Anadolu aleviLİĞİNİn tariHİ



Yüklə 1,71 Mb.
səhifə6/32
tarix01.03.2018
ölçüsü1,71 Mb.
#43482
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32

(8) Aktaranı Nasıl Müslüman Olduk/ Erdoğan Aydın/ syf. 259

(9) Aktaranı Nasıl Müslüman Olduk/ Erdoğan Aydın/ syf. 237

Zerdüştlük’ten, Mani dininden, Şamanizm’den Aleviliğe geçen pek çok şeyin yanında, Sünni halkın yaşayışlarında da eski inanç ve geleneklerin sürdürüldüğünü görmek mümkündür. Düğününden cenazesine, medet umduğu türbelerden Hıdırellez’e, hayatın her alanında İslamiyet öncesi inanç gelenek kalıntıları karşımıza çıkar.

İSLAMİYETİN AÇIĞA ÇIKARDIĞI VE DERİNLEŞTİRDİĞİ ÇELİŞKİLER

Gazneliler, Karahanlılar, Samanoğulları, Selçuklular gibi Türk beylerinin kurduğu Müslüman devletlerinin hepsi, Abbasi Halifesi’ne saygı göstermiş ve Sünni İslam’ı benimsemişti. Yine görüleceği gibi devletleştikçe, yani sömürü ve egemenliğin kurumsallaştırmasına ihtiyaç arttıkça egemenler, Sünni İslam’a daha sıkı saldırdılar ve halifeye daha da yakınlaştılar.

Halkın tutumu ise tamamen farklıdır. Onlar, beylerin halka uzak ve yabancı bir yönetim oluşturmasına tepki göstererek, geleneksel kabile demokrasisini sürdürmekten yanaydılar. Dolayısıyla halifenin öğütlediği İslam’a da tepki gösteriyorlardı. Yani İslamiyet’e geçiş, egemenlerle halk arasında ekonomik, sosyal bir uçurum yarattı ve çatışmayı derinleştirdi.

İslamiyet, yerleşik yaşama geçmiş olanla, göçebeliği sürdüren arasındaki çelişki ve çatışmalar şiddetlendirdi. Yerleşik yaşama geçmiş olanlar, Sünni İslam’ı daha çabuk benimsediler ve İslamiyet’in başta hukuk ve ticaret olmak üzere, toplumsal yaşama getirdiği kuralları, çıkarlarına daha uygun buldular. Oysa İslam’ın, yerleşik yaşamı düzenleyen çoğu hükümlerin, göçebelikte bir karşılığı yoktu. Göçebe toplumu ile yerleşik toplumun çatışması, İslamiyet’le birlikte yeni bir şekil alarak daha yüzyıllarca sürdü.

Araştırmacı Nejat Birdoğan, 10. Yüzyılın ilk çeyreğinde Müslüman olan Oğuzlar’ın bir kısmının göçebe yaşamı bırakıp, yerleşik yaşama geçtiğini ve bunların göçebeliği sürdürenler tarafından, tembel anlamında “Yatuk” diye aşağılanıp alaya alındığına değinir. İbni Fadlan’ın Seyahatnamesi’nden aktardığı şu örnek de bu konuda fikir verir;

“İbni Fadlan, 921 yılında görüştüğü Oğuz büyüklerinden Yınal’ın bir keresinde Müslüman olduğu fakat halkın, “Müslüman olursan bize başkanlık yapamazsın” karşı çıkması üzerine, eski dinine döndüğü anlatıyor.”(10)

Türklerin İslamiyet’e girişi ile şiddetlenen bu çatışmalar, Anadolu Aleviliği’ni ortaya çıkartan dinamiklerdendir. Birincisi; egemenler, Sunni İslam’ı dayatırken, halk kendi İslam’ını, yani Aleviliği yarattı. İkincisi; ticaretin, zenginliğin ve devlet gücünün yoğunlaştığı şehirlerde Sünni İslam gelişirken, devletin, ancak vergi ve asker lazım olduğunda hatırladığı kırlarda, göçebe halk arasında Alevilik benimsenmişti.

NEDEN ANADOLU ALEVİLİĞİ?

Bugün Alevilik dediğimiz inanç, esas olarak Anadolu’da şekillendi. Anadolu’ya göçten önce Müslümanlığa geçen Türkler, Kürtler ve diğer halklar, eşitlikçi, dayanışmacı ve isyancı inançlarını Anadolu’ya taşıdılar. Anadolu’da yaşayan halklar ise, bu Şii etiketli ve Karmati, Babek - Hürremi , İsmaili gibi muhalif, ezilen, mazlumların inanç ve düşüncelerinden etkilendiler. Bu akımlar içinde yer aldılar. Öncüsü ya da takipçisi oldular.

(10) Aktaranı Anadolu Gizli Kültürü, Alevilik/ Nejat Birdoğan / syf 25

Öncelikle, Emevi- Abbasi işgalleri ve katliamları sonucu Oğuzlar’ın, ilk karşılaştıkları ve yüzeysel de olsa kabul ettikleri Sünni İslam’dı. Selçuklu egemenleri, Sünni İslam’a uymakla, kısa zamanda büyük gelişme gösterdiler. Ama daha önce değindiğimiz üzere halkın buna uymadığı, tepki gösterdiği bazı beylerin ayaklandığı uzaklaştığı da görüldü.

Aynı dönemde Mısır’da, 969 yılında kurulan Şii Fatımi Devleti, Abbasilere karşı etkili bir muhalefet yürütmekteydi.

Kufe’de Kerbela’nın intikamını almak için ayaklanan İmam Hüseyin’in torunu Zeyd öldürüldükten sonra oğlu Yahya ( ölümü 743 ) taraftarlarıyla birlikte, Ebu Müslim ayaklanması başlamadan Orta Asya’ya kadar gitmiş, Horasan’da İranlılar ve Türkler arasında örgütlenmiştir.

Yine Abbasi Halifesi Harun Reşit tarafından zehirlenen on iki imamların yedincisi Musa Kazım’ın oğullarından İmam Ali Rıza, Horasan’a; diğer oğlu İbrahim el Mucap da yine aynı bölgede, Nişabur’a göç ederek Türkler arasında yerleşmişlerdi.

Önce Emeviler, sonra Abbasiler tarafından sürekli takip edilen Ehli-Beyt çevresi, baskı ve Katliamlarla yok edilmekten kurtulmak için Horasan’a geçmişlerdi. Horasan’da muhalegetin güçlü olması, hareket alanını genişletiyordu. Kısa sürede yerel halkla kaynaşarak örgütlenmelerini sağlamıştı. Horasan aynı zamanda Anadolu’ya göçün kavşak noktası sayılabilecek bir bölgeydi. Ehli Beyt’in buraya yerleşenlerinden sürüp gelen soya ‘seyit’ denmektedir.

Anadolu Aleviliği’nin kurucusu babaların, pirlerin, dedelerin tümünün soyu, Horasan üzerinden Ehli Beyt’e bağlanmıştır. Tarihsel olayların efsanelerle süslenerek anlatıldığı tüm menakıbnamelerde bu durum görülür. Örneğin Hacı Bektaşi Veli soyu, İmam Musa Kazım’a dayandırılır. Bir başka örnek; Isparta- Senirkent Uluğbey kasabasında mezarı bulunan Veli babanın, 1640’lar da Arapça yazılan Menakıbnamesi’nde; Seyyid Battal Gazinin ve Anadolu Aleviliğinin ilk öncülerinin soyunun, İmam Hüseyin’in torunu Zeyd’den geldiği iddia edilmektedir. (11)

Ehli Beyt’e, on iki imamlara kadar götürülen soy ağacına daha pek çok örnek var. Önemli olan, bunların tarihsel gerçekliği, yanlışlığı- doğruluğu değildir.

Bu tür çabalar, halkın Ehli Beyt’e bağlılığını, onların düşüncesinden, mücadelesinden ne kadar çok etkilendiğini gösterir.

Kısacası Anadolu Aleviliği derken, Anadolu halklarının İslamiyetle tanıştığı yıllardan başlayarak, Anadolu’ya göç edene kadar bölgedeki tüm Muhalif dini akımlarından ve değişik Batıni felsefelerden etkilendiğini, Anadolu’ya geldiğinde de burada yaşayan halkların inançlarıyla da kaynaşarak, tarihsel süreç içinde zulme karşı savaşı, baskıya karşı kardeşleşme ve dayanışmayla karşı koyma ile Aleviliği ortaya çıkaran kaynaşmanın Anadolu’da gerçekleştiğini vurgulamak istiyoruz. Çünkü Anadolu Aleviliği, hepsinden bir parça almış ama hiç biri olmamış, Anadolu’ya özgü bir yol tutturmuştur. Bu yol, zalim ve sömürücü egemenlere karşı Türk, Kürt, Arap… tüm Anadolu halklarının isyan bayrağı haline getirdiği ortak inancının yoludur.

(11) Aktaran Aleviliğinin Doğuşu/ İsmail Kaygusuz/ syf. 181

KUTU HALLAC-I MANSUR

Hallac-ı Mansur, 858 yılında İran’da doğmuştur. Gerçek adı; Ebu Abdullah Hüseyin bin Mansur el Beyzavi el Hallac’dır. Hallac lakabı, ailesinin pamukla uğraşmasından gelir. Küçük yaştan itibaren iyi bir eğitim görmüş, Kur-an öğrenmiş, dönemin sufi alimlerinden eğitim almıştır. Abbasi Hanedanlığı tarafından, “Ene’l Hakk(Ben allahım) dediği için tutuklanıp, Bağdat da dokuz yıl boyunca hapsedilmiş ve elleri ayakları kesilerek işkencelerle idam edilmiştir.

“Ene’l Hak” felsefesi, Abbasi egemenlerine başkaldırının bayrağıydı. Abbasiler, yargılamayı “Ene’l Hak” deyimini çarpıtarak onun üzerinden yapmışlarsa da esas yargılamak istedikleri, Hallac-ı Mansur’un, egemenlere karşı isyanıydı. Hallac-ı Mansur, halkla ilişkisi nedeniyle suçlanmıştı. Çünkü o dönemin diğer sufileri gibi tekkesinde oturup, halifenin takdir edeceği işlerle uğraşmak yerine, halkın içinde olmayı tercih etmişti. Abbasi Saltanatının çürümüşlüğünü, halkın acılar içinde ki yoksulluğunu görür. Böyle bir düzeni onaylayan din anlayışını kabul etmez… Hep gerçeği arar, üç kez hacca gider, uzun yolculuklara çıkar…

Faik Bulut, Karmatileri incelediği “İslam Komüncüleri” adlı eserinde, bu yolculukların amacını şöyle anlatır; “Hallac-ı Mansur, örgüte katılıp ‘Ebu Abdullah’ kod adını aldı; Hindistan, Horasan ve Sind bölgelerini örgütlemekle görevlendirildi. O da görevini yerine getirmek maksadıyla uzun bir yolculuğa çıktı. “(12)

Sufiliğin kurucusu sayılan Cüneyt Bağdadi ve dönemin büyük alimleri, Hallac-ı Mansur’un yakın dostudur. Ama onlar, dünya isleriyle ilgilenmemek adına halka sırtını dönüp, yüzünü saraya çevirmiştir; Hallac-ı Mansur, halkın arasına karıştığı için ilişkileri bozulur. Hatta Cüneyt Bağdadi, Hallac-ı şöyle uyarır; “Böyle gidersen darağacını boylarsın” der. Hallac-ı Mansur ise ona şu karşılığı verir;” O zaman sen de Fakir kıyafeti giyer, ithamdan kurtulursun.” Fakir İslam hukuku bilgini olan devlet görevlisidir. O hukuk ki, halkın açlığı ile Abbasi saltanatının şatafatı arasında, din buyruklarıyla sağlam bir duvar örmekten başka işlevi yoktur!

Hallaç-ı Mansur, Karmati daisi ( davetçisi) olduğu dönemde, tam beş yıl( 887-892) Horasan’da Türkmenler arasında propaganda ve örgütlenme yapmıştır. Türklerin, Müslümanlığı kabul etmeye başladığı bu yıllarda, Hallac-ı Mansur’un fikirleri çok etkili olmuştur. Ona en büyük destekte bir Alevi ocağı olan Horasan’dan çıkar. Abbasi egemenleri, dokuz yıl tövbe etmesi, düşüncelerini değiştirmesi için zindan da tuttukları Hallac-ı Mansur’u, 922’de Bağdat’ın Horasan kapısın da kurulan darağacın da katlederler. Elleri, ayakları kesilir, ardından kafası bir sırığa takılarak, ibret-i alem için dolaştırılır ve cesedi yakılır.

Hallaç-ı Mansur, celladın tüm işkenceleri gülerek karşılık vermiş; “ öldür beni, çünkü ben öldükten sonra yaşayacağım.” Demiştir. Nitekim yüzyıllardır direnişlerde, inançta yaşamaktadır.

Hallaç-ı Mansur, sömürücü egemenlerin göğün yedi kat üstüne çıkarıp halktan soyutladıkları tanrıyı, “ Ene’l Hak” diyerek yeryüzüne, insanların arasına indirdiği için de Alevi felsefesinin temel direği olmuştur.

Bu yüzden Osmanlı’nın, Aleviler sefer eylediği 16. Yüzyıldaki Şeyhülislam Ebusuud Efendi şöyle fetvaa verir;

“Soru: Birisi gerçekten de Hallac-ı Mansur’un davası doğrudur derse ne lazım gelir?

Cevap: Hallac-ı Mansur’a yapılan yapılır”

(12) İslam Komüncüleri / Faik Bulut / syf. 179

Hallaç-ı Mansur, Alevi inancının, felsefesinin yapıtaşlarından biri olarak kendinden sonra Haci Bektaşların, Bedreddinlerin, Nesimilerin, Pir Sultanların düşüncelerini derinden etkilemiştir. Alevilerin Cemlerinde, inancında, bugünde yaşamaktadır. Caferi Sadık buyruğuna göre; “ Dar dörttür” ve ilki ona aittir: ‘ Evvel ki Dar-ı Mansur, ikinci Dar-ı Fazlı, üçüncüsü Dar-ı Nesimi, dördüncüsü Dar-ı Fatma.” (13)

Hallaç-ı Mansur, Abbasi zulmü ve sömürüsü karşısında düşünce ve inancından ödün vermemesi, darağacında direnmesi, onu halk nazarında ölümsüz kılmıştır. Ve tarih boyunca asılan, derisi yüzülen, diri diri yakılan alevi önderleri onun yolundan gitmiş canını değil, düşünce ve inancını direnerek savunmuştır.


HALİFENİN SADIK MÜVEKKİLİ TUĞRUL BEY

Selçuklular, Müslüman olup çevrelerindeki “kafir” Türklerle savaşa tutuşunca, Türkistan’da daha fazla kalamadılar ve Horasan’a göç ettiler. Ama Gazneliler rahatsız oldular. Önce Gazneli Mahmut, sonra da oğlu Mesut, Oğuzları Horasan’dan uzaklaştırmak için Selçukluların üzerine ordu gönderdiler. Bir türlü baş edemeyince, uzaklaştırmak için Selçuklulara ve çevrelerine topladıkları Oğuzlara, uçbeyi olarak toprak vermek zorunda kaldılar. Ama sorun yine çözülmedi. Sürekli göç alan Horasan’da, Selçuklular güçlendiler. Dandanakan ovasında (1040) yaptıkları savaşta, Gaznelileri yenen Selçuklular, bölgenin tek hakimi haline geldiler.

Selçuklular, artık büyük bir feodal devlete dönüşmüştür, Tuğrul Bey Sultan, Çağrı bey ise Melik sıfatıyla ordu komutanıydılar. Hanedanın diğer üyeleri inanç bey, İbrahim Yınal ve Kutalmış’ta sultana bağlı olarak farklı bölgelerin yönetimine getirildiler.

Devletleşme sonucu göçebe oğuzlarda ilk ayrılıklar, çatışmalar başlamıştı.

“Tuğrul Bey döneminde ki kimi beylerin adı Kızıl, Göktaş, Beştaş, Boğa, Mansur, Oğuzoğlu ve Anasıoğlu’dur. Bunlar, 1042 yılında Tuğrul Bey’in (gelin baş eğin!) önerisini geri atıp, Anadolu yönüne uzaklaştılar. Aslında Selçuklu Devletinin kuruluşundan başlayarak en çok uğraştıran, bu göçebe oğuzlar idi. “(14)

Tuğrul Bey, 1055’te Bağdat’a, kendisini halifenin sadık müvekkili ilan ederek girdi. Böylece halifenin koruyuculuğunu, ortadan kaldırdığı Şii Büveloğullarından devralmış oldu. Çağrı Bey’in kızı Aslan Hatun, halife Kaim Bi- Emrullah ile evlenir. Tuğrul Bey’de 70 yaşında iken (1060)’ta, halifenin kızını almıştır. Böylece halifenin ve Sünni-İslam’ın koruyucusu olan Selçuklular, Mısır’da ki Şii Fatımiler başta olmak üzere, Halifenin tüm düşmanlarına karşı “İslam’ın Kılıcı” haline geldiler.

Selçuklu egemenleri güçlendikçe devlet düzenine uyum sağlayamayan göçebe Türkmenleri çevrelerinden uzaklaştırdılar. Selçuklu devletinde Vezirlikten Tahsildarlığa kadar bütün devlet işlerinde İranlılar kullanılmaktaydı. Sultanlar Farsça konuşurdu Sünni-İslam’ı kurumsallaştırmak ve halka kabul ettirmek için medreseler kurdular. Din alimlerini çevrelerinde topladılar.

Bu gelişmelere tepki gösteren Türkmenler, 1064’te Tuğrul Bey’e başkaldıran üvey kardeşi İbrahim Yınal’ın çevresinde toplandılar. Onu, Tuğrul Beyle barışmaması ve vezir yapılacaklar için önce kendilerinden onay alması şartıyla desteklediler. Şii Fatımi Halifesi tarafından da sultan ilan edilip desteklenen İbrahim Yınal yenildi ve öldürüldü.

(13) İmam Cafer Sadık Buyruğu- Ali Adil Atalay Vaktidolu/ syf 77/ Can Yayınları

(14) Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik/ Nejat Birdoğan/ syf 35


İbrahim Yınal’ın, Bağdat’ı ele geçirdiğinde Şiiliği resmi dil ilan etmesi, Şiiliğin halk arasında benimsendiğinin ispatıdır. Sonuçta, göçebe Türkmenler, Selçuklu devletinin gözünde sorun haline gelmiş, bu yüzden merkezden uzaklaştırılmış, uçlara sürülmüştü. Devlete Nizamülmülk gibi İranlı vezirler hakim olmuştu.

Nizamülmülk, Selçuklularda ki dönüşümü göstermek bakımından örnek bir kişiliktir. Selçuklu devlet düzenini kurumsallaştıran ve kendisinden sonra gelecekler içinde “Siyasetname” isimli ünlü eseri ile kurallar koyan başvezirdir. Beslediği yirmi binin üzerinde atlı köle askeri ile iktidarın ortağı olmuştu. Vergi gelirlerinden, onda bir pay alıyordu. Vezirlik yapan Nizamülmülk, Sünni- İslam’ın devlet ideolojisi olarak pekiştirilmesi ve halka benimsetilmesi için elinden geleni yaptı. Bağdat’ta ünlü Nizamiye Medresesi’ni kurdu. Ve imam Gazali gibi din alimlerini göreve getirdi.

İmam Gazali de Nizamülmülk gibi şafidir. Son derece bağnaz şeriat hükümlerinin en katı şekilde uygulanmasını savunan, bu çerçevenin dışına çıkan herkesi kafir ilan eden bir din adamıydı. Farabi ve İbn’i Sina, aklı, imanın önüne koyan çağının en büyük bilginlerine bile saldırmış, felsefeyi reddeden kitaplar yazmıştı. Oda Nizamülmülk gibi Batıni akımların tümümün en azılı düşmanı olmuştu.

Nizamülmülk siyasetnamesinde ne dinin ne sultanın otoritesini toplayıp sürekli sorun çıkaran Türkmenleri ehlileştirmek için şöyle bir çözüm sunar:

“Artık bıkkınlık verseler de Türkmenler, devletin kuruluş aşamasında canla başla çalıştıkları, birçok eziyete katlandıkları ve sultan ile aynı soydan geldikleri için devlet üzerinde onların hakları vardır. Bu nedenle ileri gelenlerinin oğullarından bin kadarı, kölelere uygulanan yöntemle yetiştirilmek üzere saraya girmeli ve devlet görevlerinde kullanılmalıdır. Bu yolla Türkmenlerin, devlete karşı besledikleri nefret duyguları ortadan kaldırılmış olur.”

Nizamülmülk’ün önerisi daha sonra Osmanlının da deneyeceği bir rehin tutma siyasetidir aslında…

Nizamülmülkün siyasetnamesinin son bölümlerinde ki yazılar Mazdekilere, Karmatilere, Şiilere, İsmaililere yönelik saldırılarla doludur. Tümüne birden Rafızi ( dinden ayrılmış) dediği bu akımların, devlet için en büyük tehdit olduğu ve mutlaka yok edilmeleri gerektiğini yazar. Zaten vezirliği boyunca bunu yaptı. Özellikle Alamut’u üs haline getiren Sabbah ve İsmaililere karşı acımasız katliamlar yaptı, kalelerini kuşattı. Ve yine böyle bir sefer sırasın da İsmaili bir fedai tarafından hançerlenerek öldürüldü.
İSMAİLİLERİN ANADOLU ALEVİLİĞİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Abbasiler, Ebu Müslim tarafından iktidara getirilince ittifak yaptıkları Şiilik ve Emevi karşıtı hareketlerle başlarını kopardılar. İktidara yerleştikçe muhalifleri baskı altına aldılar, katlettiler.

İmam Cafer Sadık “ İmamın dini otorite olacak ilimle uğraşması gerektiğini” savunarak Abbasilerle çatışmadı. Ilımlı Şiileri etrafına topladı. Ama eşitlik ve adalet özlemine öbür dünyaya bırakmayanları durdurmadı veya durduramadı. Yardımcısı ve en yakınındakilerden biri olan Ebu’l Hattap muhalefeti çevresinde toplanmaya başladı. Cafer Sadık’ın imam olarak yerine vasiyet ettiği oğlu İsmail’i de etkiledi. Bunun üzerine Cafer Sadık, Ebu’l Hattap’ı ve müritlerini reddetti. Yedinci imam olarak da oğlu İsmail’i geri çekip, diğer oğlu Musa Kazım’ı vasiyet etti.

Ebu Hattap, İsmaililerin yedinci imam olarak kabul ettiği İsmail’in manevi babasıdır. Aynı zamanda batıni akımların da fikir babalarından sayılır. Ebu Hattap Abbasiler tarafından kovuşturmaya uğradı. Yakalanıp çarmağa gerildi. Müritleri de katledildi, İsmail ve taraftarları yıllarca saklanmak ve gizli örgütlenmek zorunda kaldılar.

İsmaililik, 765 yılında böyle doğdu, meshebin doğuşundan sonra geçen bir asırdan fazla süre, bilinmeyen bir gizli imamlar dönemi olarak tanımlanıyor. En son haline 10. Yüzyıl da kavuşan “İhvan-üs Safha Risaleleri “ bu dönemde ortaya çıkmıştı. İsmaililer tarafından hazırlandığı düşünülen, Karmatilerin örgütlenmesinin de temellerini oluşturan İhvan- üs Safha risaleleri matematik, geometri, astronomi, mantık, fizik, kozmoloji, tevhid ve kelam gibi alanlarda dönemin son bilgilerini içermektedir.

Risaleler de, hayvan masallarıyla halka üstü örtülü mesajlar verilmekteydi. Tam adı İhvan-üs Safha ve Hillan-ül Vefa ( arınmış kardeşler ve vefalı dostlar) ‘dır. Ve “samimi dostluklar kurarak avcının tuzağına düşmüş bir kumruyu kurtaran hayvan grubunun” hikayesinden yola çıkarak bu isim verilmiştir.

Yine Ebu Hattap ve müritlerince yazıldığı sanılan Ummul Kitap (Ana kitap) da ılımlı Şiilikten koparak gizli örgütlenen, güçlendiği yerlerde ayaklanmalarla iktidar mücadelesine girişen batıni akımların kaynaklarındandır.

Gulat-ı Şia denilen “aşırı gitmiş akımlar; 12 imamların yürüttüğü iktidarlarla çatışma yerine uzlaşmayı benimseyen Şiilikten siyası olarak farklı bir yol tutmuştur. Bu dönemde de siyasi ayrışmalar, dini gerçeklere dayandırılmıştır: Kur’an’ın zahir (görünen) anlamını açıklayan Muhammed peygambere kıyasla batıni (içrek) anlamını açıklayan Ali’nin üstün olduğu savunanlara Gulat-ı Şia denmiştir.

Türklerin Müslümanlıkla tanıştığı donemde önce Emevi ardından da Abbasilerin baskı ve katliamları ile karşı karşıya kalan Şii’yi, İsmaili, Batıni tüm muhalif akımlar, Horasan gibi bölgelere kaçıp yerleştiler.

Anadolu Aleviliği, Horasan da tüm bu akımlardan beslenerek büyüdü.

İsmaililer, onuncu yüzyılda Mısır’da Fatımi( Fatma’nın soyundan gelenler) devletini kurdular. Hasan Sabbah’ın öncülük ettiği Nizari İsmailileri ise Fatımi devletindeki iç iktidar kavgasından doğdu. Halife Mustansırın iki oğlundan biri olan Nizarın, veliaht ilan edildikten sonra azledilip, yerine kardeşi Must’Ali’nin geçmesi üzerine, Hasan Sabbah’ın başını çektiği Nizariler, Mısır’ı terk ettiler. Fatımi egemenliği çürümüşlükle ve yoldan sapmakla suçladılar.

Hasan Sabbah, 1090 yılında Alamut Kalesini ele geçirerek 1256 yılında ki Moğol saldırısına kadar ayakta kalacak Nizari İsmaili devletinin temellerini attı.

Nizariler, Selçuklulara karşı yetiştirdikleri fedailerle suikastlar düzenleyerek, ayaklanmalar çıkartarak direndiler. İran, Irak ve Suriye’ye yayıldılar. Alamut’a benzer birçok kalelere ele geçirip tahkim ederek güçlü bir örgütlenme yarattılar. Dört bir yana saldıkları dailerle ( davetçi propagandacı) yoksul, ezilen Arap, Türk, Kürt, pers halklarını örgütlediler. Sırf Selçukluların değil; bölgeyi talan eden haçlıların, Moğolların yüreğine korku saldılar. Hasan Sabbah zamanın da elliden fazla suikast gerçekleştirildi. Vezirler, sultanlar öldürüldü. Öyle ki, güçlerini kabul ettirdikleri Selçuklulardan yıllık vergi almaya başlamışlardı. Öte yandan Nizariler, döneminin en başarılı propaganda örgütünü kurdular ve Afrika’dan Hindistan’a kadar uzanan çok geniş bir bölgede, ideolojik olarak etkili oldular. Ele geçirdikleri kaleler de çok zengin kütüphaneler kurdular. İhvan-üs Safha risalelerine, yunan felsefecilerin eserlerine, Arap bilginlerinin eserlerini topladılar. İslam tarihçisi İbn’ül Esir, Hasan Sabbah’ı “onurlu ve yetenekli biriydi. Geometri, matematik, astronomi, sihirbazlık vb. ilimlerde bilgeydi…” diye tanıtır.

Ne yazık ki Moğolların yakıp yıkması nedeniyle Nizarilerden bugüne neredeyse hiçbir yazılı kaynak kalmadı. Nizari İsmaililerin Anadolu’ya gönderdikleri dailerin, Aleviliğin kurucuları olduğunu söyleyenlerde vardır.

Anadolu Aleviliğinin kurucu bir kişisinden bahsedilmesi mümkün değil. Çalışmamızda da görüldüğü üzere tarihsel süreç içerisinde birçok felsefi ve inanç akımından etkilenen, onların harmanlanması sonucu oluşmuş bir inançtır Alevilik. Bununla birlikte, Anadolu Aleviliğinin İsmaililerin düşüncesinden, felsefesinden etkilendiği, örgütlenme ve propaganda yöntemlerini örnek aldığı açıktır. Yalnız doğrudan İsmaililere, Alamut’a vb. bağlamak, tarihsel gerçeklerle örtüşmüyor.

Bütün batıni hareketlerin ortak kaderi, egemenlerin, yürüttüğü karsı propaganda ve ardı arkası kesilmeyen baskı ve katliamlardır. Çünkü batıni hareketler büyük ölçüde egemenlere muhaliftirler, İsmaililer de aynı tavırla karşılaştılar. İsmaililer için verilen fetvaların şu örnekte görüldüğü gibi Osmanlı Şeyhülislamlarını aleviler için verdiklerinden hiçbir farkı yoktur:

“ Onları öldürmek, yağmur suyundan da helaldir. Topraklarını zapt etmek ve müritlerini öldürmek ve dünyayı bu kirden arındırmak sultanların ve kralların boynunun borcudur. Onlarla ortak olmak, dostluk kurmak, kestikleri etten yemek, evlenmek günahtır. Bu din düşmanlarından birini öldürmek, yetmiş Rum gavurunu öldürmekten de helaldir. “(15)

SELÇUKLULARA KARŞI BÜYÜK OĞUZ AYAKLANMASI

Bir İslam devleti haline gelen, idaresini, hukukunu İranlı yöneticiler eliyle düzenleyen Selçuklu devleti, Türkmen halk açısından haraç verdikleri yabancı bir yönetime dönüşmüştür. Göçebe, başına buyruk yaşamlarıyla yerleşikleri “rahatsız eden” ve sürekli uçlara sürülen oğuzlar çevresinde toplanabilecekleri bir hanedan üyesi çıktığında tereddütsüz isyan ettiler. Var olan ayrım ve zulümden rahatsızlardı ama önderlik çıkaramıyorlardı.

Gazneliler tarafından tutsak alınan Selçukluların beyi aslanın oğlu Kutalmış, tahtın gerçek varisi olduğunu söyleyerek, Tuğrul Beye karşı ayaklandığında (1061) ona katıldılar. Yanında yer alan Türkmenlerin desteğiyle Tuğrul Bey’in ordusunu yenen Kutalmış, başkent Rey’i kuşattı. (1063) bu sıra da Tuğrul Bey ölünce onun yerine tahta geçen Alp Arslan, ordusu ile Kutalmış’ın üstüne geldi. Tarihçiler, Kutalmış’ın ordusunu; “ Türk askerleri de onunla birlik oldular.” diye kaydettiler. Egemenlerin, en büyük Türk kahramanlarından biri haline getirdiği Alp Arslanın ordusu ise, tarihçi Faruk Samer’in de kaydettiği gibi kölelerden oluşuyordu:

“Bu sırada Alp Arslan’ın yanında Kül-Sarığ, Sav-Tegin, Buldacı, Sunkurca, Ağaçı gibi emirler vardı ki, bunların hepsi veya çoğu Memluk menşeli idiler. Gerek Tuğrul beyin, gerek Alp Arslan’ın büyük emirleri arasında birkaç Türkmen beyinin görülmemesi gerçekten hayret verici bir husustur. “(16)

Selçuklu devletinin, gulam(köle) sistemine dayanan bir klasik İslam devletine dönüşmesi, halkla devlet arasındaki çelişkileri derinleştirmiş ve iki tarafı savaş meydanında karşı karşıya getirmişti. Bu çatışma, gelecekte Osmanlı devletinde sürecekti; ayaklanan halk ile Osmanlının devşirme yeniçerileri, kapıkuluları savaş meydanlarında birçok kere karşı karşıya geleceklerdi.

Selçuklu ve Osmanlı ile halk arasındaki bu ayrışma- çatışma dilde, dinde, kültürde, kısacası hayatın her alanında yüzyıllar boyunca sürdü.

(15) Aktaran: Haşhaşiler/Bernard Levis

(16) Aktaran: Türk Halk Eylemleri ve Devrimleri/Çetin Yetkin/ syf 62

Kutalmış bey yenilip öldürülünce, çevrelerinde toplanan Türklerde dağıldılar. Türkmenlerin yaşam koşulları daha da ağırlaştı. Onlar her yıl bin bir emekle Selçuklulara vergi verirken, saraydaki zenginlik zevk ve sefahat daha da arttı. Örneğin büyük Selçuklu sultanı Sancar, bir oturuşta beş gün durmadan şarap içiyor, hazineden çevresine altın saçıyor ve beğendiği köleleriyle gününü gün ediyordu. Sunkur adlı kölesi için yediyüz bin dinar harcamış ve iki yıl sonra bıkınca da bıçaklatıp öldürmüştü!


Yüklə 1,71 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin