Delhi Türk Sultanlığı'nda Teşkilât / S. Haluk Kortel [s.731-743]
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Delhi Türk Sultanlığı’nın idarî teşkilâtı genel olarak Ortaçağ Türk-İslâm devletlerinin teşkilâtlarına dayanmaktadır. Saray, merkez, taşra, ordu ve adâlet teşkilâtları bünyesinde çalışan görevlilerin birçoğunun varlığına daha önceki Müslüman-Türk devletlerinden Gazneliler ve Selçuklular ile idarî yapı ve devlet teşkilâtı bakımından onların takipçisi olan Müslüman Gurlular Devleti’nde de rastlanır. Bu bakımdan Delhi Türk Sultanlarının Gurlular aracılığıyla aldıkları Türk-İslâm devlet teşkilâtı geleneğini sürdürdüklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Saray Teşkilâtı
Emîr-i hâcib: Saray teşkilâtındaki en yüksek rütbeli görevli olan emîr-i hâcibe “bârbeg” adı da verilmekteydi. Emîr-i hâcibin başlıca görevi, saray protokolünü düzenlemek idi. Emîr-i hâcib, hükümdarın tertiplediği bütün merâsimlerin hazırlıklarını yapar, bu törenlere katılan devlet erkânı, askerî erkân ve diğer resmî görevlilerin rütbelerine uygun olarak yer almalarını sağlardı. Emîr-i hâcibin bir diğer görevi, sultanın emrindekiler ve halk ile haberleşmesinde aracılık etmekti. Emîr-i hâcib, diğer hâciblerin yardımıyla alt makamdaki kişilerin ve halkın dilekçelerini toplayarak sultana iletirdi.1
Has-hâcib: Saray görevlileri arasında emîr-i hâcibden sonra has-hâcib gelmekteydi. Has-hâcib, sultanın halkı kabul ettiği törenlerde (bâr-ı’âmm) ve halkın şikâyetlerini dinlemek üzere haftanın belirli günlerinde tertiplediği mezâlim dîvânlarında, sunulan dilekçeleri toplayarak sultana iletmekle görevliydi. Emîr-i hâcib gibi sultana takdim edilen hediyelerin ve hediye sunanların isimlerinin yüksek sesle okunmasında ve huzura kabullerinde hâs-hâcib de görev yapardı.2 Sultan Muhammed-Şâh Tuğluk Devri’nden (1325-1351) itibâren sarayda emîr-i hâcib ve has-hâcibin yanısıra şerefü’l-hüccâb ve seyyidü’l-hüccâb adında iki hâcibe daha tesâdüf ediyoruz. Bunlar, saray protokolünde has-hâcibden sonra gelmekteydiler ve has-hâcib gibi kabul törenlerinde ve mezâlim dîvânlarında benzer görevleri yapmaktaydılar.3 Diğer hacibler ise, emîr-i hâcib, has-hâcib gibi baş-hâciblerin emrinde çalışır ve onlara yardım ederlerdi. Onların en önemli görevleri, resmî devlet törenlerinde huzura çıkacaklara yol göstermek, halk ile sultan arasında irtibatı sağlamak ve törenler sırasında uygunsuz hareketlerin oluşmasını engellemekti. Genel kabullerde (bâr-ı’âmm) hükümdara sunulan dilekçeleri de hâcibler toplardı. Dâvacıların şikâyetlerini dinledikten sonra sultana arz eden ve sultanın kararını tekrar dışarda bekleyen şikâyetçilere ileten hâciblere ise, “hâcib-i kıssa” adı verilmekteydi.4
Vekîl-i der: Delhi Türk Sultanlığı’nda saray halkının başı vekîl-i der idi. Vekîl-i der, bütün saray görevlilerinin yönetiminden sorumlu idi. Saray kapılarının anahtarları da onda bulunurdu. Saray personelinin, sultanın şahsî hizmetkârlarının maaşlarının ödenmesi ve sultanın çocuklarının eğitimlerinin düzenlenmesi vekîl-i derin görevleri arasındaydı. Saray mutfağı, şarabhâne, ahırlar ve şehzâdeler onun gözetimi altında bulunurdu. Sultanın saray halkıyla ilgili emirleri, vekîl-i der aracılığıyla bildirilirdi. Vekîl-i derin sarayda her emrin kaydedildiği ve sonra mührünün basıldığı ayrı bir yazışma dâiresi vardı.5
Nakîbler: Sarayda yapılan törenler ve dîvân toplantılarında görev yapan nakîblerin görevi, hükümdarın huzuruna izinsiz olarak girmek isteyenlere engel olmak ve tören sırasında hükümdarın emirlerini hazır bulunanlara ileterek törenin kurallara uygun şekilde yürümesini sağlamak idi. Sultan alayla saraydan çıktığı zaman nakîbler tıpkı hâcibler gibi onun önünden giderlerdi. Nakîblerin idârecisi olan memura Nakîbü’n-nükabâ adı verilirdi. Kabul törenlerinde yüz kişi kadar oldukları kaydedilen nakîblerin bayram merâsimlerinde üç yüz kişiye kadar çıktıkları anlaşılıyor.6
Çavuş: Çavuşların görevi, tahta çıkış ve genel kabul törenlerinde veya alayla bir yere giderken sultana halk arasından birinin yaklaşmasına engel olmak idi. Hükümdarın ordu ile ilgili emirleri askerlere veya halka çavuşlar ve nakîbler aracılığıyla duyurulurdu. Çavuşlar, emir veya duyuruyu askerlerin veya halkın önünde yüksek sesle okurlardı. Çavuşların bazen suçluların tevkif edilmesiyle görevlendirildikleri de olurdu.7 Çavuşlara benzer şekilde törenlerde hükümdarın muhâfızlığını yapan sehmü’l-haşemler ise, ellerindeki değnekler vâsıtasıyla toplanan kalabalığın sultana yaklaşmasına veya bir kimsenin izinsiz olarak sultanın huzuruna girmesine mâni olurlardı. Sehmü’l-haşemler askerî polis (inzıbât) görevi de yaparlardı.8
Candâr: Hükümdar ve sarayın güvenliğini sağlanmaktan sorumlu olan muhâfızlara candâr adı verilmektedir.9 Özellikle halkın önünde yapılan kabul törenlerinde candârlar, herhangi bir suikast veya saldırıyı engellemek için yalın kılıçla hükümdarın etrafında dururlardı. Candârlar, geçit resimlerinde nakîbler ve çavuşlar ile birlikte alayın önünde giderler ve kılıçtan başka gürz de taşırlardı. Herhangi bir kimse izinsiz olarak sultana yaklaşmak isterse candârlar, ona engel olurlardı. Candârların ser-candâr adı verilen bir kumandanları vardı. Ser-candârlar, genel kabullerde hükümdarın tahtının arkasında ayakta dururlardı. Delhi Türk Sultanlığı’nda ser-candârı meymene ve ser-candâr-ı meysere olmak üzere iki ser-candâr olduğunu görüyoruz.10
Silâhdâr: Hükümdarın silâhlarının taşınmasından ve sarayda silâhlarla zırhların bulunduğu silâhhâne ve zerrâdhânenin muhâfazasından silâhdârlar sorumlu idiler. Silâhdârlar, haftanın belirli günlerinde yapılan genel kabullerde tahtın arkasında, sultanın sağ ve sol tarafında ayakta dururlardı. Silâhdârların sayısı l00 civarındaydı. Bunlar tören esnâsında kılıç, kalkan ve yay taşımaktaydılar. Silâhdârların ser-silâhdâr-ı meymene ve ser-silâhdâr-ı meysere olmak üzere iki kumandanları vardı.11
Emîr-i âhûr: Âhûrbeg adıyla da bilinen emîr-i âhûr, saray ahırlarının (pâygâh-ı hâss) idârecisi idi. Hükümdara ait bütün atların bakımından, yiyecek, içecek gibi ihtiyaçlarının karşılanmasından emîr-i âhûr sorumluydu. Sarayda âhûrbeg-i meymene ve âhûrbeg-i meysere adlarını taşıyan iki emîr-i âhûr görev yapmaktaydı.12
Emîr-i gılmân: Saray teşkilâtında görevli gulâmların âmirine emîr-i gılmân veya ‘ârız-ı bendegân adı verilirdi. Delhi Türk Sultanlığı sarayında emîr-i gılmân-ı meymene ve emîr-i gılmân-ı meysere olmak üzere iki tane emîr-i gılmânın görev yaptığını görüyoruz. Saray protokolüne göre, âhûrbeglerden sonra gelen emîr-i gılmânlara işlerinde yardımcı olan nâibleri de bulunuyordu.13
Emîr-i Şîkâr: Şikâr-beg adı da verilen emîr-i şikâr, sultanın av işleriyle ilgilenirdi.14 Sarayda sultanın av işlerine bakan Şikerehâne-i hâss adı verilen dâire emîr-i şikârın idaresindeydi. Bunun yanı sıra avda binilen atların konulduğu pâygâh-ı şikerehâne ile avda kullanılan köpeklerin, leoparların ve kuşların yakalanması, terbiye edilmesi ve üretilmesi için sarayda bulunan bölümler de onun denetimi altındaydı.15 Delhi Türk Sultanlığı sarayında emîr-i şikâr-ı meymene ve emîr-i şikâr-ı meysere olmak üzere iki emîr-i şikâr görev yapmaktaydı.
Şahne-i Fil: Fillerin bakımı ve terbiye edilmelerinden sorumlu olan saray görevlisi idi.16 Sultana ait bütün fillerin bulunduğu Filhâne-i â‘lâ veya Filhâne-i sultanî17 denilen fil ahırları şahne-i filin idaresindeydi. Delhi Türk Sultanlığı’nda şahne-i fil-i meymene ve şahne-i fili meysere adlarını taşıyan iki fil şahnesi bulunmaktaydı. Filhâne-i sultânîdeki fillerin bakımı, sefere çıkılacağı zaman fillere zırh giydirilmesi, hükümdar yolculuğa çıkacağında üzerlerine taht-ı revânların yerleştirilmesi ve fil sürücülüğü yapmak filbânların ise, görevi idi. Filbânlar şahne-i filin idaresi altında çalışırlar ve çoğunlukla Hindliler arasından seçilmekteydiler.18
Hazînedâr: Sarayda ayrı bir dairede muhâfaza edilen sultana ait nakit para, mücevher, kumaş ve her çeşit değerli eşyadan meydana gelen hazineden (hızâne-i â‘lâ) sorumlu görevliye hazînedâr (hâzin, hızânedâr)19 denilirdi. Hazinedâra işlerinde başta nüvîsende-i hızâne adı verilen kâtibler olmak üzere çok sayıda personel yardım ederdi. Hazineden bir kimseye ödeme yapılması için öncelikle sultanın daha sonra vezîrin onayı gerekirdi.20
Emîr-i Meclis: Sultanın sarayda çeşitli sebeplerle tertiplediği meclis yani toplantıların organize edilmesinden sorumlu saray memuru idi. Emîr-i meclis21 bu toplantılar sırasında konukları huzura alır, meclis ve ziyâfetlerde teşrifât nâzırı olarak görev yapardı. Eğlence meclisleri (meclis-i işret) düzenlemek de emîr-i meclisin görevlerindendi. Eğlence meclislerinde yer alacak müzisyenlerin, şarkıcıların ve dansçıların organize edilmesinden de muhtemelen emîr-i meclis sorumluydu.22
Çâşnigîr: Sultanın sofrasına nezâret edip yemekleri kontrol eden saray görevlisine çâşnigîr adı verilirdi. Çâşnigîr yanında çalışanlarla birlikte sultanın sofrasını hazırlar ve sultanın zehirlenmesini önlemek amacıyla sofraya konulan yemekleri ondan önce tadardı.23 Çâşnigîr yemekleri hem hazırlanırken hem de sofraya getirilirken denetlemekteydi. Onun görevinde göstereceği küçük bir ihmal bile, hükümdarın zehirlenmesiyle sonuçlanabilirdi. Bu nedenle çâşnigîrler, hükümdarın en güvenilir gulâmları arasından seçilirlerdi.
Taştdâr: Kelime anlamıyla taştdâr, “leğen tutan” demektir. Taştdâr, sultan yemeğe otururken, yemekten kalktığında veya abdest alacağı zaman, elini ve yüzünü yıkaması için ona leğen ve ibrik tutardı.24 Sarayda sultana ait leğen ve ibrikler taşthâne veya taştdârhâne25 denilen ayrı bir dairede muhafaza edilirdi.
Çetrdâr: Hükümdarlık sembollerinden biri olan çetr26 yani saltanat şemsiyesini taşıyan görevlidir. Çetrdâr, sultan herhangi bir sebeple saraydan çıktığında, arkasından ilerleyerek çetrini başının üzerinde tutmak suretiyle gölge yapardı.27 Çetrdârların âmirine ser-çetrdâr adı verilmekteydi.28
Câmedâr: Sultanın elbiselerinden sorumlu olan saray memuru idi. Câmedârlar, sultanın şahsî giysileri (câmehâ-yı kisvet-i sultânî)29 yanında hil‘at olarak vereceği elbiseleri de muhâfaza etmekle görevliydiler. Sarayda bu elbiselerin bulunduğu bölüme câmehâne ya da câmedârhâne-i hâss denilirdi.30
Ferrâş: Sultanın yatak ve halılarını seren, çadırlarını kuran görevlilere ferrâş adı verilirdi. Ferrâşlar (ferrâşân-ı dergâh), sefer veya yolculuk sırasında ise sultanın çadırının kurulması, içinin yerleştirilip döşenmesi, yatağının hazırlanması ve bütün bunların hayvanlara yüklenip taşınmasından sorumluydular.31 Ferrâşların başında mihter-i ferrâş ya da sâhib-i firâş32 denilen görevli bulunurdu. Sultanın yatak, yaygı ve çadırı ile nevbet yani bandoda kullanılan müzik âletlerinin muhafaza edildiği firâşhâne (firâşhâne-i hâss) denilen ayrı bir bölüm vardı.33
Debîr-i Hâss: Sultanın kâtibine debîr-i hâss adı verilirdi. Sultan eyâlet idârecilerine, tâbi hükümdarlara ve yabancı devlet hükümdarlarına göndereceği mektup veya mesajları genellikle debîr-i hâssa yazdırırdı.34
Harîtadâr: Sarayda hükümdarın yazı işlerinde kullanılan kağıt toplarının ve kalemlerin muhâfasından sorumlu olan görevliye harîtadâr deniliyordu. Harîtadâr aynı zamanda Dîvân-ı Harîtadâr ya da Dîvân-ı taleb-i ahkâm-ı tevkî‘ denilen ve sultanın tuğrasını taşıyan fermânların yazıldığı dîvânın başkanı idi. Bu daire Dîvân’ı İnşâ’nın bir şubesi idi.35
Ser-devâtdâr: Hükümdarın divit (devât-ı murassa‘-i hâss)36 takımından sorumlu olan saray görevlisiydi. Ser-devâtdâr37 hükümdarın divitini taşır, muhafaza eder ve muhtemelen Gazneliler ve Selçuklulardaki gibi gizli ve değerli mektupları, evrakları yazıp korurdu.
Mühürdâr: Sultanın mührünü taşıyan ve muhâfaza eden görevli idi. Sultanın bütün fermânlarına mühürdâr tarafından onun mührü basılırdı. Mühürdârın diğer bir vazîfesi de sultanın içtiği suya mühür vurmaktı.38
Resûldâr: Delhi Türk Sultanlığı tarih kaynakları, resûldârın görevleri hakkında geniş bilgi vermemektedirler.39 Resûldâr, muhtemelen Gazneliler Devleti’ndeki gibi elçileri karşılamak, ikâmet edeceği yere götürülerek orada rahatını sağlamak, elçinin sultanın sarayına gidiş ve dönüşünü düzenlemek, elçinin geldiği ülkenin hükümdarına sultan tarafından gönderilecek mektup ve hediyeleri elçiye teslim etmek, sultanı ziyârete gelen vâli veya devlet adamlarına sultanın hediyelerini götürmek, başka ülkelere gönderilecek elçilerin de her türlü hazırlığını yapmakla yükümlüydü.40
Şahne-i bârgâh: Sultanın düzenlediği genel kabul (bâr-ı ‘âmm) ve bayram merâsimlerinin yapıldığı bârgâh adı verilen yerin korunmasından sorumlu olan görevliye şahne-i bârgâh (şahne-i bârgâh-ı â‘lâ) denilirdi. Bu törenler esnâsında şahne-i bârgâhın elinde altın bir asâ, ona yardım eden nâibinin elinde gümüş bir asâ taşırlar ve bu asâlar ile toplanan halkı düzene sokarlar, saflar halinde sıralarlar, insanların dağınık durmasına, töreni bozmalarına engel olurlardı.41
Şahne-i ‘imâret: Binâların inşâ ve tamirinden sorumlu olan saray görevlisine şahne-i ‘imâret veya emîr-i ‘imâret adı verilmekteydi. Şahne-i ‘imâret, sultanın yapılmasını veya onarılmasını emrettiği saray, köşk, câmi, türbe, su bendi vb. yapıların inşaatlarını titizlikle takip ve teftiş ederdi. Sarayda bu işlere bakan ‘İmârethâne adlı daireyi şahne-i ‘imâret yönetirdi. Şahne-i ‘imâretin emri altında taş yontucu (sengtıraş), ahşap yontucu (çûbtraş), demirci (âhenger), marangoz (dorûdger) gibi birçok usta bulunmaktaydı.42
Emîr-i bahr: Nehir gemilerinden meydana gelen ve asker, mühimmat sevkiyatı ve taşımacılık maksadıyla kullanılan Delhi Türk Sultanlığı donanması emîr-i bahr (melik-i bahr) adı verilen görevlinin idaresindeydi.43
Perdedâr: Hükümdar tarafından düzenlenen resmî kabul törenlerinde kapıcılık görevi yapanlara perdedâr adı veriliyordu. Perdedârlar hem saray kapısında hem de genel kabul törenlerinin yapıldığı yerlerde görevliydiler. Perdedârların başında ser-perdedâr (emîrü’l-perdedâriyye) denilen memur bulunurdu.44 Perdedârlar, hükümdarın izni olmadan huzuruna girmek isteyenleri sarayın kapısında durdurup onlara engel olurlardı.45
Kilitdâr: Saray anahtarlarının muhâfazasından sorumlu olan görevliye kilitdâr veya uhdedâr-ı derhâ adı verilirdi. Kilitdâr, akşam olunca saray kapılarını kontrol eder, kilitler, nöbet bekleyen muhâfızların yerlerinde bulunup bulunmadıklarını denetler ve her gece belli sayıda saray muhâfızı ile birlikte sultanın yatak odasının kapısı önünde yatardı.46
Şarâbdâr: Sultanın tertip ettiği bütün tören ve toplantılarda içeceklerin dağıtımından sorumlu olan görevlilere şarâbdâr (şürbdâr) denilmekteydi.47 Saraydaki şarâbdârlardan bir tanesi içeceklerin saklandığı şarâbhânenin48 de âmiri olmalıdır. Bunun yanı sıra eğlence meclislerinde (meclis-i ‘ıyş) hükümdara ve konuklarına şarap sunan görevlilere sâkî (sâkî-yi hâss) adı verilirdi.49 Sâkîler sarayda yetiştirilen gulâmların güzel yüzlü, zarîf, boylu poslu ve beyaz tenli olanlarından seçilmekteydiler.50
Saka: Saraya su taşımakla görevli olan sakalar (el-âbdâriyye),51 günün belirli saatlerinde Delhi şehrinin su depolarından aldıkları suyu saraya getirirlerdi. Sakaların “emînü’s-sak#’în” adını taşıyan bir âmirleri vardı.52
Bâzdâr: Sultanın av partilerinde kullanılan doğan, şahin gibi av kuşlarını taşıyan ve bunların bakım ve terbiyeleriyle ilgilenen görevliye bâzdâr adı verilirdi. Sultan ava çıktığında bâzdârlar ellerinde bu yırtıcı kuşlar oldukları halde ata binmiş durumda ilerlemekteydiler.53 Sürek avlarında kullanılan yûz (leopar) ve kaplan gibi hayvanların eğitilmesi ve bakımıyla uğraşan görevlilere ise, yûzbân deniliyordu.54
Meş‘aledâr: Sarayın aydınlatılmasından sorumlu olan görevlidir. Akşam olduğunda sarayın iç ve dış kısımlarında bulunan meş‘alelerin yakılarak aydınlatmanın sağlanması meş‘aledârın işi idi.55
Sarayda ayrıca hükümdarların çeşitli konuları danıştığı, bilgi aldığı ve ayrıca şehzâdelerin eğitimleriyle ilgilenen öğretmenler (muallimân, üstâdân) vardı.56 Sultanın hocalığını yapan kimseye “muallimü’s-sultân” denilmekteydi.57
Saray görevlileri arasında sayabileceğimiz tabipler ise, sultanın ve belki saray çalışanlarının hastalıklarının tedâvisiyle ilgilenmekteydiler.58 Sarayda sultanın özel hizmetkârlığını yapan hâssa-dârın yanı sıra hacamatçı (kan alıcı), müneccim (astrolog), cellâd, mutrib (çalgıcı), saray aşçısı (tabbâh) gibi görevlilerin varlığına rastlamaktayız.
Hükümet Teşkilâtı
Merkez Teşkilâtı: Diğer Ortaçağ Türk-İslâm devletlerinde olduğu gibi merkez teşkilâtının esâsını dîvân teşkilâtı meydana getirmekteydi. Dört büyük dîvân vardı: 1) Dîvân-ı Vezâret; 2) Dîvân-ı Risâlet; 3) Dîvân-ı İnşâ; 4) Dîvân-ı ‘Arz. Devrin anlayışına göre Dîvân-ı Vezâret diğer üç dîvândan daha üstün sayılmaktaydı.59 İdârî teşkilâtta en yüksek ve yetkili makam Dîvân-ı Vezâret idi. Bütün devlet işleri vezîr başkanlığında toplanan Dîvân-ı Vezâret’te görüşülüp karara bağlanırdı. Bu itibarla vezîr hükümdardan sonra en yüksek görevli olarak karşımıza çıkmaktadır. Vezîr tayin edilen kimseye hükümdar tarafından menşûr (sened), hil‘at ve çetr verilirdi.60 Merkez mâliye teşkilâtı doğrudan doğruya vezîre bağlıydı. Vergilerin toplanması, eyâlet vâlilerinin hesaplarının kontrolü ve gelir-gider dengesinin sağlanması vezirin göreviydi. Devletin bütün bölümlerinin muhâsebe kayıtları vezîrin dairesi olan Dîvân-ı Vezâret’te kontrol ve tasdik edilirdi. Vezîr, ordu mensuplarının ve diğer devlet memurlarının tayinlerini yapar, maaşlarını verirdi.61 Darphâne, bayındırlık işleri dâiresi, haberleşme ve posta teşkilatı, tarımla ilgili daireler, hayır kurumları ve saray imâlathâneleri hep vezîrin yönetimi altındaydı.62
Sultanın sefer, av gibi sebeplerle merkezde bulunmadığı zamanlarda ise vezîr onun nâibliği (nâib-i gaybet)63 görevini yürütürdü. Diğer taraftan vezîr, hükümdarın baş danışmanıydı. Vezîre işlerinde nâibi yardım ederdi. Dîvân-ı vezâret çalışanlarından mecmû‘adâr ise gelir-gider hesaplarının karşılaştırmasını yapardı.64 Ayrıca işlemleri yürütmek ve kayıtları tutmakla görevli kâtibler ve muhâsebeciler vardı.65
Dîvân-ı Risâlet ise, Delhi Türk Sultanlığı’ndaki en yüksek başvuru dairesi idi. Vatandaşlar herhangi bir konudaki istek ve şikâyetlerini yazılı veya sözlü olarak Dîvân-ı Risâlet’e iletebilirlerdi. Dîvân-ı Risâlet’e vekîl-i der başkanlık ederdi.66 Hâcibler mürâcaatçıyı kabul salonuna alır ve dileğini emîr-i hâcibe iletirler, o da durumu sultana arz ederdi. Başvurular dîvân kayıtlarına geçirilirdi. Dîvân toplantısı sona erince hâcibler veya Emîr-i hâcib, yapılan başvuruların kayıtlarını vekîl-i dere verir ve o bunları hükümdarın emrine göre düzenlerdi.67 Âlim, şeyh, seyyid, sûfî, hâfız, müderris, müftî, öğrenci (müteallim), hattât, müezzin, câmi ve tekkelerde çalışanlar, tarîkat erbâbından olanlar ile yaşlı, özürlü, fakir ve muhtaç kimselere bağlanacak maaş ve yardımların (idrârât ve in‘âmât) bütün işlemlerinden de Dîvân-ı Risâlet sorumluydu.68
Devletin iç ve dış bütün yazılı haberleşmesini idare eden daireye Dîvân-ı İnşâ adı verilirdi. Hükümdar adına yazılan fermân, misâl, berât gibi belgeler, yabancı hükümdarlara ve ülke içine gönderilen mektuplar, fetihnâmeler Dîvân-ı İnşâ’da hazırlanırdı.69 Bu dîvânın başkanı debîr-i memâlik (debîr-i memleket)70 olup genellikle Umdetü’l-mülk lâkabını taşırdı. İdârî işlerle ilgili bütün fermân ve berâtlar Dîvân-ı İnşâ’da yazılır üzerlerine hükümdarın tuğrası çekilirdi. Bu resmî belgelere “fermân’ı tuğrâ” ya da “ahkâm-ı tevkî‘”71 denirdi. Bunların birer kopyasının Dîvân-ı İnşâ defterlerine kaydedildiği muhakkaktır. Debîr-i memâlike işlerinde kalabalık bir kâtib kadrosu (debîrân) yardım ederdi.
Askerî işlerin idaresine bakan devlet dairesine Dîvân-ı ‘Arz (Dîvân-ı ‘Arz-ı memâlik) denilirdi. Bu dîvânın başkanı ‘ârız-ı memâlik idi.72 Ordunun bütün ihtiyaçlarının karşılanmasından ‘ârız-ı memâlik sorumluydu.73 Yeni asker yazmak, askerlerin maaşlarını ödemek, orduyu periyodik olarak teftiş etmek, gerektiğinde yeni asker yazmak, orduyu sefere hazırlamak ‘ârız-ı memâlikin başlıca görevlerindendi.74 ‘Ârız-ı memâlik yılda en az bir kez orduyu denetleyerek askerlerin yoklamasını yapar, teçhizat ve hayvanlarının durumuna bakardı.75 Ordudaki bütün askerlerin isim ve tasvîri (hilye)76 Dîvân-ı ‘Arz defterlerinde77 kayıtlıydı. ‘Ârız-ı memâlik ordunun teftişinde bu kayıtları esas alırdı.78 ‘Ârız-ı memâlike işlerinde nâibinin yanısıra kâtibler, defterdârlar, sehmü’l-haşemler, çavuşlar ve nakîbler79 yardımcı olurdu.
Bu dört büyük devlet dairesinden başka çeşitli görevler üstlenen Dîvân-ı İşrâf-ı memâlik, Dîvân-ı İstîfâ-yı memâlik, Dîvân-ı Berîd, Dîvân-ı Müstahrec, Dîvân-ı Riyâset gibi ikinci derecede dîvânlar da vardı. Bunlardan Dîvân-ı İstîfâ-yı memâlikin başkanı müstevfî-yi memâlik idi. Delhi Türk Sultanlığı’nda Dîvân-ı İstîfâ Gaznelilerde olduğu gibi, bağımsız bir dîvân olmayıp Dîvân’ı Vezâret’e bağlı olarak çalışmaktaydı. Devlet gelir ve giderlerinin hesaplanıp, bunlar arasında dengenin sağlanması, mâlî işlerle ilgili yazışmaların yapılması, muhâsebe kayıtlarının tutulması ve kontrol edilmesi istîfâ dîvânının idarecisi olan müstevfî-yi memâlikin başlıca görevlerindendi. Sultan Fîrûz-Şâh Tuğluk zamanında (1325-1351) yapılan bir değişiklikle müstevfî-yi memâlikin yetkisi harcamaların denetimi üzerinde yoğunlaştırılmış gelirlerin denetimi müşrife bırakılmıştı. Müstevfî, önceleri müşriften rütbece daha aşağı iken Sultan Fîrûz-Şâh Tuğluk zamanında ondan daha üstün hale gelmişti.80 Müstevfî-yi memâlike çalışmalarında nâibi yardım ederdi. İstîfâ dîvânı personelinden olan vakûf ise, taşradaki idarecilerin harcamalarını takip ederdi. Nüvîsende-i müstevfî adı verilen kâtibler de İstîfâ dairesinde kayıtların tutulmasıyla ilgilenirlerdi.81
Mâliye teşkilâtıyla ilgili bir diğer daire olan Dîvân-ı İşrâf’ın82 idarecisi müşrif-i memâlik idi.83 Müşrifin görevi, devletin mâlî işlerinin doğru gidip gitmediğini kontrol etmekti. Eyâletlerden ve diğer devlet dairelerinden gelen hesaplar müşrif-i memâlik tarafından teftiş edilip herhangi bir yolsuzluk olup olmadığı araştırılırdı.84 Vergi, ganîmet, hediye, müsâdere vb. herhangi bir nedenle devlet hazinesine giren ve çıkan para veya mallardan müşrif-i memâlikin mutlaka haberi olurdu.85 Sultan Fîrûz-Şâh Tuğluk Devri’ndeki değişiklikle müşrifin yetkisi sâdece gelirlerin denetimiyle sınırlandırılmıştı. Dîvân-ı İşrâf, Dîvân-ı Vezâret’e bağlı olarak çalışan bir daire idi. Müşrif-i memâlike işlerinde nâibi yardım ederdi. İşrâf dîvânı çalışanlarından nâzır ise, ülkedeki bütün vergi memurlarının topladıkları vergilerle ilgili hesapların kontrolüne bakardı. Dîvan-ı İşrâf’ta ayrıca kayıtların tutulmasından sorumlu kâtipler görev yapmaktaydılar.86
Posta ve istihbârât işlerine Dîvân-ı Berîd bakardı. Bu dairenin başkanı berîd-i memâlikin görevi resmî posta işlerini idare etmek yanında ülkede olan biten herşeyden haberdar olup bunlar hakkında hükümdara rapor vermekti.87 Berîd-i memâlik Dîvân-ı Vezâret’in dâimî üyelerinden olup, rütbe bakımından müşriften sonra gelirdi. Berîd-i memâlike işlerinde nâibi yardım ederdi.88 Dîvân-ı Berîd’in ülkenin her tarafında resmî ve gizli istihbârât memurları vardı. Kaynaklarda89 berîd, sâhib-i haber, münhî, muhbir, câsus ve mütefahhıs adlarıyla geçen haber alma memurları, sorumlu oldukları yerde meydana gelen bütün olayları yazılı olarak merkeze bildirmek zorundaydılar. Sultan Alâeddîn Halacî bunun yanı sıra Delhi’deki çarşı ve pazarlarda alışverişin belirlenen fiyat tarifelerine uygun yapılıp yapılmadığını ve esnafın doğru ölçü ve tartıları kullanıp kullanmadığını öğrenmek amacıyla mütefahhıslar ile berîd-i mende90 ve berîd-i münhî adı verilen istihbârât memurları tayin etmişti (703-704/1303-1305).91 Berîd ve casusların sefer sırasındaki görevleri ise keşif yapmaktı. Sınır eyâletlerinde görev yapan muhbirler ise, ülkeye giriş yapan elçi ve yabancılar hakkında elde ettikleri her bilgiyi sultana ayrıntılı bilgi verirlerdi.92
İstihbârât teşkilâtının yanı sıra gelişmiş bir posta teşkilâtı da vardı. Ülkedeki yollar üzerinde düzenli aralıklarla kurulan menzillerde devamlı harekete hazır atlar ve koşucular bulundurulur ve haberler vakit kaybedilmeksizin gideceği yere ulaştırılırdı. Resmî haberleri taşıyan görevlilere müsri‘, ulak, k#sıd ve dhâve (dâve)93 adları verilmekteydi.94 Delhi Türk Sultanlığı döneminde Hindistan’da atlı ve yaya olmak üzere iki çeşit posta vardı.95 Sultanın fermânları, mektupları ve fetihnâmeler de ulaklar veya yaya posta görevlileri tarafından taşınırdı.96 Sefer sırasında ordudan haber alınabilmesi için de ordunun geçeceği yol üzerinde menziller ve tahâne (thâne) denilen posta istasyonları kurulur, ordunun yolu üzerindeki kasabalara resmî görevliler (uhdedârân) ve haber yazıcıları (keyfiyyet-nüvîsân) yerleştirilmesini emretmişti.97
Delhi Türk Sultanlığı’nda hükümdar nâibliği müessesesi de vardı. Nâib-i mülk, Melik nâib, veya Nâib-i hâss-ı şâh adları verilen hükümdar nâibi, sultan adına devlet işlerini yürütürdü.98 Delhi Türk Sultanlığı’nda hükümdar nâibi genellikle yüksek rütbeli bir emîr veya melik olurdu. Hükümdar nâibliğinin genel anlamda sürekli bir memuriyet olmadığı ve daha çok zayıf karakterli veya çocuk yaştaki hükümdarlar zamanında nâib tayin etme ihtiyacının ortaya çıktığı görülmektedir.99 Bununla birlikte kuvvetli şahsiyete sahip bir hükümdar da nâib tayin edebilirdi. Hükümdar nâiblerinden birçoğu kendilerine tanınan geniş yetkilere dayanarak üstünlük mücâdelesine girişmişler ve iktidarı ele geçirmek uğrunda türlü zâlimliklerden kaçınmamışlardı. Onların kötü yönetimleri çoğunlukla ülkede kargaşalıklar ve isyanlar çıkmasına sebep olmaktaydı. Tuğluklular Dönemi’nde (1325-1414) hükümdar nâibliği önemini yitirmiş ve bunun yerine vezîrlik kurumu ön plâna çıkmıştı. Delhi Türk Sultanlığı’nda hükümdar nâibliği hâricinde nâib-i gaybet (niyâbet-i gaybet) adı verilen bir memuriyet daha vardı. Hükümdarın uzun süreli bir sefere çıkacağı zaman başkentin güvende olması ve buradaki işlerin aksamaması için bıraktığı vekîle nâib-i gaybet denirdi.100 Nâ’ib-i gaybet Nâ’ibü’l-mülke benziyorsa da yetki alanının başkentle sınırlı oluşu sebebiyle ondan kesin olarak ayrılmaktadır.
Delhi Türk Sultanlığı’nda müsâdere işleriyle ilgilenen ayrı bir daire vardı. Müsâdere zor kullanılarak başkalarının mallarına el koyulup devlet hazinesine aktarılmasına denilirdi. Delhi Türk Sultanlığı’nda sıkça uygulanan bir cezâlandırma şekli olan müsâdere ile ilgili işlere Dîvân-ı Müstahrec bakardı.101 Bu dairenin başındaki memura “müstahric” denilmekteydi. Herhangi bir devlet memurunun zimmetine para geçirdiği veya yolsuzluk yaptığı ispatlanırsa, bunun o memurdan tahsil edilmesi müstahricin göreviydi.102
Hisbe teşkilatının başı olan Delhi muhtesibine Re’îs,103 başında bulunduğu devlet dairesine de Dîvân-ı Riyâset adı verilirdi.104 Re’îsin başlıca görevleri Delhi şehrindeki esnâf ve tüccarları teftiş edip devlet tarafından belirlenen tarifeye (narh) uygun satış yapıp yapmadıklarını kontrol etmek, tartıları ve ağırlıkları denetlemek, esnâfın çeşitli şekillerde sahtekârlık veya ihtikâr yoluyla halkı dolandırmalarına engel olmak ve böyle yapanları cezâlandırmaktı.105
Tarımla ilgili işlerden Emîr-i kûh sorumluydu. Tarımı geliştirmek, tarım yapılamayan arazileri ıslâh edip ziraate açmak ve tarımla uğraşanlara yardımcı olmak Emîr-i kûhun başlıca görevlerindendi. Emîr-i kûh ayrıca sulama kanallarının yapımı, tarım alanlarının sulanması ve ormanların bakımı ve temizlenmesiyle meşgul olurdu.106 Bu memuriyetin Dîvân-ı Emîr-i kûhî adı altında ayrı bir daire haline getirilmesi ise, Sultan Muhammed-Şâh Tuğluk zamanında olmuştur. Sultan Muhammed-Şâh Tuğluk tarafından kurulan dairelerden biri de Dîvân-ı Siyâset’tir. Bu dîvân, suçluların cezâlandırılmasında daha doğru ve tarafsız kararlar vermek ve haksız yere bir kimsenin cezâlandırılmasını engellemek amacıyla kurulmuştu. Sultan Muhammed-Şâh Tuğluk, Dîvân-ı Siyâset’in idaresiyle ilgilenmeleri için ayrı müftî, âmir, mutasarrıf ve mütefahhıs tayin etmişti.107
Dîvân-ı bendegân ise, Sultan Fîrûz-Şâh Tuğluk tarafından gulâm sistemini geliştirmek amacıyla kurulmuştu. Gulâmlarla ilgili bütün işlemler bu daire tarafından yapılır ve kayıtları burada tutulurdu. Sultan Fîrûz-Şâh Tuğluk’un kurduğu yeni dairelerden bir diğeri de Dîvân-ı Hayrât idi. Bu daire fakir âilelerin kızlarını evlendirebilmeleri için para yardımı yapmaktaydı. Sultan Fîrûz-Şâh Tuğluk, yardıma muhtaç ilim ve din adamlarına maaş bağlanması amacıyla da Dîvân-ı İstihk#k’ı kurmuştu.108
Delhi Türk Sultanlığı’nda kalelerin idaresinden kûtvâller sorumluydu.109 Ülkedeki en yüksek rütbeli kûtvâl, Uluğ Kûtvâl-beg, Kûtvâl-i Hazret-i Delhi veya Kûtvâl-i memâlik adları verilen Delhi kûtvali idi. Delhi kalesinin ve kapılarının korunmasıyla kûtvâl ilgilenirdi. Başkentin âsâyiş ve güvenliğiyle ilgilenmek Delhi Kûtvâli’nin en başta gelen göreviydi. Delhi’de huzuru bozacak herhangi bir olay meydana geldiğinde kûtvâl buna müdâhale etmekle yükümlüydü. Cinâyet, cinâyete teşebbüs ve adam yaralama gibi suçlar işleyenleri tutuklayıp mahkeme önüne çıkarmak Delhi kûtvâlinin görevlerindendi. Delhi’deki hapishâneler ve buradaki mahkûmlar da kûtvâlin idaresi altındaydı. Yargılamadan sonra mahkûmlar kûtvâle teslim edilir, o da bunları hapishânedeki zindanlara koyardı. Delhi kûtvâli ayrıca fâili bilinmeyen cinâyetleri araştırıp suçluyu bulmaya çalışırdı.110
Merkez teşkilâtı bünyesinde ele alınabilecek görevlilerden birisi de Şeyhülislamdır.111 Şeyhülislam, adlarıyla da anılan görünüşte dînî işlerle ilgilenen en yüksek görevli ise de yetkileri pek geniş değildi. Devletin himâyesi altındaki sûfî, derviş ve fakîrler ile ilgili işlere Şeyhülislam bakmaktaydı. Böyle kimselere devlet tarafından maaş bağlanacağı zaman muhtemelen Şeyhülislam’a danışılırdı.112 Bundan başka sultanların ve evliyânın türbelerinin bakımı da büyük ihtimalle Şeyhülislam’ın sorumluluğu altındaydı.113 Dînî işlerle ilgili diğer görevliler arasında Hatîbü’l-hutebâ ve Seyyidü’s-sâdât’ı sayabiliriz. Hatîbü’l-hutebâ, ülkedeki en üst dereceli hatîb olup görevi Delhi’deki Câmi Mescid’de Cuma ve bayram hutbelerini okumaktı. Hatîbü’l-hutebâ ayrıca genel kabul törenlerinde K#dı-yı memâlik’ten daha aşağı bir mevkide dururdu.114 “Seyyid-i ecell”115 adı da verilen Seyyidü’s-sâdât ise, Hz. Peygamber’in soyundan gelen seyyidlerin başı idi. Bâzen Şeyhülislam, Hatîbü’l-hutebâ ve Seyyidü’s-sâdâtlık aynı kişiye verilebilirdi.116
Taşra Teşkilâtı: Eyâletlerin çoğu sultan tarafından iktâ olarak şehzâdelere, hânedân üyelerine, yüksek rütbeli kumandanları ve devlet ileri gelenlerine verilirdi. İktâ sâhibi oldukları için bunlara mukta‘117 veya iktâdâr118 da denirdi. Dolayısıyla taşra idaresi de vâliler ve mukta‘lar tarafından yürütülürdü. Bunun yanı sıra Delhi Türk Sultanlığı’nda eyâletlerin idaresinin hükümdar tarafından yüksek fiyatla bir kimseye kiraya verilmesine yani iltizâm usûlüne de rastlanmaktadır. İltizâm usûlü daha çok Sultan Muhammed-Şâh Tuğluk tarafından devlet hazinesine daha çok gelir getirmesi için uygulanmış, fakat kötüye kullanılmaya müsait olduğu için gerek devlet gerekse halk bundan büyük zararlar görmüştü.119 Bu nedenle Sultan Fîrûz-Şâh Tuğluk zamanında tekrar iktâ usûlüne dönüldüyse de iltizâm uygulaması tamamen ortadan kalkmamıştı.120 Delhi Türk Sultanlığı’nda eyâletler “şık (şıkk)” adı verilen idarî bölümlere ayrılmıştı. Bir eyâlet birkaç şıkdan meydana gelmekteydi. Sultan Balaban, Sâmâne ve Sunâm eyâletlerini şıklara ayırmış ve bunları iktâ olarak ordudaki emîr ve meliklere vermişti (679/1280).121 Şıklar, “pergene” denilen köy birliklerinden oluşuyordu.122 Bu bakımdan pergeneler hemen hemen şehir veya kasabalara karşılık gelmekteydi. Bir pergenenin içine aldığı köylerin sayısı yüzü bulabiliyordu. Bu şekilde yüz köyün birleşmesinden oluşan idarî birime ise “sade” adı verilmekteydi.123 En küçük idarî birim ise köy (dih) idi. Taşra teşkilâtı bünyesindeki idarî birimlerin yönetimi için çeşitli memurlar görev yapmaktaydı.
Eyâletlerin idaresinden vâliler sorumluydular. Vâliler hükümdar tarafından tayin edilirlerdi. Vâliler görevlerini hükümdarın emirleri çerçevesinde yerine getirirlerdi ve ayrıca Dîvân-ı Vezâret’in denetimi altında bulunurlardı.124 Vâliler sultanın haberi olmadan bir yere sefer yapamazlardı. Ayrıca eyâletlerinde yeni düzenlemeler getirme veya yeni memurlar tayin etme yetkileri de yoktu.125 Vâliler ayrıca eyâletlerinde düzen ve huzuru sağlayıp devam ettirmekle görevliydiler. Çağdaş yazar Hasan Nizâmî,126 bir vâlinin başlıca görevlerini şöyle sıralamaktadır: Kanunları, yeni düzenlemeleri ve adetleri uygulayıp korumak, eyâlet ordusunu, sivil memurları ve ilmiye sınıfını idare edip bunların işleriyle ilgilenmek, halkın borçlarını azaltmak ve halkı birlik olmak konusunda bilgilendirmek, tarımı desteklemek suretiyle üretimi arttırmak, adâleti devam ettirmek ve zayıfı güçlü olanın zulmünden ve açgözlülüğünden korumak, mahkemeler tarafından alınan kararların uygulanmasını sağlamak, merkezî idareye karşı her zaman itaatkâr olmak, yolları ve tüccarları korumak, ticareti teşvik etmek. Böylece kuruluş yıllarından itibaren Delhi Türk Sultanlığı’nda vâlilerin askerî ve mâlî alanlarda yetkili oldukları, adlî ve dînî işlere karışmadıkları anlaşılmaktadır. Vâlilerin en önemli görevlerinden biri sefer zamanlarında eyâlet birlikleriyle sultanın ordusuna katılmaktı. Vâli ayrıca eyâletinin sınırları içinde konaklayan veya geçen sultanlık kuvvetlerine her türlü yiyecek, içecek yardımı yapmakla yükümlüydü. Vâlilerin bir başka önemli görevi vergi toplamaktı. Vâliler her yıl çiftçiler ve halktan topladıkları vergi gelirlerinin içinden kendi ve memurlarının payına düşen kısmını aldıktan sonra geri kalanı başkente gönderirdi. Vâlilere bütün işlerinde yardım eden nâibleri bulunurdu.127
Eyâletlerde mâlî işlerle, özellikle de gelirlerin tespit edilmesiyle ilgilenen ve hâce adı verilen bir muhâsebeci bulunmaktaydı.128 Hâce, resmî olarak vâliye bağlıydı, fakat uygulamada onun tayini doğrudan hükümdar tarafından yapıldığından ve vezîre karşı sorumlu olduğundan hâce çoğu zaman vâliye eşit ya da ondan daha yüksek bir otoriteye sahip olabilirdi. Büyük eyâletlerde ise, hâcelerin vezîr olarak adlandırıldıkları anlaşılmaktadır.129 Taşra teşkilâtında çalışan âmillerin görevi ise, vergi tahsil etmekti. Âmillerin bundan başka vergilerin hesaplanmasıyla da görevliydiler.130 Yaptıkları iş, devlet mâliyesini doğrudan ilgilendirdiği için âmiller Dîvân-ı Vezâret’e karşı sorumluydular. Kaynaklarda adları genellikle âmiller ile birlikte anılan mutasarrıf, muhassıl, gümâşte ve kârkonlar da vergilerin toplanmasında görev yapmaktaydılar.131 Uhdedârân-ı defâtir ve nüvîsendegân132 adı verilen kâtibler ise, vergi kayıtlarını tutmaktaydılar.
Merkez teşkilâtında olduğu gibi taşra teşkilâtında da müşrifler görev yapmaktaydılar.133 Müşrif, çiftçilerin ürünlerine bakıp devletin ürün üzerindeki payını tespit eden bir müfettişti. Kasabalarda görev yapan serheng yani çavuşun görevi, emirleri çavdhûri, mukaddem ve hût adları verilen Hindû köy idarecilerine iletmek ve gerektiğinde onları kasabalardaki dîvânlara (divânhâ-yı kasabât) getirmekti.134 Bir eyâletin alt birimi olan şıkkın idaresinden şıkdâr sorumluydu. Şıkdârlar taşra teşkilatında önemli bir yere sahiptiler ve çeşitli görevleri vardı. İdaresi altındaki şıkta güvenlik, huzur ve barışı sağlamak, âmillere verginin toplanmasında yardım etmek, gerektiğinde isyankâr hareketlerde bulunan Hindû köy ağalarına karşı mücadele etmek için âmillere askerî destek vermek şıkdârın başlıca görevlerindendi.135 Şıklarda sivil ve idârî işler şıkdârın sorumluluğu altında iken hukukun uygulanması ve düzenin sağlanması ile fevcdârlar uğraşmaktaydılar.136 Emîr-i sadeler ise, büyük ihtimalle yüz köyün birleşmesinden meydana gelen “sade”lerin idaresinden sorumlu olan askerî görevlilerdi. Emîr-i sadelerin idarelerindeki yerlerde vergi tahsil işleriyle de ilgilendikleri anlaşılmaktadır.137 Köylerde ve köylerin meydana getirdiği pergenelerde Hindû memurlar da görev yapmaktaydılar. Bunlardan çavdhariler138 yüz köyün birleşmesinden meydana gelen ve “sade” adı verilen idârî birimin Hindû reisi olarak tanımlanmaktadırlar.139 Köy reisleri olan hûtlar verginin tespiti ve toplanmasında devlete yardımcı olan âmiller idiler.140 Kaynaklarda adı geçen mukaddemler de Hindû kökenli idarecilerden idi.141 Bu memurlardan başka köylerde tarım ürünlerinin kayıtlarını tutan ve bunlardan alınacak vergileri hesaplayan “petvârî” adı verilen köy muhâsebecileri görev yaparlardı.142
Taşradaki kalelerin idaresi ve korunmasından kûtvâller sorumluydular. Kûtvâller başkette olduğu gibi taşra teşkilâtında da şehirlerde düzen, huzur ve güvenliğin sağlanması için çalışırlardı. Kalelerdeki hapishâneler de kûtvâlin denetimi altındaydı.143 Muhtesibler ise, görevli bulundukları şehirlerde Müslümanların İslâm dininin yasakladığı şeyleri yapmalarına engel olurlardı. Açık yerlerde içki içenler, Ramazan ayında alenen bir şey yiyip içen kimseler, sokakları kapatan esnaflar, genel ahlâk kurallarına uymayanlar muhtesibe hesap vermek zorundaydılar. Muhtesibler ayrıca taşradaki esnâf ve tüccarları teftiş ederlerdi.144 Şahneler ise şehirleri korumak ve şehirlerde âşâyiş ve huzuru sağlamakla görevli idiler. Bu yüzden şahnelerin emirleri altında belli sayıda asker bulunurdu.145
Askerî Teşkilât
Delhi Türk Sultanlığı’nda ordunun başkumandanı sultan idi ve seferleri bizzat idare ederdi. Fakat sultanın herhangi bir sebeple başkentte bulunması gereken zamanlarda sefere çıkacak ordunun idaresi için bir baş kumandan (serleşker) tayin ederdi. Orduyu seferin yapılacağı yere sevk etmek ve seferi yönetmek ordu kumandanının başlıca görevlerindendi.146
Orduyu Meydana Getiren Unsurlar: Delhi Türk Sultanlığı ordusunu oluşturan unsurlar kaynaklarda açık bir şekilde belirtilmemektedir. Öyle anlaşılıyor ki, sultanlık ordusunun önemli bölümünü eyâlet askerleri oluşturuyordu. Eyâletlerdeki askerlere, “haşem-i etrâf” denilmekteydi. Delhi’de bulunan askerlere ise “haşem-i kalb”, “leşker-i kalb”, “efvâc-ı kalb” veya “haşem-i hazret” adları verilirdi. Bunlardan saray ve hükümdarı korumakla görevli olanlara “haşem-i hâss” veya “hâssa-i hayl” denirdi. Hâssa-i haylı hükümdarın memlûkleri (bendegân-ı hâss) ve candâr, silâhdâr gibi muhâfız grupları meydana getirmekteydi.147 Sultan Fîrûz-Şâh Tuğluk zamanında merkez kuvvetlerini (haşem-i hazret) Düâb, Sâmâne, Dîpâlpûr, Multân, Lâhor ve diğer bazı iktâlardaki askerler meydana getirmekteydi. Bedâûn, Kannevc, Eved, Cavnpûr, Bihâr, Tirhut, Mahoba, İrîc, Çanderi ve Dhâr’daki askerler ise, eyâlet kuvvetlerini oluşturuyordu.148 Orduyu oluşturan ikinci önemli unsur gulâmlar (memlûkler) idi. Eski İslâm devletlerinde ordu, saray ve idârî teşkilâtta çalıştırılan köle ve esirlere gulâm denilirdi.149 Ortaçağ Türk-İslâm devletlerinin hemen hepsinde görülen gulâm sistemi, Delhi Türk Sultanlığı’nda da yaygın olarak uygulanmıştır. Bu sistem Gurlular ve onların memlûkluktan yetişme Türk asıllı kumandanları vâsıtasıyla Hindistan’a intikal etmiştir. Delhi Türk Sultanlığı’nın saray ve askerî teşkilâtı önemli ölçüde gulâmlara dayanmaktaydı. Hattâ Celâleddîn Fîrûz-Şâh Halacî devrine kadar hüküm süren Delhi sultanlarının hepsi gulâm veya gulâmların soyundan idiler. Bunlar arasında Delhi Sultanlığı’nın kurucusu Kutbeddîn Aybeg, Sultan İltutmuş ve Sultan Balaban’ı sayabiliriz.150 Gulâmlar öncelikle küçük saray memuriyetlerine tayin edilirler ve eğer başarılı olurlarsa belli bir süre sonra daha yüksek mevkilere getirilirlerdi.151
Özellikle Sultan İltutmuş ve Sultan Balaban Devirlerinde Türk kökenli gulâmların Selçuklu saraylarında olduğu gibi çeşitli üst düzey görevlerde bulundukları ve eyâlet vâliliklerine kadar yükseldikleri görülüyor. İltutmuş’un memlûklerinden “çihilgân” adı verilen kırk tanesi onun çocuklarının zayıflıklarından da faydalanarak devlet işlerine tamamen hâkim duruma gelmiş, hattâ istedikleri hükümdarı tahta çıkartacak ve istedikleri görevliyi tayin ettirebilecek derecede güçlenmişlerdi.152 Delhi sultanlarının hizmetinde bulunan gulâmların sayısı hakkında kaynaklardan bazı rakamlar elde edebiliyoruz; meselâ Halacîlerden Sultan Alâeddîn Muhammed’in 50.000 gulâmı vardı.153 Sultan Muhammed-Şâh Tuğluk’un ise, 20.000 Türk gulâma sahip olduğu kaydedilmektedir.154 Sultan Fîrûz-Şâh Tuğluk zamanında gulâm sistemi büyük ölçüde gelişme gösterdi. Başkent ve eyâletlerdeki gulâmların sayısı Sultan Fîrûz-Şâh Tuğluk devrinde 180.000’i buluyordu.155
Delhi Türk Sultanlığı ordusunu başta Türkler olmak üzere Hint, Afgan, İran (Tâcik) ve Moğol kökenli askerlerden meydana geliyordu. Söz gelişi, Sultan Kutbeddîn Aybeg’in ordusunda Türk, Gurlu, Horasanlı, Halaç ve Hintli askerler vardı.156 Sultan Kutbeddîn Halacî’yi öldürüp Delhi’de tahta çıkan hükümdar Nâibi Nâsıreddîn Hüsrev-Şâh’a karşı ilerlediği sırada Dîpâlpûr Valisi Gıyâseddîn Tuğluk’un ordusunda Oğuz, Moğol, Tâcik, Afgan, Anadolulu (Rûmî), Horasanlı ve Rus askerler bulunuyordu.157 Sultan Muhammed-Şâh Tuğluk zamanında ise, Delhi Türk Sultanlığı ordusu Türk, Hıtaylı, İranlı ve Hintli askerlerden meydana gelmekteydi.158
Ordudaki Sınıflar: Delhi Türk Sultanlığı ordusu atlı askerler, yaya askerler ve filler olmak üzere üç ana gruba ayrılmaktaydı. Atlı askerler ordunun önemli bölümünü teşkil ederlerdi. Tam teçhizatlı atlı askere “müretteb” kendi atları haricinde bir yedek atı bulunanlara ise “dü-espe” adı verilmekteydi.159 Sultan Nâsıreddîn Mahmûd-Şâh zamanında (1246-1266) orduda 50.000 atlı asker (süvâr) vardı.160 Sultan Balaban Devri’nde atlı askerlerin 6-7 bin kadarı başkent Delhi’de bulunurdu.
Diğerleri ise büyük ihtimalle Moğol akınlarına karşı kuzeybatı sınırındaki eyâletlerde görevlendirilirlerdi. Sultan Alâeddîn Muhammed-Şâh yaptığı ekonomik ve idarî düzenlemeler sâyesinde ordusundaki süvâri sayısını 475.000’e çıkartmayı başarmıştı. Sultan Muhammed-Şâh Tuğluk zamanında yapılan sayımda orduda 370.000 atlı asker olduğu görülüyor.161 Sultan Fîrûz-Şâh Tuğluk Devri’nde orduda memlûkler hâriç 80-90.000 atlı asker bulunmaktaydı.162 Sultan Fîrûz-Şâh Tuğluk’un 1388’de ölümünden sonra çıkan taht kavgaları orduyu da önemli ölçüde zayıflatmış ve asker sayısı önemli ölçüde azalmıştı. Nitekim Tuğluklulardan Sultan Nâsıreddîn Mahmûd-Şâh, 1398 yılında Emîr Timûr’un ordusuyla karşılaştığı zaman ordusunda sâdece 10.000 atlı asker ve 20.000 piyâde bulunuyordu.163
Ordudaki yaya asker (piyâde) sınıfının büyük çoğunluğu Hindûlardan meydana gelirdi. Yaya askerlere pâyk (peyk) adı da verilirdi. Bunlar genellikle iş arayan ve at satın alacak maddî gücü olmayan Hindistanlılar veya köleler olurlardı. Sultan Nâsıreddîn Mahmûd-Şâh Devri’nde orduda 200.000 yaya asker bulunuyordu.164
Delhi Türk Sultanlığı ordusunda fillerin ayrı bir önemi vardı. Savaş sırasında fillerin üzeri zırhla kaplanır, dişlerine kesici âletler bağlanır ve üzerlerine de içinde okçular veya patlayıcı ve yanıcı maddeler atan adamlar bulunan büyük tahtırevânlar (‘amârî) konurdu. Filler ayrıca düşman saflarını yarmak ve düşman askerlerinin mâneviyatlarını bozmak için kullanılırlardı.165 Dekken, Sultan Alâeddîn Halacî tarafından fethedilinceye kadar ordunun başlıca fil kaynağı Bengal idi. Bengal’e tayin edilen vâliler her yıl belli sayıda fili Delhi’ye göndermek zorundaydılar.166 Sultan Muhammed-Şâh Tuğluk zamanında ise, orduda 3.000 fil bulunuyordu.167 Sultan Fîrûz-Şâh Tuğluk, ikinci Leknevti seferine çıktığında ordusunda 470 fil, Tatta seferi sırasında ise 480 fil vardı. Filler ayrıca ordudaki askerlerin bir nehri geçmesi sırasında akıntının gücünü kesip askerlerin boğulmalarını önlemek için kullanılmaktaydılar.168
Kaynaklardaki bilgilerden Delhi Türk Sultanlığı ordusunda ayrıca tîğzen (kılıç kullanan), hançerkeş (hançer kullanan), tîrzen, tîrendâz (okçu), nîzedâr, harbe endâz (mızrak kullanan), teberzen (baltacı), mancınıkdâr (mancınık kullanan) gibi çeşitli askerî sınıflar bulunduğu anlaşılıyor.169 XIV. yüzyıldan itibaren görülen neftendâz, ra‘dendâz, âteşendâz, tahşendâz gibi sınıflar ise, fillerin üzerinden düşman üzerine yanıcı ve patlayıcı maddeler atan askerlerden meydana geliyordu.
Ordudaki Rütbeler: Delhi Türk Sultanlığı ordusu diğer Müslüman-Türk devletlerinde olduğu gibi onlu sisteme göre düzenlenmişti. Ordudaki en küçük rütbeli kumandan on kişinin kumandanı olan ser-i hayl (sâhib-i hayl, hayldâr) idi. Her sipehsâlârın idaresinde 10 ser-i hayl, her emîrin idaresinde 10 sipehsâlâr, her melikin idaresinde 10 emîr ve her hânın idaresinde 10 melik bulunuyordu. Buna göre, hân 100.000, melik 10.000, emîr 1.000 ve sipehsâlâr ise 100 askere kumanda etmekteydi.170
Ordunun Savaş Düzeni: Ordu savaşta üç ana bölüme ayrılırdı. Bunlar, merkez (kalb, kalbgâh), sağ kol (meymene) ve sol kol (meysere) idi. Bunlara ilâve olarak öncü (mukaddeme) ve artçı (sâka) birlikleri vardı.171 Kuşatma sırasında ise ordu kuşatılan kalenin etrafına yerleştirilir, siperler kazılır, kum torbalarından barikatlar hazırlanırdı.172 Düşmanın ânî hücumlarından korunmak amacıyla ordugâhın etrafına hendekler kazılır veya ordunun bulunduğu yerin çevresi “kat-ghar”denilen tahtadan geçici bir kale kurulurdu.
Orduda Kullanılan Silâhlar: Delhi Türk Sultanlığı ordusunda kullanılan başlıca silâhlar ok ve yay, kılıç, mızrak idi. Ok ve yay hem meydan savaşlarında hem de kuşatmalarda oldukça yaygın olarak kullanılan silâhlardandı. Özellikle uzak mesâfelerdeki hedeflere karşı oklar çok etkili oluyordu.173 Savaşlarda yanan oklar da kullanılırdı.174 Orduda kullanılan önemli silâhlardan birisi de kılıç idi.175 Şekil ve kalitelerine göre birçok çeşidi olan kılıçların en iyisi ve keskini Hindistan’da yapılanlar (şemşîr-i Hindî) idi. Delhi Türk Sultanlığı ordusunda kullanılan diğer bir silâh türü mızrak (nîze)176 idi. “Harbe” denilen kısa mızraklar ise daha çok hükümdar muhâfızları tarafından kullanılmaktaydılar. Ayrıca balta, naçah, gürz ve hançer de orduda kullanılan silâhlardan idi. Taş atmak için kullanılan bir silâh da felâhen yani sapan idi. Delhi Türk Sultanlığı ordusunda hafif savunma silâhlarından zırh ve kalkan da kullanılmaktaydı.177
Orduda kullanılan ağır silâhların başında mancınık, arrâde ve magribî178 gelmekteydi. Mancınık ve magribî ağır taşlar, bir tür hafif mancınık olan arrâde ise daha hafif taşlar atmak için kullanılırdı.179 Kuşatmalarda kullanılan başka savaş âletleri de vardı. Bunlardan biri olan “gergeç” askerlerin kale duvarlarına çıkmasını sağlayan hareketli iskele idi.180 Çok müstahkem kaleler kuşatılırken genellikle “sâbât” ve “pâşîb”181 adı verilen istihkâmlar kurulması gerekirdi. Sâbât kaleyi kuşatanları, duvarlarda gedik açmak için çalışırlarken veya kalenin içine mancınıklarla atış yaparken koruyan üstü kapalı geçitlerdi.182 Pâşîb ise, yüz kadar askerin yanyana ilerleyebileceği genişlikteki istihkâm idi. Pâşîb genellikle kum torbaları üst üste konularak yapılır ve kale surlarının yüksekliğinde olurdu.183 Kuşatmalarda lağım kazma yöntemine de başvurulurdu.184
Askerlerin Maaşı: Askerler başlangıçta geçimlerini kendilerine tahsis edilen iktâlardan sağlamaktaydılar. Ancak bu sistemin suistimallere yol açması sebebiyle sonraları askerlere maaş ödenmeye başlanmıştı. İktâlardan ise daha çok yüksek rütbeli ordu kumandanları faydalanmaya devam etmişlerdi. Sultan Alâeddîn Halacî Devri’nde tam teçhizatlı bir süvârinin bir yıllık maaşı 234 tenge idi. Ancak fiyatların devlet tarafından kontrol edilmediği zamanlarda maaşlar da artmıştı. Sultan Muhammed-Şâh Tuğluk Devri’nde askerlere yıllık 500 tenge maaş veriliyordu. Sultan Fîrûz-Şâh Tuğluk iktâ sistemini tekrar geçerli hale getirmişti. Bu hükümdar zamanında vechî denilen devamlı askerler maaşlarını kendilerine verilen adı verilen belgeyi (ıtlâk) göstererek iktâlardan alırlardı. Gayr-i vechî denilen ve sefer zamanlarında orduya alınan askerler ise maaşlarını devlet hazinesinden alırlardı.185
Adâlet Teşkilâtı
Dîvân-ı Mezâlim: Delhi Türk Sultanlığı’nda adâlet teşkilâtı diğer bütün Orta Çağ Türk İslâm devletlerinde olduğu gibi örfî yargı ve şer‘î yargı olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Örfî davaların görüldüğü ve karara bağlandığı yargı organı Dîvân-ı Mezâlim idi. Dîvân-ı Mezâlim’e bizzât sultan başkanlık ederdi.186 Ülkede âsâyiş ve huzuru temin etmek, halk arasında adâleti sağlamak hükümdarın başlıca görevlerindendi.187 Sultan bu görevlerini büyük ölçüde Dîvân-ı Mezâlim aracılığıyla yerine getirirdi. Bu amaçla haftada en azından bir gün geniş bir meydanda Dîvân-ı Mezâlim’i toplar, bütün devlet görevlileri ve halkın huzurunda mazlum ve şikâyetçilerin şikâyetlerini dinler, dilekçelerini kabul eder ve davalara bakardı.188 Dîvân-ı Mezâlim’in sultandan sonraki idarecisi emîr-i dâd (dâdbeg) idi. Emîr-i dâd’ın görevi, haklarında şikâyet olan yüksek devlet görevlilerini Dîvân-ı Mezâlim’e çıkarmak ve burada verilen cezâları uygulamaktı.189 Emîr-i dâd ayrıca sultanın olmadığı zamanlarda Dîvân-ı Mezâlim’i toplardı. Delhi’deki emîr-i dâd, ülkedeki bütün emîr-i dâdların âmiri durumundaydı. Emîr-i dâd, yargılamanın yanlış yapıldığı kanaatine varırsa hem doğru karar vermesi hususunda kadıyı uyarabilir hem de davanın daha yüksek bir mahkeme tarafından tekrar görülmesine kadar kararın uygulanmasını erteleyebilirdi.190 Emîr-i dâda işlerinde yardım eden bir nâibi vardı.191 Emîr-i dâd-ı leşker ise, haklarında dava açılan ordu mensuplarının K#dı-yı leşker başkanlığındaki askerî mahkemeye çıkarır ve bunlara verilen cezâların infâzını sağlardı.192
Dîvân-ı Kazâ: Delhi Türk Sultanlığı’nda hukukî ve şer‘î işlere kadılar bakardı.193 Davalarda hükümler Hanefî fıkhına göre verilirdi. Bütün kadıların başı olan K#dı-yı memâlik (K#dı’l-kud#t), sultandan sonra ülkedeki en büyük yargıç idi. K#dı-yı memâlik’in dairesine Dîvân-ı Kazâ-yı memâlik veya Dîvân-ı Kazâ denilirdi.194 Baş kadı yani K#dı-yı memâlik Delhi’de otururdu. K#dı-yı memâlik makamında bulunanlar aynı zamanda Sadr-ı Cihân, Sadrü’s-sudûr lâkaplarını da taşırlardı.195 K#dı-yı memâlik bütün şer‘î hukuk sisteminin başkanıydı.196 Gerek Dîvân-ı Kazâ-yı memâlik’e gelen gerekse daha alt mahkemelerde çözülemeyip Dîvân-ı Kazâ’ya intikal eden davalara bakmak, Dîvân-ı Mezâlim’de sultana danışmanlık yapmak, taşradaki idarî birimlere kadı ve adlî görevliler tayin etmek, medreselerin, câmilerin ve vakıfların idaresini yürütmek, yardıma muhtaç âlimlere ve seyyid, derviş, evliyâ vs. din büyüklerine maaş bağlanması işlemlerini yapmak K#dı-yı memâlikin başlıca görevlerindendi.197 Adlî işlerde K#dı-yı memâlik’e yardım eden bir nâibi bulunurdu.198 Ordudaki adlî işler ve davalarla ise, K#dı-yı leşker ilgilenirdi. K#dı-yı leşker aynı zamanda Dîvân-ı Kazâ’nın üyeleri arasında yer almaktaydı.199 Taşradaki şehir ve kasabalarda da kadı ve emîr-i dâd’lar görev yaparlardı.200
Toprak İdaresi
Delhi Türk Sultanlığı’nda topraklar hâlisa ve iktâ olmak üzere iki ana kategoriye ayrılmıştı. Bunların yanı sıra mülk, vakıf, idrârât ve in‘âm olarak tahsis edilen arâziler de vardı. Doğrudan doğruya hükümdarın tasarrufunda olan arâzilere hâlisa denilmekteydi. Bu tür arâzilerin vergi gelirleri Dîvân-ı Vezâret tarafından toplanırdı. Hükümdar bu arâzilerden bazılarını iktâ olarak da tahsis edebilirdi.201
İktâ, hükümdar veya onun adına yetki kullanan merci tarafından özellikle arâzi gibi taşınmaz mallarla maden ocağı ve benzeri tabii kaynakların mülkiyet, işletme yahut faydalanma hak veya imtiyazlarının ya da bir bölgenin vergi gelirlerinin uygun görülen kimselere tahsis edilmesini ifâde eden bir terimdir.202 Delhi Türk Sultanlığı’nda kendisine iktâ verilen kimseye mukta‘ veya iktâdâr adı verilirdi.203 Devlete ait olan topraklar, şehirler, kasabalar, köyler devlet erkânına ve kumandanlara hizmetlerine karşılık olmak üzere makam ve rütbelerine göre veriliyor, iktânın büyüklüğü ise takdir edilen maaşla doğru orantılı oluyordu. Devlet tarafından kendisine bu şekilde toprak verilen görevliler, belli sayıda asker beslemek ve gerektiğinde bunlarla savaşa katılmak ve bölgesindeki güvenlik ve huzuru temin etmek zorundaydı.204
Devlete ait veya mülk arâzilerden, vergi gelirlerinin ilmî veya sosyal müesseselerin masraflarına karşılık olarak tahsis edilen arâzilere ise, vakıf arâzi adı verilmektedir. Vakıf arâziler Sultan Alâeddîn Halacî tarafından hâlisa hâline getirilmiş ancak bu yeni uygulama onun ölümüyle son bulmuştu. Devlet işlerinde İslâm hukukuna önem veren Sultan Fîrûz-Şâh Tuğluk ise önceki devirlerde kamulaştırılan mülk, idrârât gibi arâziler yanında vakıf arâzileri de eski sahiplerine ya da onların vârislerine geri vermişti.
Mîrasçısı kalmayan vakıfların idaresi (tevliyet) vakfın devam ettirilmesi için kadılara verilirdi.205
Delhi Türk Sultanlığı’nda özel mülk şeklindeki arâzilerin varlığına da rastlanmaktadır. Bu tip arâzi sâhibi muhtemelen mülkü üzerinde tam bir tasarruf hakkına sahip idi. Sultan Alâeddîn Muhammed-Şâh Halacî tahta çıktığında vakıflarda çalışanlara (ehl-i vakf) mülk arâziler vermişti. Fakat Ranthambor seferi sırasında birbiri ardınca çıkan isyanların bir sebebinin de zenginlik olduğunu düşünen Sultan Alâeddîn Halacî’nin bütün mülk arâzileri hâlisa topraklara dâhil etmişti. Sultan Fîrûz-Şâh Tuğluk ise, kendisinden önceki hükümdarlar tarafından hâlisaya dönüştürülen mülk arâzileri eski sahiplerine veya onların mîrasçılarına iâde etmişti.206
1 Minhâceddîn b. Sirâceddîn Cûzcânî, Tabak#t-ı Nâsırî, (nşr. A. Habîbî), Tahran 1984, I, 495; Şems-i Sirâc Afîf, Târîh-i Fîrûzşâhî, (nşr. Mevlevî Vilâyet Hüseyin), Kalküta 1890, s. 42, 361; İbn Battûta, Rihleti İbn Battûta, (nşr. Abdülhâdî et-Tâzî), Rabât 1417 (1997), III, 155, 183-184, 232, (trc. Mehmed Şerif), Seyâhatnâme-i İbn Battûta, İstanbul 1333-1335 (1914-1917), II, 67, 96-97, 148; İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlikü’l-ebsâr, s. 30; İng. trc., s. 43-44; ayrıca bk. İ. Husain Qureshi, The Administration of the Sultanate of Delhi, Karachi 1958, s. 61.
2 The Campaigns of ‘Al#’u’d-d#n KhiljO being the Khaz#’inu’l FutOh (Treasures of Victory) of Hazrat AmOr Khusrau of Delhi, (İng. trc. Muhammad Habib), Madras 1931, s. 44-46; Ziyâeddîn Berenî, Târîh-i Fîrûzşahî, (nşr. Seyyid Ahmed Hân), Osnabrück 19812, s. 36, 174; İbn Battûta, III, 152, 155, 183; trc., II, 65, 67, 97.
3 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 527-528; İbn Battûta, III, 152,; trc., II, 65; Afîf, s. 403. Krş. M. Fuat Köprülü, “Hâcib”, V/1, 35; Aydın Taneri, “Hâcib”, XIV, 511.
4 İbn Battûta, III, 152, 232, 236; trc., II, 65, 148, 155-156; İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 30; İng. trc., s. 43; ayrıca bk. Qureshi, s. 61-62.
5 Bk. Cûzcânî, I, 487-489, II, 28-29; Berenî Târîh-i Fîrûzşâhî, 24, 36, 195, 337; Afîf, s. 338; İbn Battûta, III, 152-155, trc. II, 65-67; ayrıca bk. K. Saran Lal, History of the Khaljis, Calcutta 1967, s. 160; Qureshi, s. 59.
6 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 31, 143, 158, 274; İbn Battûta, III, 150, 158-159; trc., II, 64-65, 69-70; Afîf, s. 47. Krş. J. Burton-Page, “NakOb”, VII, 926.
7 Berenî Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 30, 158; Afîf, s. 229, 233, 357; Nizâmeddîn Ahmed, Tabak#t-ı Ekberî, (nşr. B. De), Kalküta 1913, I, s. 91.
8 Ziyâeddîn Berenî, Fetâvâ-i Cihândârî, (İng. trc. Mohammad Habib ve Afsar Umar Salim Khan), The Political Theory of the Delhi Sultanate, New Delhi ts., s. 24.
9 Qureshi, s. 63; Aydın Taneri, “Candâr”, DİA., VII, 145.
10 Cûzcânî, II, 8; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 30, 158, 454, 527; ayrıca bk. Qureshi, s. 63; Lal, s. 161.
11 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 30; İbn Battûta, III, 152; trc., II, 65-66; İbn Fazlullâh el-Ömerî, Mesâlikü’l-ebsâr, s. 19, 29; Afîf, s. 338; ayrıca bk. J. Mohan Banerjee, History of Firuz Shah Tughluq, Delhi 1967, s. 84; Şerafettin Turan, “Silâhdâr”, İA., X, 646.
12 Cûzcânî, II, 52; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 24. Krş. Qureshi, s. 71; M. Aziz Ahmad, Political History and Institutions of Early Turkish Empire of Delhi, Lahore 1949, s. 194.
13 Berenî, a.g.e., s. 30; Afîf, s. 271; İbn Battûta, III, 71, 246; trc., II, 1, 168.
14 Berenî, a.g.e., s. 582; ayrıca bk. Qureshi, s. 72; M. Aziz Ahmad, s. 364; Banerjee, s. 86.
15 Afîf, s. 318; ayrıca bk. Qureshi, s. 71.
16 Qureshi, s. 71; Banerjee, 131.
17 Emîr Hüsrev Dihlevî, Kırânü’s-sa‘deyn, (İng. trc. H. M. Elliot-J. Dowson), History of India As Told By Its Own Historians, Delhi 1990, III, 525; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 330, 451.
18 İbn Battûta, III, 155; trc., II, 66; İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 28; İng. trc., s. 40, ayrıca bk. Simon Digby, War Horse and Elephant in the Dehli Sultanate, Karachi 1971, s. 52.
19 Cûzcânî, II, 80; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 424, 574; İsâmî, Hâce Abdülmelik, Fütûhu’s-selâtîn, (nşr. Ağa Mehdî Hüseyin), Agra 1938, s. 132; Afîf, s. 189.
20 Bk. İbn Battûta, III, 235; trc., II, 153.
21 Cûzcânî, II, 9, 30; Afîf, s. 297, 454; Yahya b. Ahmed b. Abdullah Sirhindî, Târîh-i Mübârekşâhî, (İng. trc. K. K. Basu), Karachi 1977, s. 141.
22 Qureshi, s. 72; Asri Çubukçu, “Emîr-i Meclis”, DİA., XI, 141; D. Ayalon, “AmOr Madjlis”, EI2, I, 445.
23 Aydın Taneri, “Çâşnigîr”, DİA., VIII, 232.
24 Qureshi, s. 65.
25 Afîf, s. 338; Sirhindî, s. 66; ayrıca bk. Lal, s. 54.
26 Bk. Aydın Taneri, “Çetr”, DİA., VIII, 293-294; P. A. Andrews, “Mizalla”, EI2, VII, 191-195.
27 İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 19; İng trc., s. 29; Taneri, “Çetr”, DİA., VIII, 293.
28 Cûzcânî, II, 21; İsâmî, s. 378, 397; ayrıca bk. Qureshi, s. 65.
29 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 183; Aydın Taneri, “Câmedâr”, DİA., VII, 45.
30 Bk. Berenî, a.g.e., s. 173, 259; Afîf, s. 275, 338.
31 Afîf, s. 369; İbn Battûta, III, 237; trc., II, 157; Tahsin Yazıcı-Mehmet İpşirli, “Ferrâş”, DİA., XII, 408.
32 Bk. Cûzcânî, I, 467; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 171.
33 Afîf, s. 198, 248, 317.
34 M. Aziz Ahmad, s. 341, 356; Lal, s. 159; Sadi S. Kucur, “Debîr”, DİA, IX, 64.
35 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 470; İbn Battûta, III, 209, 235; trc., II, 120, 153; ayrıca bk. Qureshi, s. 88.
36 Cûzcânî, II, 13.
37 Bk. İbn Battûta, III, 187, 235; trc, II, 101, 153.
38 İsâmî, s. 353; İbn Battûta, III, 201; trc., II, 112; M. Aziz Ahmad, s. 338, 341; Lal, s. 161.
39 Bk. Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 528. İbn Battûta, III, 233-234; trc., II, 150-151.
40 Erdoğan Merçil, “Gaznelilerde Bir Saray Memuriyeti: Resuldârlık”, VIII. Türk Tarih Kongresi-Bildiriler, Ankara 1981, II, 703-708-709; Mehmet İpşirli, “Elçi”, DİA., II, 6-7.
41 İbn Battûta, III, 160; trc., II, 71; Krş. M. Aziz Ahmad, s. 341.
42 İbn Battûta, III, 143; trc., II, 61; Afîf, s. 331; ayrıca bk. Banerjee, s. 83.
43 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 201; Banerjee, s. 131; Qureshi, s. 156.
44 Bk. Berenî, a.g.e., s. 352; Afîf, s. 279; Sirhindî, s. 132, 142.
45 İbn Battûta, III, 180; trc., II, 92.
46 İbn Battûta, III, 137; trc., II, 52; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 406; ayrıca bk. Qureshi, s. 64.
47 İbn Battûta, III, 164, 244; trc., II, 74, 165.
48 İsâmî, s. 305.
49 Emîr Hüsrev Dihlevî, Deval Rani ve Hızır Hân, (nşr. Muhammed Vefâ Bak#yef), Duşanbe 1975, s. 114, 249; a. mlf., Nuh Sipihr, (nşr. Muhammed Vâhid Mirzâ), Kalküta 1950, s. 399; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 160-161, 198; İsâmî, s. 214; ayrıca bk. A. Arazi, “S#kO”, EI2, VIII, 883.
50 Emîr Hüsrev, Nuh Sipihr, s. 364, 390; Berenî, a.g.e., s. 160-161, 199.
51 Bk. İbn Battûta, III, 244; trc., II, 165.
52 İbn Battûta, III, 125.
53 İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 16; İng. trc., s. 26; Afîf, s. 317; ayrıca bk. Qureshi, s. 71-72.
54 Cûzcânî, II, 18; Qureshi, s. 72.
55 Qureshi, s. 65; M. Aziz Ahmad, s. 338.
56 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 128; Nizâmeddîn Ahmed, I, 103.
57 İbn Battûta, III, 103, 209, 217; trc., II, 25, 119, 130.
58 İbn Battûta, III, 127; trc., II, 43.
59 Bk. Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 153, 337.
60 Afîf, s. 94, 426.
61 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 429-431; Afîf, s. 222-223, 237-238; ayrıca bk. Banerjee, s. 78.
62 Fahr-i Müdebbir Mübârekşâh, Âdâbü’l-harb ve’ş-şecâ‘a, (nşr. Ahmed Süheylî Hânsârî), Tahran 1346 hş. (1967), s. 129; Afîf, s. 333, 337-342, 346-347; ayrıca bk. M. Aziz Ahmad, s. 347; Banerjee, s. 78.
63 Afîf, s. 123, 198, 431.
64 Afîf, s. 91, 271, 460-461.
65 Cûzcânî, II, 58; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 85; Afîf, s. 340-341, 467; İbn Battûta, III, 23; İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 16.
66 Bk. Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 247, 337, 558; Afîf, s. 512-513; ayrıca bk. M. Aziz Ahmad, s. 357.
67 Bk. M. Aziz Ahmad, s. 358.
68 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 358-361, 580; Afîf, s. 512-513. Krş. Qureshi, s. 85, 175; Banerjee, s. 82.
69 Berenî, a.g.e., s. 153; ayrıca bk. Qureshi, s. 86-87; M. Aziz Ahmad, 356-357.
70 Bk. Cûzcânî, I, 456, 458; Berenî, a.g.e., s. 24, 91, 337, 424, 528.
71 Berenî, a.g.e., s. 439, 470; Afîf, s. 151, 454.
72 Cûzcânî, II, 83; Berenî, a.g.e., s. 114-116; İsâmî, s. 116; Campaigns of Al#’u’ddOn KhiljO, s. 79, 82; ayrıca bk. Qureshi, s. 137; Lal, s. 158; Banerjee, s. 81.
73 Berenî, Fetâvâ, s. 23; a. mlf., Târîh-i Fîrûzşahî, s. 101-102.
74 Emîr Hüsrev Dihlevî, Hazâ’inü’l-fütûh, (İng. trc. Wahid Mirza), Lahore 1975, s. 62, 65; a. mlf., Kırânü’s-sa‘deyn, İng. trc. Elliot-Dowson, III, 526-527; Berenî, Fetâvâ, s. 24; a. mlf., Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 60, 62, 102, 114, 171, 319, 438, 581; Afif, s. 60, 301; ayrıca bk. Banerjee, s. 81.
75 Afîf, s. 299-300; ayrıca bk. Qureshi, s. 137; M. Aziz Ahmad, s. 352.
76 Bk. Fahr-i Müdebbir, Âdâbü’l-harb, s. 276; Berenî, Târîh-i Fîrûzşahî, s. 438, 553.
77 Berenî, aynı yer; Afîf, s. 300-301.
78 Fahr-i Müdebbir, Âdâbü’l-harb, s. 276. Krş. Qureshi, s. 137.
79 Bk. Fahr-i Müdebbir, aynı yer; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 60-62, 85, 115-116; Afîf, s. 301.
80 Afîf, s. 419-420, 458, 460, 466, 482, 485; Nizâmeddîn Ahmed, I, 229.
81 Afîf, s. 466.
82 Cûzcânî, I, 494; İbn Battûta, III, 235; trc., II, 153; Afîf, s. 414, 420.
83 Cûzcânî, I, 456, 458; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 169; Afîf, s. 414, 419; Sirhindî, s. 27, 65.
84 Afîf, s. 409, 420, 482; Krş. Qureshi, s. 84.
85 İbn Battûta, III, 235; trc., II, 153.
86 Afîf, s. 409, 419-420, 461, 465-466, 482; Krş. Qureshi, s. 84.
87 Qureshi, s. 89; Syyed Sabahuddin, “The Postal System During the Muslim Rule in India”, Islamic Culture, XVIII/4, Hyderabad 1944, s. 271; M. Fuad Köprülü, “Berîd”, İA., II, 547.
88 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 379, 390; Afîf, s. 419.
89 Bk. Cûzcânî, I, 492, II, 74, 77, 88; Emîr Hüsrev, Nuh Sipihr, s. 188; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 284-287, 384-385, 556-557; İbn Battûta, III, 72, 167, 173, 228; İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 32; İsâmî, s. 441, 517.
90 Mende, Hintçe’de çarşı veya pazar anlamına gelmektedir. Bk. Nizâmeddîn Ahmed, I, 158.
91 Emîr Hüsrev, Hazâ’in, s. 9;; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 305, 308.
92 Hasan Nizâmî, Tâcü’l-me’âsîr, İng. trc., Elliot-Dowson, a.g.e., II, 228; İbn Battûta, III, 72, 228; trc., II, 2-3, 144.
93 Bu kelime Sanskritçe “koşucu” anlamına gelen dhâvek’ten gelmektedir. Bk. Sabahuddin, a.g.m., s. 271.
94 Cûzcânî, I, 446, II, 15, 44; Emîr Hüsrev, Deval Rani ve Hızır Hân, s. 236; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 88, 139, 195, 330; İbn Battûta, III, 72; İsâmî, s. 146, 161, 328, 406; Afîf, s. 60, 173, 219.
95 İbn Battûta, III, 72, 134-135; trc., II, 2, 50; Berenî, a.g.e., s. 330-331, 447.
96 Cûzcânî, II, 44; Berenî, a.g.e., s. 88; İsâmî, s. 203-204; Afîf, s. 501.
97 Berenî, a.g.e., s. 330-331.
98 Bk. Emîr Hüsrev, Hazâ’in, s. 41, 43, 75; Berenî, a.g.e., s. 368, 381-382, 391.
99 Cûzcânî, I, 463, 468; Berenî, a.g.e., s. 26, 131, 171; Sirhindî, s. 26, 31, 55-56.
100 Qureshi, s. 94.
101 İbn Battûta, III, trc., II, 99; ayrıca bk. M. Husain, s. 219; R. Levy ve M. Cavid Baysun, “Musâdere”, İA., VIII, 673-677, ayrıca krş. Qureshi, s. 200.
102 Berenî, Târîh-i Fîrûzşahî, s. 288, 429.
103 Re’îs kaynaklarda Emîr-i bâzâr, Emîr-i şehr, Re’îs-i şehr, Re’îs-i bâzâr isimleriyle de geçmektedir. Bk. Berenî, a.g.e., s. 33, 174; Afîf, s. 290; Nizâmeddîn Ahmed, I, 78, 160.
104 Berenî, a.g.e., s. 316-318; İbn Battûta, III, 130; trc., II, 46; Campaigns of the Al#’u’ddOn KhiljO, s. 9.
105 Emîr Hüsrev, Hazâ’in, s. 9; Berenî, Fetâvâ, s. 36; a. mlf., Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 315-319; ayrıca bk. Qureshi, s. 169.
106 Cûzcânî, I, 452; Berenî, a.g.e., s. 280-281; ayrıca bk. M. Aziz Ahmad, s. 365.
107 Berenî, a.g.e., s. 497, 498-499. Krş. Qureshi, s. 128.
108 Afîf, s. 271, 349-350, 359-360; ayrıca bk. Banerjee, s. 83.
109 İbn Battûta, III, trc., 133, 136; II, 48, 51.
110 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 122; Afîf, s. 494-497, 504-507; ayrıca bk. Banerjee, s. 100-101.
111 Cûzcânî, I, 467, 490; Berenî, a.g.e., s. 111; İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 16.
112 İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 17; İng. trc., s. 27; ayrıca bk. Qureshi, s. 190; Banerjee, s. 77.
113 Cûzcânî, I, 467, 490; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî; Afîf, s. 286; ayrıca bk. Qureshi, aynı yer.
114 İbn Battûta, III, 152, 229; trc., II, 66, 145-146.
115 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 247.
116 Cûzcânî, I, 440; Berenî, a.g.e., s. 111, 247, 348-350, 558, 580-581; Afîf, s. 240-241, 514.
117 Cûzcânî, I, I, 422, 433, 446, II, 9, 10, 15, 63.
118 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 60-63.
119 İbn Battûta, IV, 25, trc, II, 196.
120 Banerjee, s. 115-116.
121 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 85. Krş. Iqtidar Husain Siddiqi, “Position of Shiqqdar Under the Sultans of Delhi”, Islamic Culture, XLI/4, Hyderabad 1967, s. 234.
122 Afîf, s. 295; ayrıca bk. C. C. Davies, “Pargana”, EI2, VIII, 270-271.
123 İbnBattûta, III, 228; trc., II, 145.
124 Berenî, Târîh-i Fîrûzşahî, s. 556; ayrıca bk. W. H. Moreland, The Agrarian System of Moslem India, Delhi 1968, s. 220-221; Qureshi, s. 200.
125 Banerjee, s. 104.
126 Tâcü’l-me’âsir, Süleymaniye Küt., Lala İsmail Paşa 299, vr. 3b-8a; ayrıca bk. Krş. Qureshi, s. 198.
127 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 38, 85, 170, 430-431, 469; İbn Battûta, III, 218, trc., II, 131; Afîf, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 219; ayrıca bk. Andrè Wink, Al-Hind, Making of the Indo-Islamic World, II, The Slave Kings and the Islamic Conquest 11th-13th Centuries, Leiden l997, II, 213; Moreland, s. 220.
128 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 36-38; Peter Jackson, The Delhi Sultanate A Political and Military History, Cambridge 1999, s. 100; ayrıca krş. Qureshi, a.g.e., s. 200-201.
129 Berenî, a.g.e., s. 428. İbn Battûta, (III, 201, 245; trc., II, 167), ise, hâceye “vâli’l-harâc” adını verir.
130 Berenî, a.g.e., s. 287, 430, 469; İbn Battûta, III, 157, trc., II, 67; Afîf, s. 138, 183.
131 Berenî, a.g.e., s. 287-289, 431, 513, 588; Afîf, s. 183, 221-222, 341; İbn Battûta, III, 228, trc., II, 145.
132 Berenî, a.g.e., s. 38, 288, 556.
133 Berenî, a.g.e., s. 38-39, 288, 556.
134 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 288; ayrıca bk. Qureshi, a.g.e., s. 209.
135 Berenî, a.g.e., s. 337, 479, 498; ayrıca bk. Siddiqi, “Position of Shiqqdar”, s. 237.
136 Berenî, a.g.e., s. 479; İsâmî, s. 516; A. S. Bazmee Ansari, “Fevcdâr”, DİA., XII, 504; T. W. Haig, “Fevcdâr”, İA., IV, 584.
137 Berenî, a.g.e., s. 488, 501, 503-504; Afîf, Târîh-i Fîrûzşahî, s. 501-502.
138 Berenî, a.g.e., s. 106, 288.
139 İbn Battûta, III, 228; trc., II, 145.
140 Berenî, Tarîh-i Fîrûzşâhî, s. 287-288, 291, 324, 475, 479; Afîf, s. 37; ayrıca bk. Qureshi, s. 207.
141 Bk. Hasan Nizâmî, Tâcü’l-me’âsir, İng. trc. Elliot-Dowson, a.g.e., II, 216; Emîr Hüsrev, Hazâ’in, 45, 64; Berenî, Tarîh-i Fîrûzşâhî, s. 106, 288, 291, 324, 430; Sirhindî, s. 141.
142 Berenî, a.g.e., s. 288; Moreland, s. 276.
143 Cûzcânî, I, 54, 448; Berenî, a.g.e., s. 302; Afîf, s. 118, 122; İbn Battûta, III, 133, 136, trc., II, 48, 51.
144 Emîr Hüsrev, Hazâ’in, s. 9; Berenî, Fetâvâ, s. 4, 6, 35; ayrıca bk. Qureshi, s. 163-164.
145 Cûzcânî, II, 11.
146 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 251.
147 Cûzcânî, I, 495, II, 89; Berenî, a.g.e., s. 59; ayrıca bk. Qureshi, s. 139-140.
148 Afîf, s. 237-238.
149 Erdoğan Merçil, “Gulâm”, DİA., XIV, 178.
150 Merçil, “Gulâm”, XIV, 184.
151 Qureshi, s. 67.
152 Cûzcânî, I, 460-462, 487-489; Sirhindî, s. 25; M. Aziz Ahmad, s. 200-203.
153 Bk. Afîf, s. 272.
154 İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 13; İng. trc., s. 22. İbn Battûta, III, 162; trc., II, s. 72.
155 Afîf, s. 270-271; ayrıca bk. Qureshi, s. 68.
156 Fahr-i Müdebbir, Târîh-i Fahreddîn Mübârekşâh, s. 33.
157 M. Akram Makhdoomee, “The Art of War in Medieval India”, Islamic Culture, XI, (1937), s. 466.
158 İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 13, İng. trc., s. 21: ayrıca bk. Makhdoomee, a.g.m., s. 466.
159 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 303; ayrıca bk. Qureshi, s. 141.
160 Cûzcânî, II, 83.
161 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 52, 477; Abdullah Vassâf, Târîh-i Vassâf (Tezciyetü’l-emsâr ve Tezciyetü’l-âsâr), Bombay 1269 (1852), IV, 528; Muhammed K#sım Hindûşâh Firişte, Gülşen-i İbrâhimî, Kanpûr 1884 (taşbasma), s. 114. Krş. Digby, s. 24.
162 Afîf, s. 115, 197, 298. Krş. Banerjee, s. 130.
163 Nizâmeddîn Şâmî, Zafernâme, (çev. Necati Lugal), TTK yay., Ankara 1949, s. 229.
164 Cûzcânî, II, 83; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 273, 376-377; Qureshi, s. 143-144.
165 Emîr Hüsrev, Hazâ’in, s. 59; İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 13, 28; İng. trc., s. 22, 40; Nizâmeddîn Şâmî, s. 229; ayrıca bk. Qureshi, s. 142.
166 Qureshi, s. 143.
167 İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 13; İng. trc., s. 22.
168 Afîf, s. 111, 144, 197; ayrıca bk. Qureshi, s. 142.
169 Fahr-i Müdebbir, Âdâbü’l-harb, s. 330-331; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 55, 59, 593; İsâmî, s. 393; İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 28, İng. trc., s. 40.
170 Berenî, a.g.e., s. 145; aynı mlf., Fetâvâ, s. 23-24. Krş. İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 13-14, İng. trc., s. 23.
171 Fahr-i Müdebbir, Âdâbü’l-harb, s. 331-332; Berenî, a.g.e., 260; ayrıca bk. Qureshi, s. 149.
172 Emîr Hüsrev, Hazâ’in., s. 27; a. mlf., Nuh Sipihr, s. 91.
173 Fahr-i Müdebbir, Âdâbü’l-harb, 242-243; ayrıca bk. Makhdoomee, a.g.m., s. 471.
174 Campaigns of Al#’u’ddOn KhiljO being the Khaz#in, s. 60-61; ayrıca bk. Makhdoomee, a.g.m., s. 474.
175 Âdâbü’l-harb, s. 263.
176 Berenî, Târîh-i Fîrûzşahî, s. 329; Campaigns of Al#’u’ddOn KhiljO, s. 89; İsâmî, s. 393.
177 Fahr-i Müdebbir, Âdâbü’l-harb, s. 242, 262-263, 330, 467, 472; Emîr Hüsrev, Hazâ’in, s. 52; aynı mlf., Nuh Sipihr, s. 95; Berenî, a.g.e., s. 59, 158. Krş. Makhdoomee, a.g.m., s. 478
178 Emîr Hüsrev, Nuh Sipihr, s. 111, 113.
179 Bk. İbn Battûta, III, 162, 232; trc., II, 72, 148.
180 Campaigns of Al#’u’ddOn KhiljO, s. 66; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 213, 277; ayrıca bk. Qureshi, s. 146; Makhdoomee, a.g.m., s. 476.
181 Emîr Hüsrev, Nuh Sipihr, s. 112-114; Campaigns of Al#’u’ddOn KhiljO, s. 39, 54, 66; Berenî, aynı yer.
182 Makhdoomee, a.g.m., s. 477.
183 Emîr Hüsrev, Hazâ’in, s. 50; ayrıca bk. Qureshi, s. 146-147.
184 Makhdoomee, a.g.m., s. 477-478.
185 Afîf, s. 296-297, ayrıca bk. Qureshi, s. 155.
186 Berenî, Fetâvâ, s. 55; ayrıca bk. Qureshi, a.g.e., s. 157.
187 Fahr-i Müdebbir, Târîh-i Fahreddîn Mübârekşâh, s. 14.
188 Berenî, Fetâvâ, s. 55; İbn Battûta, III, 183; trc., II, 96-97; İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 30.
189 Cûzcânî, II, 40-41; İbn Battûta, III, 233; trc, II, 150; Berenî, Fetâvâ, s. 4, 7. Krş. Qureshi, s. 161-162.
190 Qureshi, s. 162
191 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 24.
192 Berenî, a.g.e., s. 358.
193 Cûzcânî, I, 469; Berenî, a.g.e., s. 298; Lal, s. 161; s. 222; Qureshi, s. 160.
194 Berenî, Târîh-i Fîrûzşahî, s. 351-352, 580; Afîf, s. 279, 364; ayrıca bk. L. S. Chandel, “The Role of Qazi During Delhi Sultanate”, Early Medieval State (A Study of Delhi Sultanate), New Delhi 1989, s. 37-39.
195 Berenî, a.g.e., s. 24, 126, 174, 351-352, 379, 428, 527; İbn Battûta, III 103, 119, 184; trc., II, 25, 34, 97; İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 16, İng. trc., s. 25; Afîf, s. 254, 281; Sirhindî, s. 100.
196 Cûzcânî, I, 466, 485.
197 Cûzcânî, I, 470; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 580; İbn Battûta, III, 182-183; trc., II, 95-96; ayrıca bk. Chandel, a.g.m., s. 43-47.
198 Berenî, a.g.e., s. 247, 351.
199 Cûzcânî, I, 451; Berenî, a.g.e., s. 47, 108, 111; Afîf, s. 378; ayrıca bk. Chandel, a.g.m., s. 47.
200 Bk. Cûzcânî, I, 448; Berenî, a.g.e., s. 73, 289, 298, 441; İsâmî, s. 491; ayrıca bk. Banerjee, s. 111-112.
201 Berenî, a.g.e., s. 382, 561; Cengiz Kallek, “Haraç”, DİA., XVI, 85.
202 Mustafa Demirci, “İktâ” DİA., XXII, 43.
203 Cûzcânî, I, 422, 433; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 60-63; Afîf, s. 396-397.
204 Demirci, “İktâ”, DİA., XXII, 45.
205 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 117; İbn Battûta, III, trc., II, 197.
206 Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 248, 283, 561.
Dostları ilə paylaş: |