Hakîkat Kitâbevi Yayınları No: 12


-450- lıyan] ve kalbleri mahzûn olan



Yüklə 2,89 Mb.
səhifə37/47
tarix01.03.2018
ölçüsü2,89 Mb.
#43462
1   ...   33   34   35   36   37   38   39   40   ...   47

-450-

lıyan] ve kalbleri mahzûn olan [üzülen] kimselere Allahü teâlâ nazar eder. Allahü teâlânın nazar etdiği kimse, Cehennem azâbından emîn olur.)



Altıncı Menâkıb: Bir vakt Cebrâîl-i emîn aleyhisselâm, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına geldi. Dedi ki: Senden sonra ümmetin üzerine Ebû Bekr halîfe olacakdır. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri de Mi’râc gecesi vâsıtasız olarak [harfsiz ve sessiz olarak] Resûlullah hazretlerine buyurmuşdu ki, (Senden sonra ümmetin üzerine islâm halîfesi ve hak üzere halîfe Ebû Bekr olacakdır.) O Ebû Bekrin halîfeliği senin emrinle olmadı. Sonunda Alînin halîfeliği de senin emrinle olmadı. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emri ile ve mü’minlerin seçmesi ile olmuşdur. Eğer bunu yakîn üzerine bilmek istersen, Huzeyfe bin Yemân “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet buyurduğu haberi dinle. Rivâyet eder ki, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, (Yâ Resûlallah! Bizim gönüllerimiz onun sebebi ile emîn olması ve muhâliflerin [düşmanların] dedi-kodularının kesilmesi için, kendi ihtiyârın ile bizim üzerimize bir halîfe ta’yîn buyurur musun!) dediler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” cevâbında buyurdular ki: (Eğer sizin üzerinize benden sonra kendi emrim ile halîfe ta’yîn etsem, sonra siz ona âsî olsanız, üzerinize azâb nâzil olur. Ben kendi murâdım ile ümmetimin başına halîfe ta’yîn etmeği uygun bulmam ki, Mûsâ-i kelîm aleyhisselâm Hârûn aleyhisselâmı kendi ihtiyârı ile, kırk gün kavmi üzerine halîfe ta’yîn etdi. Geri döndükde, sekiz bin âdem buzağıya tapıp, kâfir oldular, dinden çıkdılar. Ben de eğer ümmetim üzerine kendi re’yim ile halîfe ta’yîn etsem, bilirim ki, kıyâmetde hiçbir kimseyi, doğru din üzerine, Kitâb ve Sünnet ahdi üzerine geri bulmam. Lâkin, ben bir iş işlerim ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini ümmetim üzerine halîfe kılarım. (Vallahü halîfeti aleyküm.) Ben ümmetimi Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ısmarladım. Allahü teâlâ bilir. O kimi irâde ederse, tarafından ta’yîn buyurur.) Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, kendi tarafından Ebû Bekr-i Sıddîkı halîfe yapdı. Bütün âlem bilir ki, Ebû Bekr-i Sıddîk, beyânları ile ve nişânlar ile, Resûlullah hazretlerinin halîfesidir.

-451-

Lâkin burhân ve fermân ile Allahü teâlâ hazretlerinin halîfesidir. Bilmiş ol ey civânmert. Sen ki, benim cânım sana fedâ olsun. Âlem halk olunan zemândan, kıyâmete kadar, Resûlullah hazretleri gibi bir Nebî ne gelmişdir ve ne de gelecekdir. Bundan dolayı ki, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bir sâdık takvâ sâhibi ne gelmişdir ve ne de gelecekdir “radıyallahü teâlâ anh”. Râfizîye söyle ki, dünyâda ve âhıretde, kör ve zelîl ve başı aşağı eğik olsun.

Beyt:

Giden gitdi, olan da oldu,

Gönlün gamlanması fâide vermez.

Yedinci Menâkıb: Câbir “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Bir vakt, muhâcir ve ensârdan, kalabalık bir cemâ’at ile, Medîne-i münevverenin bir mahallinde, ensârdan sâlihâ bir hâtunun ziyâfetinde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile berâber oturmuşduk. Elimizi yiyeceğe uzatmadan evvel, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Bu sâatde [şimdi] Cennet ehlinden bir merd gelir ki, benden sonra o merd, ümmetim üzerine hak üzere halîfe olur.) Bunu söylediği sırada, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” içeri girdi. Sonra buyurdu ki: (Şimdi, ehl-i Cennetden bir merd dahâ gelir ki, ümmetimin üzerine Ebû Bekrden sonra, hak üzere halîfe olur.) Bunu söylediği ânda, Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” meclise dâhil oldu. Sonra buyurdu ki: (Bu vaktde ehl-i Cennetden bir şahs dahâ bu meclise dâhil olur ki, Ömerden sonra hak üzere halîfe olur.) Sözü temâmlandığı ânda Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” meclisde hâzır oldu. Sonra buyurdu ki: (Ey benim eshâbım, yârlarım! Yemek hâzır oldu. Lâkin bir merd dahâ kalmışdır ki, o merdin de bu yemekde bizim ile berâber rızkı vardır. Ehl-i Cennetdir. Osmândan sonra ümmetim üzerine hak üzere halîfe olur. Bu sırada gelir. Ondan sonra ta’âm yinecekdir.) Câbir “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu sözü söyledi. Bir sâat bekledi. Mubârek yüzünü kapı tarafına çevirip, başka şey ile meşgûl olduğu hâlde düâ edip, buyurdu: (Yâ Rabbî, Alîyi bu zümrede kıl!) Üç kerre bu düâyı buyurdu. Hemen Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” kapı-

-452-

dan girdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Ta’âmı koyunuz. Size âfiyet olsun!)



Sekizinci Menâkıb: Sa’îd bin Cübeyr “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Medîne-i münevverede, Mescid-i şerîfi binâ etmek istediler. Onbinden ziyâde taş toplanmışdı. Resûlullah hazretleri bu kadar taşdan bir taş kaldırdı. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdular ki: (Sen de bir taş kaldır!) Sonra Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdular ki: (Sen de bir taş kaldır!) Sonra Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdular ki: (Sen de bir taş kaldır!) Sonra Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdular ki: (Sen de bir taş kaldır!) Her birisi bir taş kaldırdılar. Ya’nî ellerine taş aldılar. Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, muhâcir ve ensâr, huzûrda el kavuşdurup, dururlardı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, mubârek elleri ile kaldırdığı taşı, götürüp, gerekli yere koydu. Ondan sonra buyurdular ki: (Yâ Ebâ Bekr! Kaldırdığın taşı getir, benim koyduğum taşın yanına koy!) O da getirip, yanına koydu. Sonra buyurdular ki: (Yâ Ömer! Sen de getir, o taşı Ebû Bekrin taşının yanına koy!) O da getirip, koydu. Ondan sonra buyurdular ki: (Yâ Osmân! Sen de getir o taşı Ömerin taşının yanına koy!) O da getirip, koydu. Ondan sonra buyurdular ki: (Yâ Alî! Sen de getir o taşı Osmânın taşının yanına koy!) O da getirip, koydu. Sonra, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Eshâb-ı güzîne hitâb edip, buyurdular ki: (Ey Eshâbım! Bu taşlar arasında gördüğünüz sıra, benden sonra halîfe, Ebû Bekr, ondan sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan sonra Alînin olacağına açık bir delîldir. Siz ki benim eshâbım, muhâcir ve ensâr! Herkes ne mikdâr bu taşlardan ister ise, alıp nereye ister iseniz koyunuz.) Medîne-i münevvere mescidinin yapılışındaki bu taş haberi çok yerde anlatılmışdır. Ammâ, bize gelen haberlerin en sahîhi budur.

Dokuzuncu Menâkıb: Bu haberin râvîsi Sefînedir “radıyallahü teâlâ anh.” Sefîne, Sahâbe-i güzînden olup, Ümm-i Seleme “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinin kölesidir. Ümm-i Seleme hazretleri ezvâc-ı tâhirâtdan idi. Sefîneyi alıp, hayâtı boyunca

-453-

[yaşadığı sürece] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hizmet-i şerîflerinde bulunması şartı ile âzâd etdi. O da bu şart ile âzâd olmağı kabûl etdi. Resûlullah hazretlerinin hizmet-i şerîflerinde bulunurdu. Bir gün ondan sordular. Sefîne adını sana kim koydu. Dedi ki: Ma’lûmunuz olsun ki, biz Resûlullah hazretleri ile, bir seferde idik. Bir konak yerinde, eşyâlarımız ve silâhlarımız çoğaldı. Davârlarımız za’îf idi. Bir büyük kilimimiz var idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ben kuluna buyurdu ki, (O kilimi yere döşe ve askerin fazla eşyâsını o kilim üzerine topla.) Ben de o sâatde kilimi yere döşeyip, eşyâları ve silâhları o kilim üzerine topladım. Bana buyurdu ki, (Kilimin uçlarını bağla! Kilimin içinde olan sefer takımlarını götür. Yola gir. Mert şeklde git ki, sen Sefînesin!) Ben de o bütün silâhları Onların himmetleri ile götürüp, atlılar ile berâber yürüdüm. Gideceğimiz menzile erişdim. Aslâ yolda bir zorluk ve elem görmedim. O günden bugüne kadar istediğim zemân on devenin yükünü götürürdüm. On menzil yere iletirdim. Bunu Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek lafzları [sözleri] bereketiyle yapardım. O zemândan beri ismim Sefînedir.

O Sefîne rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hergün sabâh nemâzının farzını edâ etdikden sonra, mubârek yüzünü, eshâbına döndürüp, süâl buyururlar: (Sizden bir kimse bu gece bir rü’yâ görmüş ise, haber versin.) Eğer gören var ise anlatırdı. Dinleyip, ta’bîrini beyân buyururlardı. Eğer kimse görmemiş ise, Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri uygun buldukları bir konuda onlar ile söyleşip, kalkarlar idi. Bir gün de hiç kimse rü’yâ görmemişdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ey eshâbım! Bu gece ben acâib bir rü’yâ gördüm. Gördüm ki, gökden bir terâzî aşağı asdılar. O terâzînin iki latîf ve güzel ve büyük kefeleri var. Beni terâzînin bir kefesine koydular. Ebû Bekri diğer kefesine koydular. İkimizi tartdılar. Ben Ebû Bekrden ziyâde [ağır] geldim. Sonra beni terâzînin kefesinden çıkardılar. Ömeri koydular. Ömer ile Ebû Bekri tartdılar. Ebû Bekr Ömerden ağır geldi. Sonra Ebû Bekri çıkardılar. Osmânı o kefeye koydular. Ömeri Osmân ile tartdılar. Ömer Osmândan ağır geldi. Ömeri çıkardılar. Alîyi o kefeye

-454-

koydular. Osmânı Alî ile tartdılar. Osmân Alîden ağır geldi. Osmânı o kefeden dışarı çıkardılar. Sonra Alînin vaktinden kıyâmete kadar, cümle ümmeti o kefeye koyup, bütün ümmeti Alî ile bir tartdılar. Alî cümleden ziyâde geldi [ağır geldi]. Sonra o terâzîyi gök yüzüne çekdiler.)



Onuncu Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ondan başka ilâh olmıyan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, âlemin yaratılmasından beri hiç bir Nebî ve Mürsel, ümmetlerinden Ebû Bekr-i Sıddîkdan fazîletli kimse ile sohbet etmemişdir.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Âlem halk olunalıdan beri, yüzyirmidört bin Peygamberden hiçbiri, Ömer bin Hattâb gibi dîni kuvvetli birisi ile sohbet etmemişdir.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Hiç kimsenin dili, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin kelâmını, Osmândan çok zikr etmemişdir.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Âlem vücûda geleliden beri, hiçbir behâdırın eli ve kolu ehl-i kâfirin başına, Alînin eli ve kolu kadar kuvvetli kılıç vurmamışdır.)

Onbirinci Menâkıb: Abdüllah bin Ebî Baysânîye Allahü teâlânın Arşından sordular. O dedi ki, Yahyâ bin Ebî Tâlibden; Allahü teâlânın Arşından süâl etdim. O da dedi ki, ben de, Abdülvehhâb bin Atâdan, Rabbil’izzenin Arşından süâl etdim. O da Sa’îd bin Urveye Rabbil’izzenin Arşından süâl etdim, dedi. O da, Katâde bin Deâmeye Rabbil’izzenin Arşından süâl etdim, dedi. O da, Enes bin Mâlike “radıyallahü anh” Rabbil’izzenin Arşından süâl etdim, dedi. O da, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine süâl etdi. Resûlullah se’âdetle buyurdular ki: (Ben de Rabbimin Arşından Cebrâîl aleyhisselâma süâl etdim. O dedi, süâl eyledim, Mikâîl aleyhisselâmdan, Rabbil’izzenin Arşından. O buyurdu, süâl eyledim İsrâfîl aleyhisselâmdan, Rabbil’izzenin Arşından.O buyurdu; ben süâl eyledim Levh-i mahfûza, Rabbil’izzenin Arşından. O dedi, süâl eyledim, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine, Arşından ve Arşın büyüklüğünden. Allahü Sübhânehü ve teâlâ buyurdu ki, Arş-ı Mecîdin üçyüzaltmışbin kâimesi var,

-455-

ya’nî ayağı var. Her ayağının altmışbin kerre yedi kat gök ve yer kadar büyüklüğü var. Her ayağının altında altmışbin sahrâ, her sahrâda altmış bin âlem, her âlemin yaratılan insan ve cinnin altmış bin katı kadar mahlûku var.) Burada anlaşıldığı üzere, Allahü teâlânın yaratdıkları kemâl üzeredir ve cemâldedir. Ondan dahâ mükemmelinin olması mümkin değildir. Herkes Allahü teâlânın yaratdıklarını fehm edip, Allahü teâlânın azamet ve celâlini anlıyamaz. Herkesin ilmi ve aklı, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin melekûtinin izzetine ve ceberûtinin sırrına erişemez. Allahü teâlâ hazretlerinin gayb-ül gayb esrârının sırrından, cümle halkden bir kimse bir nefesi âşikâre alamaz. Nasıl ki, bir şâir beyân etmişdir:

Aşk yolunu tutanların kapısında bekle,

Âşıklığın bayrağını meydâna çıkarma.

Aşk nişânsız ve belirsizdir,

Kimse o nişânsız Zâtdan bahs etmesin.

Sermâye kalmayınca aşk da kalmaz,

Câna ve cihâna güvenme.

Âşıkların lebbeykini söylemiyen,

Büyüklük mahremi olamaz.

[Allahümmagfir lî ve li-vâlideyye ve li-ecdâdî ve ceddâtî ve li-âbâî-ve ceddât-i zevcetî ve li-ihvetî ve ehavâtî ve lil-mü’minîne vel-mü’minât vel-müslimîne vel-müslimât el-ahyâ-i minhüm vel-emvât bi-rahmetike yâ Erhamerrâhimîn.]

Çok sayıdaki mahlûklar ve melekler, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin Âdemi ve evlâdını, iblîsi, gökleri ve yerleri Cenneti ve Cehennemi yaratdığını bilmezler. Sâdece Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine ve onların muhib sâdıklarına istigfâr ederler. Onların afv olunmasını taleb ederler. Burada Ehl-i sünnet vel cemâ’at i’tikâdında olanlara büyük şeref ve fazîlet vardır. Bunun için sevinmeli, Allahü teâlâya şükr ve hamd etmelidir.

Onikinci Menâkıb: Bu hadîs-i şerîfin tercemesi çokdur ve uzundur. Lâkin lâzım olduğu mikdâr beyân edelim. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri rivâyet et-

-456-

mişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ne vakt ki, vâsıtasız ve âletsiz Âdem “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerini kendi yed-i kudreti ile halk etdi. O zemân onu bir aksırma ile imtihân buyurdu. Aksırma Âdem “aleyhisselâm” hazretlerinin mubârek ağzından çıkdı. Cân-ı azîzi [rûhu] istedi ki, aksırma ile bedeninden ayrılsın. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri Âdem aleyhisselâma ilhâm buyurdu. O zemân Allahü teâlâ hazretlerine tahmîd etdi. [Ya’nî Elhamdülillah, dedi.] Karşılığında Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri (Yerhamükellah) buyurdu. Ma’nâsı şudur: Allahü teâlâ sana rahmet eder ve senin nesline rahmet eder ve bereket verir. (Elhamdülillah) bereketi ile Âdem aleyhisselâmın bedeni aksırma sıkıntısından kurtuldu, râhata kavuşdu. (Yerhamükellah) bereketi ile cân-ı azîzi [rûhu], mubârek bedeninde râhatlayıp, râhat oldu. Lâkin, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden (Yerhamükellah) mubârek lafzını işitince, hemen o zemân iki elini, başı üzerine koyup, dedi ki, âh, âh, herhâlde bir günâh işledim. O melekler o vakt orada hâzır idiler. Dediler ki: Yâ Âdem! Sen ilm-i gaybı bilmezsin. Olmamış günâhı nasıl bildin. Âdem aleyhisselâm buyurdu ki: Evet, ben ki, Âdemim. Günâh işlemeseydim Allahü teâlâ hazretlerinin rahmetine kavuşmazdım. Zîrâ, Allahü teâlâ hazretlerinin rahmeti ve mağfireti günâhkârlar içindir.

Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” hazretleri der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Âdem aleyhisselâmın bedeninin bir bölüğü canlı, bir bölüğü cansız olduğu vakt, Âdem arkası ile göğsü arasından bir söyleyicinin sesini işitdi ki, Âdemin rûhu o sesin aşkı ile titredi. O söyleyici dedi ki, (Rabbimize şükr olsun. Onun çocuğu yokdur. Mülkünde ortağı yokdur. Onu çok büyük bilmek lâzımdır.) Ondan sonra bir ses dahâ işitdi ki, (Doğru söyledin. Rabbimiz büyükdür. Azîzdir) diyordu. O sesden sonra gördü ki, bir nûr mubârek göğsünde meydâna geldi. O nûrun şevketinden Cennetin kapıları açıldı. Ondan sonra o nûrun berâberinde birbirine müsâvî iki nûr dahâ Âdem aleyhisselâmın göğsünde meydâna geldi. O iki nûr birbirine muvâfakat ve müsâadetle, öyle bir parıldadılar ki, Cennetin dereceleri ve bu dere-

-457-

celerde ne var ise hepsi, açıkca göründüler. Beşinci kerre Âdem aleyhisselâm kendi bâtını aynasında [rûhunun aynasında] bir şahs sûreti gördü. Şemâilinde [görünüşünde] heybet ve şefkat sebeblerinden ve eserlerinden çok çok zuhûra gelip hâsıl olmuş bir şahs ki, çok kuvvetli, gâyet şiddetli, fevkal’âde heybetli, iri yapılı ve sıhhatli idi. Aynı zemânda kemâl-i gayret ve salâbetle süslü bir kılınç sûreti de o sûretin omuzuna konulmuş. Âdem aleyhisselâm buyurdu ki, o beş nesne o beş kimsedendir. Birinci, söyleyiciden, ikinci, tasdîk ediciden, üçüncü, nûrdan, dördüncü, nûrdan, beşinci söyliyen ve o kılıncı taşıyan heybetli ve siyâsetli şahsdan ki, onun gibi birbirine ulaşmış ve rahmet ve kerâmetle süslenmişdir.)

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: Cebrâîl aleyhisselâm dedi: Âdem aleyhisselâmın, üst yarısı rûhu ile canlı, alt yarısı cansız olduğu vaktde, kendi baş gözü ile ve gerekli kulağı ile o beş nesneyi ve o beş nesneden görmesi gerekeni gördü, işitmesi gerekeni işitdi. O acâibliği görünce, başından kendi kendine hareket etdi. Mubârek lisânını tesbîh ve tehlîl ve tahmîd ve tekbîr ile Allahü teâlânın yüceliğini dile getirdi. (Sübhâneke rabbî. Sübhâneke rabbî. Sübhâneke rabbî. Mâ a’zameke ve mâ a’zam kudretike ve mâ evsa’ mağfiretike ve rahmetike. Lâ ilâhe illâ ente tebârekete ve teâleyte rahmeten vesiat külle şey’in ilmen ve ahseyte külle şey’in adeden.) [Ey noksan sıfatlardan münezzeh olan Rabbim. Seni tesbîh ederim. Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederim. En büyük kudret, en geniş magfiret ve rahmet Sendedir. Senden başka ilah yokdur. Sen çok büyüksün ve şânın çok yüksekdir. İlmin herşeyi içine almışdır.] Yâ Rabbel’alemîn! Bana haber ver ki, bu gördüğüm şaşılacak iş nedir. İşitdiğim güzel ses neden ötürüdür. O kimse kim idi. Sana şükr ve senâ etdi. İkinci kim idi ki, evvelkini tasdîk etdi. O nûr ne nûr idi ki, Cennetin kapıları o nûr ile açıldı. Yâ o iki nûrlar da ne nûr idi, o nûrdan sonra ki, Cennetin dereceleri o iki nûrdan aydınlandı. O âhıretde gördüğüm; heybetli, salâbetli sûret, kimin sûreti idi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ buyurdu ki: Yâ Âdem! Henüz onların meydâna çıkmaları vakti gelmedi. Ammâ sen bu sâatde Âdemsin. Sana lâzımdır ki, onlardan iki nesneye kanâat edesin. Birincisi, onların adları o yerde yazılmışdır; göresin. İkincisi, sıfatlarını benden



-458-

işitesin. Âdem “aleyhisselâm” dedi ki: Yâ Rabbil’âlemîn! Sen neyi irâde edersen o olur. Ne buyurursan o meydâna gelir. Allahü teâlâ hazretlerinden buyruk geldi ki, (Yâ Âdem! Biz bu sırrı sana açdık, perdeyi kaldırdık. Bak, göresin.) Âdem aleyhisselâm iki gözünü arş tarafına çevirdi. Arşın kenârında, (Lâ ilâhe illallah. Muhammedün Resûlullah! Ebû Bekr-i Sıddîk. Ömer-ül Fârûk. Osmân-ı Zinnûreyn. Aliyyül Mürtedâ.) yazılmış gördü. Âdem “aleyhisselâm” dedi ki: Yâ İlâhî! Meğer bunları benden evvel yaratmışsın. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu: Yâ Âdem, ben onları senden evvel yaratmadım. Muhakkak senin neslinden yaratacağım. Lâkin adlarını gökden ve yerden, Cennet ve Cehennemden ikibin kerre bin sene evvel, Arş üzerinde ve tâcı üzerinde yazmışım. Senin evlâdların dünyâda, her ne vakt ki, benim ismlerimi zikr ederler. Benim bendelerim olan melekler de, ulvî âlemde, onların ismlerini zikr ederler. Âdem aleyhisselâm dedi: Yâ Rabbî! Onların yüzünü görmeyip ve onları görmekle şâd ve hurrem olmadıkdan sonra, bana onların adlarını görmekden ne fâide olur. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurdu: Yâ Âdem; onların adlarını bu vaktde görmenin fâidesi şudur ki, ilmel yakîn bilesin ki, senin hayâtın vaktinde veyâ senin evlâdın vaktinde karşılaşacağınız her lüzûm ve ihtiyâc, onların sebebi ile görülür. Onların şefâ’atinden gayri kurtuluş yokdur. Senin etdiğin her düâ veyâ senin evlâdının etdiği düâların kabûlüne sebeb onların şefâ’atlarından gayri yokdur. Bu söz söylendi ve geçdi.

Hayât Âdem aleyhisselâmın mubârek teninde karâr kıldı. [Ya’nî bedeni canlandı.] Cennete girdi. Yasak edilen ağacdan yidi. Bu sebeble Cennetden dışarı düşdü [çıkarıldı]. Dürlü dürlü ve çeşidli üzüntüler ile karşılaşdı. Üçyüz sene aralıksız Allahü teâlâdan hayâ edip, istigfâr ve düâlar eyledi. Üçyüz sene temâm oldukda, bir gün yukarıda söylenilen sözler hâtırına geldi. Hemen o sâatde iki elini kaldırıp ve iki gözünü arş-ı azîm tarafına dikip, dedi ki: Ey âlemlerin Rabbî! O beş kimsenin hürmeti için ki, onların rûhlarını kendi sînemde müşâhede etdim. Ve ismlerini Arşın kenârında yazılmış gördüm. Onlar, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ve Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûk ve Osmân-ı Zinnûreyn ve Aliyyül Mürtedâdır “radıyallahü teâlâ anhüm

-459-

ecma’în”. Benim günâhımı onların hürmetine afv et. Hemen Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki: Yâ Âdem, senin özrün ve düzelmen ve tevben kabûl olması, O kimselerin hurmetine ve haşmetine oldu. Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”, işte böyle işleri ve sözleri işitdikden ve gördükden sonra, o beş kişinin şânını ve hâlini Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden süâl etdi. Allahü teâlâ onların hâllerini, sîretlerini, yollarını ve güzel mu’âmelelerini beyân buyurdu. O vaktde Âdeme bildirdi ki, yâ Âdem! Şükr ve senâ etdiğin o söyleyici, âlemin vücûdunun aslıdır ve âlemde yaşıyanların kutbudur. Üzerine hüccetdir. Bütün varlıklar onun sâyesinde vardır. O kimsedir ki, halkla, benimle ve kendi ile doğrudur. O kimse ki, şirkin ve nifâkın kökünü ve temelini keser. İnâd perdesini yırtar. O, bâtılın başını ve boynunu kırar. Ve söndürür. O, küfrün hiçbir yerinde kâdir ve kıymetini koymaz. O, benim ismetimin sırrındadır. Ve nusretimin himâyesindedir. O bir çırâğdır. Ben kara gönülleri o çırâğın nûru ile parlatır, aydınlatırım. O bir dostdur ki, ben onun dostlarının cürüm ve cefâsını ve kendi dostlarımın sehv ve hatâsını onun hürmeti ile örterim. O resûl, rahmet ve kerâmetdir. O kıyâmet gününde, yalnız başına mahşerdekilere şefâ’at eder. O arabî olan Ahmed, Hâtem-ül nebiyyin ve Kureyşi olan Muhammeddir. Bütün Resûllerin seyyididir.

Yâ Âdem! O ikinci ki, birinciyi üç kerre tasdîk etdi. O Ebû Bekr-i Sıddîkdır. O ihtiyâr [şeyh] çok büyük, kemâl ve cemâl ile süslenmişdir. Ahlâkı güzelliklerde öğülmüş ve beğenilmiş bir yegânedir [eşsizdir]. Hayrlı ve çok iyidir. Dînin muhiblerinin [sevenlerin] güzîdesidir. Hiçbir amel işlemezden evvel bizim kabûl olunmuşumuzdur. Vücûda gelmezden [yaratılmadan] evvel, husûsî muâmele edilen üstün kimselerin tanınmışıdır. Onun sîreti ehl-i islâma ışıklı yoldur. Onun tarîkati [yolu] ehl-i sünnet vel cemâ’at için ana caddedir. Hem râzı olmuş, hem de râzı olunmuşdur. Hem muvaffak, hem mukarrebdir. Sâbıkdır ve sâdıkdır. Müslimânlık dîninin aslında, doğru ve dürüstdür. Atîk-i ezhardır. Sâdık-ı ekberdir. Yüzyirmidörtbin ümmetin büyüğü ve efendisidir.

Yâ Âdem! O nûr ki, onun ışığı ile Cennetin kapıları açıldı.



-460-

O kimsedir ki, bu kendi gönderdiğim Hak dînime onunla nusret veririm. Ben islâmı onunla azîz ederim. Ben hakkı ve hak ehlini onunla meydâna çıkarırım. Bâtıl ve bâtıl ehlini onunla yok ederim. Şeytânı onun ile korkuturum ve kaçırırım. Ben îmânı küfrden, küfrü îmândan onunla ayırırım. Âhır zemânda Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin dînine nusreti onunla peydâ ederim. O milletin direğidir. Zînetidir, hüccetidir; çırâğıdır. O vâhib (afv eden), evvâb, tevvâb [tevbe edici] ve Ömer-ül Hattâbdır.

Yâ Âdem! Ammâ o iki nûr ki, birbirine muvâfık ve müsâid ve birisi îmân nûru ve birisi Kur’ân nûrudur. O iki nûrun ehli ve o nûrun mahremi, hayâ sâhibi Osmân bin Affândır. Hem nâşîr-i Kur’ândır. O, benden râzıdır. Ben ondan râzıyım. Doğru kanâatli ve doğru düşüncelidir. Her ne yaparsa ihlâs üzeredir. Her ne söyler ve buyurur ve işitirse ihlâs üzeredir. Geceleri kıyâmda ve kuûdda [ka’dede], rükû’da ve secdede diri tutar. Nebîlerin rûhunu ve meleklerin şahsını, kendi tehlîl ve tesbîhi ile âsûde ve râhatlıkda tutar. Dirlik vaktinde [sulh zemânında] kerâmet ehli olur. Kıtâl [harb] vaktinde, kemâl ve şehâdet ehli olur.

Yâ Âdem! O civânmert ki, onun sûreti sînenle iki yanın arasında tasvîr edilmişdir. O merddir ki, fütüvvet ve mürüvvet esâsı olarak ne varsa, şecâat ve şehâmet temeli olarak ne mevcûd ise, hepsi bir onun şemâilinin rüzgârında yer tutmuşdur. Civânmerddir ve şîr-i merddir [aslan gibi yiğitdir]. Sığınılacak bir kal’adır. İlm hazînesidir. Hilm kaynağıdır. Süvârî olduğu [ata bindiği] vaktde, mukaddem ve sâbıkdır. Yaya olduğu zemân müctehidlerin büyüğü, hidâyet ehlinin sancağı ve vilâyet ehlinin rabbânîsidir. Kendi ameli ile sâbık ve benim hükmümle nâtıkdır. Her gâlib üzerine gâlib ve adı Alî ibni Ebî Tâlibdir “radıyallahü teâlâ anh”.



Yüklə 2,89 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   33   34   35   36   37   38   39   40   ...   47




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin