Jeo-politik ve millî kapitalizm
Millî kimliğin kaplayıcı ve her yerde hazır ve nazır doğasıyla
ilgili bu kültürel ve psikolojik nedenlere, birleşik etkileriyle
mevcut etnik ve millî farklılıkları şiddetlendiren ve tesirlerini
küreselleştiren eşit oranda kudretli ekonomik ve jeo-politik
temeller eklenmelidir. Sık sık gelişmiş kapitalizmin milli
yetçiliği eskittiği ve millî sınırların üzerinden atlamak suretiyle
karşılıklı bağımlılığa dayalı tek bir dünya yarattığı yolunda
bazı iddialar duyarız. Buna zaman zaman, milletlerin ve
milliyetçiliğin erken dönem kapitalizmin ürünleri (ve araçları)
olduğu yolundaki Marksist iddia da eklenir. Ne var ki milletler
ve milliyetçilik, ulusaşırı şirketler dünyasında ve uluslararası
işbölümünde gelişmesini sürdürmektedir. Milletler ile mil
liyetçiliği, kapitalist üretim tarzındaki değişikliklere bağlı
bir görüngü olarak görmeye devam etmenin özenli bir tahlile
faydasının olmayacağı açıktır.
Özgül tarihsel durum ve örneklerde sık sık birbirlerinin
yoluna çıktıkları vakiyse de, aslında sermayenin doğuşu ile
milletin ortaya çıkışı şeklinde iki yörünge ayırdetmek daha
uygundur. Kuzey İtalya ve Flander'deki (Flaman Ülkesi) ilk
tefecilik evresinden sonra kapitalizm, 15. yüzyıl sonlarından
itibaren Kuzeybatı Avrupa'da birkaç "çekirdek" devletin
rekabetinde oynadığı rolle yavaş yavaş egemen bir konuma
yükseldi ve çok geçmeden ticaret sermayesi haline geldi. Sanayi
Devrimi 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılda ona dünya hege
monyasını kazandırmadan önce bile, 18. yüzyılda Asya, Afrika
ve Latin Amerika'nın sahil bölgeleri ile ceplerin yanında, Batı
253
ve Orta Avrupa'nın önemli bölgelerini de kendi periferisine
kattı. Bu sırada 14 ve 15. yüzyıllarda Kuzeybatı Avrupa'nın,
aynı bölgesinde, daha önce gördüğümüz gibi, Fransa, İngiltere,
İspanya, Hollanda ve İsveç'in merkezlerinde önceden mevcut
etnik topluluklar temelinde (rasyonalleşmiş, profesyonel
bürokratik) ilk modern devletler ortaya çıktı. Çok geçmeden,
18. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa'nın değişik yerlerine
ve yerküreye yayılacak, 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarında
siyasî bir biçim haline gelecek olan ilk modern milletler, bu
bölgelerde, (ancak asla türdeş olmayan) bu "etnik devletler"
temelinde ortaya çıktılar.
Aslına bakılırsa hem milletin hem de sermayenin dünya
hegemonyasına yükselişlerinin dönemleştirilmesinde, raslantı
olmayan, oldukça yakın bir koşutluk sözkonusudur. Burjuva
kapitalizminin yeni güçlerinin, aralarındaki ilişkiler sık sık
savaş ve rekabet durumu arzeden etnik toplulukların ve
devletlerin oluşturduğu, önceden mevcut bir çerçevede faaliyet
gösterdikleri bir gerçektir. Önce ticaret daha sonra da sanayi
kapitalizminin zuhuru bu rekabeti şiddetlendirdi ve genişletti.
Savaş da gerek devleti gerekse onun egemen etnik nüfusunu,
tümleşik, teritoryal ve yasal bakımdan birleşmiş bir millet
halinde birbirine kenetledi. Böylelikle sonraları kapitalizmin
genişlemesinin, Avrupa'da mevcut devletler arasındaki sistemi
güçlendirmek ve bu sistemdeki savaşlar ve rekabetler eliyle
de millî hissiyatın devletin egemen etnisinde billurlaşma
sürecine yardım etmek gibi bir etkisi oldu.
3 1
Aslında zaman zaman sermayenin faaliyetleri ile özgül
milletlerin ortaya çıkışları arasında yakın bağlantılar olmuştur.
Ticaretteki rekabetin millî farklılık duygusunu keskinleş
tirmesinin yanında, aynı oranda, burjuvazinin yükselen millî
hissiyatı da denizaşırı rekabetçi güdülerine yeni bir iştah verdi.
31 Bu süreçler hakkında Wallerstein'a (1974, bölüm 3) ve Tilly'e (1975) bakın.
2 5 4
Eğer sermaye modern devletin ekonomik aygıtlarını teçhiz
etmişse, aynı şekilde etnik temelli devletler ile bu devletlere
duyulan bağlılık da tüccarlar ve (daha sonra da) sanayiciler
arasındaki rekabetin ve ticaretin yönünü dikte etmiştir.
Sermayenin millete asıl katkısı, devleti yeni sınıflarla,
özellikle burjuvazi, işçi sınıfı ve profesyoneller gibi önderlik
yapabilecek ve rakip devletler ile milletler karşısında kendi
devletlerini ilerletebilecek sınıflarla teçhiz etmek olmuştur.
Ancak bu da önceden mevcut etnik topluluklar ile devlet
sistemlerinin sınırları dahilinde olmuştur.
Kapitalizm, çoğu kez, doğmakta olan milleti zorunlu meslekî
becerilerle ve ayrışmış ekonomilerle teçhiz eden, eski tarımsal
yapıların üzerine gelen yeni bir sınıf yapısı yaratır. Ama millet
yeni sınıfların "ürünü" olarak görülmemelidir. Daha ziyade,
farklı sınıflar, önceden mevcut yatay veya dikey etnilerden
ortaya çıkan milletlerin oluşumunun amilleri haline gelirler;
ya da etnik kategoriler içinde entelijensiyanın bulunması
durumunda, komşu etnilerin gözünde yeni bir etnik toplu
luğun teşvikçisi olurlar.
Eski etnik topluluğun modern bir millet haline dönüşmesi
sırasında ardarda gelen tarihsel dönemler içerisinde farklı
sınıflar ve tabakalar başı çekmişlerdir. Batı'da modern çağın
başlarında monark ve aristokrasi, sonra da orta sınıf, alt sı
nıfların ve sınır boylarındaki toplulukların, Kiliseyle birlikte
ortaya çıkışına yardımcı oldukları "millî devlet"e bürokratik
olarak dahil edilmelerinin asıl amilleri oldular. Bu, İngiltere
ve Fransa'da 12 ve 13. yüzyıldan itibaren izlenebilecek uzun,
yavaş ve kesintili bir süreçti. Daha sonra -Katalanlar, Almanlar,
Ermeniler, Yahudiler gibi- diaspora etnik topluluklarının
başlangıç evrelerinde ticarî kapitalizmin yayılmasına yardımcı
olmaları gibi, Fransa, İspanya, İngiltere, Hollanda ve İsveç'teki
yerli tüccarlar ve ticaretle iştigal eden sınıflar, ekseriyetle
aristokrasinin ve ruhbanın çıkarlarıyla çatışma halinde, bü-
255
rokratik yoldan dahil edilme görevini sürdürmesinde Taht'a
yardımcı oldular.
Öte yandan Doğu Avrupa'da, Polonya ve Macaristan dışında,
aristokrasi ve orta sınıfın rolünü, zaman zaman Yunanistan
ve Sırbistan'da bir tüccar sınıfı ile birlikte ama cılız durumdaki
ticarî tabakalardan genellikle pek az bir destek alarak, küçük
bir profesyonel ve entellektüel tabaka üstlendi. Çoğu durumda,
ücretlilerin halkın son derece ufak bir bölümünü oluşturduğu
bir sırada, kapitalizmin nüfuzundan sözetmek acelecilik
olacaktır. Avrupa dışında Hindistan ve Güney Afrika gibi
birkaç istisna dışında, kıyı ticareti çoğu zaman bir katalizör
gibi işlemiş ve 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında
eğitimli bir kentli sınıfın doğuşunu kolaylaştırmışsa da, gerek
teritoryal gerekse etnik milliyetçilikler kapitalist üretim
ilişkilerinin nüfuzunu öncelemişlerdir. Ama burada da ka
pitalist etkinin parametrelerini, Avrupa sömürgeciliğinin siyasî
ve idarî çerçevesi ile strateji ve saygınlık gereklerinin tayin
ettiği teritoryal sınırlar oluşturmaktaydı.
3 2
Per se (bu sıfatla) kapitalizme, milletler ile milliyetçiliğin
doğuşunda sadece güçlü bir katkı rolü biçmek mümkünse
de, bürokratik devletlerin ve bölgesel devletlerarası sistemlerin
üstlendikleri rol için aynı şeyi söyleme kolanaksızdır. Bü
rokratik devlet ile devletlerarası sistem, kapitalizmin doğu
şunda belirleyici olmanın yanında, gerek yolaçtığı savaşlar
ve gerekse değişik etnik nüfuslar ve sınıflar üzerindeki tesiri
aracılığıyla millî kimlik ile milliyetçiliğin yayılmasında da aynı
oranda hayatî bir unsur oldular. Bu etki, merkezîleştirici
devletlerin protestolara, muhalefete, zaman zaman da dev
rimlere yolaçmış olmaları yüzünden ekseriyetle çatışmalarla
32 Balkan milliyetçiliği konusunda Stavrianos'a (1957); Afrika'da kapitalizm ve
milliyetçilik konusunda Markovitz'e (1977) ve A.D. Smith'e (1983, 3 ve 5. bö
lümler) bakın.
256
doluydu. Yabancılaşmış entellektüellerin rolü burada hayatî
bir öneme haizdi. Seçkin despotizminin ve devletin mutla-
kiyetçiliğinin yerini alabilecek "sahici" bir millî kimliğe dair
fikirleri sadece onlar formüle edebilirlerdi. Aynı zamanda,
orta sınıflar arasında bulunan eğitimli "kamu"dan, özellikle
de devletin ihtiyaç duyduğu, devşirdiği ve kendi amaçları için
eğittiği profesyonellerden destek toplayabilecek olanlar da
onlardı.
3 3
Sonuç olarak hükümran bürokratik devlet, giderek eko
nomik ve askerî güçlerin olduğu kadar teritoryal ve siyasî
birimlerin sınırlarını da çizmeye yöneldi. 20. yüzyıl başlarında,
milliyetçi ilkelerin kalkanı altında, dünyanın çoğu bölgesinde
siyasî birliğin kabul görmüş kaidesi haline geldi. Millî kimliğin
bekçisi olarak devlet, meşruiyetini, cisimleştirmeye ve temsil
etmeye uğraştığı milletten türetti; böylece sadece kendi
devletlerine sahip milletler, "millî devletler"den müteşekkil
bir dünyada kendilerini güvenlik ve özerklik içersinde his
sedebilir oldular. Bu yolla devlet ile millet birbirlerine karışarak
aynı yastığa baş koydular.
Bu karışma, pek çok yerde çatışmaya ve sefalete sebebiyet
vermiş olmakla birlikte, devletin de milletin de güçlenmesine
hizmet etmiştir. Bu simbiyoz, feshedilemezliğini kanıtlamış;
millî kimliğin dayanağını ve milliyetçi fikirleri, her milli
yetçinin isteyebileceği, her kozmopolitanın da yerinmesi
gereken bir kararlılıkla tahkim etmiştir. Ancak bu arada
devletin ve bürokratik aygıtlarının meşruiyetini de güçlen
dirmiştir; milliyetçilik (kartını) etkili bir şekilde kullanmayı
becerebilen rejimler, popülariteleri azalsa bile, uzunca bir
dönem ayakta kalabilmektedirler. Devlet ile millet (hatalı bir
adlandırma ile "millî-devlet" namıyla), aynı ölçüde hatalı bir
adlandırma olan "milletler-arası" topluluğun kabul görmüş
33 Bu süreçle ilgili olarak A.D. Smith'e (1981a, 6. Bölüm) bakın.
257
yegâne oluşturucuları olarak, muzafferane yürüyüşlerini omuz
omuza kesintisiz sürdürmektedirler.
3 4
Bugün dünya, bölgesel devletler-arası sistemler halinde
gevşek biçimde biraraya gelmiş "millî-devletler"e ayrılmış
durumdadır. Bu sistemler ile onları oluşturan devletler,
yurttaşları arasında dayanışmaya ve siyasî bağlılığa ve
millî-devlet kendi sınırları içinde hükümran yargılama
yetkisine rağbet etmektedirler. İhlaller olmakla birlikte
(Çekoslovakya'da, Grenada'da, Panama'da), uluslararası
topluluk genel olarak egemen devletlerin iç meselelerine
dışardan müdahaleleri, bu tür sorunlar yurttaşların selahi-
yetinde olup "halk"ın millî "iradesi"ne
tabî
oldukları ge
rekçesiyle, reddetmektedir. Bu bakımdan etatisme'i (devlet
çilik) millet ile onun ahlâkî sınırlarını pekiştirmektedir. Çeşitli
bölgesel devletler-arası sistemlerde de giderek olan budur.
Bu sistemler açısından yegâne kollektif aktörler, meşruiyet
lerini millî irade ile millî kimliğin açık ifadesinden alan millî
devletlerdir. Bu şartlarda meşru olacak bir millî-devlet'in,
yurttaşlarının "yabancılar"dan keskin hatlarla farklılık taşı
dığını ama aynı oranda da içsel bakımdan birbirlerinden
farklılık arzetmediklerini göstermesi -mümkün olduğunca-
zorunludur. Başka bir deyişle "millî devletler"den müteşekkil
bir dünyada meşruiyet bir içsel türdeşleşme boyutu gerektirir;
jeo-politik sınırlamalar bu noktada öteki farklılıkların önüne
geçer.
Ancak, jeo-politik gereklerin etnik bakımdan görece türdeş
devletleri takviye ederken, etnik bakımdan çoğul devletlerin
tutunumunu aşındırmaları son derece muhtemeldir. Dev
letlerarası sistemin sergilediği dayanışma, bağlılık ve türdeşlik
gerekleri sık sık tam da, sistemin istikrarı pahasına sindirilmiş
olan bu etnik direnişi tahrik eder. Pek çok yerde etnilerin ve
34 Bu karışıklık hakkında Connor'a (1978) ve Tivey'e (1980) bakın:
Dostları ilə paylaş: |