DAL
Arap alfabesinin sekizinci harfi.
Ebced hesabında sayı değeri 4'tür. Osmanlıca ve Farsça'nın da onuncu harfi olan dal, hemen hemen aynı niteliklerle İbrânîce, Yunanca ve Latince gibi birçok dilde bulunur. Halil b. Ahmed'e (ö. 170/786) göre mahreci "nü" denen yer olup (ağız tavanının ön tarafındaki pütürlü kısım) aynı mahreçten çıkan tâ ve tâ ile birlikte "el-hurüfü'n-nit'iyye"yi meydana getirmekte ve dil ucunun buraya dokundurulması suretiyle seslendirilmektedir. Halil'in talebesi Sîvebeyhi ise (ö. 180/796) bu harflerin mahrecini ön dişlerin dipleriyle (usülü's-senâyâ) dil ucunun arası olarak göstermiş ve ondan sonra kaleme alınan çeşitli eserlerde de açıklayıcı bazı unsurların ilâvesiyle daha çok bu tarif tekrar edilmiştir. Nitekim Dânî (ö. 444/ 1053) "ön dişler" ifadesine "üst ön dişler" diye açıklık kazandırmış, mahrecin üst tavana yükseltileceğine işaret ederek Halil'in ve Sîbeveyhi'nin tariflerini uzlaştırmak istemiştir. Saçaklızâde ise (ö 1150/1737) aynı mahreçten çıkan seslerin cehr. hems, ıtbâk ve infıtâh gibi sıfatlara (bk. harf) bağlı olarak ayrı bir özellik kazanacağı anlayışından hareketle üst ön dişlerin diplerini üç cüzi mahrece ayırmış, diş etlerini takip eden yeri (diş diplerinin başlangıç noktalarını) tanın, hemen ondan sonra gelen yeri dalın, daha sonraki kısmı da (iki üst ön dişlerin ortalan) tanın mahreci olarak kabul etmiştir.
Şiddet, cehr, istifâle ve infitâh sıfatlarını haiz olan dalın, tecvid kurallarına göre terkibinde yer alan diğer harflergibi kalkale ile okunması gerekmektedir. Bundan dolayı kelime ortasında veya sonunda sakin halde bulunduğunda şiddet sıfat sebebiyle mahreci tıkanan dal, cehr sıfatının gereği birden açılarak meydana gelen patlamalı [inficârî, plosiv) sesle okunur ve böylece kalkale yapılmış olur. Ancak misallerinde olduğu gibi kendisinden sonra tâ harfi bulunduğunda kalkale terke-dilerek idgam yapılır. Tecvide dair eser-
lerde, daldan sonra nun bulunması halinde ise dalın cehr sıfatının ve kalkalenin belirtilmesine önemle işaret edilmiştir.
Arapça kelimelerde aslî harf veya tadan bedel olmak üzere İki şekilde bulunan dal, oldukça çok kullanılan harflerden biridir. Bazı dilciler bu durumu belirtmek üzere, "Üç veya daha fazla harfli olup da içinde harflerinden biri veya ikisi bulunmayan kelimeler Arapça değildir" demişlerdir.635
Bugünkü telaffuzu klasik kaynaklardaki tariflere uygun olan dal, Kuzey Fas'ın dağlık bölgelerinde konuşulan lehçelerde sesli bir harften sonra geldiğinde zâ-ya dönüşebilmektedir.
Arapça ve Farsça gibi Türkçe'de de ikinci bir "d" sesi mevcut olmadığından Osmanlı alfabesinde aynen kullanılan ve yeni Türk alfabesinde de Dd, harfleriyle karşılanan dalın, "d" benzeri seslerin yer aldığı Hint - Avrupa dillerinden Peştuca ve Urduca'da birer varyantı bulunmaktadır. Bunlar, Peştuca'da i (ddâl) ve Urduca'da S (dal) harfiyle gösterilen ve dilin yukarı doğru kıvrılarak dil ucunun alt tarafının üst ön dişlerin diş etlerine teması suretiyle çıkarılan biraz peltek "d" (postalveolar lingual) sesleridir.
Bibliyografya:
Lisânü'l-'Arab, Mukaddime, I, 14; Kamus Tercümesi, III, 434; Kâmûs-ı Türkî, s. 596; Halîl b. Ahmed, KUâbü'l-cAyn636, Beyrut 1408/1988, I, 58; Sîbeveyhi, el-Kitâb637, Kahire 1399-1403/1977-83, IV, 433-434, 436; İbn Cinnî. Strru şmâ'ati'l-i'râb638, Kahire 1374/1954, 1, 200-202; MekkT b. Ebû Tâlib, er-Ri'âye639, Amman 1404/1984, s. 140, 201-203; Dânî, et-Tahdîd fi'l-itkân ve't-tecold640 Bağdad 1407/ 1988, s. 105, 111, 140-141; Radî el-Esterâbâ-dî, Şerhu'ş-Şâfiye, İstanbul 1290, s. 349; Nuk-rekâr, Şerhuş-Şâfiye, İstanbul 1293, s. 213; İb-nü'l-Cezerî, et-Temhtd ft'ilmi't-tecaîd641, Beyrut 1409/1989, s. 119, 130-131; Ali el-Kârî, el-Minehu'l-fikriyye, Kahire 1308, s. 19-20; Saçaklızâde, Cühdul-mukrf, Süleymaniye Ktp., Erzincan, nr. 8, vr. 16; Alphabete und Schriftzeichen des Morgen-und des Abendlandes, Berlin 1969, s. 42-43, 44; Temmâm Hassan. el-Luğatü'l-cArabiyye: ma'nâhâ ne mebnâhâ, Kahire 1979, s. 59; Ganim Kaddûrî Hamed, ed-Dirâsâtü'ş-şaotiyye 'inde 'ulemâi't-tecuîd, Bağdad 1406/1986, s. 207-209; "Dâl", /A, 111, 464; H. Fleisch. "Dil", £/2(lng.),n. 101.
DALALET
Haktan yüz çevirip bâtıla yönelme, ilâhî buyruklara aykırı davranma anlamına gelen bir terim.
Dalâl veya dalâlet masdarlan sözlükte "kaybolmak, telef olmak, şaşırmak ve yanılmak" gibi mânalara gelmekle beraber asıl anlamlan "bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan az veya çok ayrılmak, azmak ve sapmak"tır. Bu temel mânadan hareketle dalâlet mecazi olarak "akla, duyulara ve gerçeğe aykın ilkeleri benimsemek" karşılığında da kullanılmıştır. Genellikle "maksada ulaştıran yolu bulamamak, İstenen sonuca götürmeyen bir yola girmek" veya "istenen her türlü neticeye ulaştıncı yoldan ayrılmak" şeklinde tarif edilen dalâlet daha çok "dinî yoldan sapmak" anlamında kullanılır.642
Din ve cemaatin ayrılmaz bir bütün olarak telakki edildiği ilkel topluluklarda din-dünya ayırımı olmayıp ferdin bütün hayatı topluluk içinde geçtiğinden bu topluluklarda farklı inançlarla ilgili kesin bir değerlendirme yoktur. Ayrıca bu tür inanışlarda belirli bir dinî kurallar külliyatı bulunmadığı İçin kesin bir hidâyet-dalâlet ayırımı da yapılmış değildir. Dolayısıyla böyle topluluklarda millî bünyeye zarar vermediği, cemaatin bütünlüğünü ihlâl etmediği sürece başka dinlere karşı müsamaha gösterilir. Ne var ki topluluk kurallarına uymamak bir suç sayıldığından aksi bir davranış içinde bulunan kimseler ancak bazı arınma törenlerinden sonra yeniden topluluğa kabul edilirlerdi.
Genel olarak dalâlet, kamu vicdanında yer etmiş inanç ve düşüncelere ters düsen her türlü akîde ve düşünceyi ifade etmektedir. Diğer bir söyleyişle dalâlet, mutlak hakikatin, gerçek kurtuluşun sadece kendilerinde olduğunu iddia eden belirli dinlerin başka inanç ve düşünceler için kullandığı bir kavramdır. Hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmak amacıyla belirli ilke ve kurallar koymuş olan bu dinler, inanç ve davranışları bu ilkelere göre değerlendirdiklerinden farklı tavır ve uygulamaları dalâlet olarak nitelendirmişlerdir.
Klasik Hindu din felsefesi, dinleri âs-tika (doğru inancı ihtiva eden) ve nâstika (bâtıl inancı temsil eden) olmak üzere ikiye ayırmakta, Caynizm, Budizm ve materyalist fikirleri nâstika olarak kabul etmektedir. Hindu dininden sapan birinin yeniden dine kabul edilmesi için bir Brahman'ın yönettiği tören ve âyinle arındırılması gereklidir. Budizm'de ise dinî kuralların kesin tesbitine kadar hidâyet ve dalâletle ilgili ölçüler günün anlayışına ve politik liderlerin kararına bağlıydı. Kuralların kesin tesbitinden sonra ise genelde Budist kanunlara uymayan kişilerin dalâlette olduğu düşünülmüştür. Budizm'de diğer dinlerin değerlendirilmesi söz konusu olmadığı için gerek doğru inanç ve uygulama gerekse dalâlet nitelemesi dinin kendi iç bünye-siyle ilgiliydi.
Yahudilik'te dalâlet, Tanrı'nın Hz. Mû-sâ'ya bildirdiği İlâhî kurallara uymamak ve onlara karşı çıkmak şeklinde düşünülmüştür. Hz. Musa'nın, "Senin önüne hayatla ölümü, bereketle laneti koyduğuma gökleri ve yeri bugün şahit tutuyorum; bunun için hayatı seç"643 anlamındaki sözleri hem insanın dilediği yolu seçmekte hür olduğunu, hem de hayata karşı ölümü, berekete karşı laneti seçenin dalâlette bulunduğunu ifade etmektedir. Yahudi kutsal kitabında sahte peygamberlerin yolundan giden, şeriatın yasakladığı fiilleri işleyen, putperestlik âdetlerini yaşatan kimseler Tann'nın gözünde "kötü olanı yapanlar" şeklinde suçlanmıştır. Ezra döneminde Yahudiliğin evlilikle ilgili kurallarını çiğneyenler mâbed ve cemaatten ihraç edilmişlerdir. Ahd-i Atîk'te, "Doğruların kemali kendilerine yol gösterir, fakat hainlerin sapıklığı kendilerini helak eder" denilerek644 bu tip insanlar "kötü adamlar, hainler" olarak nitelendirilmektedir. Bunlara ayrıca "dinsiz"645, "sefih"646, Allah'ı unutanlar" da647 denilmektedir.
Yahudilik'te Sünnî (Ortodoks-doğru inanç sahibi) olanlar dışındaki kimseler genelde "sapık, dalâlette olan" anlamında İb-rânîce min terimiyle ifade edilmişlerdir ki Yahudilik iman esaslarını tertip eden Mûsâ b. Meymûn bunların şu beş gruptan oluştuğunu belirtmektedir: Tann'yı reddedenler, birden fazla tanrıya inananlar, Tann'ya çeşitli şekillerde ortak koşanlar, Tann'nın ilk yaratıcı olduğunu reddedenler ve kendileriyle Tann arasında aracı saydıkları yıldızlara tapanlar. Diğer taraftan yahudi din bilginleri bu tür insanlan belirtmek için "Epikurosçu" tabirini de kullanmışlardır. Yine Mûsâ b. Meymûn'a göre bunlar peygamberliği kabul etmeyenler, Hz. Musa'ya gelen vahyi tartışanlar ve insanların fiillerini Tan-n'nın tayin ettiğine inanmayanlardır. Öte yandan doğru inancın dışındakileri İfade eden kâfirim ise Tevrat'ın lafzan vahiy olduğunu inkâr edenler, geleneği reddedenler ve Mûsâ şeriatının başka şeriatlarla neshedildiğini savunanlar şeklinde açıklanmıştır.
Hıristiyanlık'ta dalâlete düşmek, teolojik konularda kabul görmeyen fikirleri savunmak demektir. Hıristiyan olduğu halde resmî inanca aykırı görüşler benimseyen kimse dalâlete düşmüştür, hıristiyan olmayanlar ise kâfirdir. Bununla birlikte Hıristiyanlık'ta doktrin ve teolojiyle ilgili esaslar nihaî şeklini alıncaya kadar dalâlet kavramı zamana göre değişmiş, önceleri doğru ve gerçek kabul edilen bazı inanç ve uygulamalar daha sonra dalâlet olarak nitelendirilmiştir. Kilisenin kurumlaşmasıyla birlikte dalâlet kavramı daha kesin bir anlam kazanmış, kilisenin resmî yorumu dışındaki her tür düşünce ve inanç dalâlet olarak damgalanmıştır. Bunları "tanrısız" veya "kâfir" olarak niteleyenler de vardır. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde Nikolaîler648, daha sonraki asırlarda gnostisizm, Markionizm, Mon-tanizm, Monarkhianizm, Manişeizm, Aryanizm, Apollinarizm, monofizizm ve Nes-torianizm resmî kilisece dalâlette sayılan gruplardır. Ortaçağ hıristiyan dünyasında dalâlet nazariyeden ziyade uygulamayla İlgili meselelerden kaynaklanmıştır ve genelde Avrupa menşelidir. Cathar ve Bogomil hareketleri bu türdendir.
Diğer taraftan Hıristiyanlık'ta kişinin dalâlete düşmesi kendi hür irade ve seçiminin neticesidir. Hz. îsâ'nın, "Dar kapıdan girin, zira helake götüren kapı geniş ve yol enlidir ve ondan girenler çoktur. Çünkü hayata götüren kapı dar ve yol sıkışıktır ve onu bulanlar azdır. Peygamberlik iddiasında bulunanlardan sakının..."649 sözü de kişinin iyi veya kötüyü seçmekte serbest olduğunu göstermektedir. Kilisenin bu konudaki görüşü kişinin fiillerinde hür, iyi ve kötüyü seçmede serbest olduğu, dolayısıyla da sorumluluk taşıdığı şeklindedir.
Bibliyografya:
Râgıb el-İsfahânT, el-Müfredât, "dil" md.; et-Ta'rîfât, "Dalâlet" md.; Lisânû'l-Wab, "dil" md.; Tehânevî, Keşşaf, "Dalar md.; D. Mas-son, MonottıĞisme coranique et monothe'İsme biblique, Paris 1976, s. 635-641; G. Cross, "He-resy (Christian)", ERE, VI, 614-622; I. Abra-hams, "Heresy (Jewish)", aa, V!, 622-624; K. Rudolph, "Heresy: An Ovemiew", ER, VI, 269-275; J. B. Russell. "Heresy: Christian Con-cepts", a.e., VI, 276-279; Ch. S. Liebman - S. McDonough, "Orthodoxy and Heterodoxy", ae., XI, 124-129; F. Prat. "Heresie", DB, III/l, s. 607-609.
Kur'an ve Sünnet'e göre Dalâlet. "Yegâne hak din olan İslâmiyet'ten sapmak, ondan mahrum kalmak", yahut "helâl kılınan sahayı aşarak haram kılınana tecavüz etmek" şeklinde tarif edilebilen ve "iman" anlamındaki hidâyetin zıddı olan dalâletle inkâr ve gay benzer mânalara gelirse de aralarında bazı farkların bulunduğu kabul edilir. İnkâr, gerçeğin bilinmesine rağmen tasdik edilmemesi anlamını taşırken dalâlet gerçeğe ulaştıran yoldan yüz çevirmek veya bu yolun dışında kalmak mânasına gelir. Gay (gayâvet) ise daha çok rüşdün zıddı olup "şuursuz ve şaşkın bir şekilde yaşamak" anlamını ifade eder650. Dalâletle ilgili kelimelerden biri de tuğyandır ki "gerçekten haberdar olduktan sonra meşru sınırlan aşıp azmak" anlamında kullanılır.
Kur'ân-ı Kerîm'de müştaklanyla birlikte 218 defa geçen dalâlet kavramı, daha çok hidâyetin zıddı olarak "küfür ve inkân kapsayan sapıklık" anlamında kullanılır651. Bunun yanında, "haktan uzaklaşmak veya ayn düşmek" şeklinde ifade edilebilecek olan temel mânasının daha hafifini ve bazan sonuçlannı ifade eden anlamlan da Kur'an'da görülmektedir: Azgınlık yapmak, yanılmak, unutmak, bilgisiz olmak, hüsrana ve zillete uğramak, bedbaht olmak, helak olmak" gibi652. Kur'ân-ı Kerîm'de hakkın dışında kalan her şey dalâlet olarak görülür ve "uzak (derin)", "açık”, "büyük" dalâlet çeşitlerinden söz edilir653. İlgili âyetlerden anlaşıldığına göre Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr etmek654, Allah'tan başka ilâhlar kabul edip O'na eş koşmak655, Hz. Peygamber'İn çağrısına uymamak, onu alaya almak656, Kur'an'ın ilâhî bir kitap olduğunu inkâr edip ondaki bilgilerden uzak kalmak657, kıyametin kopacağından şüphe edip bu konuda yersiz tartışmalara girişmek658, âhiret hayatına inanmamak659, Allah'ın ve peygamberlerinin emirlerine isyan etmek660, Allah'ın helâl kıldığı nzıklan haram saymak, çocukları öldürmek661, hüküm verirken arzulara ve duygulara uymak662, aklı ve duyuları kullanmamak,663 Allah'ın rahmetinden ümit kesmek664 dalâlet olarak görülmüştür. Hakkı benimsemek ve hidâyetten ayrılmamak insanın selim yaratılışıyla bağdaşan bir davranış iken bunun yerine dalâleti tercih ederek kendilerin) de başkalarını da saptıranlar zalimlerdir, üstelik onları içinde bulundukları sapıklıklardan kurtarmak da mümkün değildir; zira onlar akıllarını kullanıp hakikatleri görecek yerde sadece arzulanna uyarlar665. Yine Kur'an'da verilen bilgilere göre kibri ve isyanı yüzünden ilâhî rahmetten kovulmuş olan şeytan, yardımcılarıyla birlikte insanlan dalâlete düşürmeye çalışır666. Onu, toplumları idare edip yönlendiren Rravun gibi mücrimlerle bunların yakın çevrelerini oluşturan aristokrat zümre ve onlan taklit eden kitleler takip eder667. Putlar da tapınma vasıtası olmaları bakımından dalâlete sevkedici varlıklar arasında sayılır668. Dine bağlılığın zayıfladığı dönemlerde insanların çoğuna uymak, aynca önemli bir dalâlet sebebi olarak gösterilmiştir669. İnsanlan hak yoldan uzaklaştıran bu saptırıcıların tuzağından kurtulmanın, ancak hidâyet rehberi olarak gönderilen Peygamber'e ve onun getirdiği ilâhî kitaba uymakla mümkün olduğu vurgulanır.670
Dalâlet hadislerde de Kur'an'daki anlamları ile kullanılmıştır671. Hz. Peygamber du-alannda dalâlete düşmekten ve düşürülmekten, başkalannın sapıklığa düşmesine sebep olmaktan Allah'a sığınmış672, Allah'ın saptırdığı kimselerden olmaması için O'na niyazda bulunmuş673 ve bu konuda ümmetini uyarmıştır. Ümmeti hakkında, en çok dalâlete sev-keden devlet reislerinden endişe ettiğini belirten Hz. Peygamber674, dalâlete düşmemek için Kur'an ve Sünnet'e uyulmasını emretmiş, bunlara tam olarak uyanların sapıklıktan korunacağını, aksi takdirde dalâletin kaçınılmaz olacağını haber vermiş675, ayrıca Allah'a itaat etmeyenlerin ve meşru devlet reislerine biatta bu-lunmayanlann676, cemiyette hırsızlık vb. suçlan işleyen aristokrat zümreyi gerekli cezaya çarptırmayıp alt tabakaya mensup suçluları cezalandıran adaletsiz toplumlann677, âlimlerden mahrum olan milletlerin dalâlete düşeceğine dikkat çekmiştir.678
Dalâletle ilgili âyet ve hadislerin mukayeseli bir şekilde incelenmesinden şu sonuca ulaşmak mümkündür: Doğru yolu bulmak veya doğru yoldan sapmak in-sanlann kendi irade ve tercihlerine bağlı olduğundan bir bakıma kendi ellerindedir. Allah bütün insanlara doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak temyiz gücü vermiş, ayrıca özendirici ve uyarıcı olmakla görevlendirdiği peygamberler vasıtasıyla insanlann yolunu aydınlatan kitaplar indirmiştir. Bu kitaplarda helâli haramı, faydalıyı zararlıyı, hayn ve şerri açıklamış ve bundan dolayı insanlan sorumlu tutmuştur.
Bazılarınca ileri sürüldüğü gibi Allah hak ile bâtılı göstermeden, insana temyiz gücü verip tercih hakkı tanımadan dilediğini dalâlete, dilediğini hidâyete sevketmiş olsaydı peygamber göndermenin, kitap indirmenin bir anlamı kalmaz, ceza ve mükâfatın da mâkul bir dayanağı olmazdı. Nitekim Allah Kur'ân-ı Ke-rîm'in muhtelif âyetlerinde, eğer dileseydi bütün insanlan hidâyete erdireceğini beyan etmiştir679. Fakat böyle bir yöntem, "Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin"680 ilkesine, ayrıca kâinatın yegâne şuurlu varlığı olan insanoğlunun seçim hürriyetine aykın düşmektedir. Şüphe yok ki sınırsız kudrete sahip bulunan Allah bir şeyin olmasını dilerse o mutlaka olur. Ancak insan için belirlediği statü içinde onu şuurlu ve sorumlu tutmuş, buna bağlı olarak da doğru veya yanlış yoldan birini tercih etmeyi kendisine bırakmıştır.
Bibliyografya:
VVensinck, Mu'cem, "dil" md.; M. F. Abdül-bâkî, Mu'cem, "dil" md.; MustafâvT. et-Tahkik, "dil" md.; Müsned, [, 51. 90, 302, 325; II, 111, 179, 196; III, 338, 424, 471; IV, 123, 126, 264, 378, 445; V, 154, 404; VI, 302, 306, 441; Dârimî, "Mukaddime", 1; Buhârî, "Kader", 2, "'İlim", 34, "Hudûd", 12, "Meğâzî", 56, uîcti-şâm", 7; Nesâî, "İmamet", 50; Tirmizî, "'İüm", 15, "Fezâ'ilü'l-Kur'ân", 14, "Da'avât", 124; İbn Mâce, "Du'â”, 18, "Hudûd", 9; İbnül-Cev-zî, Nüzhetü'l-a'yün, s. 406-409; İsmail Hakkı Bursevî, Furûk-t Hakki İstanbul 1310, s. 74, 160; a.mlf., Rûhu'l-beyân, İstanbul 1389, I, 24; T. Izutsu. Kur'an'da Allah ve İnsan,681 Ankara, ts., s. 132-139; a.mlf.. islâm Düşüncesinde İman Kavramı682, İstanbul 1988, s. 260-275; el-Kâmûsul-İsiâmt, IV, 410-411.
Mezhepler Tarihi. İslâm literatüründe dalâlet, bir tasnife göre nazarî ve amelî ilimlerde olmak üzere iki kısımda mütalaa edilir. Nazarî ilimlerde dalâlet itikadî konularda gerçeğe aykırı inançları benimsemek demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu tür dalâlet İçin "haktan uzak bir sapıklık"683 tabiri kullanılmıştır ki bunun inkârdan farklı olmadığı açıktır. Amelî ilimlerde dalâlet ise ibadet, hukuk ve ahlâk alanına giren konularda İslâm dinine aykırı fikirlere sahip olmayı İfade eder684. Dalâlette kalanları da üç grupta ele almak mümkündür. ı. Hak dinin varlığından hiçbir şekilde veya dikkat çekecek ve merak uyandıracak kadar haberdar olmayanlar. Kelâm âlimlerinin çoğunluğuna göre bunlar dinî vecîbelerinden dolayı sorumlu olmayacaklardır. Çünkü Kur'an'da, peygamber gönderilmedikçe kişilerin sorumlu tutulmayacağı ifade edilmiştir685. Ancak böylelerinin akıllan, selim yaratılışları ve çevrelerinde yaygın bulunan din ve ahlâk kuralları çerçevesinde hareket etmeleri ve mümkün olabilecek bir ruh yücelişini göstermeleri gerektiği düşünülmüştür.686
2- Hak dinin varlığından yeterince haberdar oldukları halde onu benimsemeyenler. Bunlar Kur'ân-ı Kerîm'de çokça söz konusu edilen müşrikler, kâfirler ve münafıklardır.
3- İslâmiyet'i benimsedikleri halde onun itikadî, amelî ve ahlâkî hükümleri konusunda yeterli bilgi sahibi olmayanlar veya bildikleriyle amel etmeyenler. Bu grup içinde gerek kendi dinî hayatlan, gerekse diğer müslümanlann dinî faaliyetleri açısından en tehlikeli olanlar, ehl-i kıbleye ait geniş din anlayışı sınırlarım da aşan inançlara sahip bulunanlar ve bu inançlarını yaymaya, böylece dini yozlaştırmaya çalışanlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de687, böyle bir yol takip eden eski din mensupları (Ehl-i kitap) dinde haddi aşmak, yaptıkları fenalıklardan Ötürü birbirini uyarmamak, hak yoldan sapmak ve başkalarını saptırmakla itham edilmiş, lanete ve ilâhî gazaba uğratıldıkları belirtilmiştir.688
Kelâm ilminde dalâlet, daha çok, kulun iradesi ve gücüyle mi yoksa Allah'ın İradesi, takdiri ve yaratmasıyla mı gerçekleştiği açısından inceleme konusu olmuştur. Bu hususta belli başlı kelâm ekollerinin görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür:
Dalâlet ve hidâyet konusuna Allah'a nisbet edilmesi gereken kemâl sıfatları, özellikle ilâhî irade ve kudretin şümulü açısından bakış yapan Cebriyye'ye göre dalâlet, kulun irade ve seçimiyle değil tamamen Allah'ın iradesi ve yaratmasıyla gerçekleşir. Zira Allah kullarından dilediğini hidâyete erdirir, dilediğini de saptırır (idlâl). Birçok âyet ve hadis bu hususu açıkça ifade etmektedir. İnsanlar ya sapık ve kâfir veya hidâyete erdirilmiş müminler olarak dünyaya gelirler ve Allah'ın kendileri için belirlediği kaderin dışına çıkamazlar689. Kulun sorumluluğu için mantıkî bir gerekçe göstermeyen bu telakkiye tepki niteliğinde olmak üzere Mu'tezile ile Şîa'nın çoğunluğu tarafından benimsenen anlayışa göre ise kulun sorumlu tutulabilmesi için dalâleti seçme hürriyetine ve tercihini gerçekleştirme gücüne sahip olması gerekir. Bundan dolayı dalâlet sadece onun iradesi ve kudretiyle gerçekleşir. Allah'ın dilediği insanları saptırdığını ifade eden naslara gelince, müteşâbih grubuna giren ve zahirî mânalany-la açıklanması mümkün olmayan bu nas-lann kullara irade hürriyeti tanıyan diğer naslann ışığı altında dil kurallarına ve aklın ilkelerine uygun bir şekilde te'vil edilmesi gerekir. Bazı âyetlerde Allah'ın kullarını dalâlete sevkettiği belirtilmişse de bundan hareketle O'nun insanları saptırdığı ve henüz dünyaya gelmeden onları sapıklar olarak yarattığı sonucu çıkarılamaz. Bu tür âyetleri, Allah'ın, kendi iradesiyle dalâleti seçen kimseyi "dâl" diye adlandırması, âhirette azaba uğratması, helak etmesi, yaptığı amelleri boşa çıkarması, cennet yolundan alıkoyup cehennem yoluna sevketmesi ve dalâleti tercih edip kâfir olduğu İçin dünyada cezalandırmak suretiyle dalâlette bırakması, yani lutufta bulunmaması şeklinde yorumlamak mümkündür.690
Dalâlet-hidâyet mevzuunu hem ilâhî sıfatların yetkinliği ve şümulü, hem de insanın sorumluluğu açısından ele alıp konuyla ilgili iki zıt görüşü birleştirmek isteyen Ehl-i sünnet âlimleri, kullara ait fiiller de dahil olmak üzere kâinatta meydana gelen bütün varlık ve olayların bizzat Allah tarafından yaratıldığı temel görüşünden hareketle, hidâyetin yanında dalâletin de Allah'ın iradesi, takdirî ve yaratmasiyla gerçekleştiği hususunu ilke olarak benimsemişlerdir. Eş'ariyye. Mâtürîdiyye ve Selefıyye'ye bağlı âlimler bu temel noktada birleşmekle beraber farklı sayılabilecek bazı görüşler de ortaya koymuşlardır. Eş'ariyye'nin görüşü Cebriyye'ninkine oldukça yakındır. Mezhebin kurucusu Ebü'l-Hasan el-Eş'arî dalâleti "dinden yüz çevirmek" diye tanımlar. Ona göre idlâl, küfür ve inkâr anlamındaki dalâletin Allah tarafından sapıkların kalbinde yaratılmasıyla gerçekleşir. Allah'ın kullarım bu şekilde dalâlete sevketmesi ise mâkuldür. Zira O'nun iradesi için bir sınır olmadığı gibi yaptıklarından dolayı sorumlu tutulması da ulûhiyyetiyle bağdaşmaz.691 Bâkıllânî İdlâli, Allah Teâlâ'mn kâfirlerin dalâletini yaratması, iman etmelerini sağlayacak yardımını terketmesi, kalplerini daraltması ve hidâyete erme güçlerini yok etmesi anlamında kabul eder. Ba-zan da onu, sevap kazanmayı ve cennete girmeyi mümkün kılacak yoldan uzaklaştırma şeklinde açıklar.692 Abdülkâhir el-Bağdâdî, İmâ-mü'l-Haremeyn el-Cüveynîve Ebû Saîd el-Mütevellî de Eş'arî ile aynı görüşü paylaşırlar. Fahreddin er-Râzrnin Eş'ariyye'-den kabul ettiği693 Râgıb el-İsfahânî ise dalâletin kulda oluşmasına ilişkin dikkat çekici yorumlarda bulunur. Ona göre dalâlet, kulun tutum ve davranışlarına bağlı olan çeşitli merhalelerin asılmasıyla oluşur ve bir karakter haline gelir. Bunda, kulun başlangıçta ortaya koyacağı tavır etkileyici bir rol oynar. Şöyle ki: Mükellefiyet çağına giren insan, Allah'a iman ve itaatten yüz çevirerek inkâr ve isyan yolunu tercih ederse, üstelik bu tutumunu inatla sürdürürse bir taraftan dalâlet kendisine güzel görünmeye başlarken diğer taraftan.hidâyet yoluna girmesi zorlaşır ve bu kişi gittikçe hidâyetten uzaklaşır. Daha sonra bu tutum onda hâkim bir karaktere dönüşür ve nihayet artık dalâletten kurtulması imkânsız hale gelir694. Fahreddin er-Râzî, Eş'arî'nin fikrine uymakla birlikte ona açıklık getirmeye çalışır. Ona göre insanın bütün fiillerinde olduğu gibi dalâlet fiilinin de meydana gelebilmesi için kalbinde bunun faydalı veya cazip olduğunu telkin eden bir temayülün bulunması gerekir. Diğer temayüller gibi bunun da Allah tarafından yaratıldığını kabul etmek icap eder. Aksi takdirde bir yaratıcı olmadan kendi kendine oluş inancı ortaya çıkar ki bu sonuçta Allah'ın varlığını inkâra kadar giden bir çıkmazdır. Şu halde dalâleti dileyip yaratan Allah'tır. Râzî ayrıca, Allah'ın ezelî ilmiyle kulların yapacağı fiilleri önceden bildiğini ve bu bilginin zıddının meydana gelemeyeceğini de dikkate alarak dalâletin Allah'tan olduğunu söyler.
Mâtürîdiyye âlimleri dalâleti Allah'ın irade, İlim ve yaratma sıfatları çerçevesinde açıklamakla birlikte, insanın sorumluluğunu daha mâkul bir temele dayandırmak amacıyla, dalâlete düşmekteki asıl rolü insanın tercihine bağlamak istemişlerdir. Ebû Mansûr el-Mâtürîdf-ye göre idlâl hidâyet gibi ilâhî bir fiildir. İlâhî fiilin anlamı ise Allah'ın her şeyi lâyık olduğu şekilde yaratmasıdır. Bu yaratış kul için ilâhî lütuf (hidâyet) çerçevesinde olabileceği gibi adalet (dalâlet) çerçevesinde de olabilir. Bu sebeple dalâlet ilâhî adaletin gereği olarak vücut bulur. Dalâlete düşürmenin mânası ise gönüllerin hidâyete karşı daraltılması ve iman ile itaatin meşakkatli gösterilmesinden ibarettir. Sonuç olarak dalâlet kulun onu dilemesiyle hâsıl olur.695 Daha sonra gelen Mâtürîdî âlimleri, kulun istemesi halinde dalâletin Allah tarafından yaratıldığını açıkça belirtmişlerdir696. Mâtürîdîler'e göre dalâleti seçmek suretiyle kul sorumlu tutulmakta, onu yaratmış olmakla da Allah dalâlete sev-ketmiş bulunmaktadır.
Selefıyye'ye mensup âlimlerin dalâlet konusunda benimsedikleri görüşlerle Eş'ariler'in görüşleri arasında fark yoktur. Selefiyye'ye bağlı olduğu kabul edilen İbn Hazm, Allah'ın kâfirleri saptırmasını yardımını kesmesi, onları inkârı seçmelerini sağlayacak bir tabiat ve psikolojide yaratması, şeytanın güzel göstererek telkin ettiği kötü duygulan akıl gücüne baskın getirmesi tarzında açıklar697. Ancak son dönem Selef âlimlerinden M. Reşîd Rızâ, dalâletin gerçekleşmesine ilişkin farklı bir yorum getirmek istemiştir. Ona göre dalâlet doğrudan doğruya insanın aklını kullanma tarzına ve bununla ilgili olarak Allah'ın vazettiği küllî kanuna bağlıdır. Allah, gerçeği bulmak için aklını ve duyularını kullanmayan veya bunların verilerine bilerek uymayan, hidâyete karşı dalâleti seçip onu azgınlık derecesine kadar götürenleri saptıracağına hükmetmiş ve bu hususta umumi bir kanun koymuştur. Dalâlete sevkedilen kişi bu kanunun gereği olarak sapıklıkta kalır. Allah, hiçbir sebep ve hikmet olmaksızın dalâleti doğuştan sahip olunan bir karakter şeklinde kullarında yaratmaz. Bundan dolayı, dalâlet hem insan İradesinin hem de vazedilen umumi kanun vasıtasıyla ilâhî iradenin bir sonucudur.698
Dalâleti sadece ilâhî irade ve takdire bağlı kabul eden ve bu konuda insanın hiçbir fonksiyonu bulunmadığını öne süren Cebriyye'nin görüşü bir tarafa bırakılacak olursa, Mu'tezile ve Ehl-i sünnet âlimlerinin hemen hemen tamamının insanların dalâleti isteyerek seçtikleri veya dalâlete düşmelerinde irade ve davranışlarının mutlaka etkili olduğu hususunda birleştikleri görülür. Bununla birlikte Allah'ın kullarından dilediğini dalâlete sevkedeceğini bildiren naslara zihinleri tatmin edici yorumlar getirmekte bütün mezheplerin zorlandıkları anlaşılmaktadır. Öyle görünüyor ki kulların fiilleriyle, ayrıca kader ve ilâhî sıfatlarla bağlantısı bulunan dalâlet konusunu itiraz edilemeyecek şekilde çözüme kavuşturmak kolay değildir. Nitekim kendisi de bir Eş'ariyye âlimi olan Gazzâlî, j/iyd'ü culûmi'd-dîn adlı eserinin Teybe" bölümünde (IV, 6-7) Cebriyye, Mu'tezile ve Eş'ariyye'nin dalâlet meselesini de kapsayan kader ve irade hürriyeti konusundaki görüşlerini, körlerin el yordamıyla tanımaya çalıştıkları fili tarif eden açıklamalarına benzetmiş, bu görüşlerin doğru ve yanlış yönleri bulunduğunu belirttikten sonra meselenin aklî ve tecrübî bilgiler yoluyla çözümlenemeyeceği sonucuna varmıştır. Bu güçlük, saptırma ve doğru yola iletme eylemlerinin
de bir kısmını oluşturduğu ilâhî fiillerin mahiyetleri ve yaratıklarla ilişkileri hakkında yeterli bilgiye sahip olamayışımızdan, ayrıca Allah'ın zâtı, sıfatlan ve fiilleri İtibariyle zaman kategorisiyle sınırlı olmamasına karşılık bizim zamanlı varlık olmamız ve zaman kalıplan içinde düşünmemiz gibi sebeplerden ileri gelmektedir.699
Bibliyografya:
Kasım b. İbrahim er-Ressî, er-Red cale'I-Mücbire700, Beyrut, ts. (Dârü'l-Hilâl), 1, 113-117; Yahya b, Hüseyin el-Hâdî. er-Red 'ale'l-Mücbi-re İResâ'ilü'l-'adl içinde), II, 35 vd., 89-91; Hay-yât el-lntişâr, s. 89-90; Eş'arî. el-lbâne (Fevkıyye), s. 213-214; a.mlf.. Usûlü Ehli's-sünne ve'l'cemâ'a701, Kahire 1987, s. 77; Mâtürîdî. Kitabut-Tev-hîd, s. 287, 313-314; İbn Fûrek, Mücerredü'l-makâlât,s. 103, 104; Bâklllânî. et-Temhîd (İmâdüddin), s. 377-378; Kâdî Abdülcebbâr. Müte-şâbihü'l-Kur'ân702, Kahire 1969, s. 57, 65-67, 72, 476, 506; Pezdevî, üşûlü'd-dîn703, Kahire 1383/1963, s. 45, 127, 129; Bağdadî, Uşulü'd-dtn, s. 141-142; İbn Hazm, el-Faşt (Umeyre), III, 66-74; Beyhakî, el-Esmâ ue'ş-şıfât, s. 151; Ebû Yala el-Ferrâ, el-Mu'temed fî uşûti'd-dîn704, Beyrut 1974, s. 133-134; Ebû Saîd el-Mütevellî. el-Gunye ft uşûli'd-dîn705, Beyrut 1406/1987, s. 129-130; Râ-gıb el-İsfahânî, TafşTlü'n-neş'eteyn ue tahsî-lü's-sa'âdeteyn, Beyrut 1983, s. 104-108; Gaz-zâlî. İhya3, IV, 6-7; Sâbûnî, el-Bidâye, s. 79; Fahreddin er-Râzî. Mefâtîhu'l-ğayb, 11, 49, 138-139, 141-143; XI, 48; xİll, 180; XXVIII, 280; a.mlf.. Esâsü't-takdts, Kahire 1354/1935, s. 5; Cüveynî. El-irşâd (Muhammed), s. 211-212; Beyzâvî, Tauâli'u'l-enuâr, İstanbul 1305, s. 392-397; Ebü'1-Bekâ, el-Külliyyat, Bulak 1281, s. 232-233; Seffârînî, Leoâmi'u'l-ebrâr706, Beyrut, ts707, I, 335; Elmalılı, Hak Dini, I, 135, 136; İM, 2087-2088; VİN, 5900-5901; Regîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, I, 69-72, 241; 11, 94; VII, 402-404, 553; VIK, 376; IX, 459, 562; Muhammed Yûsuf Mûsâ, e!-Kur3ân oe'l-felse-fe, Kahire 1982, s. î38-150;Sadreddin el-Ka-bancî, el'Kitabü't-'Akâ3idî: Allah, Beyrut, ts. (Dârü't-Taâru), s. 210-213.
Dostları ilə paylaş: |