Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə38/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   34   35   36   37   38   39   40   41   ...   90

46/AHKÂF-16



ve netecâvezu an seyyiâtihim

Biz onların günahlarından geçeriz.

buyurur ki, bu da "karşılık”dır; fakat uygun ve uygun olmayan kayıtlarıyla kayıtlı değildir. Velâkin bir kimse günahlarına bir bedel verilmeyip af edilecek olursa mutlu olur. İşte kulun, hâlinin gereklerine göre, dînin "karşılık", yânî bedel ol­ması, sıhhat kazandı.

Sonuç olarak dîn, "islâm"dır; ve islâm ise "teslimiyet"tir. Ve Hakk'ın kula teslimiyeti, onun hâline göre îcâb eden bir "karşılık"dır. Şimdi "dîn"in "karşılık" olması ve Hakk'ın kula teslimiyeti ma’nâsına gelmesi, zâhir lisânı ile söylenmiş bir sözdür. Onun sırrı ve sırrının sırrı aşağıda beyân buyru­lur.

Onun sırrına ve bâtınına gelince: Şimdi o, Hakk’ın vücûd ay­nasında bir tecellîdir. Böyle olunca, Hak'tan imkân dâhilinde olanlar üze­rine âit olan şey, ancak onların hallerinde zâtlarının Hakk'a verdiği şeydir. Çünkü imkân dâhilindekilerin herhalde bir sûreti var­dır. Şu hâlde imkân dâhilinde olanların hallerinin farklılığından dolayı sûretle­ri çeşitlidir. Bundan dolayı, hâlin farklılığından dolayı, Hakk'ın tecellîsi muhtelif olur. Netîcede kula Hakk'ın eseri, onun gereği üzere olur. Şimdi ona hayrı, onun gayrı vermedi. Ve ona, hayrın zıddını onun gayrı vermedi. Belki o, zâtını ni’metlendiren ve azâblandırandır. O, ancak kendi nefsini kötülesin ve ancak kendi nefsine övgüde bulunsun! Şu hal­de Hakk'ın onlara ilminde, Allah için hüccet-i bâliğa yânî apaçık delîl sâbit­tir. Çünkü ilim, ma'lûma tâbi'dir (7)

Bu bahsin rûhu, her ne kadar Âdem Fassı’nda ayrıntılı olarak anlatılmış ise de, burada da bir ön bilgi verilmesine lüzûm görüldü: Bilinsin ki, "vücûd" bir küllî kavramdan ibâret olup, bütün sıfatlar ve isimlerden ganîdir. Yânî "vücûd"un, vücûd olabilmesi için, kendisi­nin sıfat ile vasıflanmış ve isimler ile isimlenmiş olmasına ihtiyacı yoktur. Bunlar olsa da olmasa da, "vücûd" yine vücûddur. Ve bu küllî kavramın bir asla dayandırılması mümkün olmaz. Yânî "Vücûd, neye dayanmaktadır ve nereden çıkmıştır?" sorusu doğru değildir. Çünkü bir küllî kavram bir şeye dayansa, müstakil olmaması ve dîğer bir vücûda muhtâc olması lâzım gelir. Ve bu soru zincirleme olarak sonsuza kadar gider ve bir kaynağa ulaşmak mümkün olmaz. Bundan dolayı bu "hakîkî vücûd"un, kendisiyle kâim olması ve bir dayanağının bulunmaması ve bir sınır ile sınırlanmayıp sonsuz olması lâzım gelir. Ve "vücûd"un vücûduna delîl, ancak yine kendi zâtıdır. Ve onun vücûduna getirilecek olan mantıksal delîller, yine o vücüd­da dâhil bulunacağından, vücûdun izâfelerinden olur. Ve izâfeler ise, zâtın perde ve örtüsüdür. Meselâ, bir güzelin yüz güzelliğine delîl, an­cak onun görünen yüzüdür. Ve yüzüne koyduğu peçe, zâtına izâfe etti­ği bir şeydir. Bu ise perde ve örtüdür. Bundan dolayı "vücûd"un mevcûdiyyetine getirilecek olan mantıksal delîller gereksizdir ve örtüdür ve görüneni perdelemek ise külfettir.

Şimdi bu "hakîkî vücûd" Hakk’ın vücûdudur ve bütün mevcûtların kaynağıdır. Bu kaynağa hakikât ehli, şimdi içinde bulunduğumuz taayyün mertebesinde, birtakım terimler ile işâret etmişlerdir ki, on­lar: Ahadiyyet mertebesi, zât’ın özü, hâlis zât, mutlak gayb, lâhût âlemi, taayyünsüzlük âlemi, mutlaklık âlemi, mutlak amâ, salt vücûd, mutlak vücûd, sırf zât, ümmü'l-kitâb, mutlak beyân, nokta-i basîta ve gayblerin gaybı gibi birtakım isimlerdir. Ve isimler zâtın perdesi olduğundan, Zât bu isimler altında gizlenmiştir. Ve taayyünler âleminde zâtın gizlenmesi, onun zâtî gereğidir. Ve gizlenmiş olan şeye, elbette bir isim ile işâret olunması lâzımdır. Yoksa, sırf Zât, bu mutlaklık mertebesinde izzet kemâli ve ganî oluş sâ­hibidir. Hakîkatte bu küllî kavramda ne makâm ne mertebe, ne isim, ne resim, ne sıfat ve ne vasıflanma vardır. Yânî kendisinde potansiyel olarak mevcûd olan işleri, sıfatları ve isimleri açığa çıkarmamıştır. Bu işler bu mertebede Zât’ın aynıdır. Ve Zât’ta mahv ve helâk olmuştur.

Ne zaman ki, Âdem Fassı'nda îzâh edildiği üzere, sırf zât kendisin­de potansiyel olarak mevcûd olan sıfat ve isimlerin hükümlerini ve eserlerini müşâ­hede etmek istedi, Sâlih Fassı'nda beyân edileceği şekilde, îcâd işine yöneldi ve o sıfat ve isimlerin sûretlerini ilminde îcâd etti ve ilmin, zâtın aynı oluşu yönüyle, bu sûretler zâtın vücûdunda peydâ oldu. Bu hâl, "sırf zât"ın zât mertebesinden kendi sıfat ve isimleri mertebesine tenezzülü demek olur. Çünkü sûretten münez­zeh ve yüce olan zât, sıfat ve isimleri dolayısıyla birtakım ilmi sûretlere bürünmüş ve bu sûretleri kendi ilminde müşâhede etmiş olur. Ve müşâhede, zâtın yine kendisini müşâhede etmesi demektir. Hakîkat ehli, bu mertebeye de birtakım terimler koymuşlardır ki, onlar da: Ceberût âlemi, ilk taayyün, ilk tecellî, vâhidiyyet mertebesi, akl-ı evvel, ilk cevher, hakîkat-ı muhammediyye, izâfi rûh, küllî rûh, gayb-ı muzâf, kitâb-ı mü­bîn, isimler âlemi, a'yân-ı sâbite, mücerredler âlemi, mâ­hiyyetler âlemi ve berzah-ı kübrâ isimleridir.

"Sırf zât"ta zâti işler arasında farklılık olmadığı halde, bu mertebede ilmen bir dîğerinden ayrılırlar. Meselâ Hâdî ismi Mu­dill'den ve Dârr ismi Nâfi'den ayrılır.

Latîf mutlak zât bu mertebeden sonra, ilimde sâbit olan sûretler dolayısıyla, nûrâni cevherlerden ibâret olarak rûhlar mertebesine te­nezzül eder. Ve bu mertebede her bir isim, nûrânî cevher olarak vü­cûd bulur. Bunlar da Latîf Hakk’ın bizzât taayyün ve kesîfleşmesinden başka bir şey değildirler. Ve buna emr âlemi de derler.

Fakat bu vücûdun tenezzüllerinden maksad, açığa çıkma ve çıkarma kemâli ol­duğundan, bu tenezzül mertebesi ile yetinmek, gâyeye aykırı idi. Bundan dolayı Latîf Zât bundan sonra bir mertebe daha tenezzül buyurdu.Ve bu soyut cevherlere birer hayâli sûretler giydirdi ki, bu mertebeye: Melekût âlemi, misâl âlemi, hayâl âlemi, daha küçük berzah ve tafsil âlemi derler. Ancak bu âlemde de açığa çıkma ve çıkarma kemâli hâsıl olmaz. Çünkü hayâli sûretler her ne kadar açık bir sûrette görülür ve eni boyu ve derinliği ölçülebilir ise de, kesâ­feti olmadığından ölçülendirilemez. Aynada yansıyan sûret gibi.

Bundan dolayı bu gâyeye ulaşmak için, latîf mutlak zât, bizzât bir derece daha kesîf olan taayyün elbisesine büründü. Ve bu sûretle bütün isimlerinin ve sıfatlarının sûretlerini, kendi vücûdu aynasında kemâ­liyle müşâhede etti. Ve bu mertebe, mertebelerin en kesîfi olup, hakîkat ehli bu mertebeyi: Mutlak şuhûd, şehâdet âlemi, mülk âlemi, nâsût âlemi, hálk âlemi, hiss âlemi, unsurlar âlemi, cisimler âlemi, mevâlîd âlemi ve diğerleri gibi isimler ile isimlendirirler.

Şimdi bu tenezzüllerin hepsi Hakk'ın latîf zâtının mertebe mertebe kesîf sûretlere bürünerek açığa çıkmasından ibârettir. Nitekim, Ebu'l­ Hasen Gûrî (k.s) buyurur: "O ecell ve a'lâ Zât’ı tenzîh ederim ki, nefsini ve zâtını latîf kılıp Hak olarak isimlendirdi ve kesîf kılıp hálk olarak isimlendirdi". Ve bu hakîkâti izâhen Abdülkerim Cilî (k.s.) el­-İnsânu'l-Kâmil ismindeki yüksek eserlerinde aşağıdaki beyânlarda bulun­muşlardır:

Tercümesi: "Hakk Teâlâ, âlemin "heyûlâ"sıdır. Allah Teâlâ "Gökleri ve yeri ve onların arasında olan şeyleri, ancak Hak ile hálk ettik" (Hicr, 15/85) buyurdu. Şimdi âlemin örneği, kara benzer ve Hakk Sübhânehû ve Teâlâ, karın aslı olan su gibidir. Bundan dolayı bu karın ismi, bu katılaşma üzerine emânet olarak verilmiştir. Ve onun üze­rine mâiyyet ismi hakîkâttir. Ve ben bu hakîkate Bevâdirü'l-Gay­biyye fi Nevâdiri'l-Ayniyye ismi ile isimlendirdiğim kasîdede dikkat çektim. Ve o, öyle çok büyük bir kasîdedir ki, zaman onun hakîkâtlerinin örtüsü üzerine, onun tarzında dokunmadı. Ve zaman, onlara vâkıf oluş için, anlatmak husûsunda müsâmaha etmedi. Sözlerimde dikkât çektiğim yer şu beyitlerdir:

"Halk, örnekleme husûsunda ancak kara benzer ve sen akıcı olan su­sun ki, o hálkı karışıksın. Ve kar, bizim tahkîkimizde, suyun gayrı değildir. Ve oysa şeriâtların dâvet ettiği hükümde her ikisi de bir dîğerinin gayrıdır. Velâkin, kar eriyip, onun hükmü kalkar ve su­yun hükmü kalır ve vücûd işi böyle olmuştur.

Şimdi vücûdun tenezzüllerini biraz daha îzâh için şu örneği verelim: Latîf havadan olan buhar, letâfetinin kemâlinden dolayı beş duyu ile hissedilmez. Bir derece tenezzül edince kesîf bir bulut olur. Bu halde iken gözle görülür. Bir derece daha tenezzül edip su olduğunda önceki mertebeden daha kesîf olur. Ve bir mertebe daha tenez­zül edip buz olduğu zaman, önceki bütün mertebelerden daha kesîf olur. Bununla birlikte bulut, su ve buz, buhârın vücûduna başka bir maddenin dâhil olmasıyla oluşmadı. Belki bunlar bâzı şartlar altında buhârın muhtelif taayyün elbiselerine bürünerek gözükmesinden ibârettir. Bu­rada gördüğümüz değişimlerin hepsi, buharın sıfatları yönünden değişmesidir. Yoksa buhâr, zâtı yönünden bu mertebelerin hiçbirisin­de değişmiş değildir. Çünkü, dönüşmüş ve değişmiş olsa idi, buzun eridiği zaman su ve ısının etkisiyle bulut ve bulutun da, yine latîflik mertebesine dönüş ile değişmeden ilk hâli gibi buhâr olma­ması lâzım gelirdi. Şimdi buhâr, her bir taayyün elbisesine büründükçe, başka bir isim ile isimlendirilmiş oluyor. Ve o mertebede aldığı isim ile anılıp artık ona buhâr denmiyor. Örneğin buluta, suya ve buza "buhâr" ismi verilemeyeceği gibi, bunlara buhâr da dene­mez. Çünkü buhâr, zâtı yönünden bunlar gibi değildir. Ve buhârın gayrı da denemez. Çünkü bağımsız vücûtları yoktur. Hepsinin vücûdu izâfi ve îtibârîdir. Ve hakîkatte hepsi buhârdan başka bir şey değildir. Velâkin, görüntüde birbirine aykırı göründükleri gibi, şerîat görüşünde, başka başka hükümlere sahiptirler. Buzun hakîkati su olmakla berâ­ber, suyun vazîfesini göremez. Su ile temizlik mümkündür; fakat kar ve buz temizlik için kullanılmaz. Meğer ki eriyip su olsunlar.

Şimdi sonsuz fezâda, nefes-i rahmânî olan "esîr"den, parlak bulutların kesîfleşerek zuhûru ve onların da derece derece ateş buhârı ve akışkan ateş hâlinde küreler şeklinde kesîfleşmeleri ve daha sonra kabuk bağ­layıp kesîf âlemler hâlinde dönmeleri, bu örneğe uygundur. Ve "ne­fes-i rahmânî" hakkındaki ayrıntılar Îsâ Fassı'nda gelecektir.

Bu ön bilgi anlaşıldıktan sonra, metnin şerhine başlayalım: Geçmiş metindeki beyânlar zâhir lisânı üzere olmuş idi. Fakat beyânların sırrı ve bâtını budur ki: Hak Teâlâ, isimleriyle a'yân­ı sâbite aynalarında ve a'yân-ı sâbite de Hakk’ın vücûd aynasında zâhir olur. Şu hâlde a'yân-ı sâbite Hakk'ın ve Hak da a'yân-ı sâbi­tenin aynası olmuş olur. Şimdi Hak, a'yân-ı sâbiteye ayna olunca, kul, ayn-ı sâbitesi îtibârıyla Hakk'ın vücûd aynasında imkân dâhilinde oluş aynı dolayısıyla, Deyyân isminden zâhir olan bir tecellîdir. Demek ki, Hakk'ın itâatkâr kula teslimiyeti, kendisinin tabîatına uygun olan şey ile, Hak'tan tecellîsini taleb ve ricâ ettiği Dey­yân isminin tecellîsidir. Dîğer bir tâbir ile itâatkâr kul öyle bir ismin görünme yeridir ki, o isim onun itâatkâr olmasını gerektirir. Ve onun ayn-ı sâbitesi, ilâhî ilimde peydâ olduğunda, bu sûretle ilâhî bilinen olmuştur. Ve o kulun hakîkati, yânî ayn-ı sâbitesi, Hak'tan bu tecellîyi taleb etmiştir. Hak da vücûd feyzlendirmesi ile onun talebini yerine getirmiştir. Bundan dolayı, itâatkâr kul, mecbûren itâatkârdır. Fa­kat bu mecbûriyet, ona kendi hakîkatinden ve ezelî isti’dâdından gelir. Ve onun hakîkâtinin isti'dâdı mec'ûl yâni yapılmış değildir, yânî mahlûk oluş ile vasıflanmış değildir. Ve aynı şekilde itâatkâr olmayan kulun teslimiyetinin yokluğu da, ezelî isti'dâdındân gelir. Bundan dolayı o da mecbûrdur. Şu hâlde bunların zâtları ve hakîkatları Hakk'a ezelde ne ilim vermişlerse, imkân âleminde, yânî şehâdet mertebesinde, onların üzerine âit olan şey de ancak odur. Ve imkân dâhilinde olanlardan her bir ferdin, ilâhî ilimde mutlaka birer sûreti vardır. Ve bu sûretler bir dîğerinden ayrıdır; birbirine benzemez. Çünkü ilâhi isimlerin özellikleri muhteliftir. Bu sûretler ise, o isimlerin yansımalarıdır. Böyle olunca, bu hallerin farklılığından dolayı, Hakk'ın tecellîsi de muhtelif olur. Bundan dolayı, Hak tarafından "cezâ yânî karşılık", a'yân-ı sâbitenin Hakk'a verdik­leri ilim dolayısıyla ve Hakk'ın vücûd aynasında tecellî eden sûret gereğiyledir. Ve a'yân-ı sâbite, ne hâl üzere idiyseler, kendilerine o şeyin teklîf olunmasını ve kendilerine o haller ile "cezâ yânî karşılık" verilmesini, Hakk'a teklîf ederler. Ve onların bu teklîfini Hak da, "karşılık" olarak onlara verir. Ve sonuçta kulun üzerinde Hakk'ın eseri, an­cak kulun gereğince, yânî ezelde ayn-ı sâbitesinin bulunduğu hâl üzere gerçekleşir. Ve bu hakîkate işâreten hadîs-i şerîfte “Herkes ne için hálk edildi ise o kendisine kolaylaştırılmıştır” ve âyet-i kerîmede de;

17/İSRÂ-84



Kul küllün ya’melu alâ şâkiletih

De ki: Herkes şâkilesi doğrultusunda amel eder.

buyrulmuştur. Bundan dolayı bir kimse ezelde hangi ismin görünme yeri ola­rak ilâhî ilimde sâbit olmuş ise, bu dünya âleminde, o ismin hazîne­sinde saklı olan halleri açığa çıkarmak o kimseye külfetsiz kolay gelir. İtâatkâr kula, itâatsiz olmak güç geldiği gibi, itâatsiz olan kimseye itâatkâr olmak da ölümden beter ge­lir. Bu konuda soru ve cevap çoktur. Fakat Fusûsu'l-Hikem'in mârifetleri ve hakîkâtleri, ihâta yolu üzere bilinince bunların hiçbirisi­ne gerek kalmaz. Nitekim, bu bahsin dayandığı en mühim nokta isti'dâdın gayr-ı mec'ûl yânî yapılmamış olmasıdır ki, bu da Uzeyr Fassı'nda îzâh olunur.

Şimdi, gerek hayrı ve gerek hayrın zıddını, kula kendi zâtının gayrı olan biri vermedi. Belki kul ezelde Hak'tan bunlar ile açığa çıkmayı taleb etti. Ve Hak da onun talebini yerine getirmek için vücûd feyzlendirdi. Şu halde, zâtına ni’met veren ve zâtını azâblandıran, ancak kulun kendidir. Eğer kula kendisine uygun gelmeyen bir karşılık isâbet ederse, kul kendisini kötülemelidir. Çünkü, bu azâbın kaynağı kendidir. Ve uygun karşılık ve sevâb isâbet ederse, yine kendi nefsine övgüde bulunmalıdır. Çünkü ni’metlendirme kaynağı kendidir. Demek ki, Hakk'ın kullarıyla muâmelesi, ancak on­ların ilâhî ilimde sâbitliği ve sûretlerinin resmedilmesi dolayısıyladır. Bu hâlde Allah için hüccet-i bâliğa yânî apaçık delîl sâbit olur. Çünkü yukarıdaki ön bilgide îzâh edildiği üzere, Hakk'ın mutlak vücûdunun ilk tenezzü­lünde, o kulların hakîkâtleri Hakk'ın ne şekilde bilineni olmuş iseler, Hak bu ilmi dolayısıyla onların üzerine hükmetti. Ve Hakk'ın ilmi ise, bu bilinenlere tâbi'dir. İlmin ma'lûma yânî bilinene tâbi' olduğu Şît Fassı'­nda îzâh edilmiş ise de, saygı değer okuyucuları araştırıp tetkik etme külfetinden kurtarmak için, bâzı faydalı şeylerin de ilâvesiyle burada da özet olarak tekrâr olunur:

Bilinsin ki, Hakk’ın ilmi, biri zâtî ve diğeri sıfâtî ve esmâî ol­mak üzere iki çeşittir:



"Zâtî ilmi", Hakk'ın mutlak zâtının bütün sıfat ve isimlerin izâfesinden münezzeh ve ganî bulunduğu ahadiyyet mertebesinde, kendi zâtına olan ilminden ibârettir. Bu ilim, mut­lak zâtın aynı olup, bu mertebede ilim yânî bilmek, âlim yânî bilen, ma'lûm yânî bilinen bağıntıları sırf zâtta mahv ve helâktir. Bundan dolayı bu mertebede ilmin ma'lûma tâ­bi oluşu meselesi bahis mevzûu olamaz.

"Sıfâtî ve esmâî ilim" ise, sırf zâtta ve gaybların gaybı mertebesinde potansiyel olarak mevcûd ve gizli olan bütün bağıntıların ilmi sûretler ile zuhûr ettiği vâhidiyyet mertebesine âit olduğundan burada ilim, âlim ve ma'lûm bağıntıları bir dîğerinden ayrılır.Ve Mudill isminin sûretlerinden bir sûret olarak ilâhî ilimde sâbit olan bir kâfirin ayn-ı sâbitesi, o sû­retle ilâhî bilinen olur. Ve Hakk'ın ilmi de o ma'lûma tâbi' olur. Böyle olunca Hakk'a sıfat ve isimler mertebesinde ilmi veren, ma'lû­mlar yânî bilinenler olmuş olur.

Örnek: İnsanın gülme, ağlama gibi birçok zâti bağıntıları vardır. Farz edelim hiç gülmemiş ve ağlamamış olan bir insan, kendinde bu bağıntıların mevcûd olduğunu bilir ve bu ilim, insanın kendi zâtına olan il­midir. Fakat bu zâtî ilim toplucadır. İnsanın zâtına, gülmesinin ve ağlamasının tarzı gizlidir. Bu gizlilik, ancak açığa çıkma ile gözükür. Ne zaman ki insan ağlar ve güler, ona bunların tarzı ayrıntılı olarak ma'lûm yânî bilinen olur. Önceki mertebede bu bağıntılar insanın zâtının aynı ve onun olduğu bir zamandan beri kendi vücûdu ile berâber idi. Fakat insan, sonradan sesli olarak güldü ve ağladı ve kendisinin yüzünde oluşan hâlleri aynada gördü. Bu defa kendisinin ne şekilde gülüp ağladı­ğını görme yoluyla bildi ve önceki ilmine göre, bu ilim sonradan olmuş oldu. Fakat bu ikinci ayrıntılı ilmi insan, dışarıdan almadı. Belki bu ilmi, yine insanın zâtı zâtına verdi. Bundan dolayı bu ilim, gayrdan kazanılmış değildir. Çünkü "ma'lûm yânî bilinen" insanın işlerinden bi­rer iştir ki, açığa çıkma mertebesinde ma'lûmiyyetle yânî bilinen olmakla vasıflanmış oldu. On­dan önce, Zât mertebesinde belirsizlerin belirsizinden idi. Nitekim bu bah­sin ayrıntıları Lokmân Fassı'nda gelecektir.

Abdülkerim Cîlî (k.s) el-İnsânu'l-Kâmil ismindeki mübârek eserinin on birinci bölümünde: "İlim, ezelî nefsî sıfâttır. Bundan dolayı Hak Sübhâ­nehû ve Teâlâ'nın kendi nefsine ve hálkına olan ilmi, bir ilim olup bölünmüş değildir ve çoğalmaz. Velâkin o, kendi nefsi­ni, kendine mahsûs olan şeyle ve hálkını da, üzerinde bulundukla­rı şeyle bilir. Ve bir şeyin kendisinin gayrından istifâdesinin lâ­zım gelmemesi için, ma'lûmât yânî bilinenler kendi nefislerinden ilmi verdiler de­mek doğru olmaz. İmam Muhyiddîn ibn Arabî (r.a), muhakkak Hakk’ın ma’lûmları, kendi nefislerinden Hakk'a ilim verdi, dediği yönden hatâ etti. Şimdi biz onu ma'zûr görürüz; ve bu onun ilminin bâlig olduğu mertebedir, demeyiz" sözüyle Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.)’in gerek Fusüsu'l-Hikem'deki ve gerek Fütühât-ı Mekkiyye'­deki yüksek beyânlarına muhâlefet buyururlar. Velâkin, yukarıdaki örnek, insanın kendi nefsine tatbik olunursa zevkan anlaşılır ki, Hz. Şeyh'in yüksek beyânlarında hatâ yoktur. Çünkü “Allah Âdem’i kendi sûreti üzerine hálk etti.” ve

17/İSRÂ-14

اقْرَأْ كَتَابَكَ كَفَى بِنَفْسِكَ

Ikra’ kitâbek, kefâ bi nefsikel

Kitâbını oku, nefsin sana yeter.

buyurul­muştur. Ve ilmin "zâti" ve "sıfâtî" olarak ayrılması ve adetlenmesi, Vâhid olan vücûttaki îtibârlardır; ve bu îtibârların gayr sayılmasıyla, ilmin gayrdan kazanılmış olduğuna hükmetmek garîb görünür. Ve Hakk’ın ma’lûmları, Hakk'ın gayrı değildir ki, Hak ilmini gayrdan almış olsun. Hiç şüphe yoktur ki, bu mes'ele Hz. Şeyh'in buyurdukları gibidir. Özellikle bu Fusûsu'l-Hikem (S.a.v) Efendimiz tarafından ihsân buyu­rulmuştur. Ve Hz. Şeyh ancak anlatıcıdır. Bundan dolayı bu beyânlara hatâ isnâd etmek, iki bakış açısından asla câiz değildir: Birisi budur ki, bu Fusûsu'l-Hikem'in a'ref-i enbiyâ (S.a.v) Efendimiz tarafından verildiği ve kendilerinin ancak anlatıcı olduğu hakkındaki Şeyh-i Ekber'in beyânlarına îtimâd edilmemiş olur. İkincisi de budur ki, bu ihbâ­ra îtimâd edilip de ondaki beyânlara hatâ isnâd etmekte ısrâr edilirse, bu isnâd, (Sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'e dönük olur. Bun­ların ikisi de câiz değildir. Fakat ne çâre ki, zevklerin ve meşreblerin ihtilâfı, Abdülkerim Cîlî (k.s) hazretleri gibi hakîkaten âriflerin seçkinlerinden olan mübârek bir zâtı bu gibi düşüncelere sevketmiştir.

Sonuç olarak ilim, ma'lûma tâbîdir. Ve a'yân-ı sâbite Hakk'a ne ilim vermişlerse, o sûretlerde Hakk'ın ma'lûmu olurlar; ve bu sûretle de Allah için hüccet-i bâliğa yânî apaçık delîl sâbit olur. Ne zaman ki Hak Teâlâ inkâr edenlere, "Cehenneme gidiniz!" buyurur. "Ni­çin?" derler. "Lâyık olmayan âkideleriniz sebebiyle..." buyrulur. Derler ki: "Küfrümüz ilâhi irâden ile olmamış mı idi?" Buyurur ki: "Evet, fakat irâdem ilmime ve ilmim de, sizin hakîkâtlerinizden ibâret olan ma'lûma tâbi'dir." Ve bu cevâb üzerine inkâr edenler bilir­ler ve anlarlar ki, kendilerine gelen azâb yine kendilerindendir. Kendi düşen ağlamaz, deyip şaşa kalırlar. Fakat bu ifâdeler ikilik zevki içinde bulunan kitâplarını okuyanlar için kâfî değildir. Çünkü onların bakışlarında Hakk'ın ve kendilerinin ve eşyânın ayrı ayrı vücûdları var­dır. Bu sebeple sorularını sürdürürler.

Ondan sonra bu mes'ele gibi, bu sırrın üstünde olan sırr budur ki, muhakkak imkân dâhilinde olanlar, yokluktan olan aslı üze­rine sâbittir. Ve imkân dâhilinde olanların nefislerinde ve ayınlarında, üzerinde bulundukları hallerin sûretlerine bürünmüş olan Hakk'ın vücûdundan gayrı bir vücûd yoktur. Şimdi sen lezzet alanın ve elem duyanın kim olduğunu ve hallerden her bir hâli ta'kîb edenin ne şey olduğunu bildin; ve o sebeble "u­kûbet" ve "ıkâb" olarak isimlendi. Ve o, hayırda ve şer­de câizdir. Şu kadar vardır ki, örf onu, hayırda "sevâb" ve şerde "ıkâb" olarak isimlendirdi. Ve işte bunun için din, "âdet" ile isimlendi veyâ şerh olundu. Çünkü onun hâlinin gerektirdiği veyâ taleb ettiği şey, onun üzerine geri döndü. Böyle olunca dîn, âdettir. Şâir “Ümm el-Huvaris’in önünde böyle yapmak senin dînindi” dedi. Yânî "Senin âdetin" demektir. Ve "âdet"ten anlaşılan, işin ayniyle kendi hâline dönüşüdür. Ve bu, yânî ayniyle dönüş, mümkün değildir; çünkü âdet, tekrârdır (8).

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Lâkin iş, teslimiyeti gerektirir” buyurmuş ve ulûhiy­yet işinin teslimiyet şeklini zâhir lisânı ile îzâh etmiş ve daha sonra onun sırrını ve bâtınını beyân etmiş idi. Şimdi de bu mes'elenin bir kat daha özüne ve hakîkatine nüfûz ederek buyururlar ki: İmkân dâhilinde olanlar, yokluktan ibâret olan aslı üzerine sâbittir. Çünkü onların vücûdu izâ­fi ve îtibârîdir. Nitekim, buzun ve suyun vücûdları buhara göre izâfı ve îtibâridir ve vücûdlarında bağımsız oluşları yoktur. Onların ayakta tutucusu olan buharı kaldırıverirsek, bunlar da yok olurlar. Daha önce îzâh edildiği üzere, hálktan ibâret olan imkân dâhilinde olanların vücûdu ile Hakk'ın vücûdu arasındaki münâsebet de böyledir. Bundan dolayı meydanda Hakk'ın vücûdundan başka bir vücûd yoktur. Hakk’ın vücûdu o yok hükmünde olan imkân dâhilinde olanların, yok hükmünde olan halleri sûretiyle bürünmüş olup açığa çıkmıştır. Bundan dolayı imkân dâhilinde olanların halleri sûretlerinde gözüken, ancak Hakk'ın vücûdudur. İmkân dâhilinde olanlar ise, aslî yoklukları üzerine sâbittir. Bu sırrı böylece bildiğin zaman, imkân dâhilinde olanların hallerinin sûretlerinde lezzetlenenin ve elemlenenin kim olduğunu bilmiş olur­sun. Yânî Hakk’ın vücûdu, kullarının ve onların hallerinin sûretlerine bü­rünüp açığa çıktığından, kulun hoşuna gidecek mükâfât ile ona teslimiyet gösterdiğinde lezzetlenen ve hoşuna gitmeyecek karşılık ile itâatkâr olduğunda da elemlenenin yine Hakk'ın kendisi olduğunu bilirsin. Velâkin "lezzet duyma" ile "elem duyma" hálka ve var edilmişlere âit sıfatlardandır. Mekr ve alay etme ve ezâ ve tuzak gibi var edilmiş ve hálka âit sıfatlar, Hakk'a ancak hálk edilmişlik mertebesine tenezzülünde izâfe olunur. Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur:



42/ŞÛRÂ-19



Allâhu latîfun bi ibâdihî yerzuku men yeşâu

Allah denilen ma’nâ, latîftir. Kullarından dilediğini rızıklandırır.

bi ibâdihî” deki "bâ" bürünme için­dir. Demek ki Allah Zü'l-celâl, kullarının taayyün kisvesine bürü­nüp açığa çıkmıştır. Bu mertebede ise lezzet alma ve elem duyma gibi birtakım hálk edilmişlik sıfatları vardır. Bundan dolayı onun bu mertebesinde bu sıfatlar da ona izâfe olunur. Fakat Hakk'ın vücûdunun ahadiyyet mertebesi, yânî Sırf Zât mertebesi, dikkate alınacak olursa, hakkıyye ve hálkıyye sıfatlarının hepsi zâtında mahv ve helâktedir. O mertebede Hak lezzetlenme ve elemlenmeden münezzehdir ve tenzîh­den dahî münezzehdir. Çünkü münezzeh oluş dahî bir sıfattır.

Şimdi bu sırrı anlayınca imkân mertebesinde elem ve lezzet duyanın kim olduğunu bildiğin gibi, hâllerden her bir hâli ta'kîb edenin de ne şey olduğunu bilirsin. Ve "karşılık" hâlin "akîbi yânî arkasından geleni" oldu­ğu için "ukûbet"" ve "ıkâb" ismini kazandı. Ve "ıkab" sözlük anlamıyla hayırda ve şerde mümkündür. Ve meselâ dünyevî ve âhiret işlerini de içine almaktadır. Nitekim açlık bir hâldir ki, onu yemek yeme hâli tâ'kîb eder.

Ve yemek yeme hâlini de tokluk hâli ve tokluk hâlini tabîî boşaltma hâli ve tabiî boşaltma hâlini aynı şekilde, açlık hâli ta'kîb eder. Ve her bir hâlin arkasından gelen hâl, önceki hâlin "karşılığı"dır. Bu düstû­ru sonsuz hallere tatbîk et! Âhiret işlerinde de böyle­dir. Ve bir hâlin arkasından oluşan ikinci hâl, önceki hâle tâbi'dir.Eğer önceki hâl hoş ise, karşılığı da hoş olur; nâhoş ise, ikinci hâli de nâhoş olur. Yânî ne ekersen onu biçersin. Meselâ birisine küfredersen küfür ile karşılık görürsün. Ve bunun üzerine kıyas et!...Beyit:

Tercüme: "İyi olsun kötü olsun, kim ne yaparsa kendine yapar. Ki­şinin kendi eliyle yaptığını onun hakkında kimse yapmaz."

İşte ikinci hâl, ilk hâli ta'kîb ettiği için ona "ukûbet" ve "ı­kâb" denildi. Ancak şer'î örf "hayır" dediğimiz hâlî ta'kîb eden karşılığa, yânî ikinci hâle "sevâb'; ve şerri ta'kîb eden karşılığa da "ı­kâb" olarak isim verdi. Ve kulun ilk hâlinin gerektirdiği veyâ taleb ettiği ikinci hâli ne ise onun üzerine âit olup döndüğü için dîn, "âdet" olarak isimlendirildi. Demek ki bu îtibarla dîni "âdet" ma’nâ­sına da almak mümkündür.

Nitekim şâirin biri şu “Ümm el-Huvaris’in önünde böyle yapmak senin dînindi” mısrasında dîni, "âdet" ma’nâsında kullanmış, "Senin âdetin" de­meyi amaçlamıştır. Ve "âdet" denildiği zaman, aklen anlaşılan ma’nâ, bir işin aynıyla kendi hâlinde geri dönüşüdür. Oysa ilk işin aynı ile geri dönmesi vücûdda olacak bir şey değildir. Çünkü "âdet" denil­diği zaman aklen tekrâr ma’nâsı anlaşılır. Tecellîde tekrâr yoktur. Bel­ki gibi oluş ve benzeyiş vardır.

Örneğin bu yazdığımız satırları yük­sek ses ile birisine karşı okuduk. Okurken nefesimizi harf ve ses ile kesîfleştirerek salıverdik. Muhâtabımız bu ibâreleri tekrâr okuma­mızı teklîf etti. Bir daha okuduk. Bu ikinci okuyuş, önceki okuyuşun aynı değildir; belki benzeridir. Çünkü, önceki okumada dışarıya verdiğimiz ne­fes, ikinci okumada sarf ettiğimiz nefesin aynı değildir. Bu hâli, bilim daha çabuk kabûl eder. Çünkü nefes, kan gazlarının çıkışıdır. Bi­zim önceki okuyuşumuzda ciğerlerimizden çıkardığımız kan gazlarının zerreleri dışarıdaki havaya karışıp gitti. İkinci okumadan çıkan kan gazlarının zerreleri ise gidenin aynı değildir; belki onun gibi ve benzeridir.

Ve aynı şekilde sesimizi muhâtabımızın kulağına ulaştıran ses dalgaları da ilk ve ikinci okumadakilerin aynı değildir; onun gibi ve benzerdir. Velâkin, duyulardaki bu benzer oluş "tekrar" kelimesinin kullanılmasına sebeb oluyor. İşte bu benzer oluş sebebiyle Kur'ân-ı Kerim'de "iâde" ta'bîri kullanılmıştır. Nitekim buyurulur:


Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   34   35   36   37   38   39   40   41   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin