İSLAM DEVRİMİNİN AŞAMALARI
İÇİNDEKİLER
Önsöz
BİRİNCİ BÖLÜM
GİRİŞ
İnsan ve İslam
İKİNCİ BÖLÜM
ENTELEKTÜEL DEVRİMİN ROLÜ
Mezhepçiliğe Karşı Akademik Tavır
Mazi Ne Zaman Büyük Olur?
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
EVRENSELLEŞME SÜRECİ
İslam ve Tarih
Dış Tesir Olgusu
İslami Hareket Nereye Gidiyor?
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
İSLAM SİYASET SAHNESİNDE
Siyasi Düşünce / Siyaset Felsefesi
Ulus-Devletle Gelen Kısıtlamalar
Siyasi Tercih-İslami Tercih
Tavır Zaafı
Batı'yı Saran Telaş
BEŞİNCİ BÖLÜM
EVRENSEL İSLAMİ HAREKETE DOĞRU
İslami Mücadelenin Neresindeyiz?
Teorik Formülasyon Farkı
Din ve Siyaset
ALTINCI BÖLÜM
DEVRİM, KISMİ DEVRİM
Devrimci Stratejiye Giriş
Siyasi Sorun Paradigması
Sosyoloji ve Medeniyet
Devrimin Sorunları, Crescent International,
Müslim Institute
Teori ve Pratik / İletişim Sorunsalı
İnce Hususlar / Ümmetin Birliği
İslam'ın Manifestosu
YEDİNCİ BÖLÜM
HAREKET, GÜÇ VE BAŞARI
SEKİZİNCİ BÖLÜM
İSLAM DEVRİMİ VE İSLAM DEVLETİ
DOKUZUNCU BÖLÜM
İMAM VE LİDER:
HİLAFET VE İMAMET
İSLAM DEVRİMİNİN
AŞAMALARI
Kelim Sıddıki
Orijinal adı: Stages of Islamic Revolution
Türkçesi
Selami ALAGÖZ
eKitap: www.IslamKutuphanesi.com
Ekin Yayınları / 4
İslami Hareketler Serisi; 1
KELİM SIDDIKİ:
2 Temmuz 1933'de Hindistan'ın Sultanpur kentinde doğdu. Yükseköğrenimini Pakistan'da tamamladı. 1954'de Londra'da Siyaset Bilimi dalında doktora yaptı ve İngiltere’de gazeteciliğe başladı. 1974'de Londra'da Müslim Institute'yü oluşturdu ve uluslararası haber dergisi olarak Crescent International'ı yeniden kurdu. İslami hareketin sorunlarıyla ilgili birçok sempozyumun düzenlenmesinde öncülük yapan Sıddıki, 1992 yılında, İngiltere’deki Müslümanların sorunlarıyla ilgilenmek için Müslim Parliament'i kurdu. Telif ve edisyon birçok çalışmaya imza atan Kelim Sıddıki, 18 Mayıs 1996 tarihinde Güney Afrika'da katıldığı bir konferansta, kalp yetmezliği nedeniyle vefat etti.
Orijinal adı: Stages of Islamic Revolution
Kapak: Ekin
Baskı: Bayrak
Baskı Tarihi: Haziran 1996
ekin
Fevzipaşa Cad. 115/2
34250 Fatih-İSTANBUL
Tel: 635 40 38
Fax: 521 60 42
ÖNSÖZ
"Doğrusu siz, çeşitli merhalelerden geçeceksiniz." (İnşikak/19)
Hayat önsözler için çok kısa. Doğrusu bu kitabı yazmaya başladığımda bitirmek için ömrümün yeteceğinden ümidi kesmiştim. Bu yüzden bir an önce sonuca ulaşma baskısı altında kısa tutmak ihtiyacını hissettim.
Bunun sebebi Ekim 1994'te yazmaya giriştiğimde korkunç ve katlanılması güç bir anjin sıhhatimi feci surette tehdit etmekteydi. İlk kalp krizini geçirmemden bu yana yirmi yıldan fazla bir zaman olmuştu ve ilk by-passı da yaklaşık sekiz yıl önce yaptırmıştım. 92'de geçirdiğim bir anjiyogra tek damar dışında kalbime giden bütün damarlarımın tıkalı olduğunu göstermişti. 88'de geçirdiğim üçüncü kalp krizi ise kalbimi tamamen tahrip etmişti. İkinci bir by-pass olsam, hayatta kalma şansım olacağı kolay kolay söylenemezdi. Kalemi, kâğıdı elime aldım, gücümün yettiğince hızlı yazmaya çalıştım. Eser işte, sevgili okuyucu zaman zaman bazı bölümlerinin kısa tutulmuş olduğunu söylersen bil ki altında bulunduğum baskı yüzündendir, bağışla. 95 Ocak'ında durum o kadar ağırlaştı ki bir hafta hastanede kaldım. Nisan'da kitabın ilk bölümünü yazmayı bitirmiştim. Her zaman ki okuyucularım olan Dr. Yakup ZEKİ ve kızım ŞEYMA'ya gönderdim. Mayıs'ta "mutlaka ameliyat!" dendi. 5 Haziran günü arabaya atladığım gibi Harefield Hastanesi'nde park ettim. Yanımda karım Süreyya vardı. Hasta Kabul'de bayılmışım. Derin enfarktüs halinde acilen ameliyata alınmışım. Kalbim neredeyse tamamen beni terk edecekmiş. İki günde altı kez durma tehlikesi geçirdi. Yani kalbim gitti, geldi. Üç hafta sonra bir daha. Beş hafta ITU (sirkülasyon cihazı)'da kaldım, sonra hastahanede üç hafta daha tecrit olmuş bir şekilde yattım. 2 Ağustos'ta evdeydim. Neyse ki, çalışmamı müteakip dört hafta boyunca iki kere elden geçirdim. Fakat çalışmanın bazı bölümlerini genişletme ve yeni yazma arzusunu ister istemez bir kenara bırakmak durumundaydım.
Son olarak ne diyelim: Sonsuz minnettarlığımızı tabii; gerek ben, gerekse karım, çocuklarım ve akrabalarım Harefield Hastahanesi'nin operatör ve doktorlarına ve hemşirelerine minnettarız. Evvel Allah, sonra onlar beni hayata döndürdüler. Ailem hastanede yanımdaydı. Dünyanın birçok yerinden dostlarım ve mü'min kardeşlerim de ne dualarını ne de telefon ve mektuplarını esirgediler. Allah hepsinden razı olsun.
Kendilerini hayal kırıklığına uğratmayacağını ümit ettiğim bu kitapçık benim son aht-i lahitim olacaktı. Şimdi tasavvurumda başka düşünceler neş'et ediyor.
Doktorlarıma göre by-passın ömrü on yıl. Ama onlar bunu söylerken içinde bulunduğum devrimci İslam'ın ruhunu ve onunla birlikte düşünüp seyahat ettiğimi, konuşup yazdığımı, onunla yaşayıp teneffüs ettiğimi, dostlarımı ve sevenlerimi ve tabii -herhalde bir kaç tane var-düşmanlarımı hesaba katmıyorlar!..
Belki de önemli olan kalan yılların sayısı değil, önemli olan kalan yılların kendisine has heyecanı. Kim bilir daha kaç İslam devrimi göreceğim, yani inşallah ve onunla birlikte dünya haritasında kaç yeni İslam devletinin baş gösterişini!.
Kelim SIDDIKÎ
İslam Araştırma ve Planlama Enstitüsü,
Londra
Birinci Bölüm
GİRİŞ
İslam tarihi ve Müslümanlar yeni ve hızlı bir değişim çağına girmiş bulunuyor. Bu gün dünyanın dört bir yanında Müslümanlar İslam Devleti'ni kurma gayreti içindeler. İşte bu kısa çalışmada bizim yapacağımız, işlerlik halindeki bu dinamik fikir ve süreçleri teşhis etmek, bir araya getirmek olacaktır.
Öncelikle anlaşılmalıdır ki Müslümanlar kendi tarihleri ve kaderleri üzerinde tam bir kontrol sağlayana kadar yeni İslami dönüşümden, İslam devriminden önce ideolojik bir devrime, bir fikir devrimine, entelektüel devrime ihtiyaç vardır. Yine bizim tezimize göre bu tür bir devrim süreci de başlamıştır. Bunun ilk aşamasında İslam siyasi düşüncesinde yeni bir şekil ile cihanşümul bir İslami konsensüs yer almaktadır. Ayrıca, özellikle İran İslam Devrimi'nin arkasından dünya tarihi de değişmeye başlamıştır.
İran'dan başka İslam devrimleri de kuluçka safhasındadır, yoldadır. İslam devrimi deyince anlaşılması gereken ise tarihin belli bir noktasında bir toplumdaki bütün değişim isteklerinin bir noktada buluşması, yoğunlaşmasıdır. İslam Devrimi'nin teşekkül ettiği güç, muttaki bir liderlik altında, sömürgecilik sonrasının sömürgeci taklidi ulus devletini çözer, ortadan kaldırır ve yerine Asr-ı Saadet devletim tesis eder.
Yeryüzünün her köşe bucağındaki çoğu Müslüman, hâlihazırda bu hareketin bir parçasını oluşturmaktadır. Ancak her Müslüman ülkede İslam devrimine olan ihtiyaç müthiş bir benzerlik arz eden kelimelerle ifade olunadursun, İslam devriminin İslam Devleti'ne götüren özellikleri pek anlaşılmış bir keyfiyet değildir.
Müslümanlar İslam toplumlarında ciddi değişimleri başlatma, yönlendirme, kontrol etme ve dünya siyasetinde önemli bir rol oynama durumunda bulunduklarında, İslam tarihi de açıkça bir basamak sıçramış olacaktır. Şu önemlidir ki, İslam toplumlarında olduğu kadar yerkürenin genelinde de değişimin yönünü belirlemeleri, genel değişim dinamiklerinim tam bir biçimde öncelikle kavramaları neticesinde gerçekleşecektir. Batılı sosyal bilimciler ekonomik, sosyal ve siyasi alanda dâhiyane birçok teoriler üretmişlerdir. Batı yaygın akademik çalışma-araştırma kurumları geliştirerek dünyanın her tarafında vuku bulan değişimleri kayda geçirmekte ve analiz etmektedir. Bu çalışmalar, hükümetler, uluslararası örgütler, siyasi partiler, endüstriyel ve ticari kuruluşlar ile bunların yöneticilerine geçmişe ve bugüne ait ve hatta alternatif çeşitli siyasi öneriler sunmaktadır.
Bu Batının üzerinde inşa olduğu en güçlü direklerden biridir. İşin gerçeği bugün hepimiz yeni bir tarihsel kurumla karşı karşıyayız ve ancak güçlü ve başarılı devletler, örgütler, kültür, hareket ve hatta medeniyetler değişimin dinamiklerini elde tutabilir, etkileyebilir, ya da değişime yön verip liderlik edebilirler.
Günlük değişimler genellikle küçüktür. On, yirmi ya da otuz yıllık periyotlarda vuku bulan tarihsel değişimler ise çok daha belirgindirler. Ani ve olağanüstü gelişen olaylar çok nadirdir. Bunlar vaki olsa bile aslında genellikle uzun tarihsel dönemler boyunca pek fark edilmeyen ya da çok az fark edilen baskıların birikimi neticesidir. Değişimin olmayışı ya da uzun süre değişime karşı direniş acil ya da devrimci bir değişime neden olabilir. Değişimlerin illa ki kurumsal ya da fiziki olması gerekmeyebilir. Bilgi birikimi de bir devrimdir, algı gelişimi de devrimdir, gerçeğin daha gerçekçi bir biçimde anlaşılması, değerlendirilmesi de devrimdir.
Dış (zahir) şartlarda (hayatın organizasyonunda, norinlarda) hissedilir, göze batar değişiklikler olmadan teorik, analitik yani açıklayıcı gelişmeler, matematiksel (ölçümcü), teknolojik (gözlemci, kolaylaştırıcı) yahut felsefi (kelamsal) gelişmeler de gerçeğin yahut gerçekliklerin daha esaslı bir biçimde algılanmasına yol açarak değişimi yahut devrimi yaratabilir.
Çok önemli bir konu da propagandadır. Çoğu propagandanın hedefi farklı fikirlere, inanış yahut bilgilere zihinsel set çekmektir. Mesela şu gün Batı'da İslam'a, İslam fundamentalizmine karşı bu tür bir durum vakidir. Sebep nedir? Çünkü Batı bilmektedir ki, küresel İslam hareketi fikri mesnedden (intellectual foundation) yoksun değildir, telaş ondandır. İşte Batı'nın yok etmek istediği odur, onu karalıyor. Bilal'in sesini duymak bile istemiyor.
Peki, İslam buna nasıl bir tepki göstermiştir? Müslümanlar da demişlerdir ki Batı siyasasının, aksiyon ve propagandasının net anlamı İslam'a harp açmaktır. Hiç şüphe yok ki algısal değişme, en az fiziksel değişme kadar tarihi ve insan davranışını etkilemektedir. New-ton'dan önce de elma dibine düşüyordu. Bu tür misallendirme ve mantıksal değişimin çok farklı anlamlarına, çok renkliliğine ve derinliğine bu kısa tezde sık sık değineceğiz. Fazla uzağa gitmeden denilebilir ki her neslin karşısında yeni bir tarihsel durum, yani o neslin değişik, özgün, tarihsel konumu vardır.
Şu da unutulmamalıdır ki gerek inanç sistemleri gerekse ahlaki değerler (bu arada şeriat yahut yasa) bilgi, felsefe ve davranış sistemleri, insanın öğrenme kapasitesini kuşatmak, organize etmek, yönetmek, kanalize etmek, gerekirse değiştirmek zorundadır.
İnsan ve İslam
İnsan beyni öyle mucizevî bir makinedir ki her an yepyeni fikirlerin inkişafı ile karşılaşırız. İslam ise hem inanış, hem de ilimdir, bir bilgi sistemidir (epistemology), insan idrakinin ulaştığı her sahada sürekli genişlemeye imkân tanıyan bir bilgi kaynağıdır. İslam değişi mi bir yandan emrederken bir yandan da ona yön verir ve insan deneyiminin her safhasında, her sahasında neş'et eden yeni bilgileri ve tarihin değişen veçhelerini de asimile eder.
İşte bu ön plan iledir ki Müslümanlar, tarihi şekillendirmelidirler yahut kontrolleri altına almalıdırlar. Bir de Allah için yeryüzü kaynaklarına da el koymayı, sahip çıkmayı bilmelidirler.
Tarihsel planda İslami değişimin ve onun metodolojisinin en mükemmel örneği, en temel modeli Asr-ı Saadettir; Rasulullah Muhammed (s)'in sünneti. Unutulmamalıdır ki Peygamber (s) bir avuç insanla yola çıkmış, onlarla önce küçük gruplar şeklinde muhatap olmuş, sonra da İslam devletini kurma sürecinde onları "dava insanları" yapmıştır.
Hiç şüphe yok ki burada söz konusu olan, karmaşık etkin ve doğurgan bir siyasi süreçtir. İşte o, Rasulullah'ın hikmeti yahut metodudur. Ve işte o hikmette vücud bulan manevi, fikri ve fiziki nitelikler (yani Peygamber'in bizatihi orada oluşu) Siret'in ve Sünnet'in ayrılmaz bir parçasıdır. Günümüze kadar Siret ve Sünnet âlimleri bütün dikkatlerini Peygamber'in söz, eylem ve emirlerine tahsis etmişlerdir. Şüphesiz onlar Peygamber'e, layık olduğu eşsiz tarihsel mevkii veriyorlar. Ve denilebilir ki yeryüzünde, dünya tarihinde hiç kimsenin davranışı bu kadar yakın bir ilgi ve ka3atlandırma konusu olmamıştır. Ve o kayıt zincirinde eksik de kopuk da yoktur.
Ancak şu var: Bu tür bilgi yığınları eleştiriyi, yani eleştirel yaklaşımı beraberinde getirememiş, ravi zincirlerinden ibaret kalmıştır. İşte artık Müslümanların Peygamber'i tahlilci bir biçimde, "özde" kavramalarının zamanı gelmiştir; İslami tarihsel dönemeç budur. Ancak bu şekilde İslam'ın gerçek mahiyeti ve sonsuz zenginliği aşikâr olacaktır.
Yani anlaşılan yine Siret'e dayalı ama yepyeni bir literatürün doğması gerekiyor. Elde bulunan materyale tahlilci şemaların tatbikinden gelecek bir zarar akla gelmemelidir: "Tasvir" yerine düşünsel temel, mantık, metod, sistem.
Göz ardı edilemeyecek vakıayı anlayalım: Hz. Muhammed şöyle-böyle biri değil, devasa bir tarihsel şahsiyettir. Oryantalistler de gördüler ki, onun ne hayat hikâyesini ne de ilmini (hikmet) saptırmak imkansızdır. Ayrıca Kur'an da ona siperdir ve hüccettir.
Muazzam hacmine rağmen oryantalist araştırmalar, Batı'nın Resulullah'ı (İslam ve Siret)'i karalamasına yetmedi. Şüphe yok ki bunda bizzat Allah (c.c)'ın korumasını aramak gerektir. İşte artık tahlilci İslam’ı araştırmanın yolu iyice açılmıştır; müstakil araştırıcılara çok ama pek çok iş düşecektir. Burada önerilen şey "kavramlaştırma" ve "soyutlaştırma" süreçleri gibi zihinsel yaklaşımlardır. Herhalde Siret ve Sünnetin günümüzün sosyal, iktisadi ve politik sorunlarına hüccet olarak kullanılabilir hale getirilmesi ki muhakkak o özelliğe haizdir yani bir bilimsel tavrın, yepyeni bir İslam âlimi tipinin peydahlanması, zuhur etmesi anlamındadır.
Pek tabii, İslam'ın alternatif siyasetler, alternatif organizasyonlar ve ona uygun alternatif davranış sistemleri geliştirmesi gerekir. Yani Siret ve Sünnet'e bağlı kalarak yeni problemlere yeni çözümler getirilecektir.
Yeni hakim paradigma budur. Kısa dönemde bizi dünya sorunları ile yakınlaştıracak olan bu yaklaşımın uzun dönemde daha esaslı sonuçlan olacaktır. Tabii cihanşümul İslam bilgi ağı da göz ardı edilmemelidir. Tarih boyu değişimden hayli korku duyulduğunu ve bu korkuyu duyanın sadece hegemonya sahibi kişi ya da hanedanlarolmadığını da unutmayalım. Bakın, mesela, Sünni geleneği ipotek altına alan içtihat yasağı bunun bir göstergesidir. Aynı korkunun sonucu pek tabii Şii gelenekte de vardı. Zamanla şartların da zorlamasıyla ayyuka çıkan çelişkiler savunulmazlık kesbetti ve içtihat kapıları, bazı müstesna müçtehitlerin özel gayreti ve feraseti ile aralandı.
Usulilerin zemin hazırladığı bu mütevazı başlangıç çağdaş İran Devrimi'ni (1979) mümkün kılmıştır. Değişimi evvelce hep Allah'tan bilen Müslümanlar, kendi ellerinde olan (mesela ihya gibi) bir değişimden yani o kavramdan çok uzaktılar. Bugün kabul olunamaz bir değişim de Suud hükümetinin Mescid-i Haram ve civarına verdiği din dışı görünümdür. Asli veçhe ifsada uğratılmıştır. Suud kraliyetinin Vahhabi savunmalarına itibar etmemiz mümkün değildir. Tarih boyu ve bugün Müslümanların sorgusuz-sualsiz teslimiyet gösterdiği pek çok değişim, aslında Allah'a karşı, sulta tarafından yapılmış küfür kavlinden değişikliklerdir.
İslam tarihi boyunca İslam âleminde vaki olan değişikliklerin hiçbirinde Siret ve Sünnet damgasını göremiyoruz. Dahası hayır-şer, iyi-kötü, yanlış-doğru gibi ayırımlar bile mütalaalara, zoraki değişim formlarına hâkim olamamıştır. Bunlar cebren ve keyfi, günün-vaktin ihtiyaçlarına, özellikle de sultanın ömrünün uzaması bağlamında hitap eden tepeden-aşağı değişimlerdir. Mesela Osmanlıları, Moğolları ve Safeviler'i ele alalım ki çağdaştırlar, değişimin orada İslam siyasetinin bir paradigması olarak İslami fikriyatın neticesi olmadığını görürüz. İşte Dar-ül İslam (İslam çağı) böyle kapanmıştır.
Siret ve Sünnet mufassal bir kasmaktır, bunu bilelim. Haller, şartlar, şahıslar, yerler, tarihler, savaşlar, kampanyalar vs. vs. vs... Bu ilk anda göze çarpan bir zenginlik, bir "yükseklik" demektir. Ama nakil ancak kısıtlı bir kavrayış sağlıyor, hele hele geleceğimiz, siyasamız ona dayanıyorsa! Mesela Medine'den 68 sefer başlatılmıştır ve bunların pek azı savunma amaçlıdır. Rasulullah bunların yansına bile katılmamıştır. O sadece sahabenin cehdini organize ediyor; mesela 20 mü'mine "Gidin şu civarda şu asileri Allah'a boyun eğdirin" diyordu!
İşte bu 68 sefer ile ilgili bilgilerden bile çıkarılabilecek pek çok ders vardır. Ve özellikle de bu kampanyaların, Peygamber'in tüm misyonu içinde işgal ettiği yeri bilme ihtiyacımız var. Maalesef bugün Prof. Dr. Muhammed Hamidullah'ın öncü çalışması dışında bu çabaların Peygamber zihniyeti, önderliği, devlet adamlığı. Peygamber metodu (tarz-ı tebliğ) içindeki yerini saptayan pek az çalışma var. Yani henüz "Siret ve Sünnet" üzere olduğumuz, özellikle de onu kaynaklaştırabildiğimiz söylenemez.
Mesela Dar-ül İslam nedir? Dar-ül Harb'i belirleyen faktörler nelerdir? Pek bilemiyoruz. Bu^ün müslüman1ar daveti, Hıristiyan bir manada algılamaktalar. Savaşın bir metod olabileceğini bir an bile düşünmek onların tüylerini herhalde diken diken ediyor. Harpler, Bedir, Uhud, Hendek alelade anlatılıp geçiliyor: Stratejik önemi, psikolojisi ve sonuçlan üzerinde durulmuyor ki, sonuçlar deyince de sadece mü'minler üzerindeki değil küfür âlemi üzerindeki tesir de anlaşılmak zorundadır.
Acaba bu muharebeler İslam toplumunu nasıl sağlamlaştırmış, aşirete dayalı Arap cahili toplum yapısını nasıl sarsmıştır? Mesela, Siret literatürü bu sorulara cevap vermiyor. Bir de "güç" sorunu var. Peygamber'in hiç şüphesiz güce ihtiyacı olmuştur ve Mekke'de bunu bulamamıştır. Şimdi acaba O'nun "güç anlayışı" neydi? Gücü nasıl buldu ve nasıl kullandı? Nasıl devretti? Gücünün kaçta kaçı askeriydi? Gücünü savaşlar mı yarattı? Gücünü başkalarıyla paylaştı mı? İşte bu gibi sorular hala cevap bekliyor. Fakat Siret ve Sünnet'e zihinsel, yani "kavramsal yapılarla" yaklaşıldığında aynı kaynak şekil olmaya, daha önce olmayan anlamlar kazanmaya, çok farklı sorulara cevap vermeye başlayacaktır. Malumat yığını değil, tahlil kategorileri!
Yani bilgi kodlanmalı, varsayımlar teste tabi tutulmalı, köprüler kurulmalı, bilgi birikiminin işaret ettiği bilgi yaratan teoriler varsa, bunlar formüle edilmelidir. Onca zamanı kısa sürede kat etmenin yolu budur; yani araştırma ve iletişim metodolojisinden bahsediyoruz. Akademik olmaktan bahsediyoruz! Kavramsal şema lafı çok yenidir. Sosyal bilimin bu olmazsa olmazları, vakıaları teşhis etmemizi sağlar; pek tabii onların tahlile dayalı biçimde nakli de bir değerler sistemi gerektirecektir.
Fakat Peygamberi Siret ve Sünneti tahrip eden unsur, tarih önünde Müslümanların başarısızlığı olmuştur. Dünya bugün İslam'ın tarihsel kayıtlarına bir çeşit Ortaçağ "oyun teorisi" nazarıyla bakmakta ve bugünün kompleks modern dünyası için geçersiz görmektedir. Onlar istedikleri kadar alakadar olsunlar. İslam, aslında az olanın her zaman çok olana galip geleceği tarzında yeni bir temel üzerinde atılım yapma aşamasına gelmiştir. Fakat onlara göre İslam günün sorunlarına cevap üretmekten uzaktır.
Bu çalışma, dünyanın hemen her tarafındaki İslami hareketlerin kökleri, başarıları, yanılgıları hakkındaki algılamalarımıza bir çerçeve sunma girişimidir. Bu Müslümanların tarihsel bir şablon üzerinde nerede durduklarını tanımlamayı amaçlamaktadır. Müslümanlar küresel siyaset arenasındaki yerlerini bilmeli, görebilmelidirler. Herhalde hizmetin başlangıcı da bu: Nereden geldim, nereye gidebilirim? Ne kadar uzaktayım?
İkinci Bölüm
ENTELEKTÜEL DEVRİMİN ROLÜ
Entelektüel devrim tarihin anlaşılması, tarih anlayışımızın elden, gözden geçirilmesi, bir tarih kesitinde bir ulusu yahut bütün dünya uluslarını tesiri altına alan güçlerin tam bir tahlilidir. Şimdi, Siret ve Sünnet demiştik; Nebevi birikim, Nebevi gelenek ve strateji demiştik; aktif tebliğ demiş ve zihinsel şemalardan (kavramsal çerçevelerden) bahsetmiştik. Bir manada, yani İslam tezine göre, İslam Sırat-ı Müstakim'dir (şaşmaz bir yol). Ve bilkabul, o bağlamda yani, mazideki bütün başarılar doğrudan doğruya İslam'ın, bütün hüsranlarımız da İslam'la aramızdaki mesafenin bir ürünüdür.
Müslümanların kendilerini içinde buldukları bugünkü tarihsel durum, bir çok önemli hususlarda Müslümanların İslam'dan uzaklaştıklarını açığa çıkarmaktadır. İşte entelektüel devrim bizi bir anda geçmiş hatalarımızı düzeltme (ıslah) ile karşı karşıya getirir; bu toptan, tüm İslam âleminin aynı anda deruhte edeceği bir projedir. Maziyi toptan düzeltmenin yahut düzeltmiş olmanın istisnai bir göstergesi müminlerin kendi coğrafyalarında muttaki bir liderlik çerçevesinde İslam Devleti'ni kurmaları, İslam bayrağını yükseltmeleridir.
Bu entelektüel devrim, çıkarları statükonun sürdürülmesine dayanan güçlere karşı uzun bir çalışma sürecinin başlamasına sebebiyet verir. Bu çatışma beraberinde kısmi başarılar, yenilgiler, fikirlerle değişiklikler ve yeniden gözden geçirmeler getirecek, liderlik tarz ve kadrolarında değişiklikler vuku bulacak ve nihayet her türlü muhalefet çökerek İslam Devleti'nin yolu açılacaktır.
Bir mümin mutlaka İslam Devleti'ni ister, orada yaşamak ve ölmek ister (Dar-ül İslam). "Hilafet" kısa adıyla anabileceğimiz bu devlet, ümmet organizasyonunun nihai biçimini temsil eder. Peygamber (s) zamanında böyle idi. İşte bu yüzdendir ki Peygamberin Siret ve Sünneti insanoğlunun tarihi deneyiminin/tecrübesinin ayrılmaz bir bütününü teşkil eder. Rasulullah tarihin işleyişini etkilemiş, değiştirmiştir. Çağdaş tarihsel süreçten ya da en azından son beş yüzyıldan bahsedecek olursak, Müslümanların Peygamberi takipte ulaşabilecekleri menzillerin çok gerisinde kaldıklarım görürüz. Yani belli ki, kabul de ediyoruz ki Müslümanlar tekrar yola çıkmak zorundadırlar...
İşte o yol "Siret ve Sünnet" yolu, bizatihi Peygamber yoludur. Müslümanların Siret ve Sünnetin daha iyi anlaşılması için yapacakları yeni çalışma metodlarının uygulanmasından çekinmelerini gerektiren hiç bir korku yoktur. Özellikle bu, İslami harekete bağlı samimi Müslüman aydınlar tarafından takip ediliyorsa..
İslami hareket bünyesinde, İslam devletini kurmak için mücadele veren bu aydınlar kaçınılmaz olarak yeni fikirler, teoriler, alternatif siyasi tercihler vs. üreteceklerdir.
Mezhepçiliğe Karşı Akademik Tavır
Hiç şüphesiz farklı görüşler de ortaya çıkabilir. İslam'daki çeşitli fikir ekollerinin ortaya çıkması bu epistomolojik (bilgi birikimci) gerekliliğe dayanmaktadır. Aslında epistemolojik bir kaçınılmazlık olan bu durumu vahim kılan, ekollerin kendi görüşlerim tartışmasız hizipçi bir mantıkla benimsemeleri olmuştur. Yani görüşü değiştirmek yerine tazibi yahut münazaracıyı yahut müptediyi dışlamışlardır. Kendi yaklaşımları dışındaki bütün yaklaşımlara bidat damgasını vurmak mezheplerin değişmeyen tavrı olmuştur. Bu ise-tarihsel deneyimin inkârı anlamına gelen sonuçlar doğurmuştur. Adeta bu, bilginin (ilmin) tarihin belli bir devresinde dondurulması demektir. Ondan sonra da yetersiz formülasyonların binbir dereden su getirerek savunulmasına çalışılmaktadır. Bir de bakıyorsunuz, bu katılıklar katı çıkar çevrelerine, klikleşmelere dönüşmüş.
Bir inat uğruna, olmaz mantık oyunları ile yeterliyiz demek için, yeterli kılacak binbir yan-cümle ile bazı klişelere hayatiyet verilmeye çalışılmış. Bir sürü marjinal tarz ve tavır genellikle de içtihat başlığı altında hemen çözümlenebilecek sorunlar İslam'ın kendisi olmuş.
Modern çağda ne olmuştur? Daha etkin tekniklerle donatılmış daha eğitimli âlimler değişmez tavırların savunulmasında "er" olarak istihdam edilmişlerdir. Yeni âlim yerinde sayan ilmin mahkûmu olmuştur. Aslında eskiye rağbet olmadığını söylemiyoruz. Ve esasen insan davranışının pek çoğunda "tekrar" vardır. Mesela adetler, alışkanlıklar. Bunlar kişiye yahut kişilere kolaylık, etkinlik, haz yahut emniyet getirmekle kendilerini müeyyed, müesser kılarlar. Kültür dediğimiz zaman, gelenek, inanış, din dediğimiz zaman, "en genel yani en çok tekrarlanan unsurlar" anlaşılır.
Her sabah, öğle, akşam ve gece biyolojik sistemler hayatı destekleyen, tanzim eden, uzatan, yeniden yaratan işlevler ifa ederler. Hatta ve hatta "normal" lafzının en kolay anlaşılan manası "en sık tekrarlanan kalıp"tır. Ekolojik (Biyo çevresel) sistemler, mevsimlik tekrarlar gösterirler. Her birinde yani hayvanat ve nebatat hayatiyet kazanır.
Yeni dediğimiz olgu da zaten çoğu kez tekrarcı davranışın (tekrar tepkisinin) yarattığı ve depoladığı enerjinin ürünüdür. Bu süreç yerküre jeolojisini içeren ve gerek kaya formasyonlarını, katmanlarını, gerekse mineral akümülasyonlarını (birikim) izah eden bir süreçtir. Allah insanı yaratırken ve uyarırken de birikimci bir yol izlemiştir. Peygamberler milyonlarca yıllık bir süreç içinde birbirlerini izleyerek dünyaya gelmişlerdir ve nihayet hatemü-l enbiya Resulullah Muhammed(s) gelmiş ve insanlardan artık Kıyamet Gününe kadar O'nun getirdiği vahiyle aydınlanması ve uyarılması istenmiştir...
Hiç şüphe yok ki insan, son Kur'an, Peygamber'in Siret ve Sünneti ışığında kendi kendine doğru yolu bulabilecektir. İnsan zekâ ve dehasının izleri, ürünleri her yerdedir. Bazen uzun süre aynı işi yapmış eğitimsiz bir işçi bile pratik kullanım değeri son derece yüksek bir sınai ürün yaratabilir. Oysa tasarımcı da mühendis de değildir. Ama her ikisini de şaşırtır. Bu bir çeşit velayettir, o bir tür vukuftur, işleyen demirin ışıldamasıdır. Oysa ömür boyunca okuyan, yazan (ve özellikle tekrarcı bir şekilde öğreten) onca insan vardır ki hiç bir yeni fikir yaratmadan aktif hayatları sona erer. Bunlardan daha önce yazılmışları temcit pilavı yaparak yazılı eser verenler de vardır.
Pek çok disiplinde (ilim alanı, araştırma sahası) yenilik, geçen zamana göre sahilde kum tanesi, denizde tek dalgadır. İlmin ufuklarını genişleten dehalar, dünyaya kimi zaman yüzyılda, kimi zaman daha nadir gelirler.[1]Bunlar kendi varsayımlarım (hipotez), kendi değişmezlerini (teorem) ve kendi açıklayıcı şemalarını (teori) yarattılar.
Günümüz bilim hayatındaki bu canlılıkla, gelmiş, geçmiş ve gelebilecek en büyük insan, Hz. Muhammed'in Sireti ve Sünneti konusundaki çalışmaları kıyaslayın, peygamberin yanında ne kadar durağan olduklarını göreceksiniz. Tabii bu İslam tarihinde hayatını Siret'e ve Sünnet'e adamış âlimlerin olmadığı anlamına gelmez. Onlar da hacimli eserler verdiler ama bunların kısm-ı azamisi tekrardır. İlk derleyicilerden, Sünnet'i yazıya geçiren ilk fukaha neslinden sonra pek yaratıcı kalem gelmediğini görürüz.
İlk fukaha neslinden kastımız Mezhep İmamları diye anılan nesildir: İmam Malik, İmam Ebu Hanife, İmam Şafii, İmam Hanbel ve İmam Cafer. İşte maalesef bu yaratıcı neslin verdiği ana eserler sonraki İslam âlimleri tarafından yaratılan dinamizme dinamizm, üretkenliğe üretkenlik eklemek için kullanılmamıştır. Oysa bu başlangıçların her birinde insanlığın bütün geleceğini aydınlatacak bir nüve sezinlemek mümkündür. Hiç şüphe yok ki böyle bir potansiyeli dondurmak kimsenin hakkı olamaz...
İnsanın sonsuz ve sınırsız hayat arayışı ile gelen konum ve sorulan, hiç şüphesiz hayat-ı nebevinin o en özel paradigmasına, Siret ve Sünnet'e muhatap olmalıdır. Eğer değişim insan varoluşunun değişmez tek paradigması ise her türlü bilginin kaynağından neş'et eden bilgi, tarihin ve insan sorunsalının tamamını ihata etmek üzere genişlemeli, nicel ve nitel bir sıçrayış yaşamalıdır...
İşte o bilgi aynı zamanda değişimi yönlendirmeli, üretmeli ve raylarına oturtmalıdır (konsolide etmeli yani sonuçlarını tayin etmeli, değişimi entegre etmeli, ortak kalıplan bulup onlara dökmelidir). Bu olmazsa değişim yine cereyan eder ama onun adı değişim değil, kaos olur.
Modern İslam toplumlarını ele alın, ne görürsünüz? Kontrolsüz, mantıksız, hüccetsiz, empoze (zoraki, tepeden) değişim. Batı'da doğup gelişen ve ilerleme adını alan politik, sosyal ve iktisadi yönetim olguları İslam toplumuna da hâkim olmuş durumdadır. Neden? Çünkü İslam kendi kavramlarını üretmemiştir, işte İslam'ın izmihlalinin kaynağı da odur.
Siz kitapları bir kenarda adam akıllı toz tutsun diye bırakacaksınız, sonra da o bilginin değişmezliğinin, pürlüğünün (safiyetinin) bir delili olarak takdim edip övüneceksiniz. Ondan sonra, dünya devinip dururken, o bilgilerin aynasında kendinizi görmeniz, gemleri ele almanız mümkün mü?
Şimdi yapılması gereken, bütün bilginin, her türlü bilginin ana (terminal) fonksiyonu hadisatı şekillendirmek, beşeri bilimsel keşif ve icat yolunda gütmek, o bazda insan hayatının alacağı yeni (modern) şekli tayin ve telkin etmektir. Ve ne denli 'saf ve 'manevi' olursa olsun bir bilgi birikimi tarihsel olguya şekil veremiyorsa bile uyum temin edemiyorsa, bilgiliğini, bilgi vasfını kaybeder. İşte bizim bu kısa tezde ileri sürdüğümüz fikir budur: Genel olarak İslam'a ve özel planda Siret ve Sünnete olmuş olan budur...
Dua niyetine Kur'an, zikr-i Peygamber yahut zikr-i ehl El-beyt, zikr-i Sahabe, zikr-i Hulefa-i Raşidin muhakkak tecdid-i imandır. Ancak dua ile temizlenmiş kalplerin tarihi şekillendirmesi için, İslam'ın tarihin motor (muharrik) *gücü olması için iki keyfiyetin gerçekleşmesi gerekir:
Dostları ilə paylaş: |