Ve insana emânet edilmiş olan ilâhî sırlara gelince: Cidden çoktur. Onlardan ba'zısı mizâcına ve tabiî bünyesine, ve ba'zısı hâline ve ilâhî bünyesine dönüktür. Ve biz bu kitabda ilâhî rûhânî sırlarından ba‘zısını anlatmaya muhtâcız. Ve eğer ona mîzâcdan az bir şey karışırsa bizim kastımız bu değildir. Ve biz velâyet sırlarıyla velîye ve nebîlik sırlarıyla nebîye rû‘ ya’nî kalb yüzü üzerine kudsî rûh vâsıtasıyla olan ilâhî tenezzüller ile bu sırların gücünü açıklarız. Her bir kimse kendi salâtını ve tesbîhini bilir. Ve Nebî (aleyhi ve âlihî’s-selâm) tenezzüllerin çeşitlerini “nefs” (نفش) ve “gatt” ile zikretti. Ve melekî nûrun tutuşmasından dolayı, salsala-i ceres(çan sesi), onu ona onda çok şiddetli kıldı. Bu tabîî oluşum zulmeti, tâ ki zâtıyla insanda olan rûhî nûra ulaşa. Bundan dolayı ona nakleder. Rûhun onunla meşgûl oluşu sebebiyle organlar seğirtmeye başlar; ve tabîat normal hâlinden çıkar; ve mîzâc değişime uğrar. Çünkü cisim ondan yana meşgûl olup kendisine nakledilen şeyi muhâfaza edicidir. Şimdi ondan melekî nûr çekildiğinde ondan kurtulur; ve alnı terler ve yüzü kızarır ve bir bağdan çözülmüş gibi durur. Ve o Hak Teâlâ’nın “Nezele bihir rûhul emîn; Alâ kalbike” (Şuarâ, 26/193-194) ya'nî “Vahy ile rûhu’l-emîn kalbine indi” sözüdür. Ve ona bir adam sûretinde gözüktüğü vakit, ona naklettiği şey şiddetli değildir. Bu durumda işitme yönünden alır; ve o konuşmadır. Ve evliyâullah için bunda iştahlandırıcı bir meşreb vardır. Ve insan üzerine hâl şiddetlendiği ve hissî varlığından gâib olduğu zaman, eğer bu gâib oluşunda ona bir ilim hâsıl olup burada onu akleder ve dönüş vaktinde de akleder ve ibârede Allah Teâlâ’nın ona verdiği şey mikdârı üzere onu ta'bîr eder ise bu, ilâhî hâldir. Ve bu hâl geçtikten sonra kalb bir ferahlama bulur. Ve çok kere ona bir serinlik isâbet eder. İşte bu geçerli hâldir. Ve eğer hissî varlığından gâib olduktan ve daha sonra kendine gelip üzerinde kabzdan bir kabza alınmasından başka bir şey bulmazsa, ona bir hayrı olmaz ve faydası yoktur. Fakat histen gâib olmuştur. Şimdi bu hâl mîzâcdandır. Kalb zikir veyâhut hayâl etme sebebiyle harâretlenir. Ondan rûhun büyük boşluğundan beyne bir buhâr yükselir, aklı örter; ve hayvânî rûhu sirâyet etmekten yana engeller; ve sâhibini sar’a tutmuş gibi yerden yere çarpar. Şimdi bu hâl de geçerlidir; fakat mizâcdandır; onda fayda yoktur. Ve işte bunun için sen ona sorarsan sana der ki: “Gûyâ bana siyâh bir bornoz giydirildi. Ve gözümün önüne bir bulut geldi ve ben gâib oldum.” Ve o, bu bizim bahsettiğimiz buhârdır.
Ya'nî Hak Teâlâ hazretlerinin insana emânet ettiği sırların beyânına gelince, bu sırlar cidden pek çoktur. O sırların ba'zısı insanın unsurî oluşumundan doğan mizâcına ve tabîat tezgâhında dokunmuş olan bünyesine; ve ba'zısı mazhar olduğu hâs Rabb’inin hazînesinden zamân içinde inmiş olan hâline ve ilâhî duruşuna, ya'nî ilâhî ilimde sâbit olan hakîkatine dönüktür.
Ve biz bu kitapta insanın ilâhî rûhânî sırlarından ba'zısını anlatmaya muhtâcız. Çünkü bu kitabın mevzûu bunu gerektirir. Ve eğer insanın bu ilâhî rûhânî sırlarına onun mîzâcından az bir şey karışırsa, bizim kastımız o değildir; ve ondan yana bahsetmeye lüzûm görmeyiz.
Ve biz velîye velâyetin sırlarıyla ve nebîye de nebîliğin sırlarıyla rû' üzerine kudsî rûh vâsıtasıyla olan ilâhî tenezzüller ile bu sırların gücünü ve kuvvetini ve tasarrufunu açıklarız. “Rû'”, ''rûh” vezninde “göğüs” ma'nâsınadır ki, kalbin tabîat âlemine dönük olan yüzüdür; ve nefsânî düşünceler ve şeytânî vesveseler mahallidir. Fakat günâhlardan sakınmanın güçlendirilmesiyle rûhî nefse mahal olursa, ilâhî nûr ile nûrlanır ve rezîllikler ondan yok olur gider.
Şimdi nebîye vahy ve velîye ilhâm, kudsî rûh vâsıtasıyla onların rûhî nefse mahal olan kalb yüzü üzerine iner. Ve ilâhî tenezzüller kalbin bâtınından nefsin bâtınına ve nefsin bâtınından kalbin zâhirinedir. Ve biz bu sırların gücünü ve tasarrufunu beyân ederiz.
Kur’ân-ı Kerîm’de Hak Teâlâ hazretleri “küllün kad alime salâtehu ve tesbîhahu” (24/41) ya'nî “Her bir kimse salâtını ve tesbîhini bilir” buyurur.
Bilinsin ki, “musallî ya’nî salât eden” sözlükte “sonra gelen” ma'nâsınadır. Bu durumda âyet-i kerîmenin yüce ma'nâsı “Her şey Rabb’inin ibâdetinde sonradan gelmekten yana rütbesini ve tenzîh çeşidinden kendi isti'dâdının verdiği tesbîhi bilir” demek olur.
Çünkü kesîf izâfî vücûd ile taayyün edici olan her bir görünme yeri, kendi vücûdunun Hakk’ın vücûdundan sonra geldiğini hâl olarak bilir. Ve aynı şekilde kendi isti‘dâdı tenzîh çeşidinden ne gibi bir tenzîhi gerektiriyorsa onu hâl olarak bilir. Çünkü bu biliş, o görünme yerinin kendi nefsini doğal olarak bilmesi demektir.
Ve “salât”, "duâ” ve “taleb” ma‘nâsına geldiğinde, her şey kendi hâs Rabb’inin hazînesinde gizli olan hâli, isti'dâd lisânıyla taleb eder; ve taleb ettiği şeyi bilir. Ve onun tesbîhi bu hâs Rabb’inin hâl olarak ve fiil olarak zikridir. Ve bu zikri onun zâtî isti‘dâdı bilir. Ve o şeyin salâtını ve tesbîhini ilmen ârif olmak gerekmez, ilmen ârif olanlar insân-ı kâmillerdir.
Ve Nebî (as) bu ilâhî tenezzüllerin çeşitlerini “nefs” ve “gatt” ta'bîrleriyle beyân buyurdu.
-
Nitekim hadîs-i şerifte "Ruhu’l Kuds kalbime, hiçbir nefis rızkını tüketmeden ölmeyecektir diye üfledi(nefsetti)" buyrulmuştur.
Ve “rûhî nefsetme(üfleme)” rûhânî kelâm sûretidir ki, küllî melekî yüksek rûhlardan nefsin bâtınına nakledilir; ve kalbin zâhirinde peydâ olur.
-
Ve “gatt” uyku durumundaki hâl gibidir. Ya'nî uyku hâline benzeyen bir hâl içinde gerçekleşen nakildir.
-
Ve melekî nurun tutuşmasından dolayı salsala-i ceresi(çan sesi), ya'nî melekî nakledilen vahyi (Sav) Efendimiz’e, vahiy esnâsında şiddetli kıldı. Çünkü nakletme rû‘a ya’nî rûhî nefse mahal olan kalb yüzüne olur. Bu şekilde melekî nûrun tutuşmasından dolayı salsala-i ceresin vahyi şiddetli kılması, bu tabîî oluşum zulmetinin, zâtıyla insanda olan rûhî nûra ulaşması içindir.
Çünkü “rû‘ ya’ni rûhî nefse mahal olan kalb yüzü,” bu esnâda ilâhî nûr ile nûrlanıp, tabîî hükümlerden pâk olur ve rûh tarafına yüzünü döndürmüş olur. Ve bu hâl içinde de melekî nakle isti’dâdlı bulunur.
Ve melekî nakil hâlinde rûh bu nakil ile meşgûl olduğu için organlar ve a'zâlar seğirtmeye başlar; ve tabîat bozulur ve mîzâc değişime uğrar. Çünkü rûh vahy ile meşgûl olup kendisine nakledilen şeyi muhâfaza etmeye çalışıyor olduğundan cisimden yana idâresini keser.
Şimdi o kimseden melekî nûr çekildiği zaman o şiddetten kurtulur; ve alnı terler ve yüzü kızarır; ve bir bağdan çözülmüş gibi durur. Dışarıdan onun bu hâlini görenler bir hastalığa tutulmuş zannederler. Çünkü onlar vahy hâlini bilmezler. Onlar mîzâcın değişimini yalnız bir hastalıktan kaynaklanır diye bilirler; başka türlüsüne akılları ermez; tam bir cehâlette olduklarından inkâr ederler. Ve bu hâl Hak Teâlâ’nın “Nezele bihir rûhul emîn; Alâ kalbike” (Şuarâ, 26/193-194) ya'nî “Vahy ile rûhu’l-emîn kalbine indi” beyân buyurduğu hâldir.
-
Ve Nebî (as)a rûhu’l-emîn, ya'nî Hz. Cibrîl (as), bir adam olarak sûretlenerek vahyi naklettiği zaman, ona bu naklettiği şey, önceki hâl gibi şiddetli olmayıp daha kolaydır. Bu sûretlenmede Nebî (as) vahyi işitme yönünden alır. Ve o konuşmadır, ya'nî karşılıklı konuşma mâhiyyetindedir. Nitekim (Sav) Efendimiz’e cenâb-ı Cibrîl ba'zen ashâb-ı kirâmdan Dihye sûretinde sûretlenerek gözükür idi.
Ve evliyâullâh için bu melekî nakilde onu arzû etmeye lâyık bir meşreb vardır. Çünkü onlar nebevî vâris olup, ilâhî tenezzüller onların rû'u ya’ni rûhî nefse mahal olan kalb yüzü üzerine, kudsî rûh vâsıtasıyla, velâyet sırları ile gerçekleşir. Ve bu sırlar onlara özel muhammedî velâyetinden iner.
İnsanda kuvvetli bir hâl oluşup hissî vücûddan gâib olduğu zaman, eğer bu gâib oluşta ona bir ilim hâsıl olarak, o hâl içinde o ilmi akleder ve geri dönme, ya'nî ayılma vaktinde de o ilmi aynı şekilde akleder ve Allah Teâlâ’nın ona ihsân buyurduğu şey kadar ibâre bulup o ilmi beyân etmeye gücü yeterse, bu hâl ilâhî hâldir; diğer te’sîrlerden kaynaklanan bir hâl değildir. Bu hâl geçtikten sonra kalbinde bir sevinç ve ferah bulur; ve genellikle kendisine bir serinlik gelir. İşte bu hâl geçerli hâldir.
Eğer hissî vücûddan gâib olup daha sonra ayıklığa gelir ve kendisine ilimden bir şey hâsıl olmayıp, üzerinde ancak kendinden geçtiğini bilme hâli oluşursa, bu hâlin ona semeresi yoktur; ve bundan ona fayda olmaz. Bu hâl mîzâcdan kaynaklanmıştır.
-
Burada, kalb zikir veyâ sülûkunda ilerleyip, yükseldiğini hayâl etmesi sebebiyle harâretlenir. Kalbinden rûhun büyük boşluğundan beyne buhâr yükselir, aklı örter; Ve hayvânî rûhun sirâyet etmesini engeller; Ve sâhibini sar‘a tutmuş bir adam gibi yerden yere çarpar.
Nitekim sesli zikirle türlü hareketlerde bulunan ba'zı dervişlere bu hâl olur. Bu hâl dahi sahte ve yapmacık olmayıp geçerli bir hâldir. Fakat mîzâcdan kaynaklanır. Onda fayda yoktur. Eğer sen bu hâle tutulmuş olan bir dervişe sorarsan, sana cevâben der ki: “Sanki bana bir siyâh bornoz giydirildi; ve gözümün önüne bir bulut geldi; ve ben gâib oldum.” Ve işte bu siyâh örtü ve bulut, bizim bahsettiğimiz buhardır. Hareketlerin çokluğundan ve hayâl etmekten gelir. Nitekim bu gibi haller “babalı” ta'bîr edilen zenciyyelerin bir araya toplanıp “kanfa” dedikleri defi çalarak kendilerinde ortaya çıkar. Ve onlar bu hâle “başa gelmek” derler. Çünkü mîzâcda insanların hepsi müşterektir.
Ve üçüncüsü olan yalancı hâle gelince, onun sâhibi meclisinin ehlini akleder; ve nefsinden ve hissinden gâib olmaz ve hareket eder. Özellikle semâ’ ve ezgiyle olan meclislerde. Şimdi bu, şeytanın maskaraları olan vesvese ve nefsten ileri gelen sözün sâhibidir. O kendisine nakledilen her bir şeyi ilimler türünden zanneder. Oysa o, semûmdur ya’nî zehirlidir. Bu hâl içinde muhâtab olduğu hiç bir şeyin üzerine gâlib olmaz. Çünkü o şeytânî bir hâldir. Ve şeytanın kuvvetinde seni hissinden gâib edebilmesi yoktur. Daha sonra sana nakleder; ve sen onu akledersin. Ve o ancak biri diğerine karşılık olarak değişen iki yönün biri üzeredir:
-
Ya senin sar’aya tutulmuş gibi gâib olmandır; fakat sana bir şey nakletmez. Çünkü o kendisinden kaptığı kimseyi orada bulamaz.
-
Veyâhut senin gâib olmamandır, sen hissinle berâber olduğun halde sana nakleder; ve ba'zen senin bâtınına harâretten ve vehmettiklerinden ve uzak olanları öğrenmeye olan isteğinden ve hitâb etmeye isti'dâdından olan bir türden bir şey gibidir. Senin bu makāmda yerleşmiş olduğunu bildiği vakit sana bir hitâb nakleder.
Şimdi sen nefsinde, sana nakledilen şey yönüyle hitâbın ne husûsta olduğunu hissedersin ve bulduğun şeyden haber verirsin. Senin bunu nefsinde buluşun yönüyle verdiğin haber doğrudur. Ve senin bunu Hakk’a bağlaman bâtıldır. Ve çok kere bu hitâb husûslarında sana der: “Ey kulum! Muhakkak ben senin rabbinim. Benim gayrıma bakma ki, perdeye düşersin. Ve bana ancak benim ile bak! Eğer sen bana seninle bakarsan şirke düşersin. Bundan dolayı ben bakanım ve bakılanım.”
Hitâbdan buna benzer olan şeyi söyler. Ve İblîs bunun Allah tarafından olduğuna senin inandığına kanaât eder. Bundan dolayı seni kaplar. Ve sen bütün ömrün boyunca ona bir mahal olursun.
Şimdi eğer sen bile idin ki, muhakkak Hakk’ın hitâb etmesi sende his diye birşey bırakmaz; ve bu hitâb etme vehim ve hayâl ve isti‘dâd ve beklenti ile değildir. Seninle berâber olan hissinin devâm ettiği sürece bilirdin ki, muhakkak senin gibi sonradan olmuş olan cinsinle ya’nî kovulmuş şeytanla berâbersin; ve o seninle eğlenmeyi murâd eder.
Ve bunun çoğunu semâ' ve vecd sâhiblerinden ve üzerine vehim ve hayâl gâlib olan kimselerden bulursun. Bundan dolayı üzerine salt fenâyı lâzım kıl! Eğer bu halde bir şey bulamazsan bile anlattığımız fitneden daha sâlimdir. Ve eğer onda bir şey bulursan, şimdi o istenen şeydir; ve ikilem kalkar. İblîs’in burada sana dâhil olması yoktur. Ey mürîd senin böyle olman ve şu sırları kendi nefsinden bilmen sana yakışır. Başkaları bunu senden bilir oldukları halde, sen kendinde olan şeyi bilmeyecek derecede câhillerden olma!
Ya‘nî yukarıda ilâhî hâl ile mizâca bağlı hâl hakkında îzâhlar verildi. Üçüncüsü olan yalancı hâlin îzâhına gelince:
Bu yalancı hâlin sâhibi o hâl içinde yanında oturanları akleder; ve nefsinden ve hissinden gâib olmaz; ve hareket eder. Ya'nî kendi nefsinde olan halleri idrâk eder. Ve vücûduna bir diken batsa acısını duyar. Ve iki diz üstü otururken dizleri ağrımış olsa vaz‘iyyetini değiştirir. Özellikle ayakta ve oturma hâlinde sesli zikir yapılırken kasîdeler ve ilâhîler okunduğu zaman vücûdun sağa ve sola sallanması ve çarh vurup dönmek hallerinde sâlik ne yaptığını bilir; ve etrâfında bulunanların kendilerini seyrettiklerini görür.
Şimdi böyle bir sâlik vesvese ve nefsten ileri gelen sözün sâhibidir. Vesvese ve nefsin sözleri, şeytanın maskaralarıdır. Ve şeytan bu vâsıtalar ile Âdemoğulları ile alay eder. Çünkü onu bunlar vâsıtasıyla yoldan çıkarır.
Ve sâlik bu hâl içinde kendisine nakledilen her bir şeyi ledünnî ilimler türünden zanneder. Bunlar ise ilim değil, kalbini öldüren semûm ya’nî zehirdir. Bu hâl içinde muhâtab olduğu hiç bir şeyin üzerine gâlib olmaz. Ya'nî kendisine nakledilen şeyde o sâlik üzerine karar kılma kuvveti yoktur. Çünkü o şeytânî bir haldir. Ve şeytanın kuvvetinde seni hissinden gâib edebilmek yoktur. Çünkü şeytanın hîlesi zayıftır. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri “inne keydeş şeytâni kâne daîfâ” ya’nî “Muhakkak ki şeytanın hîlesi zayıftır” (Nisâ, 4/76) buyurur. Ve şeytan vesveseni ve nefsini harekete geçirdikten sonra sana nakleder. Ve sen o nakledileni akledersin.
Ve bu hâl ancak biri diğerine karşılık olarak değişmek sûretiyle, iki yönün biri üzerine olur:
-
Ya sen sar'aya tutulmuş gibi kendinden gâib olursun. Velâkin bu hâl içinde sana bir şey nakledemez. Çünkü şeytan kendisinden kaptığı kimseyi ve onun idrâkini bulamaz. Ve bu hâl, yukarıdaki bahisde îzâh edilen mîzâcın te’sîri altında gerçekleşir.
-
Veyâhut sen böyle sar’aya tutulmuş gibi kendinden gâib olmazsın; hissinle berâber olduğun hâlde sana nefsin vâsıtasıyla şeytan bir ma'nâ nakleder.
-
Ve ba'zen senin bâtınına harâretten olan bir türden bir şey giydirir. Ya'nî hissin devâm ediyorken kalbinde aşk harâreti isti'dâdı bulunduğu için bu harâreti güzel sûretlerden birine meylettirir. Ve sen bir güzelliğe âşık olursun. Ve bu sebeple seni fesâda sevk eder.
-
Veyâhut bir husûsta vehmettiğin birşey gâlib olur. Örneğin halkı irşâd etmeye ehliyyetin olduğunu vehmedersin. Ve şeytan senin bu isti'dâdını gördüğü için bâtınına bu vehmini destekleyecek bir hâl giydirir. Eğer bu hâl içinde halkı irşâd etmeye kalkarsan hem sapmış ve hem de saptırmış olursun.
-
Veyâhut uzak olanları öğrenmeye olan isteğinden olur. Ya'nî keşfe meylin ve talebin bulunur. Bâtınına bir takım yalancı hayâlî şeyler gösterir. Sen onları doğru keşf zannedip: “İleride şöyle ve şöyle olaylar olacaktır” diye haber verirsin. Hiç birisi gerçekleşmez. Bundan dolayı şeytan hem seninle eğlenir ve hem de seni halka maskara eder.
-
Veyâhut sende ilâhî hitâba isti'dâd vehmi gâlib olur. Senin bu vehim makâmında yerleştiğini bildiği vakit, senin bâtınına bir hitâb nakleder. Bundan dolayı sen nefsinde sana nakledilen şey yönüyle, hitâbın ne husûsta olduğunu hissedersin; ve bulduğun şeyden haber verirsin. Sen bunu nefsinde bulduğun için haberin doğrudur, bunda yalancı değilsin. Fakat senin bunu Hakk’a bağlaman, ya'nî bu Hakk’ın hitâbıdır, demen bâtıldır. Ve çok kere hitâb husûslarında şeytan sana şöyle der: “Ey kulum, muhakkak ben senin rabbinim. Benim gayrıma bakma ki perdeye düşersin. Ve bana ancak benim ile bak! Eğer sen bana seninle bakarsan şirke düşersin. Şimdi ben bakanım ve bakılanım.”
Gerçi bu hitâbı hakikatte doğrudur. Fakat hissinden gâib olmayan ve salt fenâ hâlinde bulunmayan sâlik bu ilâhî hitâba ehil değildir. Şeytanın bundan kastı sâliki henüz hâli olmayan ma'nâlara sevk edip sonuçta yoldan çıkarmaktır.
Bir mahalde şeytan Îsâ (as)’a hitâben:
-
“Yâ Îsâ, ‘lâ ilâhe illallah’ de!” der. Îsâ (as) buyurur ki:
-
“Ey lânetlenmiş! Ben ‘lâ ilâhe illallah’ derim. Fakat senin telkîninle değil!...”
Şimdi şeytandan hakîkat dahi olsa, hiç bir şey almak câiz değildir. Çünkü saptırmaya me’mûr olandan hidâyet yoluna sevk etme vazîfesi beklenmez. İşte şeytan hitaplardan buna benzer şeyler söyler.
Ve İblîs yukarıda sayılan ve îzâh edilen hallerin Allah Teâlâ tarafından olduğuna senin inandığına kanaât getirince, artık seni kaplar. Ve sende istediği gibi tasarruf etmeye başlar. Ve sen ömrün boyunca onun tasarruf mahalli olursun. Bundan dolayı sâlik değil, Allah korusun helâk olursun.
Burada bahsi daha açıklayıcı olması için bir menkıbe verilmesi uygun görüldü. Şöyle ki:
Nefehâtü’l- Üns’te bulunduğu üzere Ebû Muhammed Haffâf, Şîrâz şeyhleri ile bir yerde oturmuş idi. Sohbetleri müşâhedeye dâir idi. Herkes kendi hâline göre söz söyledi. Ebû Muhammed Haffâf suskun bir halde durur idi. Orada bulunanlardan Müemmil Cassâs ona karşı ısrâr edip:
-
“Bu husûsta mutlaka sen de bir söz söylemelisin” dedi. Ebû Muhammed Haffâf dedi:
-
“Sizin söylediğiniz sözler ilmin ta'rîfine dayalı idi; ve müşâhede hakîkatine dayalı değil idi. Ve müşâhede hakîkati odur ki, perde açılmış ola; ve sen Hakk’ı açık bir sûrette göresin.” Ona dediler ki:
-
“Sen bu sözü ne makāmdan söylersin; ve bu sana nasıl ma'lûm oldu?” Haffâf dedi ki:
-
Betûk köyünde idim. Çok ihtiyaç ve zorluğa düştüm. Yakarışta idim. Gördüm ki ansızın perde açıldı ve Hakk’ı âşikâr olarak gördüm. Arş üzerinde oturmuş idi. Secde ettim.”
Şeyhler bu sözü işitince sessiz kaldılar. Müemmil Cassâs, Haffâf’ı o meclisten alıp hadîs âlimlerinden İbn Sa'dân’ın önüne götürdü. İbn Sa'dân onlara ürmet gösterdi. Müemmil Cassâs dedi ki:
“Ey şeyh! Bize (Sav)’den “Şeytan’ın gök ile yer arasında bir tahtı vardır....." hadîs-i şerifini rivâyet et!” İbn Sa'dân, (Sav) Efendimiz’e varıncaya kadar hadîs-i şerîfin senedlerini beyân ederek “Şeytan’ın gök ile yer arasında bir tahtı vardır. Bir kulu fitneye düşürmek istediği vakit onu gösterir” şeklindeki hadîs-i şerîfi beyân etti. Ne zamanki Haffâf bu hadîsi işitti;
-
“Bir daha tekrar et!” dedi.
İbn Sa‘dân tekrâr etti. Haffâf ağlayarak yerinden kalktı ve dışarı çıktı. Günlerce kayıplara karıştı. Daha sonra yine o şeyhlerin huzûruna geldi. Nerede kaldığını sordular:
-
“O vakitten beri kıldığım namazları kazâ ettim. Çünkü şeytan (la’net üzerine olsun)’a tapmışım. Şimdi o la’netlenmişi görüp secde ettiğim yere gideceğim; ve orada la'net edeceğim” dedi ve çıkıp gitti.
Bilesin ki, la’netlenmiş şeytân Hakk’a yönelen sâlikleri saptırmak için türlü hîleler ve oyunlara girişir. Ve dâimâ yalancı nakiller ile saptırmaya çalışır. Ve onları saptırmak için hîlelerini ve oyunlarını kendilerinin gittikleri yola âid şeylerden tedârik eder. Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, kullarını imtihân için, la'netlenmişe hîleler ve oyunlar husûsunda çok kuvvet vermiştir. Sâlik ilerleyip yükselir ve kendisine arzıın sırları açılınca, İblîs hayâlî olarak arz sûretinde görünür; ve semâvî sırlar açıldığında hayâlî olarak semâ sûretinde gözükür. Hattâ zâti tecellîye karışır. Fakat bu sûretlerin hiç birisinde sâliki hissinden kapamaz.
Bundan dolayı sâlik için en büyük mîzân bu gibi açılımlarda hissine bakmaktır. La'netlenmiş ancak Sallallâhü aleyhi ve sellem sûretinde gözükemez. Çünkü (Sav) Efendimiz Hâdî isminin en kâmil görünme yeri ve şeytan ise Mudill isminin en kâmil görünme yeridir. Ve “iki zıd bir yerde toplanamaz.” Nitekim nûr karanlık ve karanlık nûr olamaz.
Şimdi sen eğer bilse idin ki, muhakkak Hakk’ın hitâb etmesi sende his diye birşey bırakmaz, mutlaka seni hissinden gâib kılar; ya'nî sen bu hâl içinde, kendi nefsinden ve çevrendeki eşyâdan gâib olursun; ve bu hitâb etmede yukarıda îzâh edildiği şekilde vehmin ve hayâlin ve isti'dâdın ve beklentinin katkısı yoktur; bundan dolayı nefsinle berâber olan hissin mevcûd iken, böyle bir hitâb etme olduğunda bilirdin ki, o hitâb Hak’tan değildir; belki muhakkak senin gibi sonradan olmaklık sıfâtı ile vasıflanmış olan cinsinle, ya'nî la’netlenmiş şeytân ile, berabersin; seni gittiğin yoldan saptırmak sûretiyle seninle alay etmeyi istediğinden böyle nakillerde bulunur.
Ve bu gibi nakiller ile fitneye tutulanların çoğunu semâ' ve vecd sâhiblerinden ve üzerine vehim ve hayâl gâlib olan kimselerden bulursun. Böyle olunca üzerine salt fenâyı lâzım kıl! Ya'nî salt fenâ hâli gerçekleşmeksizin, bâtınına nakledilen ma'nâyı hemen Hak tarafındandır diye kabûl etme!
Eğer sende salt fenâ hâli oluşup da, o hâl içinde bir ma'nâ ve hitâb bulmaz isen, bu hâl fitneden daha sâlimdir. Ve eğer o hâl içinde bir şey bulur isen, o şey hakîkat erbâbının isteği olan şeydir. Ve bu hâlde ikilem kalkar. Ya'nî bu ma'nâ ve hitâb, acabâ Hak’tan mıdır, yoksa İblîs tarafından mıdır? diye şübheye mahal kalmaz. Çünkü bu salt fenâ hâlinde sana İblîs musallat olamaz. Çünkü İblîs ezelî ahdinde buraya dâhil olamayacağını “İllâ ibâdeke minhümül muhlasîn” ya’nî “Onlardan Senin muhlîs kulların hariç” (Sâd, 38/83) sözüyle beyân etmiştir.
Ey mürîd! Senin bu îzâh ettiğimiz haller ile berâber olman ve bu sırları kendi nefsinden bilmen sana yakışır. Çünkü gerek hidâyet ve gerek dalâlet sana senin nefsinden olur. Ve sırların hepsi ancak senin nefsindedir. Eğer sen bu sırları nefsinden bilmezsen, öyle câhillerden olursun ki, senin nefsinden bilmediğin şeyi başkaları senden bilir. Ya'nî başkaları senin nefsinde olan şeyi bildikleri halde sen kendinde olan şeyi bilmeyecek derecede câhil olursun. Sakın bu câhillerden olma! Bu hâl şuna benzer: Örneğin bir kimsenin elinde bir pırlanta taş bulunur da kıymetini bilmez ve bunu başkaları görüp bilirler. Bu öyle bir cehâlettir ki, netîcesi hüsrân ve ziyândır. Çünkü pırlanta taşın değerini bilmeyen cehâletin sürüklemesiyle onu bir hiçe karşılık elinden çıkarır.
Daha sonra bilesin ki, muhakkak rûhânîlerin emir ve yasaktan yana nakilleri yoktur. Ve onların ancak teşvîk ve haber vermesi vardır. Çünkü onların emrinin faydası yoktur. Şimdi eğer seni idâre edecek bir rûhâniyyet senin üzerini kapladığı zaman, dikkât et! Eğer sana emreder ve ibâdetlerin bir türünü yasaklarsa, bu şeytânîdir. Ondan kaç! Ve zikri ve âyete’l-Kürsîyi ve Bakara sûresini okumayı arttır! Ve eğer sana emretmez, fakat sana haber verirse, sen onda şeytan ve bunun gayrı olması arasında ihtimâl üzeresin. Ve onların arası bir şeyi, daha sonra diğer bir şeyi, daha sonra diğerini nakletmek sûretiyle olan nakildeki bu çeşitlenmenin sür‘ati ile ayırt edilir. Bundan dolayı o rûh ve şeytandır. Ve eğer tek bir emir devamlı olursa, aynı şekilde sen fitne hâlinde onunla berâbersin. Ve eğer doğru olanı istersen ancak küllî fenâ hâlinde sûretlendirmen ve hissin olmaksızın sana hâsıl olan şeydir. Nakilden olan şeye senin soyut aklın dahi sıhhatten yana müstesnâdır. Ve hayranlık müşâhedesinin sırrı ve ilim keşfi sırrı ve edebin devamlılığı sırrı ve tevhîdde fenâ sırrı ve muhtâc oluştan yana kabz sırrı ve suâlden yana bast sırrı vardır. Ve sırlar çoktur. Ve bizim anlattığımız şeyde onu kullanacak kimse için faydalı devâ vardır.
Ya‘nî yukarıdaki îzâhlara ilâve olmak üzere bilesin ki, rûhânîlerin, ya'nî meleklerin, kulların kalblerine emir ve yasak nakletmeleri yoktur. Ve onların naklettikleri ancak teşvîk ve haber vermeye bağlanır. Örneğin hayırlı amellerden bir amelin yapılmasına teşvîk eder; veyâhut muâmelelerinde teşebbüs edeceğin bir fiilin zararlarını haber verir; bunlar melekî hâtıralardır. Sen bunları ister yaparsın ve ister terk edersin; ve melekler senin irâdene hâkim değildirler. Bundan dolayı meleklerin emrinde fayda yoktur. Bu sebepten emretmezler ve yasaklamazlar, yalnız teşvîk ederler ve haber verirler.
Seni idâre edecek ve irâdene hükmedecek bir rûhâniyyet senin üzerini kapladığı zaman dikkât et ve onu tedkîk eyle! Eğer sana ibâdetlerin bir türü ile emreder ve yasaklarsa bu melekî değil, şeytanîdir. Ondan kaç! Ve çokça zikrullâh ile meşgûl ol; ve Âyete’l-Kürsî'yi ve Bakara Sûresini çok oku!
Örneğin bünyen zayıftır. Oysa sen bu zayıf bünye ile evlâd ve bakmakla yükümlü olduklarının geçimini sağlamak için çalışmaya mecbûrsun. İblîs bu hâlinle berâber sana ibâdetlerin bir türünden olan nâfile oruç ile emreder. Eğer sen bu emre uyarak nâfile olarak oruç tutmaya başlarsan vücûdun büsbütün zayıflayıp farzları yapmaya gücün yetmeyecek ve evlâd ve bakmakla yükümlü olduklarının geçimini sağlayamayacak derecede hasta olursun. La’netlenmiş ise bu emri ile amacına ulaşır.
Veyâhut vaktinde farzı yapmaya niyyet ettiğin hâlde dünyâ işlerinden bir husûsun yapılması gerektiğini hatırına naklederek namazın kılınmasından yana engeller. Ve sen o dünyâ işinin yapılmasına teşebbüs edersin, onunla meşgûl iken namaz vakti kaçar; namazın kazâya kalır. Ve bu şekilde lânetlenmiş yine amacına ulaşır. Bu gibi emir ve yasaklarda gâyet dürüst bir muhâkeme lâzımdır. Böyle bir hâl gerçekleştiğinde ne gibi çârelere başvurulması lâzım geleceğini cenâb-ı Şeyh (ra) beyân buyurmuştur.
Ve eğer bir rûhâniyyet, bu anlatılan şekilde sana emretmeyip de “falan şey böyle olacak” gibi bir şey hakkında sana haber verir ise, bunda iki ihtimâl vardır:
-
Ya şeytandır; veyâ Şeytanın gayrı olan rûhdur.
Bunların farkedilip ayırt edilmesi nakildeki çeşitlenmenin sür'ati iledir. Eğer gelen haber, ilk olarak bir şey, sonra dîğer bir şey ve daha sonra başka bir şey nakledilmesi sûretiyle olursa, o nakli yapan rûh ve şeytandır. Bu haberler arasında ba'zen doğrusu olduğu gibi, bir çok da yalanlar bulunur. Nitekim hadîs-i şerifte şöyle buyrulur: “Cinnî ezberleyip yaklaştığı kimsenin kulağına okuduğu kelimeye yüzden fazla yalan katar.”
Cin tarafından olan nakiller hakkındaki dîğer ayrıntılar Âkâmü’l-Mercân fî Ahkâmi’l-Cânn ismindeki kitapda bulunmaktadır. Bu kitap 1326 hicrî senesinde Mısır’da basılmıştır. Artık zamânımızda doğuda ve batıda revâcta olan “rûh çağrılması” usûlündeki bozukluk buna göre tespît edilebilir. Bununla meşgûl olanlar berzaha geçmiş olan zâtların rûhlarıyla buluştuklarını zannederler. Ve bunların ba'zı haberlerinin doğru olduğunu görerek, bu husûsta kalblerinde emînlik oluştururlar. Bu doğru değildir. Gerçi berzahtaki rûhlar ile buluşmak mümkündür. Fakat bu buluşma, nefsânî sıfatlardan kurtulup berzah hayâtı ile münâsebet oluşturan seyr ü sülûk ehline mahsûstur. Sûrî ve ma'nevî tahâretten uzak olanlara yaklaşanlar bahsettiğimiz aldatıcı rûhlar ve şeytanlardır. Amaçları Âdemoğulları ile alay etmek ve onları yollarından saptırmaktır. Cenâb-ı Hak’tan sığınma isteriz.
Ve eğer nakilde tek bir emir devamlı ve dâim olursa ve çeşitlenme sür'ati bulunmazsa, yine sen rûh ve şeytân ile fitne hâlindesin. Ve eğer naklin doğrusunu istersen ancak yukarıda îzâh edilmiş olduğu üzere küllî fenâ hâlinde, sana hiç bir sûretlendirmen olmaksızın ve senin hissin bulunmaksızın, hâsıl olan nakildir. Eğer bu nakle senin soyut anlayışın ve aklî bakışın karışırsa, bu da fitneden yana sâlim değildir. Bu hâl dahi sıhhatten müstesnâdır. Mesnevi:
Tercüme: “Tabîî olan histen ve kulaktan ve fikirden soyutlanınız ki “Yâ eyyetühen nefsül mutmainneh; İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh” (Fecr, 89/27-28) ilâhî hitâbını işitesiniz.”
Şimdi ilâhî sırların türleri çoktur: Hayranlık müşâhedesi sırrı ve ilim keşfi sırrı ve edebin devamlılığı sırrı ve tevhîdde fenâ sırrı ve muhtâc oluştan yana kabz sırrı ve suâlden yana bast sırrı bu sırların türlerindendir. Ve bu sırlardan hangisi olursa olsun, onu kullanacak olan sâlik için, bizim bu bahisde anlattığımız usûl ve kâidelerde faydalı devâ vardır. Çünkü sâlik bu sırlara bağlı olan nakillerdeki hak ve bâtılı bu kâidelere göre fark ve ayırt eder. Bâtılı red eder ve hakkı kabûl eder. Şimdi bu sırlar aşağıda taşların özellikleri bahsinde birer birer îzâh edilir.
Dostları ilə paylaş: |