İslam devriMİNİn aşamalari iÇİndekiler



Yüklə 480,68 Kb.
səhifə6/7
tarix23.01.2018
ölçüsü480,68 Kb.
#40293
1   2   3   4   5   6   7
[3]Bu özellikle Maverdi'nin bir tezidir (Ö, H.450 (M.1058). Hamid İNAYET de konuya, "Çağdaş İslam Düşüncesi" (Yöneliş Yayınları, 1988, İstanbul) adlı eserinde geniş yer veriyor. Emir'e itaat konusunda İnayet şunları yazıyor: Sünni gerçekçiliği ile Şii idealizmi aynı derecede hatalıdır. Pratikte her iki mezhep de zalim bir Emir'e belli ölçüde başkaldırmayı fazla görmemiştir, buna icazet etmiştir."Gazzali (Ö.505/1111) Bedreddin İbn. Came (Ö.732/1332) ve İbn. Teymiye'ye (Ö.728/1328) de başvuran inayet’in bu eseri düşüncenin menşei(kaynakları) ve gelişim çizgisi konusunda zengin bir ana kaynaktır.

 

 

Yedinci bölüm



HAREKET, GÜÇ VE BAŞARI

 

Siyasi sistemler karmaşık sistemlerdir. Hafızalarında çok şey vardır ve geçmiş deneyimlere dayanırlar. Örneğin Fransız Devrimi bugünkü tüm Fransız Siyasi yaşantısını etkilemektedir. Eğer bir şey geçmişte meydana gelmişse gelecekte de meydana gelebilir. Bu da tarihin tekerrür etmesinin başka bir şekilde anlatılmasıdır. Geçmiş kalıplar sık sık tekrarlanırlar. İki taraf geçmişte bir meseleden dolayı savaşmışlarsa, güçlenmek için beklerler ve fırsat çıktığında yeniden savaşa tutuşurlar. Almanya ile Avrupalı komşuları arasındaki ilişkiler bu cinstendir. Avrupalıların çoğu AB içindeki Alman motiflerinden şüphelenmektedirler. Avrupa’nın her tarafında sağ kanat politikacılar Almanya'nın savaş dışında bir yolla bir Avrupa İmparatorluğu kurmasından şüpheleniyorlar.



Bir kimsenin gelecekte ne yapacağını tahmin etmek istiyorsak -genellikle kişinin 'karakteri' dediğimiz - geçmişine bakarız. İsrail, ABD, İngiltere, Almanya, Japonya, Fransa ve Rusya gibi modern devletlerin sahip olduğu siyasi sistemler bir hedefe ulaşmak isteyen saldırgan sistemlerdir. Bu ülkelerin tarihinde bazı önemli dönemlerde şiddetin hâkimiyeti görülür. Zaten bunlardan üçü,,. Almanya, İsrail ve ABD şiddet ve savaş yoluyla kurul« muştur. Onların 'en iyi saatleri' şiddet zamanıdır. Periyodik şiddet ve savaş sistemlerinin ihtiyacıdır. Kendi imajlarını koruyabilmek için sık sık savaş yapmak ve kazanmış görünmek zorundadırlar. Britanya, Fransa ve Rusya büyük sömürge güçleriydi. İmparatorluklarını savaşlar yoluyla kurdular. Onlar da özellikle Avrupa dışında ve Müslümanlara karşı savaştıkları ve kazandıkları zaman, kendilerini iyi hissettiler. Bir hedefe ulaşma amacı güden siyasi sistemlerin hafızaları ya da seçici ve kendini hep galip gösteren tarihleri, bilimsel araştırmalarda aksiyomların oynadığı rolü oynarlar. Bu aksiyomlar kendinden doğrudurlar.

Hiçbir doğru tekrar tekrar doğrulanmadıkça doğru olarak konumunu koruyamaz. Bu gerçeğin doğrulanması birçok şekil ve formda olabilir. Bir biyolojik sistem kendi üreme/yeniden üretme fonksiyonunu büyük başarı sayar. Bir siyasi sistem dünya sistemindeki diğer siyasi sistemlerle ilişkisinde performansını sürdürmek zorunda olduğu gibi sürekli olarak kendi halkı karşısında da meşruiyetini yenilemelidir.

Bir takım aksiyomlarla çalışan bilim adamı ilerleme sağlanınca başarılarının aksiyomlarını doğruladığına inanır. Ama bilimsel deneylerin sonuçları bazen -hatta sık sık- farklı olur ve aksiyomların kendilerinin doğruluğunun sorgulanmasını başlatır. Newton'un fizik üzerine düşünceleri Einstein'a kadar 300 yıl bo5aınca hâkim oldu. Başka bir deyişle bilimsel doğrular, doğruluklarına başarılı bir şekilde meydan okunmadıkça, doğrudurlar; yani, sadece göreceli olarak doğrudurlar. Meydan okunduğu zaman eski paradigmanın apaçık doğrulan değişebilir ve buharlaşabilir hale gelir ve yeni aksiyomlar, bir başkası tarafından yerinden edilinceye kadar başa geçer. Tarihsel olarak gösterilebilecek sonuçlar da herhangi bir gerçeğin ta kendisidir. Sonuç yoksa gerçek de yoktur.

Siyasi sistemlerin çoğu bir tür veya başka bir tür hareketlerdir. Siyasi hedeflerini elde edebilmek için sonsuz bir yolda daha ileriye gitmeye çabalarlar. Olağan hareketlerini kendi 'ürünleri' olarak göstermeye çalışırlar. Çünkü gerçek başarılar elde etmek güçtür. Siyasi sistemleri yürüten güçtür.. Bir sistemin yürümeye başlaması için bir ilk hareket gücüne ihtiyaç vardır. Bir arabanın çalışması için itilmesi gibi. Bir sistem dışarıdan sağladığı ilk itici güçten sonra gelecek aşama için kendi gücünü üretmeye başlar. Sistemin uzun bir zamandan sonra gerçekleştirdiği ileri hareket bir takım başarılar sağlar. Bu başarılar daha fazla gücü, olağan hareketten daha kısa bir zamanda üretirler. Başarılar sistemin güç üretme kapasitesini de arttırır. Ayrıca büyük bir başarı daha sonra kullanılmak üzere fazladan güç sağlar. Bu bankadaki tasarruf hesabına ya da daha kullanılmamış krediye benzer. Başarılar ayrıca sistemin boyutunun büyümesini de sağlayabilir. Daha fazla güç, bazen kapasite denir, sistemin daha yüksek hedefler belirlemesine yol açar. Siyasi sistemler gücü sıvı bir madde gibi görürler; eğer yukarı doğru çıkmıyorsa aşağı doğru gidiyor olmalıdır. Böylece birçok müsrif aktivite düzenlerler ya da bizi daha fazla güç elde edilmesine inandırmak isterler. Son model ve yüksek kapasitede silahlar alınması bu aktivitelerden biridir. Uzun vadede ise bu tip bir aktivite kendi güçlerini ve kaynaklarını tüketir.

İslam'a siyasi bir sistem olarak bakılabilir. İngilizcedeki 'religion' (din) kelimesi İslam'ı tanımlamaya yeterli değildir. Bu kelime İslam ile diğer 'dinler' arasında bulanık, doğru olmayan karşılaştırmalar yapılmasına yol açmıştır.

Peygamberin tüm yaşantısına bir siyasi sistemin inşa edilişi olarak bakılabilir. Başlangıçta, Mekke'de İslam'ın hiç bir gücü yokken yalnızca Peygambere (s) vahyedilmiş ilahi aksiyomlar vardı. Peygamber en yakınlarını, bu aksiyomlara imanı ve kendisinin merkezinde olacağı bir sistemi inşa etmeye çağırdı. O halde bir sistemin doğal gelişimi şu şekilde başlar: Önce bir lider, sonra bir takım aksiyomlar ve bunlara inanmış az sayıda taraftar hep birlikte yeni sistemin çekirdeğini oluştururlar. İlk başta sistemin kendi gücü yoktur. Güç peygamberin kendisine vahy gelmeden önce sahip olduğu kabilevi ve ailevi bağlantılardan ödünç almasıdır. Hatta bu aşamada Peygamber, taraftarları için Habeş Kralı Necaşi'den yardım bekledi. Benzer bir şekilde, Kureyş kabilesi Müslümanlara ekonomik boykot uyguladığı zaman, Peygamberin Haşimoğulları'ndan olması Müslümanların kurtuluşuna ve boykotu kırmalarına yardımcı oldu. I 13 yıl boyunca lideri, bazı vahyedilmiş aksiyomları ve çok az sayıdaki taraftarıyla İslam siyasi sistemi Mekke'deki Kureyş ve çevredeki diğer kabilelerden oluşan ittifakın baskısına maruz kaldı. Bu dönemde İslam siyasi sisteminin sahip olduğu bir toprak parçası yoktu; Peygamber defalarca Mekke dışına çıkarak müttefik aradı. Taife yaptığı seyahat bu arayışlar içinde en ünlüsüdür. Burada kendisine hakaret edilmiş ve şehirden kovulmuştu. Ama o, kendisine böyle davrananlara belki çocukları gelecekte Müslüman olur ümidiyle beddua etmeyi reddetmişti. Kur'an'dan bir ayetin (17/8) rehberliğinde Mekke dışında kurulu bir güç kaynağından yardım aramaya devam etti. Üç yıl boyunca Medine'den Evs ve Hazreç kabileleriyle çok gizli görüşmelerini sürdürdü. Bu gelişme Medine'deki Müslümanların sayısını arttırdı. Peygamber sonunda Medineli Müslümanlarla 'Akabe Biatlerini gerçekleştirdi. Akabe, Mekke'nin hemen biraz dışında görüşmelerin yapıldığı yerin ismidir. İlk anlaşmanın içeriği Medine'den gelen 12 erkek Müslüman’ın genel ahlak kurallarına uyacaklarına söz vermelerinden ibaretti. Bu anlaşmada Medineli 12 Müslüman Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmeye, hırsızlık ve zinaya teşebbüs etmemeye, kız çocuklarını öldürmemeye, bilerek hiç bir kötülük yapmamaya ve Allah'a itaatsizlikten kaçınmaya söz verdiler^ . Peygamber mü'minlerden birini onlara Kur'an'ı öğretmesi ve İslam'ı açıklaması için Medine'ye gönderdi. Ertesi yıl 73 erkek ve 2 kadın Müslüman Mekke'ye gelerek ikinci Akabe Biatini yaptılar. Bu açıkça Peygamberi düşmanlarına karşı koruyacak askeri ve siyasi bir pakt idi. Yavaş yavaş birer, ikişer Müslümanlar Mekke'den ayrılarak Medine'ye yerleşmeye başladılar. Medine'deki Müslüman toplumu hem Medine'de yeni Müslüman olanlarla hem de Mekke'den gelen göç sayesinde büyüdü ve ciddi bir güç haline geldi.

Şimdi Peygamberin Mekke dışında üs olarak kullanabileceği bir toprak parçası ve güvenilebilecek müttefikleri vardı. Sonunda Allah Peygambere Medine'ye göç etmesi için izin verdi. Peygamberin bu şehre gelmesiyle şehrin o ana kadar ismi olan Yesrib bırakıldı. Şehre Medinetu'n-Nebi (Peygamberin Şehri) ya da kısaca Medine denmeye başlandı. İslam Mekke'de 13 yıl boyunca topraksız bir siyasi sistem olarak var oldu. Topraksız olması onun arkadaşlarıyla ve düşmanlarıyla görüşmeler yapmasına, hicreti organize etmesine ve Necaşi ile anlaşma yapmasına engel olmadı. Ayrıca Mekke'de İslam ekonomik engellemeyle karşılaştı. Mekke dışından müttefikler arandı ve sonunda Akabe Biatleri yapıldı. Mekke'de, Kur'an hala kısa ayet ve sureler halinde geliyordu. Peygamber hiç bir zaman Müslümanların bir toprak parçasına sahip olacaklarını söylemedi. Ama Mekke'de Peygamberin arkadaşları, sahabeler, Bizans'ın ve Sasaniler'in ne zaman İslam'a baş eğeceği üzerine bahse giriyorlardı! Onlar biliyordu ki Mekke imtihanı süper güç devlet olmaya bir hazırlık dönemiydi.

Medine'de Peygamber hemen İslam'ın gücünü pekiştirmeye çalışmaya başladı. Suriye'ye gidip gelirken Medine ile Kızıldeniz arasındaki dar bir koridordan geçen Kureyş kervanlarının üstüne silahlı birlikler gönderdi. Bu seriyyeler belki Medine'yi işgal etmeyi düşünen Mekkeliler'in gücünü azaltmayı amaçlıyordu. Bugünün stratejik düşüncesinde bu seriyyeler "vukuu yakın olan düşman hücumunu önleyen karşı hucum"lardır. Gerçekten de Mekkeliler yeterince güçlenmemiş İslam'ın üssünü işgal ederek ileride çıkabilecek daha büyük bir sıkıntıdan kurtulmak istiyorlardı. Bu da hicretin ikinci yılında Bedir Savaşı'na yol açtı. Peygamberin liderliğindeki 300'den biraz fazla Müslüman, tüm Mekkelileri gelenlerinin desteklediği 1000 kişiden fazla olan Mekke ordusuyla karşılaştı ve onu yenilgiye uğrattı! Bedir; İslam'ı bir siyasi ve askeri güç olarak tüm Arabistan'da hatta dünyada ebediyen ortaya çıkaran bir dönüm noktasıdır. Peygamberin yalnızca bir vaiz olmadığını görmek için onun Medine'de örgütlediği 68 askeri sefere teker teker bakmaya gerek yoktur. O Mekke'de devletsiz bir devlet adamı idi. Medine'de, daha sonra Arap yarımadasının çoğunu içine alacak küçük bir devletin başı oldu. Bununla birlikte fetihler, asıl amacın yalnızca bir parçasıdır. Peygamber insanların yaşarken ve ölürken sahip oldukları değerleri tamamen dönüşüme uğrattı. Onların toplumsal ve ekonomik yapılarını ve onların görünümlerini değiştirdi. Devlet yeni bir toplumun yaratılmasında ve geliştirilmesinde bir çatı olarak kullanıldı.

İslam'da devlet imanın ve sorumluluğun bir fiilidir yoksa vatandaşlarının genel rızasının (toplumsal mukavele) bir göstergesi değildir.

İslam en iyi teolojiye sahip olduğu için toplam bir fonksiyonel sistem yaratmaz. İslam'ın bütünlüğü, teolojisinden daha fazla bir şeydir; yarattığı sistemin tarihsel performansını da içerir. Eğer sonuçlar İslam'ın ilk uygu-andığı zamanki sonuçları vermiyorsa, uygulamada bazı hatalar var demektir. Bir amaç gerçekleştirmek isteyen hareketler amaçlarını gerçekleştirmek zorundadırlar yoksa güç kaybederler ve yavaşça zayıflayarak başkaları tarafından yenilip-yok edilebilecekleri bir noktaya gelirler. Bu da Emevilerin hilafeti saltanata çevirmesinden bu yana Müslüman yöneticilerin yaptığı hatalar ve sapmalar sonucunda İslam'ın başına gelenin ta kendisidir. ; Daha sonra ortaya çıkan rakip insan yapımı teolojiler i İslam'ın ıslah edici güçlerine zarar verdiler. Şii ekolünde 'Usuli' hareketi kendi sapmışlığını düzeltmek için İslam Devleti'nin kurulmasından önce 30 yıl uğraştı. Epey bir '  ilerleme kaydetmesine rağmen yine de Usuli Hareketi tüm Müslümanlara bir program sunabilmek için daha da çalışmak zorundadır. Bu doldurulması gereken bir boşluktur ve İran'da bunu yapmak için uygun durumdadır. Sünni ekolde ise benzer bir düzelme sürecini gösteren bir işaret henüz gözükmemektedir. Mevdudi ve Hasan el-Benna'nın çalışmaları en çok değişimin ilk kıpır-danışları olarak görülebilir. Seyyid Kutup İslam siyasi düşüncesini epeyce bir derece yükseltti ve çok ihtiyaç duyulan yeni iç bakışlar sağladı. O'nun İran'da da Ali Şeriatı gibi Batılı eğitimden geçmiş gençliğin ulemanın liderliğini kabul etmesine yardımcı olmuştur.



Hareket ile başarı dediğim şey arasındaki önemli bir farka dikkat edilmelidir. Hareket düşünceleri sınırların ötesine iletir. Sınırlar, düşünce hareketlerini hiç bir zaman durduramamışlardır. Somut bir başarıya dönüşmüş düşünceler daha hızlı hareket ederler ve daha etkilidirler. İşte bu yüzden^ Suudi ve ABD lobisi, Cemaat ve İhvan ikilisinin de yardımıyla, devrime bir Şii devrimi etiketi vururken ve böylece Sünni dünya için bir önemi olmadığını empoze etmeye çalışırken epey zor anlar yaşadı. Var olan dünya sistemi İran İslam Devrimine ve burada, dünya sisteminin önemli parçalan olan zulüm, kültürel çöküş ve kokuşmuşluk denizinde bir köprübaşı kazanmak için uygulanan metotlara tamamen düşmandırlar. Dünya sisteminin İslam Devrimine tepkisi bir düşmanın, karşı tarafın kendi topraklarında bir köprübaşı kurması halinde göstereceği tepki gibidir. İslam'ın İran topraklarındaki bu köprü başına -daha önce burası ABD'nin denetimindeydi- hemen askeri saldırıyla, ekonomik yaptırımlarla, diplomatik boykotla ve kesintisiz propaganda savaşıyla karşılık verildi. Bu propaganda savaşı şimdi dünyanın her tarafında İslam'a ve İslam'ın siyasi açılımlarına karşı sürdürülüyor. Başörtüsü giyen liseli kızlar bile Batı kültür ve medeniyetine karşı bir tehdit olarak algılanıyorlar. Çünkü bugün başörtüsü, İslam'ın dünya sistemine karşı gücünü yeniden ortaya çıkarmasının bir parçası olarak görülüyor. Batı, gözde yöneticisi İran Şahı'nın başörtülü kadınlar tarafından tahtından indirildiğini biliyor. Avrupa'da ve Amerika’da tesettürlü dolaşan Müslüman kadınlar Batı'nın kadınları azat ettiği, özgürleştirdiği iddialarına karşı bir siyasi slogan olarak görülüyorlar. İran İslam Devriminin ilk zaferi dünyanın her tarafındaki Müslüman kadınlara yeni bir güven vermiş olmasıdır. Bir defa somut basanlar hareketi yürütmeye başlayınca, hareket sistemine daha fazla gücün akmaya başladığını hisseder. Özellikle evrensel İslami hareket devletin üstünde bir meşruiyet iddia eder. Modern ulus devletler Batının hâkimiyetindeki dünya sisteminin yapı taşlarıdır. Evrensel İslami hareket, evrensel bir meşruiyet ve taraftar kitlesi kazanmaya başladığında, milliyetçi söylemle kurulmuş tüm devletler parçalanmaya ve ölmeye mahkûmdur. Milliyetçiliği İslam'a veya İslam'ı milliyetçiliğe aşılamaya çalışmak mümkün değildir. Onların karşılıklı olarak uzlaşabilmeleri mümkün değildir. Sömürge sonrası laik liderlerinin bu yöndeki çabalan bugün İslam dünyasındaki kargaşa ve istikrarsızlığın kökenini oluşturur. Evrensel İslami hareket alternatif bir dünya sistemidir. Var olan dünya sistemi gücünü ve düşüncelerini tüketmiştir. Batı medeniyetinin aksiyomları saldın altındadır. Bu aksiyomlar herhangi bir ilahi kaynağa dayanmamaktadırlar. Sonsuz bir doğruluğa ve gerçeğe sahip olduklarını iddia edemezler. Yalnızca 'bilimsel' ve tarihsel bir doğruluk iddia edebilirler. Kari Marks da ancak o kadarını yaptı. Bir felsefe olarak Marksizm’in ve bir 'bilimsel sistem' olarak komünizmin çökmesi uzun vadede Batı medeniyetinin kendisinin köklerini de tahrip etmiştir. Şu anda Batı medeniyetinin geçici basanları dışında hiç bir doğruluğu yoktur. Batının başarılan artık nitel değil tamamen niceldir. Bu nicel göstergeler de ekonomik büyüme, tüketim miktarı, enflasyon oran4 lan, teknoloji ve anketlerde 'kendini iyi hissetme' oranlarıdır. Batının böylesi bilimsel ve teknolojik ilerlemeye bakıp kendini başarılı görmesi, bunları yanlışlamakla aynı şeydir. Çünkü Batı bilimsel ve teknolojik ilerleyişini insanlığın büyük bir bölümüne zulmetmede ve onu sömürmede bir araç olarak kullandı. Uzun vadede Batı insanının kendini iyi hissetme faktörü de İslam'ın kendini iyi hissetme faktörüyle yanşamayabilir. Bugün Batıda yaşayan tesettürlü Müslüman bir kadın, yan çıplak, kaçıncısı olduğunu unuttuğu sevgilisinin, erkek arkadaşının ya da kendisini aldatan kocasının kollarındaki kadından daha çok kendini 'iyi hissetmektedir.' Hayatları geçici ilişkilerle, istenmeyen gebeliklerle, kürtajla ya da gayri-meşru doğumlarla kirlenmiş kadınların iyi hissetme oranlan yüksek olamaz. Aynı şey erkekler için de geçerlidir. Mutluluk sadece sonu gelmez partiler, içmek, zina etmek, tatiller, ilişkiler, seyahat etmek, yatıştırıcı ilaçlar ve gelir düzeyi, tasarruflar, emekli aylığı, sigorta poliçeleri ve iyi banka hesaplan demek değildir. Bugün yalnızca İslam tam bir iyi insan üretebiliyor. Bu iyi insan tamamen mutmaindir ve her şeyin yaratıcısı ile ilişkilerinde mutludur. Mutluluğun kaynağı olarak tüketimi sunmak, bırakın bütün bir medeniyeti ya da dünya sistemini bireyler için bile güvenilir bir seçenek değildir. Bir sistem başarılarına önceden var olan değerlerin ve dış görünümün dönüşümünü eklediği zaman artık yenilmez olur. Gerçek güç imanda, inançta, tevekkülde, fedakârlıkta, Allah'a karşı mesuliyette yatar. Gerçek güç binlerce askeri uzak yerlere gönderebilmek ve sivilleri bombalamak değildir. Öyle olsaydı Kızıl Ordu Afganistan'da zafer kazanır ve SSCB dağılmazdı, ABD Vietnam'da yenilmez, Somali ve Lübnan'dan perişan bir şekilde çekilmezdi. Gerçek güç, çok büyük bir gücün üstesinden gelebilmektir; mücahitlerin Afganistan'da yaptığı gibi, Vietnam halkının Amerikalıları ya da Hizbullah'ın İsraillileri püskürttüğü gibi. Görüldüğü gibi süper güçlerin, zorba güçlerinin ancak sınırlı bir değeri vardır. Muhalefetin zayıf ama meydan okuduğu durumlarda bu güçlerin mesuliyeti vardır. Eğer kullanılırsa yenilebilir, kullanılmazsa kredisi düşer. Askeri güç sadece bir araçtır, çalışabilir de çalışmayabilir de. Birer araç kullanıcısının yeteneğine ve meşruiyetine dayanır. Modern siyasi liderlerin ve üst düzey yöneticilerin çoğunun otoritelerinin kaynağı şüphelidir. Bütün sahip oldukları insan yapımı bir anayasa ve sahte, tartışmalı ulusal çıkarlardır. Hatta profesyonel askerlerin bile profesyonelliklerinden başka övünecek bir şeyleri yoktur. Bu askerler, ancak savaşırken ölme olasılığı sivil hayatta bir otobüs tarafından ezilme olasılığından düşükse savaşırlar. Zor durumda Bangladeş, Pakistan vb. uydu ülkelerin askerleri ölüme gönderilir. Bu güç değildir, yalnızca sahte bir güç gösterisidir. Böyle bir güç bir devletin, devletler topluluğunun ya da kendisini en son medeniyet olarak görenlerin varoluşunu garanti edemez. Batı medeniyeti kumdan yapılmış bir kaledir.

Gerçek güç ne saldırgandır ne de savunmacıdır. Gerçek güç ıslah edicidir, üreticidir, yenilgiden ve çözülmeden uzaktır. Bu Batı medeniyetinin henüz karşılaşmadığı bir testtir. Batı henüz çok gençtir. Nazizmin ve Faşizmin yenilgiye uğratılması ve Komünizmin çöküşü Batı'nın iç çelişkilerinin bittiği anlamına^ gelmemektedir. Batı sahip olduğunu iddia ettiği özgürlük, insan hakları, self-determinasyon ve demokrasi vb. değerlerine Bosna ve Çeçenistan gibi yanı başındaki yerlerde bile sahip çıkmamıştır. Batı aktif bir biçimde kendi değerlerinin globalleşmesini yaygınlaştırmaya çalışmaktadır. Yoksa dünyanın geniş alanları ve kaynaklan üzerindeki hegamonyasını kaybedecektir. Batı'nın zaferi içi boş bir slogandır. Aslında kapitalist ve serbest piyasa ekonomileri krizdedir. Komünizmin çöküşünü kendi zaferleri olarak kutladılar, aslında o kendilerinin de yenilgisiydi. SSCB de tüketim toplumu olmaya uzak değildi. Batı tüketiciliği bir medeniyet olarak fazla yaşayamaz çünkü onun yaşamım sürdürmesi ve büyümesi Asya, Afrika ve Güney Amerika'daki hammadde üreticileri ile Batı Avrupa ve Kuzey Amerika arasındaki eşit olmayan ilişkinin sürekliliğine bağlıdır. Hiç bir medeniyet her parçasına adalet götürmeden küresel olarak adlandırılamaz ya da böyle bir iddiada bulunamaz. AİDS virüsü nasıl küreselse Batı da ancak öyle küreseldir. Dünyanın büyük bir bölümü. Batının, piyasalarındaki, kaynaklarındaki ve hatta siyasi sistemlerindeki hakimiyetinden rahatsızdır. Bu eşkıyalıktır, medeniyet değil. Ve eşkıyaların hâkimiyeti ve işgali tarihsel dönemlerle ifade edildiğinde genellikle kısa sürer işte bu yüzden doğrudan Avrupa sömürgeciliği görece kısa sürdü ve neo-sömürgecilik de yine aynı şekilde fazla uzun sürmeyecek. Geleneksel toplumların kasıtlı ve gereksizce yok edilmesi belki gelecekte sürmeyecek. Geleneksel toplumların kasıtlı ve gereksizce yok edilmesi belki gelecekte Batının yaralarını İyileştirmeye yardım edebilecek bazı değerlerin de yok olmasına sebep oldu.

Öte yandan İslam tüm yapılarının yok oluşu tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ve kalmaktadır. Burada, yapılarda var olan güç ile imanın, tevekkülün, kesinliğin, Allah'a karşı sorumluluğun gücü arasında ayırım yapmak gerekir. Yapıların gücü yok edilebilir ama değerlerin gücü yok edilemez, ölümsüzdür. Bu ölümsüz değerlerin gücüdür yapıların gücünü destekleyen. Yapılar düşman tarafından yıkılabilir ya da çekirdekteki değerlerden sapmalar, iç hatalar sonucu zayıflayabilir ve çözülebilirler. İşte 3dne, bu çalışmanın aşina olduğumuz tekrarına döndük: Müslüman yöneticilerin İslam'ın ana değerlerinden sarmalan sonucu dışarıdan istilayı davet edecek iç zayıflıklar oluştu. İnsan-yapımı teoloji İslam'ın ana değerlerinin yerine getirilmeye çalışıldı. Aslında İslam’ın hiç bir düşünce okulu bu yeni teolojilerle başarıya ulaşamadı. Şii ekolündeki Usuli devrimi Ahbarilerin ifratlarım düzeltmeye çalıştı. Bu 200 yıldan fazladır süren düzeltme süreci onlara İslam Devrimini getirdi. İmam Humeyni'nin içtihadı geleneksel Şii düşüncesinin liderlik, devlet ve siyaset hakkındaki görüşlerinde büyük değişiklikler yaptı. Bu düzeltme süreci halen devam ediyor.

Bu İslam'ın gerçek gücüdür. Yapıların yıkılması geçici bir kayıptır; İslam'ın ıslah edici güçlerini etkilemez. Islah sürecinde ilk adım entelektüel devrimdir. Var olan çeşitli hareketler ve devrim çabaları bütün bir İslam devrimini üretebilmeyi sağlayacak bir entelektüel devrime ulaşabilirler. Evrenselleşme süreçleri, Müslüman siyasi düşüncesindeki dinamizm ve hızla gelişen küresel icma aslında dünyanın çeşitli bölgelerindeki İslam Devrimlerini savunabilecek bir entelektüel devrimi yaratmıştır. Ama biz bunları parça parça devam eden devrimin çabalarının sonuçlarını görmeden bilemeyiz. Cezayir ve Mısır'da süregelen mücadelenin sonuçlan bize gelecekte dünyanın birçok bölgesinde meydana gelebilecekler hakkında bilgi verebilir.

Askeri zafer normalde siyasi gücün artması demektir. Ama bu Afganistan'da olmadı. Bunun başlıca sebebi; Sovyet işgaline karşı sürdürülen savaşın birleşik bir İslami siyasi sistem ile bütünleştirilmemiş olmasıdır. Ülkenin tüm bölümleri içgüdüsel olarak işgale karşı ayağa kalktılar. Cihat geleneksel Afgan toplumunun yerel kabile yapılarına dayandırılmıştı. Ulus devletin otoritesi Kabil ve birkaç büyük şehirle sınırlı kalmıştı. Savaş yüksek teknolojiye sahip Kızılordu ile elde tutulan silahlardan başka bir şeyi olmayan mücahidi er arasında oldu. Mücahitler savaşı kazandı. Ama dışarıdan müdahalenin de kanıtladığı gibi mücahitlerin zaferi kabile seviyesinin üstünde bir siyasi sisteme dönüşmeyecekti. Şimdi sivil savaş iki seviyede sürüyor: Kabile kökenli savaş beyleri arasında ve İslami guruplarla laik ulus devlet yapısına geri dönmek isteyenler arasında. Bu anarşiden bir İslami Hareketin çıkıp çıkmayacağını bekleyip göreceğiz. Afganistan örneği gösteriyor ki düzensiz, yapısız ve lidersiz fazla başarı elde etmek tehlikeli olabilir. Komşu Pakistan'da benzer bir durum yıllarca sürdü. Orada da anarşi, kaos ve ülkenin bazı bölümlerinde düşük seviyeli sivil savaş var oldu. Halkın çoğunluğu birçok dini parti ve uygulamaya bağlı olarak bölünmüş durumda. Ülkedeki genel kanı, Pakistan'ın 'İran'daki gibi bir İslam Devrimi'ne ihtiyaç duyduğu ya da bu ülkenin bir Humeyni'ye ihtiyaç duyduğu şeklindedir.

Şimdi İslam Devrimine ve onun çocuğu İslam Devleti'ne daha yakından bakabiliriz.

Sekizinci Bölüm

İSLAM DEVRİMİ VE İSLAM DEVLETİ

 

Şu ana kadar İslam Devrimi'nin tam bir tanımını vermiş değiliz. Ancak Altıncı Bölüm'de 1980'de formüle edilmiş bir tanımsal yaklaşıma yer verdik. Bizim vurguladığımız daha ziyade İslam Devrimi Sendromu'nun belirtileridir, bizi adım adım ona götüren yahut bize adım adım ona doğru gittiğimizi bildiren ara süreçlerdir.



İslam devrimi, her devrim gibi bir olaydır. Toplumun her kesiminde aynı anda meydana gelen bir biriyle ilintili birçok olayın karışımı şeklinde de tarif edilebilir. İslam devrimi zaman içinde öyle bir noktadır ki, bir halkın dış görünümünde, değerlerinde ve tercihlerinde uzun zaman sonucu meydana gelmiş değişimlerin aniden o halkın kolektif davranışı da değiştirmesidir. Halkın ruh hali toplumun değerlerinde, yapısında ve liderliğinde topyekûn değişiklik ister ve aynı zamanda bu değişimi korur. Eski düzen yok edilir ve yeni bir düzen kurulur. Eski düzenin yok edilmesi önemlidir. Çünkü ondan kaçanlar yeni düzene sızabilir ve onu içeriden yıkmaya çalışır.

Liderlik tam el değiştirmelidir, eskilerin dönüş ihtimali kalmamalıdır. Toplumun yeni değerlerini tanımlayan ve savunan kurumlar yaratılmalıdır.

O yapıların ve tedbirlerin tümü İslam Devleti'ni oluşturacaktır. Ve devlet reisi otoritenin kaynağının Allah (La şerike leh) olduğuna ve kendisine Rasulullah (s) kanalından geldiğine katışıksız iman etmiş olmalıdır. İslam devrimi, İslam devletini oluşturacak tüm unsurların bir araya geldiği ve İslam devletini kurduğu andır. İslam devrimi İslam devletinin anasıdır. İslam devleti İslam devriminin bir ürünüdür, İslam devrimi, İslam devletini kurmak için gerekli olan bir halkın gücünün kitlesel bir ifadesidir. Bu güç İslam devriminin gücüdür. Eski rejimin ölürken akıttığı kan, doğan çocuğu, İslam devletini meşrulaştırır. İslam devleti doğarken annesi olan İslam devrimi tarafından korunur. İslam devriminin gücünün bir kısmı İslam devletinin yapısında içselleştirilmelidir. İslam devrimi bir şimşek çakması gibi, zaman içinde geçici bir andır. Ama sürdüğü sürece tarihin birçok karanlık noktasını aydınlatır, bugüne ve geleceğe de ışık tutar.

İslam Devleti durağan bir cemiyet değildir; büyür, gelişir. Bir süre devrim'in şemsiyesi altındadır. Ama şiddet unsuru gelip geçicidir; çocuk, kendi kendine ayakta durabilmeli, kalabilmelidir...

Bu da kaynakları harekete geçirecek strateji demektir. Niyetlerin programlarla yer değiştirmesi demektir. Hareket ve başarı demektir.

Şimdi eldeki tek örneğe, İran'a dönelim: Onu yaşadık, biliyoruz. Nedir? Eski düzen herhalde tamamıyla çökertilmiştir. Yani monarşi (Şahlık) yıkılmış, bütün bağlıları sürgüne gönderilmiştir. Devrim Konseyi yönetimi eline almış ve hemen bir anayasa yapmıştır. Ve bu yönetimin kitlelere olan hâkimiyeti şaşkınlıklar uyandırmıştır.

Denebilir ki Devrimin devrimcilere İran'daki kadar "tartışmasız bir güç" bahşettiği bir başka örnek yok gibidir. Acaba bu güç akıllı bir biçimde doğru yahut yeterli bir biçimde kullanıldı mı? Bu soruyu cevaplandırabilmek için olayların çok içindeyiz. Herhalde bu sorunun
sıhhatli cevabını bulacak olan tarihçiler hala rahimlerde...                 

Mesela halen Konsey-İmam iletişimini bilemiyoruz; iradeler nasıl dağılıyordu ve özellikle konseyce önerilip imamca reddedilen bir husus, program, iş olmuş muydu? Bazı tercihler ise muğlâktır, meşkûktür. İmam'ın iradesine getirilmiş herhangi bir sınır var mıydı? Konsey tercih yelpazesi neye benziyordu?

İmam icma yanlısı mıydı yoksa tek taraflı irade sahibi miydi? Bu tür endişeleri eğilimleri var mıydı? Mesela biliyoruz ki toprak reformu konusunda meclis ile devrim muhafızları tartışmıştır. İmam hakemlik bile etmemiştir o konuda. Neticede meclisten geçen reform tasarısı hasırın altına gitti, neden? Feodal aristokratları (toprak sahibi soyluları) korumak için mi? Gerçekten, soylular ulemayı etkileyebiliyorlar mı İran'da?

Toprak reformunun yapılamayışı yönetime bu suretle şaibe düşürdü mü, ileride onu etkiler mi? Bunun ekonomik ve ahlaki sonuçlan nedir? Olacak mıdır?

Daha önce tam bir İslam devriminden önce Şii ekolünde 200 yıl boyunca 'kısmi devrimler' olduğuna değinmiştik. 1979'da İslam devletini yaratan İslam devriminin de tamamlanmamış bir süreç olması mümkündür. Belki bir miktar 'kısmi devrim' İslam devriminin tamamlanmamış işlerini tamamlamak için gerekiyordur.

Belki Meclis'in bundan sonra geçireceği Reform Tasarısı'nı engelleyecek Devrim Muhafızları olmayacak. Ayrıca, lider kadrolarında zihniyet yahut tutum değişikliği yüzünden vaki olabilecek değişiklikler de olabilir. Liderlik kendini daha güçlü hissedip daha önce alamadığı bazı cesur kararlan alabilir.

Uyuyan bir gündem vardır. Bu harekete geçirilecektir, o işler icra edilecektir. Bunu yeni bir Meclis yapabilir. Siyaset, son derece sıhhatli bir süreç, liderlik için hep süren, hiç bitmeyen yarışmadır. İran'da da durumun farklı olması beklenemez, bunun istisnası olmamıştır...

Yeni liderler yeni fikirlere ihtiyaç duyarlar. Yeni liderlerin yeni fikir arayışı, geciktirilen gündemlere, yarım kalmış işlere hayat verebilir. Esasen buna ihtiyaç da vardır. Yani bir bakıma Devrim'e geri gidilecek, bu yeni fikirler onun ömrünü uzatacak, İslam Devleti'ni güçlendirecektir. Bir de, liderlik için gençler cephesinde yarışmaya müsaade ve müsamaha olması gerekir. Bunun hayrı tartışılamaz. Yarışma ne kadar yoğun olursa oluşacak liderlik o denli sıhhatli olacaktır.

Mesela ekonomi gibi, kilit alanlardaki başarısızlıklar yeni fikir, strateji ve yeni kadro arayışına hız verebilir. Ancak hiç kuşkusuz bahsini ettiğimiz yarışma, İslam'ın ahlaki prensipleri çerçevesinde cereyan etmek zorundadır, bunu da belirtmiş olalım. Ve yine hiç kuşkusuz demokratik, parti-sistemi, çok partili sistem bu arayışın, bu yarışmanın çerçevesini çizmemeli, belirlememelidir...

Ve yine muhalefet olma adına muhalefet abestir! İslam Devrimi'nin Şahlık'tan kalma bazı unsurları bünyesinden atamadığı herkesin malumudur. İlk Cumhurbaşkanı Beni Sadr ve önceleri kısa bir süre Dışişleri Bakanlığı yapıp daha sonra darağacını boylayan Sadık Kutbizade, sistemin ta kalbine sızabilmiş 'liberallere' en iyi iki örnektir.

Her ikisi de Paris'te İmam Humeyni'ye yakındılar ve onunla İran'a dönmüşlerdi. Bununla bitmiyor, daha pek çokları var: Kerim Sencabi, İbrahim Yezdi, Mehdi Bazergan (İlk ikisi Dışişleri Bakanı, üçüncüsü İmam'ın nasbettiği İlk Başbakan) yeni iklime ayak uydurmaya çalışan eski bezirgânlardandırlar...

Çoğu hemen tasfiye edildi. Bu da yeni düzenin düşman unsurları teşhis edip onlarla etkili bir şekilde hesaplaşabilmesindeki gücünü ve yeteneğini gösterdi.

Başka bir seviyede, yine devlet eski devletin bakanlıklarla ilgili yapısını korudu, çoğunlukla aynı binalar eski işlerini yapmaya devam ettiler. Tabi buralarda çalışan insan gücü de değişmedi. Yani devlet memurları arasında az sayıda olmayan hainler vardı. Bunlar hemen sakal bırakıp iş saatlerinde namaza durmuşlardı. Bunların sisteme verdikleri zararın derecesini bilemiyoruz...

Başka bir seviyede, yeni devlet eski devletin bakanlıklarla ilgili yapısını korudu, çoğunlukla aynı binalar eski işlerini yapmaya devam ettiler. Tabi buralarda çalışan insan gücü de değişmedi.

Bakanlıkların çoğunun başında devrimciler vardı. Ama bunların sistemin işlemesiyle ilgili hiçbir tecrübeleri yoktu. Bu devrimcilerin çoğu gençti ve bırakın idare ve karar alma mekanizmalarını, her şeyde tecrübesizdiler. Kabineden de fazla yardım göremiyorlardı. Çünkü kabine üyeleri de gençler kadar tecrübesizdi. Sistem'de-ki 'profesyoneller' yeni patronları aptal demesek de amatörler durumuna düşürdüler. Ayrıca yeni düzen için fedakârlık yapmış olanlara iş sağlanması isteği kadroları şişirdi. Bu da maaş bütçesini artırdı ve sistemin verimliliğini düşürdü. Tahran'da büyük devlet dairelerini dolaştığınız zaman bürokrasideki yapay büyümenin zararlı etkilerini görebilirsiniz.

Savaş ve karşı-devrimci baskılar yeni güvenlik sistemlerin kurulmasını gerektirdi. Sokaklarda slogan atan çok sa3ada genç insan yeni güvenlik sistemleri içinde istihdam edildi. Ama bu da devlet dairelerini daha da az üretken hale getirdi.

Güvenlik programı, pahalı zırhlı araçların ve çok gelişmiş elektronik araçların ithalini gerektiriyordu. Genç bakanlar bile bu yüksek güvenlikli araçlarda, devrim muhafızlarının korumasında seyahat ettiler. Zamanla bunlar statü sembolleri oldular ve onları yok etmek çok zaman aldı. Devlet daireleri kendi rutini ile birlikte kendi ahlakını da getiriyordu. Oda genişliği, masa ebatları, koltuk kalitesi, vs., vs., gibi ayrıntılar bitmek bilmiyordu, sonu gelmiyordu. Telefon sistemi, dâhili hat sayısı, bağımsız hatlar, sekreter sayısı, araba modeli, şoförler, müstahdemler, şunlar, bunlar, ila ahir...

Pehlevi rejiminin elitist ve hiyerarşik sınıf yapısı, yeni İslami rejimde aynen tekrarlanmıştı. İşin garibi, yukarıdakiler, özelliklede en tepedekiler Ali (a.s)'e benziyorlardı da aşağıdakiler hiç benzemiyorlardı.

Aşağıdakiler daha çok Hz. Ali (a.s)’den sonrakilere benziyordu. Bu Tahran'da da, taşrada da aynıydı. Yine aynı şekilde elçiliklerde bile önemli istisnalar dışında fazla değerli insan yoktu.

Ne yazık ki Humeyni'nin ve Hameney'in davranış üslubu şahsa özel kabul ediliyor. Bu tür şaşaacı, şatafatlı davranış Devrim bürokrasisine Şahlık'tan kaldı, "eski düzenden" kaldı. Yeni devlet İslam'ın getirdiği sadelik ve tevazua intibak edemedi...

Bir defasında başkentin en pahalı yerinde oturan elçiye daha mütevazı bir yere taşınması tavsiye edildiğinde, tavsiyeden gücendirilmiş ve bir daha elçiliğe davet edilmemişti. Başka bir seferinde de Şah'ın elçisi tarafından asılmış yağlı boya çıplak kadın resminin üstüne İslam devletinin elçisi bir örtü astırmış gelen ziyaretçilerin örtünün arkasına bakıp da utanmalarından büyük zevk almıştı. Devrim sonrası İran bürokrasisine yakın olanların anlatacakları bunlara benzer çok hikâye vardır. Şahlık'ın yapısal sürekliliği gelecek yıllarda gündeme çok gelecek bir konudur. Acaba "Amaç vasıtayı meşru kılar, gücü elde etmek için bazı şeylere müsamaha etmeyecek miyiz yani!" tezi kabul görecek mi?

Bu görüş, gücün yapılarda olduğunu varsayar ve gücü kullanabilmek için eski şoförün koltuğuna oturmak gerektiğini söyler. Bu ikinci el araba alanların görüşü olabilir, yeni bir devlet ve kurumlarını oluşturan devrimcilerin değil. Eski müdür devletin kaynaklarından büyük bir kısmım yutmuş ve israf etmişti. Onun temel amacı rejime bağımlılık ve itaat kültürü yaratmaktı. Sistemin maaş yapısı ve ayrıcalıkları da yine bu rejime bağımlılık ve itaat kültürü yaratmaktı. Sistemin maaş yapısı ve ayrıcalıkları bu amaca hizmet etmek için düzenlenmişti.

Eğer bürokrasi sistemin yararına olacak işler yapmışsa, bu onların asıl amacı değildir, tesadüfî olmuştur. Bu eski motor yeni İslam devletinin var oluşu sebebine uygun değildi. Eski motorun yeni İslami operatörlerinin de eskiler gibi onun zarar verici davranış kalıplarına uyduğuna her yerde kanıt vardır. Bu israf ve gösteriş kültürünün yeni düzende nasıl devam ettiğine Dışişleri Bakanlığı örnek verilebilir. Dışişleri Bakanlığı, elçilerin, konsolosların özel şoförlü Mercedes ve limuzin dışında araç kullanmasını yasaklamıştı. Elçilikler göz alıcı bir lüks ile donatılmış olmak zorundaydı.

Şahsi feragatlerde bulunanlar da oluyordu. Elçilik bodrumlarında yatıp kalkanlar vardı. 1984'te 18 kişilik İran UNESCO (Dünya Ekonomik, Sosyal, Kültürel Yardım Konsorsiyumu) delegasyonu Cenevre'deki elçiliğin bodrumunda sabahlamıştı. Gerçekten görülmeye değer bir şeydi: O yalın beslenme, o namazlar...

Bir İran Elçisi de Londra'dan geçerken havaalanından otobüsle bir arkadaşının evine gitmiş, orada konaklamıştı. Ama bu tür örnekler çok az. Ve her olumsuzluğa da "şahlığın mirası" damgasını vuramayız. Bazı yeni elçilik binalarında lüks Şah dönemini de geri bırakılabiliyordu!..

Bir de tuhaf prensip var: İran diplomatları eşit para alırlar. Böylece New York'daki adam geçim sıkıntısı çekerken, Colombo'daki adam parayı istif eder.

Belirtilmek istenen şudur: Eski elitist düzenin oldukça katmanlaşmış kültürü birçok şüpheli kimlikli 'devrimci' için sığınma yeri oldu. Ama elbette aralarında muttaki kadın ve erkek devrimciler de var. Hata -eğer buna hata denebilirse- devrimci düşüncelerin kendisinde yatıyor.

Takvanın her sorunu halledebileceği, sosyal ve maddi çevreyi hemen kolayca şekillendirebileceği varsayımı iflas etmiştir. İnsan bu: Kuzey Kutbunda oturan Eskimo'ya fırsat verilse buzdolabı kullanmaya başlar.

Unutulmamalıdır ki eski düzen ulusçuydu. İslam'dan uzak, küfür sistemiydi. Usulilik ise bu tür bir unsuriyetçilik taşımıyordu. Şiiliğe dayalıydı. Ve Şiilik kendini İslam dışında görmemekteydi..

Bu anlamda Usulilik Mevdudi'nin Cemaat-ı İslami'sinden, Benna'nın îhvan'ından daha ileriydi. Mevdudi ve Benna Pakistan ve Arap ulusçu düşüncelerini kurdukan İslami partilerde kullanmak ihtiyacı duydular.

1950'lerde Ayetullah Keşani de ulusçuluk yapmıştı, bazı arkadaşları da katılmıştı bu faaliyete ama Usuli ulemanın bu tür bir endişesi yoktu. İran hareketi açık bir hareketti. Bütün Müslümanlara açıktı. Parti taassubu (sınırlayıcılığı) yoktu. Seçim kazanma telaşı yoktu. Parti kurup rejime onay için baş eğmek yoktu.

Hedef tam bir hedefti, geçici sandıkçı zaferler değildi. Devrime çeyrek kala, birçok ulusçu parti ve grup Devrim kadrolarına temenna ile sadakat arz etmişti. Açık hareket işte budur: Erken tavizlerle sabote edilmez, mevcut sistemin işlerlik halindeki güçleri ile uğraşa uğraşa yıpranıp yok olmaz...

Particilik at pazarı gibidir. Partici geçmişi olanlara bakın: Bazergan, Sencabi, Beni Sadr, Yezdi, Kutbizade. İmamın bu ulusçulardan kurtulması az zaman mı aldı? Ama tam da kurtulunamadı: Kendini devlet müesseselerinde saklayan daha sinsi bir ulusçuluk vardı. Bu artmakta olan ulusçuluk devrim sonrası İran hükümetinin daha alt kademelerinde kendini belli etmektedir. Yeni İslam devletinin anayasası bile İran milliyetçiliğine değer veriyor gözükmektedir. Örneğin şu madde: "Devlet başkanı İranlı olmak zorundadır." Yapıları olduğu gibi alıp, devlet umurunu aynı kanallardan icra ve ifa etmek zorundayız gibi bir mantıkla izahı mümkün mü bu maddenin?

Bu bir tavizdir: Devrimciler arasında yeri muhkem ulusçu kadronun ağzına çalman bir parmak baldır bu, değil mi?

Gelecek İslam devrimlerinin İran İslam Devrimi'nden alacakları çok ders vardır. Eski rejimin kurumlarıyla tamamen ortadan kaldırılması gerekir. Yönetim hem içerde hem dışarıda mütevazı ve verimli olmalıdır.

Düşman ülkeler senin ne tür bir arabada elçiliğe gidip geldiğine bakmaz; elçilik binasının, oturduğun evin tefrişatının lüks mü sade mi olduğu ile ilgilenmez. Kendi ülkeni yönetebiliyor musun, kaynaklarını iyi kullanabiliyor musun, ona bakarlar. Bir ülkeyi diplomatının arabasının büyüklüğüne göre değil, gücü ve etkisine göre değerlendirirler. Ali Ekber Velayeti siyah Mercedes'te ısrar ediyor. Ancak sömürge devletleri ile monarşik ve demokratik devletler memurlarına, destekçilere ve yukarı sınıflara böyle masraflı şeyler yapma ihtiyacı duyarlar. Halkına hizmet etmek, adil bir düzen kurmak isteyenlerin bu kurulu ve masraflı devlet yapılarını ve idarelerini yok etmekten başka çareleri yoktur. İslami olsun, olmasın gelirinin çoğunu kendine harcayan bir devlet halkına hizmet ettiği iddiasında bulunamaz.

İran'da liderler eski düzenin tasfiyesinin gerekliliğini üniversiteler ve okullar bağlamında iyi biliyorlardı. Üniversiteler üç yıllığına kapatıldı. Laik zihniyetli öğretim üyeleri elendi. Yerlerine Devrim'e gönül vermiş bilim adamları atandı. Öğrenci kayıt kabulünde bile aynı uygulama gözetildi. Ders kitapları tarandı, eski kültür tasfiye edildi.

İran Devrimi'nin, yeni liderliğin en parlak basanlarından biri budur. Acaba neden devlet dairelerinin asalaklardan temizlenmesi de o programa alınmadı!..

Devrim'in üst kadrolarının çizdikleri profil halkı İslam'a doyururken, devletin karar alma mekanizmalarında zaaflar gözlemlenmiştir. Yani kitleye hizmet paragrafında devlet davranışı, memur davranışı, bürokratik işlevsellik pek değişmedi.

Bu da birçok kimsenin şikâyet etmesine, 'hiç bir şey değişmedi' ya da 'hala aynı kişiler' demesine yol açtı. Bu şikâyetler İslam devrimi ve liderliğinin kamuoyu karşısında konumunu zedelemesine yol açmaktır. Yine bu şikâyetler Batılı yazarlara fırsat vermektedir: "Siyasal İslam iflas etmiştir. İran dışında İslam dünyasında hiç bir ülkede güç kazanamamıştır. İslami yol, özel bir İslam ekonomisi ve İslam devleti gibi tüm sihirli sözlerine rağmen İslam dünyasındaki gerçeklikler değişmeden kalmıştır."^ İslam Devrimi bitmemiştir. Kısmi devrimlere ihtiyaç vardır. Onu tamamiyete ermiş saymak hatadır. Bizzat İmam Devrim'in bir "başlangıç" olduğunu söylemiştir.

İslam Devrimi kadroları Devrim'i koruyacak teminat altına alacak kurumsallaştırma sürecini de başlatmıştır. Bunlardan biri Sipahi-i Pesderan-ı înkılab-i İslami'dir. Muhafızlar (Devrim Muhafızları) çıkış noktası olarak liderliğin koruyucularıdırlar. Özellikle de Marksist Halkın Mücahidleri örgütü ve yeni sisteme sızmayı başarabilmiş Beni Sadr ve Kutbizade gibi liberal milliyetçileri de içeren dâhili karşı-devrim güçlerine karşı oldukça etkili olmuşlardır. İmam Humeyni muhafızlara övgü yağdırmış 'onlar olmadan devrim olmazdı' demiştir. Yeni Yönetimin ihdas ettiği ikinci bir güçlü organizasyon da "Yeniden İnşa Cihadı" anlamındaki Cihad-ı Sazendegi'dir (Sosyal Görev Grubu).

Bunlar genç mühendisler, genç doktor ve bilim adamları ile diğer meslek ve beceri gruplarından gençlerdi. Ülkeyi özellikle de tarım, iskân ve altyapıyı yeni den bina etmek üzere bir araya gelen gönüllülerdi. Örgütlenmesi basit, yöntemi popülistti.

Mesela bir köy hedef seçiliyor ve birkaç hafta o köy üzerinde çalışılıyor, köy imar ediliyor, altyapısı ihya olunuyordu. Kısaca, su getiriliyor, tesisatı kuruluyor, sağlık şartları iyileştiriliyor, çağdaş tarım ve inşa yöntem ve malzemesi tanıtılıyordu. Sazendegi hareketinin bürokrasisi yoktu, kimseye pahalı bir şey önermiyordu.

İnsanlara aynı imkânlarla apayrı şeyler yapmayı öğretiyordu. Gizli sosyal maliyet yoktu, Hazine'ye maliyeti mümkün olan en alt düzeydeydi.

Besiç ise Irak harbi sırasında oluşmuş üçüncü bir etkin kuruluştur ki kelime anlamı "seferberlik"tir. Bundan da anlaşıldığı üzere, bunlar orduya yardımcı gönüllü genç milis güçleriydi. Bu cesur çocukların basanları koğuşlarında çıplak kadın dergileri okuyan Irak'lı askerlerin kalbine korku salmakla kalmıyor, iki Süper-gücün ve onların Arap ve Avrupalı müttefiklerinin müdahale düşüncelerine engel oluyordu.

" Büyük İslam devriminin kendisini motivasyon, seferberlik, gönüllü hizmet, güç ve başarıda daha yüksek noktalara çıkaracak bir dizi küçük devrimlere ihtiyacı vardır. İslam devletinde yüksek ve kudretli olan mütevazı ve halka açık olmalıdır. Masraflı ve büyüklüğüyle yer ve kaynak harcayan bakanlıklara ve bakanlara İslam devletinde yer yoktur.

Resulullah'ın (s) askeri misyonunu ise bizim ara devrim dediğimiz sürece teşbih etmek mümkündür. Bu misyon Hicret'le kazanılan ivme ve yüksekliği daha yukarılara taşımıştır. Yine diyebiliriz ki Irak'ın İran'a açtığı Baasçı savaş İran'a yaramış, Devrim'in gücünü göstermiş, adeta onu tekid etmiştir...

Eğer bu Batı'nın İran'ı yoklamak yahut daha ileride daha büyüğü olabilir şeklinde uyarmak için açtığı bir cephe idiyse, o cephe de boşa gitmiştir. O macera hüsranla sonuçlanmıştır. Savaş İran'ı güçlendirmiş, Batı'nın daha sonraki bir muhtemel doğrudan müdahalesi konusunda beslenen umutları söndürmüştür...

Sekiz yıl süren harpte gösterdiği direnme gücü İran'ı gelecekteki olası bir tasalluttan korumuştur. Bu savaşta âlimler de savaşmış, bine yakını şehit olmuştur. Bu Ayetullahların siyasi gücünü katmerlendirmiştir.

Savaş genç nüfusta ve kaynaklarda büyük kayba yol açmıştır. Ama yeni devlet işte odur; ilk aşamada silahlı mücadele ve askeri zafer ile kendini kanıtlar. İslam düşmanlarına gözdağı verilmiştir.

Artık kimse Müslüman İran'a saldırmayı göze alamazdı. 1991 Körfez Savaşında ise Devrimci İran'ı harbe taraf olmaktan koruyan amil, Körfez'de (Basra Körfezi) zaten kendisinin bir petrol savaşı veriyor oluşuydu. Malum, bu savaşta Batı sömürgesi Kuveyt'i paravan olarak kullanılmış Saddam Hüseyin'in musibetinden korumaya çalışır rollerine girmişti...

Başarılı bir harp geleceğe iyi bir yatırımdır. Özellikle daha evvel kaybedilmiş bir harp varsa. Bu, uzun dönemde ayakta kalmanın teminatı olur. Savaş kazanmayanlar sanayi mucizeleri yaratmak zorunda kalırlar. II. Dünya Harbi'nden sonra Almanya ve Japonya'nın yaptığı gibi...

Alman ve Japonya mucizeleri o denli göz kamaştırıcı olmuştur ki ittifak devletleri savaşı kimin kazandığım merak eder olmuşlardır. Bu iki ülke alternatif bir güç geliştirmişlerdir. Karşı taraf göreceli avantajından olmuştur!..

Almanya, istediği şeyi şimdi yapıyor: Avrupa'ya hükmediyor. Japonya da Uzak Doğu'ya hükmediyor. Üstünlüklerini askeri yoldan yok etmenin imkânı yoktur. Mark ve Yen Dolar'la, Sterlin'le adeta alay ediyor! Harbi kazansalar belki bu kadarını başarmış olamazlardı.

Pek tabii neticede ulusların kaderini ve devletlerin kendi bölgesinde sahip olduğu hükümranlığı tayin eden faktör, iç bütünlük ile yönetimin kalitesidir. Bir de rantabl (rasyonel, etkin kullanımın hâkim olduğu) iktisadi sistem gerekir ki bir devlet. Dünya Sistemi'nin kendine düşen bölgesinde bir varlığı olduğunu hissedebilsin, hissettir ehilsin...

İşte İslam burada hepsinden, diğer bütün inanış (ideoloji) ve sistemlerden ayrılıyor. İslam'ın iddiası içte en güvenilir birlik unsuru dışta ise uyum ve barışın önde gelen teminatı olduğu yönündedir. İslam harbi yok etmez, böyle bir iddiası yoktur; ama eğer kan dökülecekse, bu toprak kazanmak yahut iktisadi kazanç elde etmek için değil, tüm insanlığın hayrına olacak yüksek ahlaki değerler için olmalıdır der.

Ve İslam en iyi yönetim biçimi olmak iddiasındadır. Asr-ı Saadet de. Dört Halife Devri (Hulefa-i Raşidun) de buna şehadet eder. Şimdi ise İslam'ın sorunsalı, Emevilerin kesintiye uğrattığı İslami yönetim, liderlik ve ümmetlik sürecim yeniden başlatmaktır. "İjd toplum" tanımına ihtiyaç vardır. O menzile nasıl ulaşılabileceğinin belirtilmesi, bir programa bağlanması da bir zorunluluktur. İslam yalnızca otokrat bir yöneticiyi ve etrafındakileri devirip yerine yeni bir liderliği geçirmek değildir.

Bu durum bizi herkesin anlayacağı dilden İslam Devleti'ni tanımlamaya itiyor. O devlet öyle bir devlettir ki orada lider ye yönetim, halkla birlikte tek gayeye yönelmiştir. Bu nasıl olacaktır? Takva üzere bir yönetim ve ona yine takvaya dayalı bir itaat, muttaki hükümet, muttaki halk.

İslami siyasi sistemin harcı takvadır. Ve işte o sistem, kaynaktan adalet dağıtır. Devleti oluşturan her bir birimin payandası olan takva, neticede o birimlerin birbiriyle ve nihayet kitle ile olan ilişkisinden adaleti yaratır. İslam devletinin meşruiyet temeli ise işte odur: Adalet!...

Demek ki İslami devlet tezinde takva ve adalet kilit kavramlardır. Önce takvayı ele alalım ve bu kavramı Allah korkusunun biraz ötesine taşıyalım. Bu kelimenin bir kökü vaki, vikaya'dır: Sakınmak, saklamak, korumak; muhafaza etmek, vs. gibi anlamlara gelir. İttaka da bu kelimenin türediği bir kök olabilir; dikkatli olmak, uyanık bulunmak, tetikte olmak gibi anlamlarda. Salt Allah'tan korkma anlamı da vardır.

Vaki, vaka, vikaya, vikai, vakiy, takiy, takiye takva ile aynı kökten kelimelerdir. Hepsinde bir koruma, korunma, sakınma, saklama, uzaklaştırma, defetme, savma, savunma anlamı vardır...

Sözlük burada bırakmıyor ama biz yeterince öğrendik; sözcüğü genişlettik, dar anlam kefesinden çıkardık. Adalet anlamındaki adi için de durum böyledir.

Biz ise bu kelimelere dahi geniş ve siyasi boyutlar vermek zorundayız. Belki de İslam devletinin meşruiyet bazını oluşturan bu iki sözcük müstakil bir kavramsal çalışmanın (yahut kavramsallaştırma çalışmasının) özel konusu olmak zorundadır.

Biz bu bölümde sözümüzü bitirirken şunu söyleyelim: İslam Devleti totaliter, liberal yahut demokratik bir yapı değildir. Hükümetiyle, yöneticisiyle, halkıyla ulusçu, sınıfçı, ırkçı yahut sömürgeci çıkarların arayışı içinde değildir. İslam bütün insanlığa karşı büyük beşeri sorumlulukların yüklenildiği bir yönetim tarzı, bir sistemdir. Onun erleri kendi hayatlarını ve başkalarının hayatını, Allah'ın (Gafururrahiym) iradesine göre tanzim ederler. O iradenin ahlaki, davranışsal ve tarihsel tecellisi ve timsali de Kur'an, Resulullah'ın Siret ve Sünnet'idir. Şimdi en kritik faktörün incelenmesine geçebiliriz: Önderlik...


Yüklə 480,68 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin