İslam devriMİNİn aşamalari iÇİndekiler


(a) Sünnet-i Nebevi'ye yakın bir davranış biçimini tüm müminlerde tesis eden bir zihniyet devrimi, (b)



Yüklə 480,68 Kb.
səhifə2/7
tarix23.01.2018
ölçüsü480,68 Kb.
#40293
1   2   3   4   5   6   7

(a) Sünnet-i Nebevi'ye yakın bir davranış biçimini tüm müminlerde tesis eden bir zihniyet devrimi,

(b) Önderlik tavr-ı tarzı, güç anlayışı ve dinamizmini Siret ve Sünnet'ten alan bir İslami tarihsel değişim süreci...

Yani kadim bir gelenekten bir devrim ve tarihin bağrından yeni bir tarih çıkmak zorundadır. Bu olgu elbette ne cam fanustan bir olgu, ne de kâmilen (yüzde yüz) muhtar (otonom) olabilir. Kendisiyle birlikte cereyan eden yahut daha önce cereyan etmiş olaylarla organik bir bağ içindedir. Genellikle de bu tür olaylar tarihin derinliklerindeki benzer fenomenolojik (düşün-süreçsel) filizlerden neş'et eder, yani gelişerek, vurgulanarak zahir olur, müşahede tahtına yükselir…

Mazide düşünsel devrimler yaratamamış büyük din ve medeniyetler, tarihsel değişim süreçleri de hâsıl edememişlerdir. Ve kayıp gitmişlerdir. Yerlerini yeni din ve medeniyetler almıştır; bu böyledir... Bu örneklere dünyanın her yanında, her coğrafyada ve tarihin her çağında rastlamak mümkündür. Antropologların bulguları bunun delilidir.

Fakat en çarpıcı olan gelişme, maziden en keskin kopuş, Avrupa değişimidir. Hıristiyan bir kültür ve gelenekten, normsuz köksüz bir geleceğe: Her türlü beşeri idealden, beşeri duygudan, hatta ve hatta bağımsızlık idealinden soyutlanmış olarak!..

Neden? Çünkü Hıristiyanlık kendisini yaşatacak, yeniden yaratacak, ayakta tutacak dinamikleri üretemedi! Tam tersi oldu, din öldü, yani Kilise! İşte o ölüm RÖNESANS'tır. 12. yüzyılda karanlık çağı atlayan Avrupa, 14. yüzyılda Rönesans sürecine girmiştir. Avrupa Kilise baskısından bıkmıştır. Kilise baskı ve hurafe olmuştur. Artık Newton fiziği vardır, kulluk yerine insan hakları (vatandaşlık) vardır. Sanayi Devrimi vardır. Rönesans’ın arkasından 16. yüzyılda Kilise Reformu ve Protestanlıkla birlikte hür ahlak (Püritanizm) gelmiştir.

İşte 17. ve 18. yüzyıllar ve AYDINLANMA. Artık mihrap ve minber aklındır! Artık inamsın, bilgi ve davranışın menbaı, Mesih odur! İnsan aklının üstünlüğüne olan bu inanıştan hemen sosyal, siyasi ve iktisadi alandaki türevler doğmuştur. Sekülarizmin çocukları bir bir ve hızla tarih sahnesindeki yerlerini alır, rollerine soyunurlar: Darwinizm, Marksizm, Demokrasi, Freudizm, evlilik dışı Seks, Liberalizm, Faşizm, Nazizm, Ulus Devlet, Anonim Şirket ve diğerleri -yani karşımızdaki Batı!

Tabii şunu demek istemiyoruz: Hıristiyanlık bir bütündü. Batı da bölünmez bir bütündür! O Hıristiyanlığın ve bu Batının verdiği eserler bunun tam tersine yani her ikisinin de yeterince parçacıklı olduğuna işaret etmektedir. Aslında bu Avrupai ideallerdeki hayatiyetin ve ayartıcılığın da menbaı olsa gerek; yani bu farklılık, bu çeşitlilik bu renk! İşte bu çarpıcı görüş ve ideallerin, bu renkli algılayış ve anlatımların, İslam âlemi üzerinde olmuş olan tesiri de tahkike ve anlaşılmaya muhtaçtır...

Acaba nasıl olmuştur da Muhammed'i mürşid edinenler pratikte sekülarizmi ideal edinmiş, Hıristiyanlık sonrası modernizme boyun eğmiş, onu benimsemişlerdir? Bunun muhtemel (akla çok yakın gelen) bir cevabı Batı'da Kilise sonrası üretilen bilginin İslam’la çelişir gibi durmayışıdır. Belki de dünya coğrafyasının dört yanında birden ortaya çıkan modernist Müslüman topluluğunun başlıca hikmet-i vücudu budur!...

Bir de sekülarizmin verdiği "pek de din dışı değil" intibaı bunda rol oynamış olabilir. Tabii sekülarizm ortaya çıktığında sadece Hıristiyanlık değil, Müslümanlar da nefesini tüketmişti, bunu da unutmamak lazım. Yine, unutmamak gerekir ki, Müslümanlar kendi dünyalarını kendileri yıkmışlardır yoksa hasım Avrupa, ya da hasım Kilise değil! Yani o da kendisini tüketmişti!... İşte böylece Yeni Kilise kisvesinde bir sekülarist rüzgar İslam'ı yani İslam âlemini de tesiri altın aldı... Ve açık bir kapı buldu...

Entelektüel bir devrim olarak sekülarizmin Avrupa'ya verdiği yeni veçhe, yeni sosyal organizasyon, siyasi ve iktisadi güç Müslümanları ondan kendi ihyalarının sebep ve vasıtalarını edinebilecekleri zehabına sürükledi. Belki başka seçenek de filhakika yoktu, ne denebilir? İslam geleneği doğurganlığını yitirmişti; değil devrim, yaprak kımıldamıyordu...

Yani belki Avrupa hayranlığı, Avrupa merbutluğu bir vakıa olarak kendini empoze ettiği günlerde bir zaruret olarak da kendini belli etmişti. İslam'ın siyasi yenilenişinin geç şekillendiği bir tarihsel dönemeçte, sömürge artığı İslam ulus-devleti erinin Batı'ya kapılanışı pek de izaha ihtiyaç duymayan bir vakıa olsa gerek...

Peki, neden hala bekliyoruz? Neden, tefekkürdeki (zihinsel) İslam Devrimi (entelektüel İslam) bir vakıa değil hala? Daha ne kadar bekleyeceğiz? Bilim ve felsefe tarihçileri çok iyi bilir ki Ortaçağ'da İslam dışında kaynak yoktu! Ve o kaynak olmasaydı, Avrupa'nın Karanlık Çağı uzadıkça uzayacaktı. O babda İslam'ın katkısı inkâr edilecek gibi değildir, gerçektir» aşikârdır...

Talihin, tarihin cilvesine bakın ki İslami kaynaklar İslam âleminde "atıl" dururken Avrupa onunla yeni bir hayat, hayatiyet buldu. Oysa ilme karşı tavır (taassup) İslam'ın değil, Kilise'nin bir vasfıydı. Gelin görün ki Batı Kilise taassubuna İslami doneler (Müslümanların kaleme aldığı eserler) ile son verdi, zincirlerini öyle kırdı.

Ve yine talihin bir cilvesi olarak, o taassup ilme taşıyıcılık edemezdi, onunla ancak ifna olabilirdi, ihya olamazdı. O İslam'dan aldığı gücü onu yok etmekte de kullanmaya kalkmıştır. Seküler mantığın bir gereği olarak günü geldiğinde/geldikçe bütün dinler ortadan kaldırılmalıdır. Yoksa o devrime gölge düşer, o felsefe iflas eder...

Yani Kilise'den sonra İslam da ya fikren ölmeli ya da cebren ortadan kaldırılmalıdır. Onlar sömürge çağının yıkıcı-yok edici tesirlerine ve sömürge-artığı modernist İslam'a rağmen, İslam'ın bağrından devingen, devrimci (ihyacı) güçler çıkacağından endişelidirler.

Mazi Ne Zaman Büyük Olur?

Yani bir manada roller yer değiştirmiştir; bu gün İslam, Ortaçağ Hıristiyanlığının durumuna düşmüştür. Çıkmazlar içinde medet umar vaziyettedir. Avrupa’yı kurtaran Akdeniz’in İslam kültürüydü; müsamahalı ve değişime açık. O kültür Avrupa'ya onu kökünden değiştirecek surette, o denli derin biçimde girmişti. Şimdi İslam'ın ihtiyaçları Ortaçağ Avrupa'sının ihtiyaçlarından daha boyutlu...

Yabancı kültür istilasına uğramış öz kültürlerin kendilerini o izmihlalden kurtarmaları, sıyrılıp sıçrayıp çıkmaları tam bir fikir devrimi ister. O fikir devriminin ilk aşamasında da mevcut duruma nasıl gelindiğinin tam bir manifestosu gereklidir. Genellikle çoğu akım bu üstün öğeden mahrumdur. Bir türlü buzağılarını kurban edemezler; mazilerinden kaçacak gücü kendilerinde bulamazlar. Oysa mazi ancak geleceğe gebe olduğu için güzeldir; onu yaratabilmelidir. Bundan sonraki bölümümüzde İslam Devrimi'nin cihan şümullüğünü (dolayısıyla fikir devriminin cihanşümul olması keyfiyetini) irdeleyeceğiz.

 

 

 



 

 

 



Üçüncü Bölüm

EVRENSELLEŞME SÜRECİ

 

İslam cihanşümul bir vakıadır. Evrenseldir, tarihin tamamına yayılan gerçekliği bütün insanlığa şamil bir gerçektir. İslam'ın yürüyüşü Rönesans gibi olmayacaktır; yani dünyanın sessiz bir köşesinde peydahlanıp tarihsel tesirini müteakip beş asır içinde icra etmek için bekleyemez.



Şimdi Müslümanları bekleyen sorun bir yandan sömürge artıklığı psikozunu bir diğer yandan da Batı'nın her türlü ilmin babası "Eba İlm" olma kompleksini alt edecek küresel bir fikir devrimidir. Batı çoktan bir fikir anarşisinin ve moral çöküntünün içine düşmüştür. Bunun onları yani Kuzey Amerika'yı Avrupa'yı, Rusya dâhil bütün NATO üyesi ülke halklarını Ortaçağ'daki Rönesans öncesindekinden çok daha kötü hal ve şartlara döndüreceği kesindir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra başarılan ve yapılaştırılan "ilerleme" ve onunla birlikte hüküm süren "ilerlemeci politik düzen" toplumlara hayat verecek kalıcı ahlaki kaidelerden yoksundur...

İşte Batı'nın Aşil topuğu (Yunan mitolojisinde yalnız topuğundan vurulursa ölür diye kovalanan ve topuğundan okla vurularak öldürülen kahraman Achilles. ç.n.) budur. Ama Batı ellerini mazlumların yakasından çekmiyor; işte Afganistan, Bosna, Çeçenistan, Cezayir, Mısır ve Filistin örnekleri ortada. İşte bu yangınları çıkaranlar ancak aynı yangınlarda yok olup gideceklerdir! Oysa ne tuhaftır ki İslam barış içinde birlikte yaşamayı arzularken. Batı İslam'ı yok etmeye çalışmış, bunu global siyasasının ayrılmaz bir cüzü yapmıştır.

Bir zaman ödünç vererek Batı'yı aydınlatmış olan İslam, şimdi bir başka devrimi kendi içinde başarmak zorundadır. Dünyanın, insanlığın ümidi İslam'dadır. Beşerin yeryüzündeki mevcudiyetini baki kılacak prensipler ancak ondan sadır olabilir. Etap etap, aşama aşama siyasi, sosyal ve iktisadi ayarlamalarla neticede bütün dünya halklarına, bütün ırk ve uluslara ADALET! Batı'ya gelince, o daima aldıkça almıştır, aldığından daha azını vermiştir, sömürdükçe ağızlara bir parmak bal sürmüş, bir sus payı miktarı vermiştir: Batı budur!..

Acaba İslam'dan bugün bir cihanşümul fikri devrim neşet etme olasılığı var mıdır? Bu soruya cevabımız bizim tarihi ve bu günkü durumu nasıl değerlendirdiğimizle yakinen alakalı olacaktır. Ancak, fazla uzağa gitmeden, İran İslam Devrimi ile yeryüzü coğrafyasında bir İslami fay hattı olduğu açığa çıkmış, İslami sarsıntı kendini mesela Afganistan'da mesela Lübnan'da, Filistin'de, Cezayir ve Mısır'da hissettirmiş, müşahede ettirmiştir.

1979 İslam Devrimi ile birlikte yeryüzünde genel planda kendini hissettiren, hissettirmeye başlayan sancılar da tezahür etmiştir. Öyle ki bugün Hıristiyan Batı, "evrensel İslam Hareketi”nden bahseder (böyle bir keyfiyeti teşhis eder) olmuştur. Terim olarak bu kavram ilk defa 1970 lerde Londra İslami Araştırma ve Strateji Enstitüsü'nün (Müslim Institute) bildirilerinde ve 1980'den itibaren de Toronto, Kanada'da Crescent International dergisindeki yazılarda kullanılmıştır. Bu sendrom dünya medyasında 'fundamantalist' etiketiyle gündelik bir olgu olarak kabul görmeyi sürdürüyor.

Ama hiç şüphe yok ki böylesi global bir fenomen ayniyle vakidir ve atıl da değildir, dinamiktir, kuvveden fiile çıkmıştır. Pek çok sahada kritik bir aşamaya ulaştığını söylememiz de pekâlâ mümkündür. Şimdi karşımıza dikilen sorun şudur: Acaba İslam, sömürge artığı kültürle tesirini hala kuvvetle icra eden Batı tahakkümünün birlikte oluşturduğu barikatı geçebilecek midir?

İran İslam Devrimi her iki yönde de döngüsel bir sonuç gösteriyor. Çünkü mesela entelektüel bir zaaf olarak 18. yüzyılın Şii geleneği (o da Usuli mezhebidir) tefekkür sahasında İran İslam Devrimi'ne fazla bir genişlik temin edememiştir. Zira nihayet ulemanın rolü ve o bağlamda da Ahbari tavrı gözden geçirilmiş, tebdil edilmiştir. Ancak Usuli bir açılıştan sonra İran Devrimi, Şia kanalından içtihat kapılarının açılışına uzanmıştır; bu da liderlik tanımında bir yenilenmedir.

İran Devrimi Sünni dünyayı da kendi sorunlarına eğilmeye kendi kabullerini ve metotlarını yeniden ele almaya itmiştir. Hiç şüphe edilmesin ki bu devrimin fikri kapasitesi bazı şeyleri gerçekleştirmeye dünden yetmiştir: Monarşi gitmiş, ulus devlet sona ermiş, modernist elit tabakanın imtiyazlılığı ve fikri te-; siri son bulmuş, onların Batılı payandaları da silinmiş, yok olmuştur.

Sünni geleneğe gelince: Mezhebin ulema kadrolarındaki (hiyerarşi) bazı ayarlamalarla tashihi pek mümkün gözükmüyor. Ayrıca Sünni ulema Şii ulema gibi bağımsız örgütlenememiş, sömürge yönetimleri ile hanedanların adamakıllı manipülasyonuna, tesirine maruz kalmıştır. Onun için öncelikle (Sünni İslam Ülkelerinde) Sünni görüşün tasrihi gerekir ki, bu ilk tasrih ve tevhid (konsolidasyon) safhası başlı başına bir misyon olur ve çok uzun sürer. Bunun nedeni Sünni tayfın (spectrum) genişliğidir. Bugün bu tür bir tasrih ve tevhide izin vermeyecek güçlü rejimler de var: Suudi Yönetimi, Mısır Hükümeti, Türkiye, Pakistan, Malezya ve diğerleri. Kaldı ki bugün sisteme entegre olmuş bir Cemaat-i İslami var (Pakistan) ve bir İhvan-ı Müslimin var (Mısır); bunlar devrimin Sünni akaid üzerindeki tesiri konusunda ilgili devlet mekanizmaları kadar etkilidirler. Yani sadece Suud Yönetimi'nden yardım alan gruplarla, sömürge ağızlı siyasi partilerle karşı karşıya değiliz.

Hatta İran'da bir ulema kanadı var ki bunlar Devrim'in İran'a ve İran ulemasının fikir ve yapılanışındaki bazı genellenemez özelliklere bağlı olarak anlaşılmasının ve yabancı misyonlarda o şekilde tanıtılmasının bir sakıncası olmadığını söyleyebiliyorlar. Tabii onların tahlilde unuttuğu bir faktör Usuli geleneğe rasyonalizmin hâkim olduğudur. Ayrıca Şiilik ile Sünniliğin pek çok noktada çakıştığı, kesiştiği, kaynaştığı bir evrede bulunmaktayız.

Yani bu gün İran'da da kafalarda karmaşa yok değil: Devrim tanımı hala çalkalanıyor, oturmuş değil. Belki de sebep Usulilikteki rasyonalist öğenin, cephenin berraklık kazanamamış olması. Ve belki, işte o nedenle Şii diasporada (İran dışındaki Şii cemaat) panik hüküm sürüyor, Devrim'in itikada-akaide ne getirdiği konusunda şüphe, tereddüt ve korku hüküm sürüyor...

Öncelikle yapılması gereken evrensel İslami hareketin bütün parçaları arasında tecrübe ve fikirlerin serbest dolaşımına kapıların aralanması ve artan entelektüel hareketliliğe olan ihtiyacın giderilmesidir. Bir bakıma bunun Lübnan'da, Filistin'de, Cezayir'de, Mısır'da, hatta Suudi Arabistan'da gerçekleşmeye başladığı görülmektedir. Hatta Batı'nın Kuveyt'i kurtarmak için Irak'a savaş açarken Suudi Arabistan'ı bir askeri üs olarak kullanması buna bir bakıma yardımcı olmaktadır. Bir anda Batı'nın Orta-Doğu karargâhında bir hanedanın ömrünün kısalması sözkonu-su olmuştur. Çöl harekâtı süreci içinde Suud'un kullanmış olduğu "İtikad barikatları" zaafa uğramıştır diyebiliriz. İran'da da aynı süreç içinde Şii bayrağının sadece bir devrim sembolü olması, öylece kalması, öylece ihraç edilmesi söz konusu edilmiştir.

Kam ne derse desin, devlet destekli ilahiyata rağmen evrensel İslam hareketi ve İran İslam Devrim'i artık bir açık üniversitedir. Ve şüphesiz artık o hareketin temel dayanağı Peygamber'in(s) Siret ve Sünneti'dir. İslam hareketinin kıyasıya siyaset yıllarında bir miktar ulusçuluk ve demokrasiye bulanmış bir cevher olmuş olmasını ise artık normal ve maziye malolmuş bir vakıa olarak görmek gerekir. Sömürge geleneğinin büyülü havasını kırmak kolay olarak görülmemelidir, bu pek çok yanı ile kuşatıcı bir kültürdür, eksiksiz bir tesirdir. Ancak ciddi olan sorun şudur: Nasıl olmuştur da o kültür bu dinin en katışıksız propagandistlerine bile sızmıştır? Yani mesela Ebu'l Ala El-Mevdudi'ye, mesela Hasan el-Benna'ya!...

1947'de İngiliz Hindistan’ının bölünmesinden sonra Cemaat-i İslami çerçevesinde Mevdudi İslam gemisine Pakistan ulusçuluğunu da yükledi. Bu gün de Cemaat-i İslami, Bağımsız Pakistan ulus devletini İngiliz etkisinden koparıp İslam devletine tahvil yolunda Muhammed Ali Cinnah (ulusun babası diye anılır) söyleminin müsaade ettiği İslami sloganları kullanıyor. Aynı şekilde Benna'nın 'Kardeşleri" (İhvan'ul Muslimin) de Arap milliyetçiliğini bir ilk adım olarak gördü, siyasi gündemlerinde yer verdi.

Herhalde her iki düşünür de 1940'ların ulusçu vaveylası içinde kitlelere ulaşmanın başka yolunu bulamadılar. Eğer öyle ise ki bu Açık İslam Üniversitesi'nin araştırma gündemindedir, her iki düşünürün de entelektüel kapasitesini sorgulamak durumunda kalacağız. Maalesef her iki düşünür de çağdaş ulusçu, liderlik kalıplarını (ve tabii o liderleri) izleyecek "parti" stratejisi ile birlikte ulusçuluğun sömürgeci öğelerine ve Batı icadı demokrasi paradigmasına müracaat dışında bir yol izlememişlerdir. Bunun sebebi şüphesiz her iki düşünürün de tasavvurunda yani kavrayışında İslami bir fikir devriminin yer almayışıdır.

Hiç kuşku yok ki bunlar büyük ahlak ve fazilet sahibi, yiğit insanlardı ama herhalde tarihsel süreci kavrama ve tarihin kahramanlardan talep ettiği feragati değerlendirme konusunda müşkülleri vardı. Yine teslim ediyoruz ki, her ikisi de çağlarından önde idiler. Keşke öyle şahsiyetler şimdi yani tarihin o günden bu güne şahit olduğu değişimlerden sonra olsa; Özellikle İran Devrimi'ni kastediyoruz.

Belki de düşüncenin o günkü iklimi küresel terimlerle düşünmeye müsait değildi ve her ikisi de nihayet Zamanlarının bir ürünü idiler. Ve belki de Pakistan'da ve Mısır'da hüküm süren o dönemin şartlanan esiriydiler.

Herhalde İslam siyasi düşüncesine evrensel boyutu Seyyid KUTUB getirdi. Ne yazık ki aynı Seyyid Kutub, İhvan Hareketi'nin ulusçu boyutunu tasfiye sürecinde 1966'da Nasır rejiminin kurbanı oldu.

Mısır’da Seyyid Kutub ve arkadaşlarının idamı ve İhvan'ın uluslararası İslam kanadının yok edilmesi, Suudi Arabistan etkisinin evrensel İslam'ı hükmü altına almasıyla sonuçlandı. Önce Nasır'dan kaçanları himaye ettiler. Onlar artık İslam âlimi (İslamcı) idiler, maaşlı idiler ve emniyetteydiler. Altmışlı yılların sonlarından itibaren bunlar Cemaat-i İslami'den iltihâklarla da güçlenerek dışarı çıktılar ve bütün dünya ülkelerinde İslam'ı pro-Saudi (Suud Yanlısı) bir mecraya oturtmaya, İslam’ı o yönde ve özellikle Avrupa ve ABD'de örgütlemeye başladılar. Ve Seyyid Kutub'un 'Amerikan İslami' dediği İslam doğdu.

Gerçek misyonlarını örtmek amacıyla bu gruplar (Suud Misyonu) Suud Rejiminin Kur'an dağıtma "siyasetine ilaveten Seyyid Kutub'un ana risalesi "Yoldaki İşaretler"i parasız dağıttılar. Bu îslam bilimcilerin Suud fonuyla kurduğu kurumlar arasında ISNA'yı (Kuzey Amerika İslam Cemaati, eski adı MSA Müslüman Öğrenciler Cemati), NAIT'ı (Kuzey Amerika İslam Birliği), IIIT'i (Washington'da İslam Düşüncesi Uluslararası Forumu), Chicago'daki East-West University'i (Doğu-Batı Üniversitesi), İngiltere'deki FOSIS'i (Müslüman Öğrenci Cemaatleri Birliği), İngiltere'deki IFSO'yu (UluslararasıOğrenci Teşkilatları Federasyonu), Kuala Lumpur (Malezya) ve İslamabad'daki (Pakistan) İslam Üniversiteleri ile dünya coğrafyasının dört bir yanına yayılmış sayısız diğer üniversite, medrese, araştırma ve neşriyat merkezlerini saymak mümkün...

Bunlar yeryüzünde pek çok cami imamıma maaş öder ve Suud ailesinden gelmiş aynı büyüklükte bir "davet ordusuna" da ücret ödüyorlar. Suud'da bunların bürokrasi kademelerinde„(Devlet nezdinde) tek muhatabı (kontrol ve idari merkezi) da yok. Başlıca merkezler Mekke-i Mükerreme'deki Rabıtatu'1-İslami ve Daru'I-Ifta ile başkent Riyad'daki Wamy (Dünya Genç Müslümanlar Forumu-World Assembly of Müslim Youth). Bunlara ilaveten hemen bütün Suud Üniversitelerinin kapısı ve bütçesi pek çok 'davetli' profesörün araştırma projelerine, çalıştıkları kurumlara, eser verdikleri yayım evlerine ve sair ilim kurumlarına (Dar-ül Ulum) açıktır.

Suud iş çevreleri de Kutub'un Amerikan İslam’ı dediği proje için fon sağlıyorlar. Onlarla ilişki kurarak Suud rejimini atlattığım sanan İslam gönüllüleri ise ancak kendi kendilerini aldatıyorlar: Zira o paranın büyük kısmını o tacirler devletten o iş için alıyorlar!.. Hatta o tacirler o parayı alıp aktarırken bu işten kâr da sağlıyorlar. Bu şekilde özellikle NECD bölgesinde rejime olan muhalefet de yumuşamaya maruz kalmış görünüyor.

Bu arada Hicazlılar (Mekke-Medine bölgesi) Necd"leri hiç hazmedemezler. Bunlar ihlâsça çok da üstündürler. Necdî olan hanedan onları memnun etmenin yolunu aynı şekilde bulur. Yine de aşiret paradigmasının ötesinde Necdîlerden hoşlanmayan Hicaziler onları gerçek manada mütedeyyin bulmuyorlar. Ama para buraya da akıyor ve sonuçta şu şıklardan uygun olan devreye giriyor;

(a) cömertlik, kalpleri ne de olsa yumuşatıyor,

(b) ne de olsa Hicazlıların takvası da erozyona uğruyor,

(c) onlar da bağımlılaşıyorlar, sadıklaşıyorlar, esaslı surette körlenmiş oluyor ve

(d) İslam gönüllülerine aktarılmasında köprü görevi görüyorlar.

Doğrusu Suud Rejimi'nin İslam'ın depolitizasyonu konusunda dâhiyane tedbirler aldığım teslim etmek lazım. Tarihin ne kadar tuhaf bir cilvesidir ki İhvan ve Cemaatü'l-İslami gibi iki son derece politize olmuş hareket Suud-Amerikan himayesinde İslami potansiyelin çöküşüne hizmet ediyorlar.

 

İslam ve Tarih



İslam'ın, Resulullah Muhammed'in dilinden dünyayı şereflendirmiş bir son mesaj, insan toplumlarının teşkilatlandırılması, insan yaşayışının organize edilmesi açısından da bir nihai tasavvur (model) olma iddiasına boş denemez! Bu, şu demektir: Müslümanların hali ve tariki ne olursa olsun, bu dinin kendisinde (müzesinde) kendini, müesseselerini, kültür ve medeniyetini ve pek tabii devletini, yeniden yaratma gücü, potansiyeli vardır. Ama bu Allah'ın mucizelerine dayandırılmış bir keyfiyet değildir. Onun uluhi tasarımı, insana biçtiği kader, tarihsel değişim paradigması çerçevesinde insan çabası ile gerçekleşecektir.

Bu tarzda ilk önce bir Halife (yahut imam diyebiliriz) yönetimi, liderliği altında İslam Devleti kurulacaktır. Ve esasen İhvan-Cemaat ikilisinin başlangıçtaki hedefi de buydu. Eğer başarısızlığa uğradılarsa bunun sebebi Suud parası ile raydan çıkmalarıdır.

Ayrıca bir zaman İslam'ın tekelini paylaşan bu teşkilatlar ulusçuluğun ve demokrasi tahtında Batı etkisinin yozlaştırıcı tesirini de iyi hesaplayamadılar. Yine de İmam Humeyni’nin de teslim ettiği gibi İslam mücadelesini yükselttikleri inkâr edilemez bir gerçektir.

Yani biz çağdaş evrensel İslami hareketin mahiyetini anlamak için bir yandan Cemaat-İhvan-Suud üstünlüğünün hüsranına bir yandan da İran İslam Devrimi'nin başarısına bakmak zorundayız. İran İslam Devrimi pek çok teşebbüs içinde alnının akı ile mücadelesini tamamlamış ve İslam bayrağını yükseltmiştir. Ancak İran İslam Devleti henüz Suud politikasının panzehiri olacak bir propaganda faaliyetini organize ve finanse edecek güç ve olgunluğa ulaşmış değildir. Bunun da sebebi İran İslam Devrimi'nin fikri bazdaki yetersizliği, Şii mezheplerden birinin birikimime olan bağımlılığıdır.

Tarihsel birikim bakımından İslam düşünce ekollerinin yahut akımlarının birleştirilmesi zamanı artık gelmiştir. O birliği yaratacak olan müştereğin ne olduğunu söylemiştik: Siret ve Sünnet, yani Peygamberin pratiği, ResuIullah'ın beşeri siyaseti. Bu tevhid için yeni bir İslami ilahiyat öğretisine gerek yoktur. Yapılacak olan deneyimler ışığında rasyonel harekettir, gaye-bağımlı, sonuç alıcı harekettir. Eskilerin yaptığı hataları yapmamıza gerek yoktur.

Onlar tescil üzerinde o kadar durdular ki yaptıkları iş anlaşılması güç bir teolojiye dönüştü (yalnız âlim bilir felsefesi). Yaşayan ve hareket eden bir bilim olması gereken Peygamberin sireti yeni fikirler, gelişimler, yapı ve uzanımlar, yeni deneylemeler yaratması gerekirken tarihten kopmuş gitmiştir. Oysa onun en asli, en ayrılmaz iki cephesi hareket ve tevfiktir. Hale bakın ki, o ilim, yüzyıllarca sayfalara hapsolmuş ölü satırlardan ibaret kalmıştır.

İşte tarihe şekil verecek bir hareket ve tevfîk kaynağı, atalete mahkûm edilerek (kullanılmayarak) öldürülmüştür. Hareket, başarı ve değişim hiç olmadı mı? Oldu, ama sulta güdümlü oldu; İslami olmadı. Ama bu vakıa çok yaygın bir vakıa; sadece tarihteki İslam cemaatleri için söz konusu değil, dünyanın her tarafın da böyle olmuştur.

Dış Tesir Olgusu

Müslümanlar, kâfirlerin İslam'a ne şekilde zarar verdiğini de kendi kendilerine açıklayabilmelidirler. Müslümanların İslam'dan, Siret ve Sünnet'ten uzaklaştığı gün kâfirler galebe çalmıştır demek, tarihin kolaycı bir tefsiridir. Bu durum hasta adamın sıhhatli olmadığı için hasta olduğunu söylemesine benzer. Bir hastalığın adı ve menşei, sebepleri bilinmekle tedavisi nasıl mümkün olursa; siyasi sistemlerin, kültür ve medeniyetlerin, geleneklerin ve dini organizasyonların, devlet ve imparatorlukların hastalıklarının tedavisi de belirtilerin ötesinde sebeplerin bilinmesiyle mümkün olur.

Çıkış yıllarında İslam son derece hâkim, son derece güçlü bir kültürdü. O kadar uzun süre güçlü kaldı ki içten içe hastalandığı son derece geç fark edildi. Hastalığı ilk teşhis edenlere kimse kulak asmadı. İşte İslam'ın duraklaması, gerilemesi, çöküşü ve dağılması ile ilgili temel varsayımlarımızı gözden geçirmeden "hareket ve tevfik" sürecini ikame edemeyiz, yerine, rayına, mecrasına oturtamayız.

Bu konudaki eksikliklerimizi tamamlayacak olan mürşid "evrensel İslam formu"dur. Yani açık İslam üniversitesi ki, upuzun bir tarihsel sürecin ürünüdür. O süreçte ise kısmi görüş ve anlayışlara dayalı, kısmi hareket ve başarılar vardır...

Geçmişin eksik yahut yanlış teori ve pratikleri ile malul bulunmamak, başarısızlıkları hatırlamak ve gelecekteki başarısızlıklardan korkmak, evrensel İslam hareketini planlayanların anlayış ve metodolojisine hâkim olan mütalaalardır. Ayrıca sadece mazi eleştirisi bize yetmeyecek, evrensel İslami hareketinin meselelere bakış açısını, dünya görüşünü ve metodunu belirleyemeyecektir. Bu ancak yöneliş ve metodda kısmi iyileştirmeler getirebilecek bir stratejidir; topyekûn, pozitif ve sürekli değişim yaratamaz.

Kısacası tarih(sel analiz) yararlı olmakla birlikte geleceğe tam bir kılavuz olamaz. Kur'ani tarih felsefesi yaratılışa kadar gitmekle birlikte, İslam, tarihin esiri de değildir.

Onun için Hatemü'l-Enbiya'nın Siret ve Sünnetine tarihin bir ürünü perspektifiyle bakamayız; o takdir-i ilahi ile belli bir zamanda sadır olmuş bir hareket ve sonuç (gaye ve hareket) modelidir ama esasen zamanlar üstüdür. İşte o özellik Peygamber'i de zaman ve mekânla bağımlı olmaktan kurtarır, her ikisinin de üstüne çıkarır...

Tarih, Siret ve Sünneti hiçbir surette tekid, yahut tekzib edemez. Ancak tarihin tekid yahut tekzib edebileceği bir şey vardır: İslami hareketin karakteri, liderlik anlayış ve uygulaması, dünyaya bakış açısı. Tarih hiç şüphesiz ehliyetsizliği, liderlik kadrolarının basiretsizliğini, dünya görüşündeki tutarsızlıklar ile metod ve uygulamalardaki gevşekliği hoşgörü ile karşılamaz, affetmez...

Sömürge evresinin İslamcı partileri bütün bu zafiyetlerle maluldü ve hüsranları da o ölçüde oldu. Onların Peygamber pratiğine bigâne olduklarını, onu bilmediklerini yahut inkâr ettiklerini söylemiyoruz. Parti programları Ayet ve Hadis doludur. Uygulamadan bahsediyoruz. Tarih, o ilkelerle şekillenmelidir, şekillendirilmelidir. Pek tabii, bu bir yandan da şunu söylemektir: Tarihin, belli bir zamansal ve mekânsal (çevresel) şartın ihmale gelir bir yanı yoktur, sırt çevrilemez. Evrensel İslam hareketi, Asr-ı Saadet'ten bugüne her evreyi izah etmeli ve eleştirmelidir.

 


Yüklə 480,68 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin