Kürt haberleriNİn dişindaki TÜRKİye baskın Oran



Yüklə 82,09 Kb.
tarix24.11.2017
ölçüsü82,09 Kb.
#32810
növüYazı

KÜRT HABERLERİNİN DIŞINDAKİ TÜRKİYE
Baskın Oran
Geçmiş yazılarıma baktım, çoğu Kürt sorunuyla ilgili. Bu ülkenin orantısız biçimde en büyük derdi bu olmakla birlikte, Türkiye'nin başka problemleri de var, bu hafta biraz da onlara bakayım dedim.

Bırakın gündelik yaşamı, ortada rejimi değiştirmekte (ve tehdit etmekte) olan sorun yumakları ayağımıza dolanıp duruyor ve biz tüm dikkat ve enerjimizi Kürt konusuna harcadığımız için bunları gazetelerde manşet olarak okuyup geçiyoruz, manşet altını bile okumuyoruz. Kürt sorununu çözecek hiçbir reform paketi getirmeme inadının Türkiye'ye verdiği korkunç zararlardan biri de bu.

1985 başından beri tek gün aksatmadan tuttuğum bir gazete kesiği arşivi var. "İç Politika" dosyasını, 37 insanın katledildiği Sivas olaylarından bu yana şöyle bir tarıyordum, epey ibret-i âlem şeyler olmuş. Bu haberlerin şimdiye değin yalanlanmamış olanlarından birkaçını size de okuyayım mı? Merak ediyor musunuz?

Ben çok küçükken, doksanını aşkın olan anneannem ("ninem"), canı sıkıldıkça, "Oğlum, vukuat varsa oku da dinleyim!" der, bana gazete okuturdu. Sırf "vukuat" (vak'alar, olaylar) okumak yerine, kendime engel olamadığım bazı yerlerde "meşruhat" (şerhler, açıklamalar) da eklersem, idare edin:

1) "TBMM Araştırma Komisyonu raporunun Nokta dergisinde yayınlanan raporuna göre, Sivas'ta halkı tahrik eden İslami bildiriler yerel gazetelere Emniyet'in 23 85 37 numaralı faksından geçildi" (Cumhuriyet, 18.7.93)

Dört aydır bu işten bişey çıkmadığına göre, ya TBMM Raporu yalan, ya da Emniyet'in böyle bir "tahrik" yapması sakıncalı bulunmamış.

2) "Evren, ABD'deki prostat ameliyatının Meclis kararıyla yapıldığını söyledi" (Milliyet, Açık Pencere ve Cumhuriyet, 5.8.93)

Bir tablosu 500 milyon liraya satılan büyük ressam Ahmet Kenan Evren'e derin saygım olduğundan, bu konuda espri falan yapmayacak, yalnızca sözlerini sadıkane aktaracağım. Prostat hastalığı ve özellikle kendi prostatı konusunda ayrıntılı bilgi veren Evren, "Belli yaşın üzerindeki erkeklerde prostatın yanı sıra kalın bağırsak kanseri oluyormuş. Kadınlarda ise meme ve rahim kanseri oluyormuş. Tabiat denge kurmuş. İki ona, iki ona" dedi.

Gazetecilerin sorduğu "Atatürk, 'Beni Türk hekimlerine emanet ediniz' dediği halde, Atatürkçü bir eski cumhurbaşkanı olarak siz niye dışarıda ameliyat oldunuz?" gibi lüzumsuz bir soruya da "Bizde yetenekli doktorlar var, ama bakım iyi değil. Bizde teknoloji geri, ama doktorlarımız iyi. Üstelik, Gülhane Askeri Tıp Akademisi buna karar verdi" dedikten sonra, Musa Ağacık'ın aynı nitelikteki sorusuna daha anlamlı bir yanıt verdi: "Atatürk döneminde sadece tren vardı. Trenle de Amerika'ya gidilmez ki".

Haberde, ameliyatın 12 Temmuz'da gerçekleştiği, Evren'in doğum tarihinin ise 17 Temmuz olması yüzünden 7. Cumhurbaşkanımızın "Doğum günümde ölecek miyim?" korkusuna kapılarak çarpıntı geçirdiği, bu yüzden de hastanede bir hafta fazla kaldığı kendisinden öğrenildi . Bilindiği gibi, "7" rakamının zat-ı âlilerinin hayatında büyük önemi vardı ve 17 Temmuz 1987 Cuma günü ezcümle şunları söylemişlerdi:

"Bugün 17 Temmuz. Benim doğum günüm. 7 rakamının hayatımda çok önemli bir yeri vardır. 17 Temmuz 1917 tarihinde doğdum. Yani 1917 yılının 7. ayının 17. günü. 7 yaşında okula başladım. 17 yaşında Harp Okuluna girdim. 27 yaşında evlendim. 227. Alayın 57. bataryasında görev yaptım. 12 Eylül, cumhuriyetimizin 57. yılına tekabül ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti'nin 17. Genelkurmay Başkanı ve 7. Cumhurbaşkanı oldum. 7 Aralık l983'te ilk defa TBMM'de hitap ettim. Kaldığım Tandoğan Apartmanının numarası da 17 idi. 17 Temmuz 1987'de 70. doğum günüm".

Netice-i kelâm, üçüncü cildi yazmamakta direniyorum ama, hazret son günlerde fena zorlamaya başladı.

3) "Helsinki Daimi İzleme Komitesi, Türkiye'de zorla yapılan bekâret denetimlerini incelemek üzere bir heyet gönderdi" (Milliyet, 15.7.93)

Türk "yetkililer" gene Avrupalıların önünde. Gâvurların akılları başlarına, ancak Sliver filmindeki röntgen sahnelerini izledikten sonra gelmiş olacak.

4) "Belçika'da Türk çocuklarına zorla Hıristiyan ismi veriliyor" (Türkiye, 9.8.93)

Eh, hep biz Kürt kökenli vatandaşların çocuklarına Türk adı verecek değiliz ya. "Etme, bulma" dünyası.

Bu ufuk turu kolay bitesi değil. Yarın daha özel bir alanda devam edeceğiz.

------------------------------------------------------------------------------------------------------

Yarın: "60 milyonun teveccüh gösterdiği makam"
"60 MİLYONUN TEVECCÜH GÖSTERDİĞİ MAKAM"
Baskın Oran
Bizler tüm enerjimizi, "terörün nasıl kökünü kazırız" diye artırılmış önlemler düşünmeye harcarken, bakın Türkiye'de neler olup bitiyor. Dünden devam ediyoruz:

5) "Bakan Menteşe açıkladı: İmam-hatiplerin elverişli olanları okula çevrilecek" (Cumhuriyet, 21.9.93)

Sayıları yeterli olduğu gerekçesiyle, yeni imam-hatip lisesi açılmasına bakanlık izin vermiyor, bu okullar da "şube açmak" yöntemiyle çoğalıyorlardı.

Haberin altında Bakan Menteşe'nin şu sözü yer alıyor: "Devletle hile bağdaşmaz. Her şeyi mevzuata uygun hale getireceğiz". Rahmetli hocam Muammer Aksoy, doktora tezi savunmalarında en üstün not sayılan "Summa cum laude" derecesini, esprili biçimde, "Ossa ossa bu kaa olur" diye çevirirdi. Sayın bakan da devletin saygınlığını summa cum laude koruyor.

6) "Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Dr. Yusuf Ekinci, ortaokul kitaplarından Anadolu uygarlıklarını işleyen bölümlerin atılmasını ve Öğretmen El Kitabı'ndan 'Anadolu' sözcüğünün çıkarılmasını , 'Anadolu, Bizans'tan kalma bir terimdir' diye savundu" (Aydınlık, 15.10.93).

7) "Diyanet, bütçede dördüncü" (Aydınlık, 18.10.93).

Habere göre, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ödeneği, ulusal bütçede yalnızca Bayındırlık ve İmar-İskan, Milli Eğitim, Sağlık ve Milli Savunma Bakanlığı'ndan sonra geliyor. On bakanlığın bütçesi ise Diyanet'ten az. Genel bütçeden en küçük pay İnsan Hakları Teşkilatı'na ayrıldı.

8) "Taraf adlı İslami dergi: 'İslam'da şiddet vardır' " (Cumhuriyet, 18.10.93)

"İki, üç, daha fazla Sivas!" çağrısında bulunan dergi yazıişleri müdürü Abdullah Kiracı, habere göre, önemli olanın rejimi yıkmak olduğunu, bunun için de şiddetin kullanılabileceğini, Kemalistlerin de öldürülmesi gereken insanlar olduğunu söyledi.

9) "Ben kahvaltımı hergün burada yaparım, sonra da Türkiye'nin birliği ve bütünlüğü için Allahıma dua ederim" (Milliyet, Açık Pencere, 21.10.93)

31.10.93 tarihli basında çıkan haberlere göre, Çankaya ve Huber köşklerini yeniden döşemeye karar veren ve bu amaçla beş milyar liralık sipariş veren 9. Cumhurbaşkanı Demirel bunları Ertuğrul Özkök'e Çankaya Köşkü'nün balkonu için söyledi.

10) "Başbakan Çiller: 'Ne mutlu Müslüman olan bizlere' " (Aydınlık, 2.11.93)

Shereton Oteli'nde çalışmalarına başlayan 1. Din Şurası'nın açılışında başını örten, ama alnındaki kâhkülleri dışarıda bırakan Çiller, iyi bir Atatürkçü olarak, "Ne mutlu Müslümanım diyen bizlere" de diyebilirdi.

11) "Yani çocuklara Allah'ı, peygamberi anlatmayacak mıyız? Sağ eliyle yemek yemenin günah olduğunu bilmesinler mi? Bir Atatürk'ü nasıl anlatıyorsak Allah'ı, peygamberi de anlatacağız" (Cumhuriyet, 24.10.93)

Bu sözler, Refah Partili Güngören Belediyesi'ne ait, 4-6 yaş arası çocukları kabul eden anaokulu hakkında Belediye Başkan Yardımcısı Aslan Yaşar'ın sözleri. Kendisi, öğretmene şöyle yönerge vermiş: "Programım dolu diyorsan, Kırmızı Balık şarkısı yerine ilahi öğretirsin. İlkbahar mevsimi konusu yerine peygamber sevgisi konusunu işlersin". Aslan abem benim.

12) "Diyanet protokol ve resmi itibar istiyor" (Cumhuriyet, 14.10.93)

Başkan M.N. Yılmaz verdiği demeçte, "Bölge toplantılarında herkes, kırmızı plaka işi ne oldu, diye soruyor. 60 milyonun teveccüh gösterdiği makama layık olduğu değer verilmelidir" diyerek, kendisine protokolde YÖK Başkanı statüsü istedi.

13) "Mesai, cuma namazına göre ayarlansın" (Aydınlık, 6.11.93)

"Kur'an'ın yeniden yorumlanması" için toplanacağı aylar önce açıklanan 1. Din Şurası bitiminde yayınlanan bildirgede bundan başka şu kararlar da alındı: Din görevliliğinin cazip hale getirilmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı'na özerklik verilmesi, Başkan'ın seçimle gelmesi ve Başbakanlık yerine doğrudan Cumhurbaşkanlığı'na bağlanması, Diyanet Kur'an Eğitim Merkezlerinde verilen eğitimin zorunlu eğitimden sayılması.

Şura bitiminde, TBMM Bütçe Plan Komisyonu Diyanet Başkanı'na kırmızı plakalı araç tahsis etti. Şura'da, din adamlarına resmî nikâh kıyabilme yetkisi de istendi.

On üç uğursuz rakammış, hadi bir tane daha ekleyelim:

14) "Cami sayısı okulları geçti" (Aydınlık, 3.11.93)

UBA'nın haberine göre, Türkiye'de geçen yıl bulunan altmış sekiz bin camiye karşılık, 92-93 öğretim yılında ilk ve orta dereceli okullar toplamı altmış altı bin.

Böyle giderse, sınıf arkadaşım Melih 'in (Aşık) ve gazete arkadaşım Attilâ'nın (Aşut) ekmeğini elinden alacağım. İyisi mi, bu dinci gidişin yorumuna geçelim biz.

Yarın: Özgürlüğü öldürecek özgürlüğe ne yapmalı?

ÖZGÜRLÜĞÜ ÖLDÜRECEK ÖZGÜRLÜĞE NE YAPMALI ?

Baskın Oran
Siyaset biliminin belki bu en güç ve klasik sorusuna değinmek bana çok zor geliyor.

Soru zor olduğu için değil. Özgürlük anlayışı anarşizm sınırlarını zorlayan biri olduğum için.

Çok, ama çok uzun zamandır, en azından yirmi yıldır şuna inanıyorum: Bize ne kadar ve hangi nedenlerle ters gelirse gelsin, başkalarının özgürlüğünü ortadan kaldırmayacak özgürlükler hiçbir biçimde kısıtlanamaz.

(Bunun yerine "Şiddete başvurmayı önermeyen fikir kısıtlanamaz" da demek mümkün ama, sorunu çözmüyor. Çünkü, daha önce şiddet yoluyla engellenmiş olan özgürlüklerin yaşanabilmesi bazan ancak şiddet yoluyla mümkün olabiliyor. Buna siyaset biliminde Fransız Devrimi'nden beri "Direnme Hakkı" deniyor. 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nin daha 2. maddesi, dört doğal haktan biri olarak "baskıya karşı direnme"yi sayıyor. Bunun nedeni, siyasal iktidarın yetkilerini aşıp hak ve özgürlükleri çiğnemesi ve bireylere baskı yapması olasılığı. Hatta, Mülkiye'den oda komşum Profesör M.Ali Ağaoğulları'yla biraz önce telefonda konuşuyordum, direnme hakkı kavramını, Aziz Barthélemy Yortusu Kıyımı (1572) ertesinde ortaya çıkan Monarkomaklar'a kadar götürmek mümkün. Tabii, özgürlüğünü yaşayabilmeyi direnme hakkı (yani şiddet) sayesinde elde etmiş olanın, bu sefer başkalarının özgürlüklerini şiddet kullanarak önlemek adiliğine başvurmaması, temel kural)

Bu kuramsal giriş ve uzun parantezden sonra konuya hemen geçeyim. Dünkü yazımda örneklerini verdiğim dinci yükselmeden söz ediyorum.

Daha fazla örnek vermeye de gerek yok. Türkiye'deki dinci "uyanış" bireysel özgürlükleri ortadan kaldırıcı boyutlara ulaştı. Baskı yapmakta, "direniş hakkı"nda sözü edilen devlet baskısının bile ötesine geçebiliyor. "Kasaba" denilen Allahın belâsı küçük ve güdük yerleşim birimlerindeki korkunç toplumsal baskılardan söz etmiyorum. Ta İstanbul'un orta yerinden bahsediyorum.

Turistik Ortaköy'deki lokantalarda içki içilmesi Ortaköy Camii imamının eşgüdümünde engellenmek isteniyor. Arkadaşım Doçent Yücel Sayman Ankara'ya geçen gelişinde anlattı, Galata Kuledibi'nde bir izbeyi mescit ilan etmişler, etraftaki içkili lokantaları yasaklatmaya çalışıyorlarmış. Ayşe Yıldırım Cumhuriyet'te 24 Ekim'de yazıyor, Kasımpaşa Karanlıkçeşme Sokak'a minibüslerle gelen cüppeli ve sarıklı kişiler, kadınları örtünmeleri için zorluyor. Parmak kadar çocuklara "Kur'anı ellerinden bırakmayacaklarına, annelerini ve kız kardeşlerini tesettüre uymaya zorlayacaklarına yemin" ettiriliyor. 18 yaşındaki Arzu Can'ın yolu kesiliyor, örtünmesi isteniyor ve evine kadar kovalanıyor. Dün yazdığım gibi, İslamcı dergilerde açık açık, "İslam'da şiddet vardır" yazılıyor. Uygulama mı? Sivas'taki vahşeti şimdiye kadar PKK yapmadı.

Bütün bunların, "Kemalist" devletin bir zamanlar dine uyguladığı şiddete tepkiyle, yani direnme hakkıyla ilgisi yok. Bugün şeriatçı çevrelerin kendilerini mali ve siyasi bakımdan güçlü hissetmeleriyle var. Ben "Kemalist" devletin şiddetini de her zaman kınadım. Üniversiteye başörtüsüyle girilmesini engellemeye kalkan (ve tabii, başörtüsünün alabildiğine güçlenmesi sonucunu yaratan) aklıevvellerle her zaman mücadele ettim. Şu anda, uzun zamandır rahle-i tedrisime gelen en iyi öğrenci olan hanım kız, bir "sıkmabaş"tır. Başını örtme özgürlüğünü her zaman savunacağım. Çünkü bu onun bireysel özgürlüğü ve çünkü o, başka kızların mini etekle gelme özgürlüğünü sorgulamıyor.

Ama, benim başka öğrencilerim de var. İzin verirseniz, lâf uzayacağı için, o öğrencilerimden de yarın söz edeyim.

------------------------------------------------------------------------------------------------------- Yarın: "Başörtüsüne evet, mini eteğe hayır" öyle mi ?

"BAŞÖRTÜSÜNE EVET, MİNİ ETEĞE HAYIR", ÖYLE Mİ ?
Baskın Oran
Bakın, ilginç ama tatsız bir öyküdür. Geçenlerde odama iki öğrenci geldi.

Bizim Mülkiye'de öğrenciler bir topluluk (dernek) kurmak istedikleri zaman bir öğretim üyesine başvururlar, o kişi danışmanları ve sorumluları olur ve dekanlıkla ilişkileri yürütür. Benden, danışmanları olmamı istediler. Açıksözlü de davrandılar; kendilerinin İmam-hatip olduklarını söylediler. Benim için bişey fark etmeyeceğini söyledim. Daha önce başvurdukları öğretim üyelerinin bu yüzden danışmanlıklarını reddettiklerini, benim hoşgörülü bir hoca olduğumu öğrendiklerinden bana geldiklerini söylediler.

Şunları söyledim: Ben demokrat ve hoşgörülü olmakla övünürüm. Sizin danışmanınız olurum. Derneğinizin yasal haklarını da dekanlık nezdinde dile getiririm. Yalnız, siz bana fikirlerinizin ne olduğu iyice anlatın. Bunun için de şu sorularıma içtenlikle cevap verin:

1) Ben, 12 Eylül'ün en berbat zamanlarında, başörtüsüyle fakülteye gelmeyi dişimle tırnağımla savundum. Siz de bigün mini etekle gelmek yasaklanırsa, bunu bir özgürlük kısıtlaması sayıp karşı çıkar mısınız?

2) Bugünlerde Temel İçgüdü filmi yasaklandı. Ne diyorsunuz?

3) Artık herkesin kolunda alarmlı saat var. Ayrıca, dünyanın her yerinde kıbleyi gösteren ve ezan vakitlerini haber veren saatler sebil gibi satılıyor. Sabahın köründe sonuna kadar açılmış hoparlörden yükselen ve üstelik çok çirkin okunan ezan sesi beni uykumdan zıplatıyor. En azından sabah ezanının hoparlörsüz okunmasına ne dersiniz?

Birbirlerine baktılar. Ama dürüst çocuklardı ki, özetle şu yanıtları aldım:

1) Hayır. Dinimizde belli ölçüde örtünmek farzdır.

2) Onaylıyoruz. Bu film hem dinimize, hem genel adaba aykırıdır.

3) Yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkede ezan sesi duyulması normaldir.

Yalnız, karşımda solumda oturan öğrenci bu noktada bir şey daha ekledi: "Zaten, Müslümanlarla olmayanlar ayrı ayrı mahallelerde oturacaklar, bu yüzden zaten rahatsız olmayacaksınız ezan sesinden hocam" dedi. Diğer çocuk ise söz alarak, bu fikre katılmadığı belirtti.

Bu durumda kusura bakmamalarını, danışmanlıklarını kabul edemeyeceğimi, ama düşünmelerini, bu sorulara içtenlikle olumlu yanıt verebileceklerse, benim de kararımın değişeceğini söyledim. "Ama bu imkânsız, hocam. Çevremiz ne der?" dediler. Üzgün bir biçimde çıktılar. Ben de üzüldüm.

Üzüldüm ama, bu işler artık böyle. Bu yaştaki delikanlılar özgürlük hakkında böyle düşünüyorlar! Çoğunluk oldun mu, azınlığı ezme hakkına sahipsin! Her yıl bin beş yüz tane artan ve geçen yıl sayıları altmış sekiz bin olan camiler, bilmemkaç yüz metrelik çap içinde bira içirtmiyor. Doğru aksanla Türkçe konuşmayı beceremeyen "müezzin"ler, makam duymamış akortsuz çatlak seslerini, dört yöne konuşlandırılmış dört hoparlörden bilmemkaç desibellik çığlıklar halinde bilmemkaç kilometreye fışkırtarak her sabah ezanı yeniden katlediyor ve değme mümini dinden buz gibi soğutmaya soyunuyor. Bunlar çerez. Ya, farklı mezhepten (Alevi) olan Müslümanların şenliğine gelenlerin diri diri yakılmasının mazur, hatta haklı gösterilmesi?

Bunların sorumlusu kim? Bundan kim utansın? Bunu da yarınki son yazıda konuşalım.

------------------------------------------------------------------------------------------------------- Yarın: Devlet utansın!

DEVLET UTANSIN !


Baskın Oran

Danıştay üyesi bir Fazıl Abimiz (Kafadar) vardı, bana emeği sonsuzdur, geçenlerde hakkın rahmetine kavuştu, onca yıl emek verdiği SBF spor salonuna adını verdik. Hem kıt kanaat geçindiği, hem de fazlasıyla kalender olduğu için üstüne başına pek özen göstermezdi, biz söyleyince de, o koyu Gaziantep aksanıyla: "Get lan! Benim maaşım bu gadarına yetiyo. Devlet utansın!" derdi.

Eğer, laik Kemalist devrimden yetmiş yıl sonra, 19-20 yaşındaki gençler "Dinimiz böyle emrediyor" diye hem kendi özgürlüklerini ortadan kaldırıyor, hem de başkalarınınkini kaldırmaya soyunuyorlarsa, üstelik de bu düşmanlığı kendilerine daha fazla özgürlük isterken aynı anda sergileyebiliyorlarsa, bu ne demektir?

Alabildiğine Kemalist ve devletçi biri olan, (Cuma'ları da kaçırmayan) Fazıl Abi'nin yukardaki lâfıdır, bunun yanıtı: Devlet utansın! Çünkü, Türkiye'de insan gibi yaşamak isteyenleri ortaçağa mahkum etmek cesaretini şeriatçı çevrelere Devlet verdi.

1) Önce, dine inanmış insanların kendi aralarında yapmak istedikleri ibadetleri, masum hu çekmeleri vb. basarak, dağıtarak, onları taciz ederek onlarda hınç birikimi yarattı, ayrıca onlara kötü örnek oldu.

2) Arkasından, 1950'den sonra genel oy gelince, kitlelere yağ çekmeye başladı ("Siz isterseniz Hilâfeti bile getirirsiniz"), tarikat şeyhlerine yüz sürerek onları şımarttı.

3) Arkasından, kendine güveni olmayan utanılası bir burjuvazinin desteğiyle, şeriatçılara "Komünizmle Mücadele Dernekleri" kurdurarak onlara modern örgütlenmeyi öğretti.

4) Özellikle 12 Eylül gibi kıyamet günlerinde bir yandan başörtüsünü yasaklamak gibi saçmalıklar yaparak başörtüsü takanları meşrulaştırır, militanlaştırır ve çoğaltırken, bir yandan da din kurumunu bir "toplumsal tutkal" saydı. "Din ve Ahlak" adı altında, İslamiyet dersini gayrı müslimler dahil, bütün öğrencilere anayasayla zorunlu kıldı (Büyük Ressam Kenan Evren! "Allahüazimüşşan" ne demiştir, bi daha oku bakiim!). Şeriatçıların, başta Milli Eğitim olmak üzere devlet içinde rahatça örgütlenmelerine ve kurumlaşmalarına izin verdi.

5) Sonra da, bu örgütlenenler Cuma'dan topluca çıkıp Taksim meydanlarında gündüz gözüyle adam kestikleri zaman, otel binalarında 37 kişiyi diri diri yaktıkları zaman Devlet kılını kıpırdatmadı. Kitap yazanları derhal içeri atan Devlet, Kanlı Pazar dosyasını rafa kaldırdı. Otelde adam yakma olayında tutuklananları iki celse sonra salıverdi. Baş sanık olan sakallıyı ise "bulamıyor". Ama, katliamın suçunu Aziz Nesin'e bulmayı biliyor.

5) Bu "Kemalist" devlet değil mi, bugün "sıkmabaş", "dinci" diye aşağılayarak baktığımız gençlerimizi kurda kuşa resmen yem eden? Kasabalardan sökülüp gelen üstü başı dökük, şaşkın üniversite adayları daha otogarlarda tarikatçılar tarafından sıcak yurtlara götürülüp, başını örtme ve namaz kılma karşılığında parasız barındırılıyor. Bu devlet değil mi, Halit Narin tipinden beyefendileri kurtarmak için her yıl serpiştirdiği trilyonların binde birini bu gençlerden esirgeyen?

6) Bu devlet, bugün de, din kurumunu ve şeriatçıları Kürt sorununda "kullanmak" için güçlendiriyor. PKK'ye karşı Hizbullah'ı "örgütlüyor" ve tabii yüzüne gözüne bulaştırıyor. Doğulu öğrencilerim anlattı, oralarda yalnızca iki gazete satılabiliyor: Türkiye ve Zaman. Ankara'da ise Başbakan ve Cumhurbaşkanı, hangimiz daha çok "dindar" demeç vereceğiz diye birbirlerini yiyorlar. Ama, sanmayın ki "dindarlar" bu demeçleri "yiyorlar". Sadece, enfes kullanıyorlar. Helâl olsun. Kullandıran utansın!

Evet, sadede gelelim. Ne olacak? Bu durum hızlanarak nereye kadar gidecek? Devleti arkasına alan şeriatçılar, bireysel özgürlükleri nereye kadar tehdit edip, hangi noktada kullanılamaz kılacaklar? Belki de en kötüsü, bu noktaya gelinmemesi için kaçımızı "zinde kuvvetler"in gelmesini ummak gafletine kadar götürecekler?

Evet, artık yeni bir Toplumsal Sözleşme yapılması gerekiyor. Yama falan değil, yepyeni bir anayasa. Bu kesin.

Ama bu ortamda bunu kime anlatacaksın? Bir kere, Cuma'nın kılınması için öğle tatilini uzatmaya ben hazırım ama, Sivas katliamını yapan veya en azından mazur gören karşımdakinin bu kafayla bundan sonra atacağı adım, cuma gününü resmi tatil yapmak ve beni de zorla namaza götürmek olacak. Bu durumda ben ona bu olanağı nasıl vereyim?

Ayrıca, Şiddet'in çok yönlü olarak kurallaştığı ve kurumlaştığı bu ortamda Devlet'e, PKK'ye, Şeriatçılara, hangi tarafa ve nasıl anlatacaksın ki, bundan kurtulmanın tek çaresi şiddet'i derhal durdurup, Yeni Toplumsal Sözleşme'ye götürecek sınırsız tartışmayı derhal başlatmaktır?

Bilemiyorum.

Bilebildiğim tek şey, yeni çıkacak Terörle Mücadele Yasası'yla, bu devletin, en önce şiddet kullanmayanları ve şiddete karşı çıkan demokrat kişileri okkanın altına göndermekte olduğudur.

Haa, Devlet, eğer şiddet'i çok yönlü olarak ortadan kaldırmayacak ve önlemeyecekse, bu gidişle devletin başına, (üstelik, devletin sadece "bir kısmının" başına) "İslam" sözcüğü eklenecek. Bir de bunu biliyorum.



----------------------------------------------------------------------------------------------------
Yüklə 82,09 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin