten, eğer Allah'ın varlığı herhangi bir emprik ya da soyut objenin varlığı gibi kanıtlanabilseydi dindeki anlatımıyla inanma yok olurdu. 168 Gayba iman etmenin bir anlamı kalmazdı.
İslâm'da iman, yani inanma, bir özgürlük, bir seçim ve bir karar verme işidir. Görülmeyene inanma, dini deyimle “gayba iman”ın önemi ve değeri buradan gelmektedir. Eğer tanrı, varlığı önümde duran şu masanın varlığı gibi bana dıştan empozeettirseydi, eski bir deyimle “bi-lâ hicâb tecelli” etseydi, o zaman tek alternatif inanmak olurdu. Bu ise, insan özgürlüğünün sonu demektir. 169
La Bruyere konumuzla doğrudan alakalı olarak şunları söylüyor: “Tanrıyı ispatlama hususunda içine düştüğüm acizlik, bana O'nun var olduğunu keşfettiriyor.”170
Aynı şekilde Kant da kendisi tanrının varlığına inandığı halde O'nu ispat etmenin mümkün olmadığı görüşünü benimsemiştir. O'na göre hiç bir metafizik (fizik ötesi) hükmün ispatı mümkün olmadığına göre, tanrının varlığının ispatı da mümkün değildir. Fakat Kant’ın durumunda dikkate değer olan şey bu hükme vardıktan sonra, tanrının varlığından daima emin olmayı sürdürmüş olmasıdır. Tanrının varlığının ispatlanmaz olması onu bir tanrıtanımaz yapmamıştır.171
ı- Allah'ın Varlığını İspat Etmeye Çalışmanın Doğurduğu Zararlı Sonuçlar:
Buruya kadar anlattığımız delilerden ortaya çıkan netice şudur: Kur'an, selim fıtrata hitap ettiği için, Allah'ın varlığını herkesin bedihi ve zaruri olarak kabul ettiği bir gerçek olarak ele alıyor ve isbatma çalışmıyor.172
Cenab-ı Allah, sınırlı bir dünyada, sınırlı bilgilerle, sınırsız ve sonsuz olan zatını ispat etmenin, insanoğlunun gücünü aşacağını bildiği için kullarını kendi varlığını ispat etmekle yükümlü tutmamış, onlara böyle bir sorumlulk veya yetki vermemiştir. Çünkü duyular aleminin ötesinde olan Allah insanlık için mümkün olan tecrübenin sınırları içerisine girmemektedir.
İ. Raci Farukî “Tevhid” adlı eserinde İslam dünyasında Allah'ın varlığım ispat etmeye çalışanların düştükleri hatayı ve böyle bir düşünceyi gerçekleştirmeye çalışmanın dini yönden doğurduğu zararlı sonuçlan şöyle dile getiriyor:
“Allah'ın varlığının maddi bir takım fenomenlerden hareketle ispatlamaya yeltenenler, hristiyanların tanrı anlayışındaki tutarsızlığa düştükleri? Neredeyse. Çünkü hristiyanların hiç bir zaman tanrının aslanlığını iddia etmede zaaf göstermelerine rağmen ölüm ıstıraplarını çekmek de dahil, O'nu yeryüzünde yürüyen ve insanın yaptığı herşeyi yapan bir adam gibi gördüler. Şüphesiz, onlara göre Hz. İsa hem adam, hem de tanrıydı. Onlar Hz. İsa'nın beşeri ya da ilâhi oluşu hakkında irtidat ya da sapkınlık suçlaması olmadan tuturalı bir fikre sahip olamadılar.”173
Bu açıklamadan sonra diyebiliriz ki, bilhassa İbn Rüşd'ün altını çizerek belirttiği gibi, Allah'a iman etmek için aklî deliller şart değildir. Allah Teâla böyle şart koymamıştır. Eğer böyle olsaydı, insanların büyük bir kısmı “güç yetmeyen bir yükümlülük (teklif mâ-lâ yutak) ile karşı karşıya kalmış olurlardı. Dolayısıyle, Allah Teâla insanlardan istemediği, irade buyurmadığı halde, onların Allah'ın varlığını ispat etme yolunu tutmuş olmaları Kur'an'a rağmen bir harekettir ki, bu Kur'an'ı bir bakıma ikinci plana itmek olacaktır. 174
j- Sonuç:
Buraya kadar Kur'an-ı Kerim'in ışığı altında, alim ve bilginlerin görüşlerinden istifade ederek yaptığımız açıklamalardan anlaşılıyor ki, bütün bilgi ve malumatımızın en açığı, en bedihî ve en zaruri olanı Allah hakkındaki bilgilerimizdir. Bundan daha açık; daha sağlam ve daha emin bir bilgimiz yoktur. Bu bilgi atıl ve nişlerimizle kazanılmış (iktisabı, kesbî) bir bilgi değildir. Fıtrattan, doğuştan ve yaratılıştan içimizde mevcuttur.175
İmam Fahruddin er-Razi (v. 606/1209)'nin de belirttiği gibi, bazı bilginler hayvanların bile Rablerinin varlığını bildiklerini 176, dolayısıyla insanların Allah'ın varlığını hiç bir aklî istidlale ihtiyaç duymadan fıtrî olarak idrâk etmelerinin tartışma götürmez bir gerçeklik olduğunu belirtmişlerdir. 177
Demek ki Allah inancı, insanlığa sonradan aşılanmış birşey olmayıp, insanın kendisiyle birlikte doğan, insan ruhunun fıtri bir özelliğidir. Tıpkı kuşlarda yuva yapma hissinin ve mıknatısta demiri çekme kuvvetinin oluşu gibi, insanda da inanma hissi doğuştan vardır. 178
İnsanoğlunun sahip olduğu ilk ve en doğru bilgi Allah'ın varlığı hakkındaki bilgilerdir. Bundan dolayı Kur'an, insanoğlunun Cenab-ı Hakk'ın varlığını inkar etmesini, günümüzün deyimiyle ateizm olayını imkan dahilinde görmezken, aynı şekilde kişinin Allah'ın varlığını ispat etmeye çalışmasını da boş bir uğraş olarak değerlendirir. Zaten O'nun varlığını ispat edebilmek imkan dahilinde değildir. Zira O'nun varlığını ispat, güneşin varlığını ispattan daha makul ve mantiki değildir. Belki güneşin varlığını ispat etmek düşünülür, ama ondan daha açık olan Allah Teâla'nın varlığım ispat asla. Buna imkân da yoktur. Zira O'nun varlığını ispat için elimizde daha açık bilgilerin bulunması lâzımdır. Halbuki böyle bir bilgi mevcut değildir. Böyle olunca açık olanı az açık olanla, tam olanı eksikle isbat, zihinleri karıştırmak ve düşünceleri bulandırmaktan başka bir işe yaramaz. O'nun varlığını isbata çalışmak gerçekten isbata muhtaç bir varlık olduğu intibaını uyandırabilir. Bu da tereddüt ve inkarlara yol açabilir. Bundan dolayı bu yolu tutmak doğru değildir, mahzurludur. 179
Kur'an-ı Kerime göre insanın varoluş, yaratılış gayesi Allah'ın varlığını ispat etmeye çalışmak değil, bilakis Kur'an ve Sünnetin tavsif ettiği şekilde Allah'ı tanımak ve hayatın her safhasında O'na gerçek anlamda kul olmaktır.
“Ben cinleri ve insanları -başka hiçbir amaçla değil-yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım.”180
Problem, inanması için insana uzun ve karmaşık kelâm delilleri ile Allah'ın varlığını ispatlamaya çalışmak değildir. Asıl problem, kâinattaki bu kadar açık hakikatlara insanın dikkatini çekip bu hakikatları Allah'ın “hatırlatıcıları” yaparak insanı imana davet etmektir. Bu yüzden Kur'an kendisini (ve Peygamberi de ) sık sık “bir hatırlatıcı” veya “hatırlatan” olarak tavsif etmektedir. 181
Allah Teâla'nın hakikatini, diğer bir tabirle büyük ilah’ın künhünü kavramak, gerçekte ne olduğunu bilmek insan aklının gücü dışındadır. 182 İnsanın nazar ve istidlali Zâtı İlâhiyeyi kavramaya, bu “lâ-hûti idrâk” e kâfi değildir. “Zât-ı Hakk'ı ilmen ihata edemezler” 183 ayet-i kerimesi ile Peygamber (s.a.v.)'in: “Siz Allah Teâla'nın nimetini ve kudretinin eserlerini düşününüz; Zâtını ise tefekküre dalmayınız; Çünkü O'na gücünüz yetmez” 184 hadisi şerif) de buna delildir. 185
Allah'ın Varlığını ispat için filozoflar ve kelamcılar çeşitli kanıtları ileri sürmüşlerdir. Bunlar ontolojik, kozmolojik, teolojik ve ahlaki kanıtlardır. Allah'ın Varlığını ispat için öne sürülen bu kanıtların hiçbiri yeterli değildir. İnsanın bilgi alanına giren herhangi bir konunun isbatı gibi değildir. Eğer yeterli olsalardı, ateist insan bulunamazdı. Allah'ın Varlığına inanmayanlar için ileri sürülen bütün bu kanıtlar, akıl alınında kalmaktadır. İsbatı istenen varlık ise, aklı aşan bir varlıktır. 186
Unutmamak gerekir ki, kendisine Allah'ın varlığını ispat etmek istediğimiz kimse Allah'ın varlığını kabul etmemektedir. Kabul etseydi isbata lüzum kalmazdı, ispat lüzumsuz olurdu. Allah'ın Varlığını kabul etmeyen birine O'nun Varlığını Allah ve Rasulünün sözüyle ispat etmek yanlıştır, tenakuzdur. Ayet ve hadisi kabul etseydi zaten Allah'a inanmış olması gerekirdi. Allah'a inanmayan kişiye, Allah'ın Varlığını, Allah'ın kelamı olan Kur'an ve Rasulü olan Hz. Peygamber (s.a.v.) in hadisi ile ispatta etmek çelişkilidir.187
Biz bu çalışmamızı meşhur kelamcı İmam Fahruddin er-Razi ile ünlü İslâm düşünürü ve bilgini Ebu'l-Kelâm Âzad’ın şu sözlerini tekrar ederek bitirmek istiyoruz;
“Diyalektik ve felsefenin sunduğu tüm metodları kullandım, fakat sonunda anladım ki bu metodlar işleyen kalbe bir teselli vermediği gibi, susayanın da susuzluğunu gidermemektedir. En iyi metod ve hakikate en yakın olan Kur'an'ın sunduğu metoddur. (...) Benim tecrübe edindiğimi tecrübe edenler, benim yaptığım gibi, hakikati anlayacaklardır.” 188
“Demek oluyor ki, “Allah” konusunda tek çıkar yol, Kur'an'ca anlatılan tutumdur. Bu hengameye başka hiçbir tutum hizmet edemez.” 189
Dostları ilə paylaş: |