Bir devriMİn anatomiSİ Kadri Çelik


BÖLÜM   İSLAM TARİHİNDEKİ DEVRİMCİ HAREKETLER



Yüklə 3,6 Mb.
səhifə2/74
tarix03.05.2018
ölçüsü3,6 Mb.
#50098
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   74

BÖLÜM


 

İSLAM TARİHİNDEKİ DEVRİMCİ HAREKETLER


 

TARİHİNDEKİ DEVRİMCİ HAREKETLER

İslam tarihindeki ilk devrimci hareket şüphesiz ki Resulullah’ın başlattığı islami ve ilahi hareketti.

Allah Taalla cahiliye bataklığına gırtlağına kadar batmış olan insanları kurtarmak için bir elçi göndermiş ve bu elçi (Hz. Muhammed) Allah'tan aldığı emir ve talimatlar ışığında bütün bir insanlığı kurtarmaya çalışmıştı. Resulullah (s.a.a), cahiliye batağına batmış olan insanlığı kurtarmak için ilk önce ne yapmıştı? Şüphesiz ki ilk yaptığı şey yeryüzündeki sahte ilahları inkar etmekti. Yeryüzünde Allah'tan başka tüm ilahları yok etmekti.

"De ki: Hak geldi batıl yok oldu. Hiç şüphesiz batıl yok olucudur.'(İsra/81)

Resulullah yeryüzünü işgal etmiş olan sahte tanrıları inkar edince bütün bu ilahların yerine bir tek ilahı geçiriyor ve "Allah'tan başka tanrı yoktur." diye haykırıyordu. Ama beyin ve düşüncelerine kadar esir düşmüş sefiller buna tahammül edemiyorlardı. Onlara bütün ilahlarını terkedip bir tek ilaha ibadet etmek çok ağır geliyordu. Şu andaki beşeri düşünce kullarına da bütün bu beşeri ilahlarını bırakıp sadece Allah'a tapmak bir o kadar zor ve ağır gelir. Bunlar Amerika'da kölelik kanununu lağvedilince buna karşı çıkıp "biz kölece yaşamaya alıştık, hür yaşayamayız" diyen zavallı insanlara ne kadar da benziyor. Bunlar sözkonusu sahte tanrıları olmazsa nefes dahi alamayacaklarına inanmışlardır, işte bu yüzden ilk etapta "lailahe illallah" nidasını duyan müşrikler hemen elleri dilleri ve kalemleriyle saldırıya geçtiler. Ama Resulullah bütün bu saldırılar ve ihanetler karşısında daha da bir azimlendi ve uzlaşmaz bir tavır takındı. Resulullah hayatı beyanca bu tevhidi hakikati ikame etmek için çalıştı. Resulullah'ın toplumda ikame etmeye çalıştığı temel ilkeler başlıca tevhid, ilahi hilafet (yani Allah'ın devletinin hükümranlığı) ahiret ve toplumsal adaletti. Bütün bu hedefi uğruna tam yirmi üç yıl boyunca çalıştı, İmam'in deyimiyle birgün bile olsun rahat yüzü görmedi. Bütün bu zahmetlere katlandı, ama asla kafirlerle uzlaşma yoluna gitmedi. Resulullah isteseydi bu hedefine daha kolay ve rahat erişebilirdi. Ama o bunu yapmadı. Hedefine ulaşmak için meşru olmayan metod ve vesilelerden istifade etmedi. Etmeyi aklından bile geçirmedi ve sonunda da hedefine ulaştı. İslam insanın hedefine ulaşması için meşru olmayan yollardan istifade etmesine razı olmaz. Örneğin fakiri doyurmak güzel bir şeydir. Ama insan haram yoldan para elde ederek bir fakiri doyuracaksa Allah bunu kabul etmez. Nitekim "Allah sadece takva sahiplerin den kabul eder." ayeti de bunu beyan etmektedir. Takva ile hırsızlığın uzlaşmayacağı da bilinen bir şeydir. Bu yüzdendir ki peygamber de İslam'ı hakim kılmak için sadece İslam'dan yardım aldı ve İslami metod ile hareket etti. Resulullah'ın (s.a.a) en büyük özelliği de kararlılık ve uzlaşmazlığı idi. Kafirlerin her türlü teklifini reddederek hakimiyet hususunda bütünüyle Allah'a teslim olmak gerektiğini ifade ediyordu.

Peygamber'in hanımlarından biri olan Mariye-i Kıbtiye "İbrahim" adında bir çocuk dünyaya getirdi. Rasulullah bu çocuğa büyük bir ilgi ve muhabbet gösteriyordu. Ama daha 18 ay gibi az bir zaman geçmişti ki İbrahim dünyadan ayrıldı. Peygamber bu hadiseden çok etkilendi ve gözyaşı dökerek şöyle buyurdu: "Ey İbrahim gönüller yanıyor ve gözler ağlıyor senin için. Biz senin için üzgünüz. Ama Allah'ın razı olmadığı bir şeyi de söyleyemeyiz."

Tüm müslümanlar bu hadiseden etkilenmiş, rahatsız olmuşlardı. O gün tesadüfen güneş tutulması meydana geldi. Müslümanlar: "Güneş tutulması yukarıdaki alemlerin de aşağıdaki alemler ve peygamberlerle uyum içinde olduğunun nişanesidir. Bu hadise peygamberin oğlunun vefatı için vücuda gelmiştir."(l) dediler.

Elbette ki bu hadisenin denildiği gibi peygamberin oğlu İbrahim'in vefatı dolayısıyla olmasının hadd-i zatında hiç bir mahzuru yoktur. Hatta peygamber için tüm alemlerin bile alt-üst olması mümkündür. Zira Allah-u Teala tüm alemleri efendimizin (s.a.a) bereketiyle yaratmıştır. Ama bu olay öyle denildiği gibi değildi. Sıradan bir tabiat olayı idi sadece Peygamber bu sözleri duyunca çok üzüldü. Sükutu bile caiz görmeyerek hemen minbere çıkıp müslümanlara güneşin İbrahim'in vefatı sebebiyle tutulmadığını ve bunun sıradan bir tabiat olayı olduğunu söyledi.

İşte Peygamberler ve Allah'ın gerçek velileri ile çağdaş pragmatist siyasetçilerin farkı da burdadır. Pragmatist siyasetçiler halka hükümet etmek için her türlü vesileden istifade etmeyi caiz bilirler. Onların tek hedefi hükümetin başına geçmektir. Hükümete giden yolda kendi inançlarından dahi taviz ve ödün vermekten sakınmazlar. Meşru ve gayr-i meşru her türlü fırsatı değer-

1) Hikayeler ve Hidayetler/s. 14

 

lendiıir, ganimet bilirler. Halkın cehaletinden istifade eder. olmadık hadiseleri kendilerine isnad ederler. Hatta bazılarını bir takım doğa olaylarını bile kendi yolunun haklılığının bir şahidi olarak gösterdikleri dahi görülmemiş birşey değildir. Mesela Saddam, savaş yıllarında İran'da vuku bulan deprem olayını da iran'ın haksız, kendisinin ise haklı olduğuna bir delil kabul etmişti.



Âmâ peygamberler ve Allah'ın velileri böyle değildir. Onlar hükümeti bile bir araç olarak düşünürler. Onların asıl amaçları Allah'tır. Allah'ın rızasına uygun olmayan her metodu reddeder ve sadece O'nun razı olduğu yolları denerler. Peygamber (s.a.a) de halkın bilgisizliğinden istifade ederek bu tabii olayı da kendine mal edebilirdi. Bu yolla bazılarının da iman etmesi ve bazı müslümanların ise imanının güçleneceği kesindi. Ama Peygamberin metodu bu değildir. Peygamberler daima ilahi ilim ve hikmet üzere hareket ederler.

Peygamber (s.a.a) İslam'ın ruhuna uymayan hiç bir metodu kullanmamıştır. Nitekim bazı Arap kabileleri de Medine'ye, peygamber'in huzuruna gelerek şöyle dediler: "Ya Rasulallah, bizim şu üç şartımızı kabul edersen biz de müslüman oluruz. Bu şartlarımız şunlardır:



  1. İzin verin bir yıl daha kendi putlarımıza tapalım.

  2. Namaz bizlere çok ağır geliyor. İzin verin biz kılmayalım.

  3. Bizlerden o büyük putumuzu kırmamızı istemeyiniz."
    Peygamber onlara cevab olarak şöyle buyurdu: "Sadece üçüncü şartınızı kabul edebilirim. (Yani siz kırmazsanız biz kırarız.) Ama diğer iki şartınızı asla kabul edemem." (1)

Görüldüğü gibi Peygamber "Bunca Arap kabilesi yanıma gelmiş, müslüman olmak istiyor. Ben de şu anda bu şartları kabul edip hâkimiyetimi güçlendirir ve daha sonradan bu şartları reddederim" dememiştir. Açıkça reddetmiş, böyle bir metodu caiz görmemiştir.

Bizler de tıpkı peygamberler gibi davranmalı ve İslami olmayan metodları kullanmayı aklımızdan bile geçirmemeliyiz. Amacına ulaşmak için her türlü yolu meşru bilen kapitalist ve menfaatçı düşünceden uzak durmalıyız. Peygamberin metodunu izlediği için zafere ulaşan İran İslam inkılabını kendimize örnek edinerek inkılabi bir metodu takib etmeliyiz. Aksi taktirde daima kandırılacak, aldatılacak ve kurnaz siyasetçilerin siyasi kulislerinde

(1) Hikayeler ve Hidayetler/s. 23

 

oynatılan bir kukla olmaktan öteye geçmeyeceğiz, Peygamber ile tağutların hesaplaşması mücadele ile direniş meydanlarındadır; siyasi kulislerde değil



İslam inkılabı da şüphesiz ki kendine ilk etapta peygamber'i örnek almıştı, Peygamber'in kafirler karşısındaki azimli ve uzlaşmaz tavrını takınmıştı, iktisadi ambargoyu ve düşman saldırıları karşısında hep Şi'b-i Ebi Talib'de üç yıl boyunca sıkıntılı günler yaşayan Ve Taif’te taşa tutulan peygamber'i anarlardı. İslam inkılâbı rehberi birçok konuşmasında buna işaret ediyor ve büyük bir kararlılıkla peygamberi metodun takib edilmesi gerektiğini vurguluyordu,

İslam tarihindeki devrimci hareketlerin biri de şüphesiz ki Hz. Ali'nin toplumda başlattığı hareket idi. Hz. Ali de bu inkılapçı ve Uzlaşmacı tavrını rehberi ve önderi Resulullah'tan almıştı. Hilafetin başına geçtiği güne kadar kafirlere, daha sonra da inandığı İslami düşmanın karşısında yer alanlara karşı amansız ve uzlaşmacı bir tavır sergilemişti.

Şüpheiil ki Hz. Ali fırsat bulsaydı Resulullah (s.a.a) gibi adil bir İslami düzen kuracak ve o günlerde vuku bulan bütün haksızlık, fitne ve karışıklıkları İslah edecekti. Ama Hz. Ali (a.s) için en önemli olan olan islami toplumunda tevhid ve adalet ilkelerinin (kamiliydi, Tevhid ve adalet ilkelerinin ikame edilmediği bir toplumda hiç bir ay yapılamazdı. Tabiri caizse bu iki ilke İslam toplumunun temeli konumundadır. Bu temel olmaksızın hiçbir ilke bina edilemez ve dolayısıyla da ilk önce bu temelin atılması gerekirdi. Ama bunun için attığı ilk adımda karşısında üç ayrı grubun yer aldığını gördü. Kimdi bu üç grup? Biz şu anda İslam tarihini yaymak niyetinde olmadığımız için sadece olayların kendisini naklediyor ve değerlendirmeyi muhterem okuyuculara bırakıyoruz. Adalet ve tevhid abidesi Hz. Ali'nin karşısında yer alan bu üç grup şunlardı:


  1. Nakisin: Yani ahdini bozanlar. Bu grubun önde gelenleri Talha Zübeyr ve Aişe idi. Bunlar ilkönce harekete geçerek Basra'yı aldılar. Hz. Ali (a.s) onları takib etti ve onlarla savaştı. Bu savaşta Talha ve Zübeyr öldürüldü ve cemel ashabı diye bilinen bu grup da böylece dağıtılmış oldu.

  2. Kasitin: Yani zalim ve hakikatten uzaklaşmış grup. Bunla
    rın başı da Muaviye idi. Hz. Ali (a.s) Muaviye ile Sıffın'de savaştı ve bu savaşta yüzbinden fazla insan öldü. Ama Hz. Ali yine de nihai amacına ulaşamadı.

  3. Marikin: Yani dinden çıkanlar. Bunlar da tarihte Hariciler olarak bilinen grup idi. Hz. Ali Nehrevan denilen yordo onlarla da savaştı ve kaçan birkaç kişi dışında onların tamamını öldürdü. (1)

Görüldüğü gibi Hz. Ali (a.s) İslam ruhunun ve adaletin ilkelesinin Çiğnenmesi karşısında büyük bir kararlılık ve uzlaşmazlık örneği sergilemiş ve bu yoldaki azmi karşısında hayrete düşüp "Ey Ali, yahu bütün bunlar haksız da bir sen mi haksızsın?" deyince o eşsiz ve tarihi, sözünü ifade ederek "sen Hakk'ı tanı; haklıyı da tanırsın." demiştir. Hz. Ali, inandığı yolda hiç kimseye taviz verme, hiç bir İslam dışı unsurdan istifade etmemiştir. Gerçekten ''İnsan bu yaşlı adalet aşığının, elinde kılıç ömrü boyunca inandığı dava uğruna savaştığını görünce, günümüzdeki demokratik burjuva rejimini restorize edip İslamileştirmeye çalışan zavallı 'Aydınlarımıza gülmekten ve onlara acımaktan kendini alamıyor insan gerçekten de inandığı gibi yaşama gayreti içinde olamayınca bu defa yaşadığı gibi inanma sefaletine düşüyor.

Adalet ve tevhid uğruna birkaç insanın öldürülmesi karşısında feryad edip buna İslam adına karşı çıkanlar ilkönce adalet ve tevhid uğruna yüzbinlerce insanı (bunlar arasında birçok sahabi de vardı) öldüren ve zülfikarıyla batılın gözünü oyan bu adalet aşığı Ali'ye karşı çıktıklarını bilmiyorlar mı? Şimdi kimi kınadıklarını Veya kime terörist dediklerini anlamayacaklar mı?

Evet bütün bu olayları ve nedenlerini tafsilatlı olarak ele almak bile ayrı bir kitap yazmayı gerektirir. Biz ise sadece İslam tarihindeki devrimci hareketleri ele alıp incelemek istediğimiz için bu kadarıyla yetiniyor ve okuyucuları bu konuda yazılmış mufassal kitapları okumaya davet ediyoruz.

Evet gerçekten de İran İslam inkılabı rehberi, Hz. Ali'den büyük dersler almıştı. Birçok konuşmasında Hz. Ali'yi takib ettiğini söylüyor ve inandığı davadan taviz vermenin İslam ve müslümanlar için ne kadar büyük bir kayıp olacağını çok iyi biliyordu. Nitekim bir Fransız dergisi İmam ile yaptığı bir röportajında "İslam devleti kuracağız" diyorsunuz. Bu "İslam devletinden maksadmız nedir? Aklımıza gelen ilk şey Osmanlı veya Suudi tipi bir devlet tarzıdır. Sizin İslami devletiniz bunların hangisi gibi olacaktır?" diye sorunca İmam (r) şöyle cevab vermişti:

"Bizim kurmak istediğimiz İslam devleti modeli Resulullah (s.a.a) ve Hz. Ali (a.s) zamanında var olan devlet modelidir."(2)

Evet görüyoruz ki hem İslam inkılaba rehberi ve hem de inkılapçı İran halkı, ilk olarak Resulullah'ı (s.a.a) daha sonra da Ali (a.s)'ı



  1. Furu-i Velayet/s. 364

  2. Sahife-i Nur c. l, s. 502

  3.  

  4.  

Kendine örnek ve model almıştır, islam inkılabının köklerinde asla zulüm ile ulaşma, saraylarda ve kafirlerle barış içinde yaşama modeli görülmez aksine Allah-u Teala'nın "Ey Peygamber kafirlerle Ve münafıklarla cihad et ve onlara karşı sert ve caydırıcı davran, Onların barınma yerleri cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o" (1) ayeti gereğince daima kafirler münafıklar ve fasıklarla cihad edilmiş onlara karşı sert ve caydırıcı davranılmıştır. Allah'ın bu açık sözüne rağmen kafir, münafık ve fasıklarla barış içinde yaşama teklifi sunanlar, onlara karşı ayetin tam tersine yumuşak ve uzlaşmacı olanlar hangi şeye dayanıyorlar? Bunların bizim bildiğimiz Kur'an dışında bir kaynakları mı; var, bilemiyoruz? Ama bilinen gerçek şu ki ne Resulullah (s.a.a) ve ne de Hz. Ali kafirler, münafıklar ve fasıklarla uzlaşmamış, onlara karşı yumuşak ve çekici olmamıştır. Aksine sert ve caydırıcı bir tavır sergilemiş sadece iman eden kardeşlerine karşı merhamet örneği göstermişlerdir. İran islam inkılabının dünya küfür düzeni karşısındaki gururlu zaferi de bu metodun haklılığının ifadesidir. Tarih boyuna bunun dışında bir takım metodlara başvuranlar yenilgiye uğramış telil olmuş ve yaptıklarından pişman olmuşlardır olmasınada; son pişmanlık fayda vermemiştir onlara. Ne mutlu bütün bu olanlardan ibret alanlara...

Kafirlerle uzlaşmanın yollarını arayanlar bilmelidir ki kafirler artık sonlarının geldiğini ve yeryüzünde kurulacak olan ilahi bir nizam sayesinde beşeri zulüm ve sömürü düzenlerinin sona ereceğini çok iyi biliyor, görüyor, hatta bu çöküntünün çatırtılarını bile duymaya başlıyorlar. Bu yüzden teselli de lazım ya; buna inanmamaya çalışıyorlar. Aydınlan, toplumda hayali de olsa kendilerine yardımı dokunabilecek herkesi ekranlara toplantılara davet ediyorlar. Ama gerçek şu ki ilacın ecele faydası yoktur. Artık ecel gelmişse hiç bir ilacın etkisi yoktur.

"De ki: "Hak geldi batıl yok oldu.

Hiç şüphesiz batıl yok olucudur." (İsra/81)

islam bir nurdur. Diğer din ve düşünceler ise birer zulmet ve ve karanlıktır. Nur ile zulmet bir arada olamaz. Nur geldi mi ya zulmetler gidecek, ya da nurdan istifade ederek aydınlanacak ve başka bir tabirle hüviyetini değiştirecektir. Bunun başka bir çözümünü aramak akıntıya kürek çekmek gibi abes ile iştigaldir ki akıl sahiplerini bundan tenzih ederim.

Bu bağlamda hizbullahi ve inkılapçı metoddan ödün vererek siyaset arenasında bu yıpranmış boğalar karşısında acziyet ifadesi çığlıkların etkisinde kalanlar da yarın yaptıklarının ne kadar büyük bir yanlış olduğunu görünce pişman olacak. Ama kendilerini tenzih noktasında bu son pişmanlıkları da fayda vermeyecektir.

Tarih boyunca kendiliğinden uslanıp da haklıya hakkını veren bir tek zalim görülmüş müdür? "Hak verilmez; alınır" hakikatini ne de çabuk unuttuk. Hakkı ikrar eden zalimler bile haklıya hakkım vermezken, nasıl olur da hakkı tümüyle inkar eden zalimlerden meded umarız. Buna akıl erdirmek çok güç!

Şimdi kıssadan hisseler alana ibretli bir öykü nakledeyim: "Memnun diyor ki "Birgün babamın yanında oturmuştum ki İmam Musa b. Cafer (a.s) çıkageldi. Babam (Harun Reşid) koşarak İmam'ı kucakladı ve onun meclisin üst kösesine oturttu. Babam İmam'm heybeti karşısında zelil bir köle gibi oturmuş bir türlü konuşmaya cesaret edemiyordu. İmam gitmek isteyince babam bana ve kardeşime onu evine kadar uğurlamamızı emretti.

Ben babama, "O kim idi ki ona bu kadar saygı gösterdin?" dedim. Babam, "O hilafetin asıl sahibidir." dedi. Ben, "O halde hilafet makamını neden ona vermiyorsun?" dedim.

Babam dedi ki:

"Oğlum eğer hilafetim aleyhine kıyam edeceğine ihtimal versem, seni bile öldürürüm". (1)

Hakkı ikrar eden tağuti güçlerin durumu buysa hakkı inkar edenlerin durumu nedir? Bunu bilmek hiç de öyle zor bir şey değildir.

Hz. Hüseyin'in Kıyamı

 

Şüphesiz ki İslam tarihindeki en büyük ve inkılapçı hareketlerden biri de aşura kıyamıdır. Bu kıyamın rehberi olan İmam Hüseyin (a.s) hayatı boyunca uzlaşmaz bir çizgi takib etmiş ve babasının yambaşmda Cemel Sıffîn ve Nehrevan savaşlarına da bizzat katılmış biriydi.



H. 6. yılın Receb ayında Muaviye ölünce önceden hilafeti müslümanlara zorla kabul ettirilen Yezid babasının yerine geçti. Medine valisi Velid b. Utbe, Yezid'in emri üzere Hüseyin b. Ali ve Abdullah b. Zübeyr'den biat almaya kalkıştı. Ama İmam Hüseyin Velid'e hitaben şöyle buyurdu.

"Biz nübüvvetin Ehl-i Beyti, risalet madeni, meleklerin gidip-geldiği yeri ve rahmet nedeniyiz. Allah İslam'ı bizimle başlattı ve bizimle noktaladı. Yezid ise fasık, şarapçı katil ve fasıklığını

1) Hikayeler ve ibretler c. 5, s. 67

açığa vurmaktan çekinmeyen biridir. Benim gibi birisi O'na nasıl biat edebilir. "(1)

Abdullah b. Zübeyr hemen Medine'den çıktı. İmam Hüseyin (a.s) da H. 60 yılının Şaban ayının 3'ncü günü Muhammed b. Hanefîye dışında risalet hanedanının tüm fertleriyle Medine'den çıkarak Mekke'ye doğru yola koyuldu. İmam'ın bu hareketini haber alan Kufeliler de harekete geçtiler. Üstüste toplantılar yapıp, ateşli nutuklar attılar. Süleyman b. Süred Kufe halkından kıyam için söz aldı. Süleyman, Museyyib b. Necabe, Habib b. Mezahir, Rifet b. Şeddad ve Abdullah b. Val gibi Kufeli büyüklerin imzaladığı bir mektubu Hz. Hüseyin'e gönderip onu Küfe'ye ve bu kıyama önderlik yapmaya çağırdılar. Mektupların ardı arkasının kesilmediğini gören Hz. Hüseyin yine de emin olabilmek için Müslim b. Akil'i Kufe'ye gönderdi. Ondan da olumlu cevab alınca İmam hemen Kufe'ye yöneldi. Ama Kufe bir anda değişmiş ve halk verdiği sözü tutmamıştı. İmam Hüseyin (a.s) Emeviler aleyhine kıyam etmeye kararlıydı. Zira Emeviler İslam'ı tahrif etmek ve kendi sapık düşünce ve hareketlerini İslami olarak lanse etmeye çalışıyordu. Toplumda fesad fitne, ayyaşlık ve bozukluklar her yeri kaplamış, artık her türlü kötülük normal görülmeye başlamıştı. İmam Hüseyin (a.s) Emeviler hakkında şöyle buyuruyor: "Onlar (Emeviler) şeytana uyan, Allah'a itaat etmeyen, yeryüzünde fesadıyayan, ilahi hükümlerin uygulanmasına engel olan ve beytülmalla el uzatan kimselerdi.’’(2)

Küfe halkı Nu'man b. Beşir zamanında düşünsel planda tam bir özgürlüğe sahip idiler. Ama İbn-i Ziyad onun yerine geçince Kufe halkı tam bir baskı ve istibdad dönemine girdi. Aslında o dönemde bütün İslam beldesi kan ağlıyordu. Kıyam için en büyük fırsattı. İmam böylesi şartlarda oturup seyirci kalamazdı. Nitekim de kalmadı ve bir avuç dostlarıyla zamanın fasık hakimi Yezid'e karşı kıyam ederek H. 49 yılının Muharrem ayının Aşura günü tarihte eşi görülmemiş bir vahşilikle katledildiler.

İmam Sadık (a.s) bu tarihi kıyamı "Her ay Muharrem, her gün Aşura ve her yer kerbela." diyerek tüm hayata geçirmişti.

İmam Hüseyin'in bu kıyamı olmasaydı din tamamıyla tahrif olacak ve doğruların yerini hep yalanlar alacaktı. Ama Allah bu dini koruyordu. Zalimler Allah'ın nurunu zayıf üfürükleriyle söndüremezlerdi. İmam Hüseyin (a.s), boğazına kadar fesada gömülmüş bir toplum ile karşı karşıyaydı. Merhum Şeriati'nin deyimiy-



  1. İbn-i A'sem c. 5, s. 17

  2. Taberi c. 4, s. 304

  3.  

le milletlerin topluca katledilmesine cihad, mallarıılın; yağmalanmasına zekat deniliyordu. Yeryüzünün zalimleri, gökyüzünün seçkinleri ve halk düşmanları Allah'ın has kulları haline gelmişti, Muhammed'in evi yıkık, Fatıma gömülü, Ali yapayalnız. Ali ibadet mihrabında öldürülmüş. Ebu Zer Rebeze çölünde aç, ölü... Hasan evinde zehirletilmiş, Bilal çok uzak bir ülkede yalnız ve suskun. Abdullah b.Mesud işkenceyle can vermiş. Müminlerin emiri’nin yeşil sarayı şarap ve eğlence sarhoşluğuna batmış, Cihad fermanı ve hadis üretmekle meşgul. Ezan sesleri, altın minarelerden göklere yükseliyordu. İmam İslam'ın bu kadar saptırılmasına izin veremezdi, suskun kalamazdı. Müslüman yaşadığı toplumda etkin ve caydırıcı bir konumda olmalıdır.

"İslam'ın devleti olamaz. Müslümanların devleti olabilir. Böyle bir toplumda ise hiç kimse bir başkasına niye böyle yaşıyor, örneğin başını açıyor diye müdahalede bulunamaz" diyen aydınlarımız neden hakikatleri anlamıyorlar? İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak her müslümana farz değil midir? Bu farzı yerine getirmemek günah değil midir? Yoksa İslam toplumunda bir kadının örtüsüz, başı açık dışarı çıkması bir münker değil midir? Müslümanım diyen birinin namaz kılmaması, veya toplumda içki içilmesi birer münker değil midir? Bütün bu münker şeylerin ortadan kaldırılması için çalışmak bizlere farz değil midir? Allah-u Teala "Mümin kadınlara da söyle: "Gözlerini (harama bakmaktan) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar. Süslerini açığa vurmasınlar. Ancak kendiliğinden görüneni hariç Baş örtülerini, yakalarının üstünü (kapatacak şekilde) koysunlar." buyururken adı dahi müslüman olan bir kadının kalkıp da İslam toplumunda baldırı çıplak gezmesi, gençleri baştan çıkartacak dekolte kıyafetlerle cirit atması bir münker değil midir? Başlarını açmasına dahi izin verilmeyen kadınların kalkıp da o uygunsuz kıyafetlerle İslam toplumunda ve İslam'ın hakim olduğu bir toplumda gezmesine nasıl tahammül edebiliriz? Allah'ın dininde haram ve mekruh olarak adlandırılan herşey münker yani kötülüktür. Bu kötülüklerle savaşmak ise kadın ve erkek her müslümana farzdır. Nitekim Allah-u Teala da şöyle buyuruyor: "O (Nebi) onlara iyiliği (marufu) emrediyor, kötülüğü'(münkeri) yasaklıyor." (A'raflısız)

Hakeza şöyle buyuruyor: "Sizden; hayra çağıran iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun, kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran/104)

Allah-u Teala kitap Ehlinden iyi bir topluluğu vasfederken de şöyle buyuruyor: "Bunlar Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar, içte bunlar salih olanlardandır." (Al-i İmran/114)

Bir başka yerde de şöyle buyuruyor: "Onlar hem ondan alıkoyarlar hem de kendileri kaçarlar." (Enam/26) Bir başka yerde de şöyle buyuruyor:

"Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler, iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar. Namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe/71)

Bir başka yerde ise Allah-u Teala şöyle buyuruyor: "Sizden önceki nesillerden onlardan kurtardığımızdan pek azı dışında yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi? Zulmedenler ise içinde bulunduktan refahın peşine düştüler. Onlar suçlu günahkarlardı. Halkı, ıslah eden kimseler variken senin Rabbin o ülkeleri zulüm ile helak edecek değildi. (Hud/116-117)

Bütün bu ve benzeri ayetlere rağmen, nasıl olur da bizim batıcı aydınlarımız hiç kimsenin başka birine müdahalede bulunamayacağını ve islam'ın hakim olduğu bir toplumda kadınların istediği gibi giyinip rahatça gezebileceklerini söylüyorlar? Yoksa onlara göre zina, içki, hicapsızlık, kumar; kısacası Allah'ın sevmediği herşey münker değil midir? Bugün İran'da "İyiliği emreden ve kötülükten sakındıran" bir kurum oluşturulmuştur. Bu kurumda görev alan müslümanlar tüm topluma iyiliği emretmeye ve kötülükten sakındırmaya çalışıyorlar. Toplumda namaz gibi önemli bir ibadetin ihya ve ikamesi için artık caddede sokakta parklarda kısacası herkesin kolayca görebilecekleri yerlerde topluca namazlar kılınıyor. Yeryüzünde bir tek günahın işlenmemesi için çalışıyorlar. Ama bizim batıcı aydınlar bunu zorbalık olarak kabul ederler. Onlara kalırsa bu bir zorbalıktır, diktatörlüktür. Herkes istediği gibi yaşamalı. Bu hayali yaşamın adına da sivil toplum diyorlar. İnanır mısınız bugün bu toplumda müslümanlann dinine, ırzına, inançlarına karşı yapılan onca saldırılara karşı fazla birşey yapmayan bu aydınlar yarın Allah'ın izniyle İslâm hakim olur da müslümanlar Allah'ın kendilerinden istediği "iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak" görevini yerine getirmek isterlerse buna şiddetle karşı koyar ve suçlamaya başlarlar. Zira bu batıcı aydınlar (kendileri batıcı olmadıklarım iddia etseler de hakikat budur) Sadece Batı'nın kendileri hakkında söylediklerine önem verirler. Nitekim İran'daki "Nehzet-i Azadi" diye bilinen batıcı aydınların kurduğu hareket de böyle yapmadı mı? İnkılapçı İran halkına yüklenen savaşı da sırf Batı hatırına "barbarlık" olarak adlandırmadılar mı? Yine aynı Batının aşkına İslam ınkılabı ve inkılapçı halkları aleyhine CİA ile gizli ilişkiler kurmadılar mı? Bütün bu hakikatler aydınların İslam ve toplumlarındırı o kadar kopuk ve uzak olduğunu gösteriyor.

Müslümanlar yaşadıkları toplumda ellerinden geldiğine iyiliği hakim kılmaya ve kötülükleri kaldırmaya, çalışmalıdırlar. Yokun Allah'ın zalimlere göndereceği azab kendilerini de yakar.

İmam Humeyni Tahrir'ul Vesile kitabında "iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak" babında şöyle buyuruyor "İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak farz ve müstahab diye ikiye ayrılıyor, O halde şeri açıdan farz olan bir şeyi emretmek de farzdır, (örneğin namaz farzdır. Bunu terkeden erkek veya kadın her müslümana namazı emretmek de farzdır.) Müstehab olan bir şeyi emretmek de müstehabdır. (Örneğin misvak kullanmak müstehabdır. Bir müslümana bunu emretmek de müstehabdır.) Hakeza mekruh olan bir şeyden sakındırmak da müstehabdır. İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak en güçlü görüşe göre farz-ı kifaidir. O halde bazıları bunu yaparsa diğerlerinden bu farz kalkar. Aksi taktirde o toplumdaki herkes o farzı terketmiş sayılır." Elbette ki iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmanın bazı şartları vardır ki bu hususta da İmam şöyle buyuruyor:

"İyiliği emreden ve kötülükten sakındıran insan iyilik ve kötülüklerin neler olduğunu bilmelidir. O halde bu hususta ilmi olmayana iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak farz değildir. Bu ilim hacda gerekli olan istitaat gibi farzın şartıdır.

Bu ilahi vecibenin ikinci şartı ise iyiliği emretmek veya kötülükten sakındırmanın etkili olacağına inanılmasıdır. O halde yapacağı emir veya nehyin etkili olmayacağına inanan kimseye bunu yapması farz değildir. Üçüncü şartı ise o günahkar insan o günahı devam ettirmeye niyetli birisi olmalıdır. O halde halinden artık sözkonusu işlediği günahı işlemeyeceği anlaşılan kimseye iyiliği emretmek veya o günahtan sakındırmak farz değildir.

Dördüncü şartı ise, insanın yapacağı emir ve nehiyde kendisi İçin hiç bir tehlike olmamalıdır. İnsan bu farzı eda ettiğinde kendili Veya yakınları için bir tehlike sözkonusu olursa bu görev üstünden kalkar ve farz olmaz.

İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmanın bir takım mertebeleri vardır. En alt mertebeden başlamalı ve öylece son mertebeye kadar sırasıyla gidilmelidir. İlk mertebesi o münker işten kalben rahatsız olduğunu izhar edecek bir şeyler yapmalıdır. İkinci olarak diliyle iyiliği emretmeli ve kötülükten sakındırmalıdır. Üçüncü mertebe ise elleriyle o münkeri ortadan kaldırmaya çalışmalıdır Elbette ki İmam (a.s) veya naibi dışında hiç bir ferd hudud ve cezai müeyyidelerin uygulanması ile siyasi haraç ve seri vergiler gün mali işleri yürütemez. (1)

O halde gücümüz oranında yaşadığımız toplumda kötülüklerle savaşmak ve iyilikleri hakim kılmak zorundayız. Elbette ki bu ilahi vecibenin bir çok incelikleri vardır ki her müslüman buriu mutlaka öğrenmelidir. Zaten bunlar bilinmeden de bu ilahi farz eda edilemez. Bu inceliklerin herkesçe bilinemeyeceği belli bir şey olduğu içindir ki İran'da bu görev resmi bir kuruma verilmiştir. Ama halk da herhangi bir kötülük görünce bunu yetkililere haber vermekle yükümlüdür. Zaten bu önemli görevin eda edilmediği bir toplumda fesad gün gittikçe artış kaydeder ve toplumdan iyilikler bir bir kaybolmaya yüz tutar. Müslüman hiç bir kötülük ve haksızlık karşısında sessiz kalamaz. Eğer toplumda yaşayan müslümanlar gördükleri her türlü kötülüğü kınasa ve imkanları elverdiği ölçüde karşı koysalardı, bugünkü günlere hiç gelir miydik. Bu önemli görevi terkedince de bugünkü acınacak duruma düştük. Artık Peygamber efendimize bile dil uzatılabilen bir toplum içinde yaşamak zorunda kaldık. Dini endişe ve yükümlülük duygularımızı yavaş yavaş kaybetmeye başladık. Allah'ım sen bizlere yardım et. Bizlere görevimizin ne kadar büyük olduğunu ve sorumluluğumuzun ne kadar ağır olduğunu hissettir. Bizlere acı. Sen merhametlilerin en merhametlisi, ve yardım edicilerin en iyi yardım edicisin.

Velhasıl tüm müslümanlar hizbullahi ve inkılapçı çizgiyi takib etmek ve Allah'ın düşmanı olan tüm beşeri düşünce kullarıyla uzlaşmamak gibi ağır bir sorumluluk altındadır. Zira bu bize ondört asırdır elden ele ulaşan nebevi bir mirastır. Aldığımız bu mirasa hıyanet etmek affedilmez bir suçtur. Bunu yapanlar Haccab b. Yusuf un karşında düştüğü o hazin zillet damgasını ömrü boyunca alnında taşıyan, Abdullah b. Ömer'in konumuna düşecektir ki Allah tüm müslümanları bundan korusun.

İlkönce tüm ilahları reddetmeden Allah'ın ilahlığını ikrarın insana hiç bir faydası yoktur. İlkönce yeryüzünde sahte ilahlar reddedilmeli ve daha sonra Allah'ın ilahlığı ikrar edilmelidir ki Allah'ın kullarından istediği ubudiyet gerçekleşmiş olsun. Allah müminlerin velisidir onları karanlıklardan nura götürür. Kafirlerin velisi ise tağutlardır ki onları nurdan karanlıklara götürür.

Hz. Ali (a.s) hayatı boyunca zulme, sömürüye ve haksızlığa karşı koydu. O gerçek bir adalet abidesiydi. Karıncanın ağzındaki bir

 

1) Tahrir'ul Vesile s. 284-325



 

habbeyi dahi alamayacağını ifade eder, adaletin tahakkuka ölümü göze alırdı. Yaptığı bütün savaşlar adalet savaşıydı vb adaletin şehidi oldu. Daha sonra babasının varisi olan Hz. Hüseyin de toplumdaki fesad ve bozuklukları İslah etmek ve adaleti hakim kılmak için Yezid'e karşı kıyam etti. İmam Hüseyin (a.s)'ın bu şanlı kıyamı İslam tarihinde vuku bulan en kanlı ve azametli bir kıyamdı. Bu kıyam tarihin seyrini değiştirdi. Kan o gün kılıca galip geldi. Adalet o gün haksızlığa, şerafet rezalete, emanet hıyanete; dürüstlük hokkabazlığa, kanun kanunsuzluğa; kısacası insan hayvanlığa galib geldi. Zaten böyle de olmalıydı. Allah'ın sünneti bunu gerektiriyordu. İmam Hüseyin (a.s)'ın kıyamından sonra bazı ihmalkarlar ve bu korkunç cinayete seyirci kalanlar, bu günahlarım telafi edebilmek için silahlı bir kıyam gerçekleştirdiler ki buna da tarihte "tavvabin" (Tevbeciler) kıyamı denilmiştir.


Yüklə 3,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   74




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin