Bana gösterildi ki, gûyâ bana bir kadeh süt verildi; ben onu içtim. Doymuşluğu tırnaklarımdan çıktı. Daha sonra artanını Ömer’e verdim.” “Yâ Resûlallah nasıl te’vîl ettin?” dediler. “İlim ile” buyurdu.
Şimdi ma‘nâ âleminde gördükleri ve içtikleri sütü, “ilim” ile te’vîl ettiler. Ve (Sav) Efendimiz bu sütü Mi‘râc gecesinde içti. Ya‘nî meşhûr olduğu üzere Mi‘râc gecesi kendilerine üç kadeh getirildi. Birisinde “su” ve birinde “şarâb” ve birinde de “süt” var idi; sütü içtiler. Ve sütü tercîh edip içtiğinde: “Yâ Resûlallah, seninle ümmetine Allah Teâlâ’nın eriştirdiği fıtratı tercîh ettin” denildi. Çünkü fıtrat boyun eğme üzeredir; ve islâm ise boyun eğmeden ibârettir. Ve boyun eğmenin zıddı olan muhâlefet İblîs ve tâbi’lerinin hâlidir ki, ârıza işlerdendir. Ve süt mülâyim ve faydalı olan bir gıdadır. Nitekim Hak Teâlâ “lebenen hâlisen sâigan liş şâribîn” ya’nî “içenlere içimi kolay hâlis süttür” (Nahl, 16/66) buyurur.
Bilinsin ki, rü’yâ üç tür üzeredir. Birisine “katıksız keşf,” diğerine “muhayyel ya’nî hayâlî keşf” ve üçüncüsüne “katıksız hayâl” derler.
“Katıksız keşf”: Görülen rü’yânın uyanıklık hâlinde aynen gözükmesidir. Bu tür rü’yâ ta'bîre muhtâc değildir. Nitekim “Lekad sadakallâhu resûlehur rü’yâ bil hakkı, le tedhulunnel mescidel harâme inşâallâhu âminîne muhallikîne ruûseküm ve mukassırîne” ya’nî “Andolsun ki, Allah Resûl'ünün rü’yâsının, hak olduğunu tasdîk etti. Ve Allah dilerse, siz mutlaka Mescid-i Harâm'a emîn olarak, başlarınız tıraş edilmiş ve (saçlarınız) kısaltılmış olarak gireceksiniz” (Feth, 48/27) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere (Sav) kendilerini başlarını tıraş etmiş oldukları halde Mescid-i Harâm’a girmiş gördüler. Altı sene sonra aynen gerçekleşti.
“Muhayyel ya’nî hayâlî keşf”: Bu tür rü’yâ ta‘bîre muhtâcdır. Ve rü’yâ ta'bîrinde belirli bir kâide yoktur. Yûsûf (as) hakkında olduğu gibi, rü’yâ ta‘bîri ilmi ilâhî hîbedir. Rü’yâ ta’bîri genellikle ma'nâda görülen sûretin ma'nâsından şehâdet âlemindeki sûretlerden uygun bir surete geçmek şeklindedir. İşte hadîs-i şerîfte sütün “ilim” ile te’vîl edilmesi bu türdendir.
“Katıksız hayâl”: Bu rü’yâ, uyanıklık hâlinde görülüp beyne işlenmiş olan süflî sûretlerin rûhuna yansımasından ibâreıtir ki, aslâ te’vîli ve ta’bîri yoktur. Buna “perîşân rü’yâ” da derler. Örneğin bir kimse uyanıklık hâlinde bir kadına tutulur. Uyuduğu zaman onun hayâlî gözüküp ihtilâm olur. Veyâhut tuzlu yemekler yer. Uyku içinde şiddetle susar. Akar sular ve çeşmeler görür. İşte tabîblerin bahsettikleri rü’yâ bu üçüncü tür rü’yâdır. Onlar ilk iki rü’yâdan gâfîldirler.
Ey kerîm efendi! Sana Hak Sübhânehû hazretlerinin mülkünün köyünde, onun idâre hükmü üzerinde Allah ile berâber olmak ve rûhların gıdâsının tedârikinden yana tenbellik etmemek yakışır. Çünkü sen ondan yana artış talebiyle me’mûrsun. Muhakkak rûhlar ilimden yana aslâ doymaz. Ve biz bunu tahakkuk yoluyla bildik. Şimdi (Sav) Efendimiz “İki aç doymaz: İlim tâlibi ve dünyâ tâlibi” buyurdular. Ve ilimlerden ayağının altının aldığı şeyi taleb etme! Ancak ondan, kendisine seçtiği kullarına tahsîs ettiği rahmeti ve onlara hâs kıldığı ilmi taleb et! Ve o, ledünnî ilimdir. Çünkü muâmelât ilimleri her ne kadar latîf ve yüksek olsa da, onların yüksekliği ve cemâli ve güzelliği ve Ietâfeti, aklî bakışın ve düşüncelerin hükmü ile kirlenmiş olan düşüncelere âit ilimlere bakmak iledir. Ledünnî ilim ise aklın tavrının ötesindedir. Ve onun nûru parlak ve aynası tertemizdir. Fakat öğrenilmesi amele bağlı olmayan ledünnî ilimler amel ile birliktedir. Ve ikisin arasındaki fark açıktır. Çünkü amellere âit ilimler himmetlere ya’nî çok gayret göstermeye bağlıdır. Ve işte bunun için onun yollarından bir yol üzerine gelir. Ve o, saâdet ilimleridir.Ve bu benim sana tenbîh ettiğim ilimler, mahlûkun kazancıyla kirletilmiş olmayan mutlak uymak üzerine bağlı olan ledünnî ilimlerdir. Ve gerçi Hak onu sağlamlaştırıcıdır. Velâkin Hak Sübhânehû’nun rûh aynası üzerine yansıttığı kazanılmış bir latîfe olur. Çünkü muâmelât ilimleri, buharların yükselmesi ve bulutların doğması dolayısıyla hevâ âleminden olan süflî bir oluşumdur. Ve unsurların altına dâhil olan her bir şey sür’at ile bozulur. Meğer ki onun sâhibi denge üzerinde onu korumada kuvvetli ola. Hareketlerinde ve duruşlarında ve yemesinde ve içmesinde bununla i'tidâl derecesini muhâfaza eder. Şimdi bu durumda onun için bu makām hâlis olduğunda saîd olur. Ve bu ledünnî ilimler ise inâyetten dolayı bu beşerî muhâfazadan yana bir şeye muhtâc olmaz.
Ey kerîm efendi olan rûh! Bu içinde bulunduğumuz şehâdet hazretinde sana lâzım olan ve yalkışan şey budur ki, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin mülkünün köyü olan bu kesîf zâhir âlemde, onun idâre hükmü üzerinde Allah ile berâber olmalısın.
Ve rûhlara mahsûs olan gıdâyı tedârik etme husûsunda aslâ kusûr ve tenbellik etmemelisin. Köy ve şehir hakkındaki îzâhlar yukarıdaki bölümlerde geçmiş idi.
Hak Teâlâ hazretlerinin mülkünün köyü bu şehâdet âlemidir. Ve şehâdet âleminin devâmına ve kıyâmına âid Hak Teâlâ’nın idâre hükmü sonsuzdur. Bir kısmı şerîat ile, bir kısmı akıl ile idrâk edilir. Bundan dolayı sen gerek cisminin ve gerek rûhunun kuvvet ve sıhhatine âid gıdâları bu ilâhî tedbîrler sâyesinde alırsın. Ve sen bunları yaparken Hak’la berâber olduğunu unutmazsın. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” (Hadîd, 57/4) ya'nî “Nerede olursanız olunuz, O sizinle berâberdir” buyrulur. Ve hakîkat ehli indinde âlem Hakk’ın zâhiri ve Hak âlemin bâtınıdır. Beyt:
Tercüme: “Hak cihânın cânıdır; ve cihân bütün bedendir. Melekler topluluğu ise bu tenin duyularıdır. Felekler ve unsurlar ve doğmuşlar a'zâdır. İşte tevhîd budur. Bunun dışındakiler hep çokluktur.”
Şimdi rûhun gıdâsı ilimdir. Ve sen o ilmin artışını taleb etmekle emrolundun. Çünkü cenâb-ı risâlet-meâb Efendimiz’e “ve kul rabbi zidnî ılmâ” ya’nî “Rabb’im ilmimi arttır, de!” (Tâhâ, 20/ 114) hitâbı geldi. Ve bunun ümmetine de kapsam olduğu;
-
“Beşikten mezara kadar ilim taleb ediniz”;
-
“İlim taleb etmek her müslümâna farzdır”;
-
"En üstün ibâdet, ilim taleb etmektir” ve benzeri hadîs-i şerîfler ile açık olarak belirtilmiştir.
Ve muhakkak rûhlar aslâ ilimden yana doymaz. Ve biz bunun böyle olduğunu kendimizde tahakkuk etmiş olarak ve bizzât yaşayarak bildik. Çünkü Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kAs) efendimize gâlib olan ilâhî hâs isim “Alîm” mübârek ismi olup yüksek eserleriyle apaçık olarak görüldüğü üzere kendileri ledünnî ilimlerde sonsuz bir deniz idiler.
Ve rûhun ilme doymadığına (Sav) Efendimiz’in “İki aç doymaz: İlim tâlibi ve dünyâ tâlibi” hadîs-i şerîfî kesin delîldir. Ve ilim tâlibi olan rûh ehlidir, dünyâ tâlibi ise nefs ehlidir. Birisi Hakk’ın Cemâl’ine mazhar ve diğeri de Celâl’ine mazhardır. Ve cemâlî tecellîler ile celâlî tecellîlerin sonu olmadığı için, her iki sınıf da doymak bilmezler. Ve ilimler iki kısımdır:
-
Birisi süflî âlemden ulaşır ki, ona “zâhirî ilimler” de denir.
-
Ve diğeri ulvî âlemden ulaşır ki, ona da “bâtınî ilimler” ve “ledünnî ilimler” denir.
Bundan dolayı sen ilimlerden ayağının altının aldığı şeyi taleb etme! Ya‘nî süflî âlemden ulaşan ilim ile yetinme! Ve ilimlerden ancak bir ilmi taleb et ki, Hak Teâlâ hazretleri kullarından ba‘zılarını milyarlarca kulları arasından ayırıp rahmetini onlara tahsîs etti. Ve bu rahmetin eseri olarak ledünnî ilmi ona ihsân eyledi. İşte onlara mahsûs olan bu ilmi ve onun artışını taleb et! “Vallâhu yahtassu bi rahmetihî men” ya’nî “Ve Allah, rahmetini dilediği kimseye tahsîs eder” (Bakara, 2/105).
Çünkü süflî âlemden ve ayağının altından ulaşan muâmelât ilimleri, her ne kadar latîf ve yüksek ise de, onların yüksekliği ve cemâli ve güzelliği ve letâfeti, aklî bakışın ve düşüncelerin hükmü ile kirlenmiş olan fikirlere âit ilimlere göredir. Çünkü fikirler genellikle evhâmın te’sîri altındadır. Ve vehim veren kuvvet, fikirleri doğru gittikleri yollarından ayırıp yanlış yola saptırır. Nitekim aklî bakışın ürünü olan felsefî mesleklerdeki uyuşmazlıklar meydandadır. Ve aynı şekilde bilimsel teoriler de aynı mes’elede ihtilâfa sebep olagelmektedir. Bu ihtilâflar, aklî bakışın ve fikirlerin vehim veren kuvvet ile kirlenmiş olmasından başka bir şey değildir.
Fakat ulvî âlemden ulaşan ledünnî ilimler aklın tavrının ötesi olup Hakîm-i Zü’l-Celâl hazretleri tarafından geldiği için ve kendisinde akıl ve fikirlerin bir katkısı olmadığı için nûru parlak ve aynası gâyet temizdir. Onun nûru parlak olduğu için, rûh gözü kör ve yalnız akıl gözü açık olan kimselerin, yarasa gibi gözlerini kamaştırır. Tabi’ki onlar bakamadıkları bu ilmi inkâr edip, süflî âlemin karanlıklarını nûr zannederler.
Şimdi bu ledünnî ilimlerin öğrenilmesi amele bağlı değildir; lâkin ameli de barâberinde bulundurmakla olur. Ya'nî zâhirî ilimler gibi öğrenme zorluklarıyla oluşmaz. Fakat buna nâil olanlar amel edenler arasında bulunur. Ve zâhirî ilimler ile bâtınî ilimler arasındaki fark açıktır. Çünkü amellere âit ilimler gayret göstermeye bağlıdır. Ya'nî gayret sarf edilmeyince amellere âit ilimler öğrenilemez.
Ve işte bunun için ameller gayret göstermenin yollarından bir yol üzerine hâsıl olur. Çünkü gösterilen gayretler birbirinde farklıdır. Kiminin gayreti şiddetli ve kiminin zayıf ve kiminin orta derecede olur. Hangi derecede olursa olsun, mâdemki şerîatın sâlih amellerine âid bir ilimdir, hepsi saâdet ilimleridir. Bundan dolayı bu ilimlerde mahlûkun kazancının katkısı açıktır.
Fakat bu benim sana tenbîh ettiğim ilimler, mahlûkun kazancıyla, riyâ ve gösteriş gibi nefsânî sıfatlarla kirlenmemiş mutlak uyma, ya'nî Hakk’a tam yöneliş, üzerine bağlı olan ledünnî ilimlerdir.
Ve gerçi kulunu o ilimlere Hakk sevk eder. Ve kul da Hakk’ın sevk ettiği bu yol üzerinde gayreti ile yürür ise de, burada Hak Sübhânehû’nun rûh aynası üzerine yansıttığı kazanılmış bir latîfe olur. Ya'nî ledünnî ilimler için kulun sarf ettiği gayreti aklî bakışına ve fikirlerine dayalı değildir. Belki Hak Sübhânehû hazretleri onun rûh aynasına kazanılmış bir latîfe yansıtır.
Kulun ameli ve hareketi de ona göre olur ki, bu ancak ilâhî ilhâmdır. Ve ilhâmda ise evhâmın katkısı ve te’sîri olmaz. Nitekim nebîlerde bu hâle "vahy” derler. “Ve mâ yentıku anil hevâ; İn huve illâ vahyun yûhâ” ya’nî “Ve o, hevâsından konuşmaz; O'na ancak vahyolunan vahiydir” (Necm, 53/3-4) Çünkü zâhir ilimler cismânî gıdâ sebebiyle beyne yükselen buharlar ve beyin semâsında doğan bulutlar dolayısıyla hevâ âleminden olan süflî bir oluşumdur. Bu gibi kimselerin konuşması hevâ âlemindendir, ilhâm yoluyla değildir. Beyt:
Tercüme:
“Şâirin şiiri tokluk harâretidir; âşıkın şiiri ise ilhâm yoluyla Kur’ân tefsîridir.”
Şimdi unsurlar altına dâhil olan her bir şey çabuk bozulur. Ve beyin ise cismânî gıdâ vâsıtasıyla kuvvet ve sıhhat bulan bir şey olduğu için unsurlar altına dâhildir. Bundan dolayı o da sür’atle bozulmaya istidâdlıdır. Meğer ki onun sâhibi, sıhhat ve kuvvetinin dengesini bozmamak için muhâfazasında kuvvetli ola. Hareketlerinde ve duruşlarında ve yiyeceğinde ve içeceğinde gâyet dikkat edip onun i'tidâl derecesini muhâfaza eder. Örneğin vücûdunu çok yormaz; ve unutkanlık verecek gıdâları yemez; ve tıbben beyni zaafiyete uğratacak şeylerden sakınır. İşte bu duruma göre beynini bu şekilde koruyan kimse için zâhirî ilimlerde hâlis bir makâm karar kıldığı zaman saîd olur ki, bundaki zahmet ve külfet îzâh bile istemez.
Oysa bu ledünnî ilimler Hakk’ın inâyetinden dolayı bu gibi külfetli beşerî korumadan yana bir takım tedbîrlere muhtâc olmaz. Hattâ âriflerden birisine:
-
“Kerâmet mi üstündür, ma'rifet mi?” diye sormuşlar.
-
“Elbette ma‘rifet üstündür. Çünkü kerâmet abdest almayı istemekle gider; onun için dâimâ abdestli bulunmak lâzımdır. Ma‘rifet ise abdeste ihtiyâç hâlinde bile âriften ayrılmaz” demiştir.
Çünkü birisi amel ve diğeri Hakk’ın inâyetinin neticesidir.
ONYEDİNCİ BÖLÜM
İnsana Yüklenmiş Olan Sırların Özellikleri ve Sâlikin Hallerinde Ne Yönde Olmasının Kendisine Lâyık Olacağı Beyânındadır.
Ve Ben Bu Bölüme Benzeşmesini Beyân Ettim. O Beş Bölüm Üzeredir.
Ey gayb sırlarına susamış olan kalb sâhibleri, biliniz! Biliniz ki, izâfet yönlerinden hangi bir yön ile olursa olsun, ister şereflendirme ve tahsîs etme izâfetinden olsun ister mülk ve hakediş izâfetinden olsun, bir şeyi bir şeye ancak münâsebetinden dolayı izâfe ettim. Ve her bir delîl bir kendisine delâlet olunana; ve her bir gören bir görülene; ve her bir işiten bir işitilene ancak münâsebetinden dolayı oldu. Şu kadar var ki, o ba'zen zâhir olup yakınlığından dolayı kendisine ârif olunan olur. Ve ba‘zen gizlenip uzaklığından dolayı mechûl olur. Ve o iki kısım üzerine olup zâhir olan ve bâtın olandır. Zâhir ehli baktıkları ve tahkîk ettikleri zaman, zâhir olanlarına ârif olurlar. Bâtın olan ise, aslâ bakış ile bilinmez. Çünkü onlara ârif olmak ilâhî hîbeye bağlıdır. Ve işte bu nebîlik ve velâyet tavrıdır. Ve ikisinin arasındaki farkta gizlilik yoktur. Çünkü Nebî (sav) kendisine tâbi’ olunandır; velî ona tâbi’ olup onun mişkâtinden istifâdeyle alır. Ve zâhir münâsebetten bir tür ile de belli olur. Hitâb gerçekleşti; ve kendisine değer verilen akîdeler sâbit oldu da dediler ki: Allah mevcûddur, biz de mevcûduz. Eğer bizim vücûdumuza ârifliğimiz olmasa idi, vücûdun ma‘nâsını bilmez idik. Tâ ki muhakkak Bârî mevcûddur, diyebilelim. Ve aynı şekilde ne zamanki bizde ilim sıfâtı halk edildi, onun için de ilmi isbât edip “O Âlim’dir” dedik; ve hayâtı da bizim hayâtımız ile; ve işitmesi ve görmesi ve kelâmı seslerimiz ve kelimelerimiz ile değil, nefislerimizin kelâmı ile; Ve kudreti ve irâdesi de böyledir. Ve ganî olma ve kerem ve cömertlik ve af ve rahmet gibi diğer isimlerin hepsi de böyledir. Onların hepsi bizim indimizde mevcûddur. Şimdi ne zamanki kendisini bize onlar ile isimlendirdi, biz onları aklettik. Böyle olunca onun bizde vücûda getirdiği şeyin dışında bir şeyi akletmedik. Ve bunun gibi diğerlerini o sebeple selb ya’nî kaldırma yönünden bildik. Ve o bunun gibi değildir. Kıdem isbât sıfatı değildir. Ve onun ma'nâsı, ancak kendi vücûdunda O’nun evvelinin olmamasıdır. Böyle olunca ilim, ondan evveliyyetin kaldırılmasına bağlandı. Ve yine bizde mevcûd olan gibi bildik ki, evveliyyet bizim indimizde mevcûd olan bir hakîkattir. Ve nefy ya’nî kaldırma dahi bizim indimizde, bizde onların vücûdundan sonra eşyânın kaybolmasından dolayı bilinmektedir. Bir halden bir hâle ve bir mekândan bir mekâna ve bir bakıştan bir bakışa geçişimiz onu îzâh eder. Netîcede biz kaldırmanın hakîkatine ve evveliyyetin hakîkatine ârif olduk. Daha sonra kaldırmayı evveliyyete yükledik ve Hakk’ı onlar ile vasfettik. Ve o selb ya’nî kaldırma sıfatıdır. Ve bir şey muhakkak benzeri ve zıddı ile bilinir. Ve (sAv) Efendimiz “Nefsine ârif olan Rabb’ine ârif oldu” buyurdu da onun için bizde sıfatlardan halk edilen şeyi isbât etti, başka sıfatları değil. İşte bu bir ârifliktir. Ve geriye O’nun bizden ayrılmış olduğu selb ya’nî kaldırmaya olan âriflik kaldı. Böyle olunca bizim sonradan olmaklığımız ve kulluğumuz ve yokluktan vücûda çıkarılmamızın kendileriyle sâbit olduğu sıfatları aldık; ve O’ndan onları kaldırdık. Ve onun için indimizde belirli bir isbât sıfatı bulmadık ki, O’nu onunla bilelim. Lâkin, biz onu bir hüküm üzerine biliriz ki, biz onun üzerinde değiliz, onun için sâbittir. Şimdi bu münâsebet olmasa idi, bizim için akîde sâbit olmaz idi. Ve biz aslâ ona ârif olmaz idik. Bundan sonra biz O’nu her ne kadar vasfettiğimiz şeyle bildik ise de, muhakkak bu sıfatları bizim hakkımızda âfetler ve o sıfatların zıdları ta'kîb eder. Oysa onun hakkında bunlar bâkîdir; onları bir zıd ve âfet ta'kîb etmez. Ve biz bunu onların üzerinde iki veyâ daha fazla zamanda devamlılığımız ile bildik. Böyle olunca biz devamlılık sıfatlarına ârif olduk. Ve onu bu nezîh mukaddes sıfatlara sâhib yaptık. Ve bu konu uzundur. Ve biz onu açık olarak İnşâü’l Cedâvil kitabımızda îzâh ettik. Ve o bir şerefli kitâbdır ki, biz onda ilâhî bilgileri anlayışlara yaklaştırmak için şekiller ile beyân ettik. İşte bu zâhir münâsebetten ve ilâhî hazretteki benzeşmeden bir kısımdır.
Bu on yedinci bölüm, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin “İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insânu” (Ahzâb, 33/72) ya‘nî “Biz emâneti göklere ve yere ve dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve onu insan yüklendi” âyet-i kerîmesinde beyân buyurduğu üzere, bu insânî vücûda yüklediği sırların özelliklerini ve sâlikin bu yüklenen emânete hiyânet etmemesi içim hallerinde ne yön üzere olmasının ona lâyık olacağını beyân eder.
Ve insanın iki yönü olup biri Hakk’a ve biri halka karşılık bulunduğundan, bu bölümde insanın her iki yöne olan benzeşmesini, ya'nî karşılıklı oluşunu beyân ettim. Ve bu on yedinci bölüm beş bölümü içerip bu bölümlerin her birisi bu kitabın bir bölümü mesâbesindedir. Şu halde bu Tedbîrât-ı İlâhiyye kitabı bu beş bölüm ile berâber toplamda yirmi iki bölüm üzerine tertîplenmiş olur.
Ey hissî bakıştan yana gâib olan ve ilâhî sırlara susamış bulunan kalb sâhibleri, biliniz! Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu bölümde beyân buyurduğu sırları ve hakîkatleri, kalb sâhiblerine hitâb ediyor. Ve kalb sâhibleri tabîat hükümleri ve hayvânî sıfatlarda gark olan kimseler olmayıp, bu gibi sırları kabûle istidâdlı olan ilâhî âriflerdir. Bundan dolayı “kalb” ancak onların kalbidir. Ârif olmayanların kalbine “kalb” denilmesi mecâz yönündendir, hakîkat yönünden değildir. Beyt:
Tercüme: “Kalb dediğimiz şey, rabbânî olan bir seyir mahallidir. Sen şeytanın evine niçin kalb diyorsun. O senin mecâzen kalb dediğin şeyi, git de mahalle köpeklerinin önüne at!”
Ve Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbün” (Kâf, 50/37) ya‘nî “Bu Kur’ân’da kalb sâhibi olan kimse için nasîhat vardır” buyurur. Kalbe âid hakîkatler ve bilgiler, Hz. Şeyh-i Ekber (ra) efendimizin Fusûsu’l-Hikem'lerinde “Kalbiyye Hikmeti”nde beyân olunmuştur.
Şimdi biliniz ki, şereflendirme ve tahsîs etme izâfeti veyâ mülk ve hakediş izâfeti gibi izâfet yönlerinden hangi bir yönle olursa olsun, bir şeyi bir şeye izâfe ettiğim vakit, bunu ancak aralarında bir münâsebet mevcûd olduğu için ederim.
-
Örneğin “abdü’l-Hâlık” dersem, “kul” ile “Hak” arasında halk edicilik ve halk edilmeklik münâsebetleri mevcûd olduğundan, “Hâlık”ı “kul”a izâfe ederim. Bu, şereflendirme izâfeti olur.
-
Ve “Hâtemü’n-nebiyyîn ya’nî nebîlerin sonuncusu” denildiği vakit, “nebîliğin” “sonunculuğu” (Sav) Efendimiz’e tahsîs edilmiş olduğundan bu izâfet “tahsîs etme izâfeti” olur.
-
Ve aynı şekilde Kur’ân-ı Kerîm’de “Semalarda ve yerde ve ikisinin arasında ve de nemli toprağın altında olanlar, O'nundur” (Tâhâ, 20/6) buyrulması Hak hakkında “mülk izâfeti” olur.
-
Ve aynı şekilde hadîs-i kudsîde belirtildiği gibi, sâlih kullar için hazırlanan “gözün görmediği ni‘metler” onlara olan “hakediş izâfeti”dir.
Ve bu izâfetlerin cümlesinde birer münâsebet vardır. Ve yine böylece;
-
Her bir delîl ile kendisine delâlet olunan ve;
-
Her bir gören ile görülen ve;
-
Her bir işiten ile işitilenin aralarında mutlaka bir münâsebet mevcûddur.
-
Örneğin ışık, kendi kaynağının varlığına delîldir. Ve aynı şekilde gölge, gölge sâhibinin vücûduna delildir. Ve bu deliller ile kendisine delâlet olunanlar arasındaki münâsebet açıktır. Ve yakınlığının şiddetinden dolayı ârif olunan ve bilinen bir şey olup îzâha muhtâc değildir.
-
Ve aynı şekilde bir kimse bir şeyi görürse veyâ işitirse, ancak münâsebetten dolayı görür ve işitir. Örneğin bir kalabalık arasında bir kimse arkadaşını arasa, o kalabalığı oluşturan kişilerin hiç biri o kimsenin bakışını işgâl etmez. Ne zamanki o kişiler arasında arkadaşı gözükür, gözü ancak onu görür. Çünkü o kimse ile o kalabalığı oluşturan ferdler arasında bir münâsebet yoktur. Onun münâsebeti ancak arkadaşı iledir.
-
Ve işitilen sözler dahi böyledir.
Şu kadar var ki, bu münâsebet ba'zen zâhir olup yakınlığından dolayı ârif olunan ve bilinen olur. Ve ba'zen gizli olduğundan uzaklığından dolayı mechûl olur. Zâhir ve yakın münâsebet yukarıdaki örnekler ile açıklanmıştır.
Gizli ve uzak münâsebete gelince, örneğin bir kimse bir çok dostları arasında ba'zılarına daha fazla muhabbet eder. Hiç şübhe yoktur ki, bu muhabbet bir gizli sebebe dayanmaktadır. Bunu o kimsenin kendisi de îzâh edemez. Ancak derin incelemeler netîcesinde bu gizli olan şey akıl mertebesinde belli olur. Veyâhut bu muhabbet bir uzaklık nisbetinden kaynaklanır. Meselâ muhabbet ettiği kimse vâsıtasıyla muhabbet eden kendisi için maddî veya ma'nevî bir fayda hayâl eder. Bu ise bir uzaklık nisbetidir.
Bu bahsedilen münâsebet zâhir olan ve bâtın olan olmak üzere iki kısımdır.
Zâhir olan münâsebet, yukarıda anlatılan örneklerden anlaşılacağı üzere, aklî ve hissî bakış, fikrî tetkîk ve tahkîk vâsıtasıyla zâhir ehli tarafından bilinebilir. Fakat bâtın olan münâsebet aslâ bu vâsıtalar ile bilinemez. Çünkü bu münasebetlerin bilinebilmesi ilâhî hîbeye bağlıdır. Ve çünkü ilâhî sırlar içerisindendir.
Ve işte bu ma'rifet nebîlik ve velâyet tavrıdır. Ve bu iki tavır arasındaki farkta gizlilik olmadığından îzâha lüzûm yoktur. Ancak bu farkın esâsına âit kâideyi beyânen deriz ki: Nebî (sav) Efendimiz kendisine tâbi’ olunandır. Velî ise zâhiren ve bâtınen ona tâbi' olup onun mişkâtinden istifâdeyle alır.
Ve bu bâtın olan münâsebet bize zâhir olan münâsebetten olan bir tür ile de belli olabilir. Ve işte zâhir olan münâsebetten bir tür ile belli olan bâtın münasebete dayalı olarak ayırıcı hitâb, ya'nî hüküm müşâhedeyle gerçekleşti.Ve netîcede kendisine değer verilen akîdeler sâbitlik buldu da ilâhî ârifler dediler ki: “Allah mevcûddur, biz de mevcûduz. Eğer bizim vücûdumuza ma'rifetimiz olmasa idi, vücûdun ma'nâsını bilmez idik. Tâ ki muhakkak Bârî Teâlâ mevcûddur diyebilelim!” Bilinsin ki;
-
Bir “vücûd,” ya'nî “varlık” kavramı, bir de “adem,” ya'nî “yokluk” kavramı vardır.
-
Bu iki kavram bir dîğerinin zıddıdır.
-
“Vücûd” aslâ “yokluk” kabûl etmediği gibi, “adem,” ya'nî “yokluk” da ebedî olarak varlık kabûl etmez. Dîğer bir ta’bîrler ne var yok olur, ve ne de yok var olur.
Şimdi biz kendi vücûdumuza ve çevremizdeki eşyânın vücûduna baktığımız zaman “varlık” ma'nâsını idrâk ederiz. Biz kendi “vücûdumuzu idrâk edince deriz ki:
“Yoktan var çıkmaz; var ancak vardan çıkar. Bundan dolayı bizim izâfî vücûdlarımız hakîkî vücûddan zuhûr etmiştir. Böyle olunca hakîkî vücûd sâhibi olan Allah Teâlâ hazretleri mevcûddur.”
Şimdi bu hüküm eserden eser sâhibine geçmek sûretiyle verilmiş bir hüküm olur. Ve aynı şekilde kendi “vücûd”umuza bakıp, onda ilim sıfatını müşâhede ederiz de deriz ki:
“Mâdemki biz var olan hakîkî vücûddan zuhûr ettik; ve mâdemki bizde ilim sıfatı mevcûddur; böyle olunca ilim sıfatı da yoktan var olmadı, belki vardan var oldu. Bundan dolayı bu sıfat hakîkî vücûdda mevcûd idi ki, eseri bizde zâhir oldu. Şu halde Allah Teâlâ Alîm’dir.”
Ve aynı şekilde ilâhî hayâtı hayâtımızla ve onun “işitme”sini ve “görme”sini, işitmemiz ve görmemiz ile böylece idrâk ederiz.
Ve aynı şekilde O’nun “kelâm”ını, bizim seslerimiz ve ağzımız ve dudaklarımız ile telaffuz ettiğimiz kelimeler ile değil, belki nefs-i nâtıkamızın kelâmı ile idrâk ederiz. Çünkü insan kelime ve ses ile konuşmayıp zâhiren suskun bir halde bulunsa da, bâtında harfsiz ve sessiz olarak konuşur. Biz buna “içinden söylemek” deriz.
Ve aynı şekilde Hak Teâlâ'nın “kudret”ini ve “irâde”sini, kendi kudretimiz ve irâdemiz ile idrâk ederiz.
Ve aynı şekilde “ganî olmâ” ve “kerem” ve “cömertlik” ve “af” ve “rahmet” gibi diğer isimlerin hepsini kendimizde müşâhede etmekle, bunların Hakk’ın hakîkî vücûdunda mevcûd olduğuna hükmederiz.
Şimdi ne zamanki Hak Teâlâ hazretleri kendi nefsini ve zâtını bize, bu sıfatlar ve isimler ile vasıflandırdı ve isimlendirdi ve biz bunları kendi nefsimizde de bulduk; Bundan dolayı biz onları zevkan ya’nî bizzât yaşayarak aklettik.
Ve bizim aklettiğimiz sıfatlar ve isimler, ancak O’nun bizde vücûda getirdiği şeylerdir. Bizde vücûda getirmediği şeyleri akletmedik. Ve bizde vücûda getirdiği şeylerin diğerlerini, selb ve kaldırma yönünden bildik.
Ve sübûtî sıfatlar, selbî ya’nî kaldırmaya âit sıfatlar gibi değildir. Örneğin;
-
“Kıdem” isbât sıfatı değildir. Çünkü “kıdem” dediğimiz sıfatın ma‘nâsı, ancak kendi vücûdunda O’nun evveli olmamasıdır.
-
Bundan dolayı bizim ilmimiz, Hakk’ın vücûdundan evvelliğin kaldırılmasını akletti de, bu ilme istinâden “Hakk’ın vücûdunun evveli yoktur” dedik.
-
Ve yine bizde mevcûd olan sıfatlar gibi, bildik ki, “evvellik” bizim indimizde mevcûd olan bir hakîkattir. Ve insânî ferdlerden her birinin vücûdunun bir evveli vardır. Bu sebeple biz evvelliğin ne demek olduğunu zevkan ya’nî bizzât yaşayarak biliriz.
-
Ve izâfî vücûdlardan her birinin böyle evveli olduğu gibi, bir de âhiri vardır. Ve evvelikle vasıflanmış olan eşyâdan her birinin âhiri gelince biz o eşyâyı bakışımızda kaybederiz. Bundan dolayı bakışımızda müsbet iken menfî olur.
-
Ve aynı şekilde sâbit olan bir hâlimiz bizden kalkar ve menfî olup yerine diğer bir hâl gelir. Ve bir mekânda sâbit olduğumuz halde oradan intikâl edip yeni bir mekâna geliriz. Evvelki mekân menfî olur.
-
Ve aynı şekilde bir bakıştan bir bakışa intikâl ederiz. Evvelki bakış menfî olur.
İşte bu haller bize nefyin ya’nî kaldırmanın ne demek olduğunu îzâh eder. Netîcede biz kaldırmanın hakîkatine ve evvelliğin hakîkatine bizzât hakîkatini yaşayarak ârif oluruz. Bu âriflikten sonra kaldırmayı evvelliğe yükleyerek Hakk’ın vücûdunu onlar ile vasfederiz. Ve bu sıfat, selb ya’nî kaldırma sıfatı olur.
Ve bir şey muhakkak benzeri ve zıddı ile bilinir. Bu hakikate binâen sübûtî sıfatlar zıddı olan selbî sıfatlarla; ve selbî sıfatlar da zıddı olan sübûtî sıfatlarla bilinir. Ve “kadîm” zıddı olan “hâdis ya’nî sonradan olan” ile ve “hâdis ya’nî sonradan olan” zıddı olan “kadîm” ile anlaşılır.
Ve Peygamberimiz (sav) bu hakîkate dayalı olarak “Nefsine ârif olan, Rabb’ine ârif oldu” buyurdu da, bizim izâfî vücûdlarımızda sıfatlardan halk edilen şeyi, Hakk’ın hakîkî vücûdu için isbât etti; başka sıfatları isbât etmedi. Çünkü biz hakîkî vücûda göre cüz’ mesâbesinde olan vücûdumuzdaki sıfatlara vâkıf olunca, cüz’ümüzün küllü mesâbesinde olan hakîkî vücûdda da o sıfatların vücûdunu idrâk ederiz. Nitekim ayrıntısı yukarıda geçti.
İşte bu bir ârifliktir. Bu isbâta ârif olduktan sonra geriye, Hakk’ın hakîkî vücûdunun bizden ayrılmış olduğu selbe ya’nî kaldırmaya olan âriflik kaldı.
-
Kaldırmaya olan ârifliğe ulaşmak için de bizim sonradan olmaklığımız ve kulluğumuz ve yokluktan vücûda çıkarılmamızın kendileriyle sâbit olduğu sıfatları aldık.
-
Ve hakîkî vücûddan bu sıfatları kaldırdık.
-
Ve bu kaldırılanlara ârif olma hakkında Hak için indimizde belirli bir isbât sıfatı bulmadık ki, Hakk’ın o sıfatını bizdeki o sıfat ile bilelim.
-
İşte bundan dolayı bizim bu ârifliğimiz, zevkî ya’nî bizzât yaşanan bir ârfilik değil, ancak hükmî ârifliktir.
-
Biz bu kaldırılanlara ârifliği bir hüküm üzerine biliriz ki, o hüküm üzerinde bizim bizliğimiz yoktur. Ve bu hüküm ancak onun için sâbittir.
-
Örneğin biz deriz ki:
-
Bizim vücûdumuz sonradan olmadır; Hakk’ın vücûdu ise sonradan olma değildir.
-
Ve biz kuluz; Hak ise Ma'bûd’dur.
-
Ve bizim izâfî vücûdumuz ezelde yoklukta idi; O’nun hakîkî vücûdu ise ezelde yok olmayıp mevcûd idi.
Şimdi sübûtî sıfatlarda bizim hayâtımız, ilmimiz, işitmemiz, görmemiz, irâdemiz, kudretimiz, kelâmımız, Hakk’ın hayâtına, ilmine, işitmesine, görmesine, irâdesine, kudretine, kelâmına benzer ve karşılık oldu.
Ve aynı şekilde selbî ya’nî kaldırmaya âit sıfatlarda;
-
Bizim sonradan olmaklığımız O’nun kıdemine ve;
-
Kulluğumuz O’nun Ma'bûd oluşuna ve;
-
Bizim ihtiyâcımız O’nun Samed oluşuna ve;
-
İlâhımızın oluşu O’nun ulûhiyyetine karşılık ve benzer oldu.
Eğer bu münâsebet ve benzeşme olmasaydı, bizim için Hak hakkında âkide sâbit olmaz idi. Ve biz aslâ O’na ârif olamaz idik. Bundan dolayı biz nefsimize ârif olmakla Hakk’a ârif olmuş oluruz.
Bu beyânlardan sonra deriz ki;
Biz Hakk’ı her ne kadar kendimizi vasfettiğimiz şeyle bilir isek de, hiç şübhe yoktur ki, bizdeki bu sıfatları âfetler ve zıdlar ta'kîb eder. Meselâ;
-
Hayâtımız ölüm dediğimiz âfet ile kesilir ve zıddına değişir.
-
Ve beynimize bir âfet ve illet gelince ilmimiz cehâlete değişir.
-
Ve diğer sıfatlarımız da bu şekilde birer âfet netîcesinde zıddına değişmiş olur.
Oysa Hak hakkında bu sıfatlar bâkidir. Onun hayâtının ölüme ve ilminin cehâlete ve işitmesinin sağırlığa ve görmesinin körlüğe ve kudretinin âcizliğe ve irâdesinin sekteye değişmesi ihtimâli yoktur. Çünkü onları bir zıd ve âfet ta'kîb etmez.
Ve biz bunun böyle olduğunu bizim o sıfatların üzerinde iki veyâ daha fazla zamanda devamlılığımız ile bildik. Ya'nî bu sıfatların bizde eserlerinin ortaya çıkmasının, ancak bizim izâfî vücûdlarımızın devamlılığıyla mümkün olduğunu bizzât yaşayarak bildik ve müşâhede ettik.
Böyle olunca biz Hakk’ın bakā sıfatlarına ârif olduk; ve Hakk’ı bu nezîh mukaddes sıfatlara sâhib yaptık. Ve bu sıfatlar da Hak ile bizim aramızda bir münâsebet ve karşılıklı oluştur. Ve bu münâsebet ve benzeşme hakkındaki konu uzundur. Ve biz onu açık olarak İnşâü’l- Cedâvil ismindeki kitabımızda îzâh ettik. Ve o bir şerefli kitâbdır ki, biz onda benzeşmeden yana ârifliği anlayışlara yaklaştırmak için şekiller ile beyân ettik.
Bu hakîr ve zelîl şerh edici, cenâb-ı Şeyh (ra) hazretlerinin bu değerli kitâbını görmedim. Eğer incelemek nasîb olsa idi, buradaki yüksek beyânlarının esâsına âid özet bilgiler koyulması mümkün olurdu. Bununla berâber cenâb-ı Şeyh (ra) hazretlerinin bu bölümdeki yüksek beyânları gücümüzün yettiği kadar açık bir şekilde şerh edildi. İşte yukarıda îzâh edilen beyânlar, zâhir olan münâsebetten ve ilâhî hazretteki benzeşme ve karşılıklı oluştan bir kısımdır. Bunları anlayanlar diğer sıfatları da bunlara tatbîk ederek ârif olurlar. V’Allâhü’l-hâdî!...
Dostları ilə paylaş: |