TÜRKİYE’NİN ANAYASA SORUNU
(Adana Barosu, Yer: Büyük Seyhan Oteli, 14 Kasım 2013, saat 14.30)
Anayasa Arayışında Yanlışlar ve Doğrular
veya
(Anayasa fetişizmi ve anayasasızlık arasındaki çelişki)
İbrahim Ö. Kaboğlu
Yirmi yıllık Anayasa arayışını son iki yılda somut adımlara dönüştüren Türkiye, yeni bir Anayasaya sahip olabilecek mi? Bu soruya belirli bir yanıt vermek zor. Şimdilik görülen, ortalığı yoğun bir bilgi kirliliğinin kaplamış olmasıdır. Bu nedenle, Anayasa tartışmalarının sağlıklı yürütülmesi, doğru ve yanlışların ortaya koyulması ölçüsünde mümkün olabilir. Eğer bu yapılmaz ise, belki bir gün, yeni tarihli bir Anayasa yürürlüğe koyulabilir; ne var ki yeni tarih, “yeni Anayasa” nitelemesi için yeterli olmaz. Böyle bir olasılık, Anayasa fetişizmi (tapınması) ortamında büyük hayal kırıklıkları yaratabilir.
Doğru ve yanlışlar testi, yapım süreci, yeni Anayasanın içeriği ve yeni anayasal düzenin anlamı olmak üzere üç aşamaya uygulanmalıdır. Son başlık ise, Anayasa Uzlaşma Komisyonu (AUK) tarafından üzerinde uzlaşma sağlanan 60 maddenin “anayasalaştırılma” tartışmasına özgülenmiş bulunuyor.
I
Yeni Anayasa Süreci
-
XXI. Yüzyılda Anayasa Yapımı Üzerine
XX. yüzyıl Anayasaları, daha çok kopma veya geçiş dönemi Anayasalarıdır. Avrupa devletlerinde yürürlükte bulunan Anayasalar, çoğunlukla böyle bir dönemin ürünüdür. Tunus, Mısır ve Libya gibi Akdeniz havzası devletlerinde tanık olunan anayasal hareketler, böyle bir süreci yansıtmaktadırlar. Buna karşılık XXI. yüzyıl Avrupa Anayasaları, daha çok “anayasal düzenin devamlılığı” esnasında yapılmakta olan ve hazırlanacak olan Anayasalardır. İsviçre, Finlandiya ve Macaristan ile Türkiye’de yaşanan süreç, bunun örnekleridir.
İki süreç arasındaki fark nedir veya ne olacaktır?
Geçiş döneminde Anayasa yapımı, göreceli olarak (olağan döneme göre) daha kolaydır. Çünkü bu süreçte olağandışı koşullarda ortaya çıkan güç dengelerinin eğilimi belirleyicidir. Yapım usulü, olağanüstü koşullara özgü iktidar odakları tarafından belirlense de hedef önemlidir. Bu bakımdan, mesela, 1961 ve 1982 Anayasalarının yapım koşullarında benzerlik ve paralellikler bulunsa da yapımda belirleyici olan güçlerin dünya görüşlerinde ve hedeflerinde önemli farklılıklar vardır.1
Olağan dönemlerde, yani anayasal düzenin devamlılığında “Anayasa yapımı” daha zordur. Kuşkusuz Anayasayı yenilemenin amacı, yürürlükteki Anayasanın ilerisine geçmek olmalıdır. Eğer hedef demokrasi ise, süreç de demokratik olmalıdır. Bunda, güç dengelerinden çok katılım, müzakere, uzlaşma ve oydaşma (consensus) olanakları elden geldiğince kullanılır.
Ülkelerin özgül deneyimleri, tercih edilen yol ve yöntemde farklılaşmalar yaratabilir: Mesela, İsviçre’de halk temel alındığı halde, Finlandiya’da parlamentodaki uzlaşma ve oydaşma yeterli görüldü.
Tunus, bir Anayasa Meclisi ile işe başladığı halde; Mısır, Yasama Meclisi yoluyla Anayasa yaptı. Metni halk onaylamış olsa da Mısır’da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin etkisi ve çoğunlukçu dayatması belirleyici olduğundan, daha baştan meşruluk sorunu ülke gündemine yerleşti. Tunus ise, daha müzakereci ve çoğulcu bir yaklaşımla ilerlediği için gecikti. Ama bu, Anayasasının, en azından Mısır’ınkine kıyasla daha meşru ve demokratik olacağını gösteriyor.2
Bu arada, Macaristan, 2011'de yeni bir Anayasa yaptı. Yöntem olarak, ne İsviçre ne de Finlandiya yolunu izledi. Hatta Mısır ve Tunus ile karşılaştırıldığında, Tunus'tan çok Mısır'da izlenen usule benzer bir tarzda kotardı Anayasa yapım sürecini. Anayasa yapımında, Başbakan Viktor Orban ve partisi Fidesz’in çoğunlukçu dayatması belirleyici oldu.3
Macaristan sapması, şunu gösteriyor: Olağan dönemde ve anayasal düzenin devamlılığında Anayasa yapımı, “insan hakları ve demokrasi” eksenine dayanması gereken hukuk devleti için güvence oluşturmaya yetmeyebiliyor. Hatta, geçiş dönemlerinde –olağan dönemlerdekine göre- daha demokratik bir yöntem uygulanabiliyor. Acaba Türkiye örmeği, bu deneyimlere göre nerede yer alıyor? Anayasa yapımı için yola İsviçre gibi değil, Finlandiya gibi koyuldu. Ya sonrası?
-
Türkiye’nin Tercihi/Yol Haritası
Türkiye, yaklaşık yirmi yıl süren arayışın ardından, Anaysa yenileme süreci konusunda tercihini, halk tarafından seçilecek bir Anayasa Meclisi’nden yana değil, TBMM'nin, süreci Anayasa Uzlaşma Komisyonu (AUK) adı verilen bir kurul yoluyla başlatması ve sürdürmesinden yana koydu.4 Başka bir deyişle, “demokrasi yoluyla hukuk” yerine, “hukuksuz demokrasi” den yana koydu tavrını.
Süreç, başlangıç olarak daha kolay, ama sürdürülebilirlik açısından zorlu bir yolu yansıtıyor. Bunda, TBMM üyelerinin “millî egemenlik” anlayışları belirleyici oldu. Burada, en üst düzeyde ve en kapsamlı egemenlik yetki simgesi olan Anayasa yapma yetkisini, XIX. yüzyıl egemenlik anlayışına indirgeyen bir yaklaşımdan söz edilebilir. Bununla birlikte, Anayasa yapımı için tercih edilen yolu tartışmak yerine, bunu verili olarak kabul ederek, AUK ve çalışmaları üzerine bir kaç saptama yapmak daha uygun olabilir:
Olumlu Yönler: AUK, TBMM'de grubu bulunan partilerin eşit temsiliyle oluştu; komisyon halka danıştı, halktan öneriler aldı.
Sorunlar: AUK, toplumdan gelen katkıları ne ölçüde dikkate aldı ve değerlendirdi? Bu bilinmiyor. Bunun nedeni, Komisyon çalışmalarının saydam olmayışı. Komisyon çalışmaları, siyasal baskılar dışında yürütülemedi.
Komisyon üzerindeki baskılar, “dış zorlamalar” şeklinde nitelenebilir. Komisyon dışından gelen doğrudan ve dolaylı baskılar, süre ve içerik sorunlarına yöneliktir. Zaman zaman, süre baskısını dillendiren hükümet, önce “tek başlı yürütme”, sonra “yargı birliği” yönünde açıklama ve önerilerde bulunmuş, daha sonra, bununla yetinmeksizin, yaptığı önerileri savunmak amacıyla kampanya başlatmıştır (Çoğunluk partisi AKP ise, bu süreçte hükümetin gölgesinde kalmıştır...).
Bu müdahaleler neden baskı oluşturmaktadır? Bir kez, AUK’nin Çalışma Usullerini belirleyen 15 maddelik metne göre5;
Sürecin tamamlanıp tamamlanmadığı ve nihai metnin (taslak bütününün) tekemmül edip etmediği hususu dahi mutabakat ile belirlenir (md. 6/2).
Komisyonun görevi, Anayasa teklifinin Genel Kurulda kabul edilip kanunlaşmasıyla veya siyasi partilerden birinin çekilmesi ya da çekilmiş sayılması ile sona erer (md. 15).
Üstelik Anayasa madde 175, Anayasa değişikliğinde, sadece yasama teklifi öngörmekte ve hükümete herhangi bir yetki tanımamaktadır.
Bu nedenle, hükümetin gerek süre ve gerek içerik konusunda komisyona müdahale etmesi, yürürlükteki Anayasaya aykırı olduğu gibi yeni Anayasa hedefi ile de bağdaşmamaktadır.6 Kaldı ki olağan dönemlerde Anayasanın yenilenmesi, yıllara yayılabilmektedir. Burada, yanıtı aranması gereken soru şu: Anayasa yapımında amaç, bir an önce alelacele bir metin yazmak mı, yoksa kalıcı bir metin ortaya çıkarmak mı?7
II
İçerik Olarak Anayasa
Anayasa neden yenileniyor? Hangi toplumsal ve siyasal gereksinimler, bu yolu zorluyor? Bu sorular, Anayasa üzerine ilkesel tartışmalarla birlikte ele alınmalı. Böyle bir gereklilik, karşılaştırmalı Anayasa hukuku verileri ışığında yapılmalı. Bu nedenle önce, anayasacılık üzerine ön bilgiler verilecek; sonra, Türkiye’nin Anayasa sorunlarına –olan ve olması gereken açısından- dikkat çekilecek.
-
Anayasacılık: İktidar ve Özgürlük
1.- Genel eğilimler
Anayasa, iktidarı sınırlayabildiği ölçüde, özgürlükleri güvenceler. Bunun için, Anayasaya saygı düzeneğinin kurulması gerekir. Ancak bu durumda, anayasacılıktan söz edilebilir: Anayasa, uyulması zorunlu temel ve üstün normdur. Anayasa-anayasacılık ayrımları ve anayasa bilimi, büyük ölçüde XX. yüzyılda şekillendi. Türkiye, bunun neresinde?
Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti, Batı’ya göre yüzyıllık bir gecikmeyle Anayasa ile tanıştı. Fakat anayasacılık hareketine dâhil olması daha hızlı oldu. Hatta XX. yüzyılda “anayasa açığı” belli ölçülerde kapatıldı. Yüzyılın başında, ortasında ve sonunda, kısa zaman dilimleriyle sınırlı kalsa da “anayasacılık” dönemleri olmadı değil: “1909-1924”, “1946-1961”, “1987-2001”. Bu dönemler, XX. yüzyıl dünyasındaki anayasacılık eğilimleri ve açılımları ile büyük ölçüde örtüşür: i) İnsan haklarının uluslararasılaşması, ii) siyaset biliminin Anayasa hukuku çalışmalarına etkisi, iii) Anayasa yargısının kurulması özellikle belirtilebilir. XXI. yüzyıl başında ise, şu anayasal eğilimler önde: i) XX. yüzyıl kazanımlarının sürdürülmesi ya da korunması, ii) çok katmanlı anayasacılık (ulus ötesi, ulusal ve ulus altı –bu üç katmanlı anayasal yapılanmada, ulusal meclise saygınlığını kazandırma çabası kayda değer), iii) Anayasaların ülkeselleşmesi/ülkenin anayasalaşması.
Türkiye’de XXI. yüzyıl başında kotarılan 2007 ve 2010 değişiklikleri ise, daha çok iktidar eksenlidir. Bütün bu gelişmelerin ardından sorulması gereken soru, 2013 ve sonrasında hangi eğilimlerin baskın geleceğidir.
2.- Türkiye’ye özgü sapmalar
a. Anayasa Gündemini Gölgeleyen Söylem ve İşlemler
TBMM’de 19 Eylül 2011’de yapılan toplantıda, Anayasa yapım usulü üzerine beliren iki farklı eğilime karşın, yeni Anayasaya giden yolda, özellikle yasal iyileştirmeler yapılması gereği üzerinde genel bir mutabakat vardı. Buna göre TBMM, yürürlükteki Anayasaya bile aykırı olup, insan haklarına saygıyı engelleyen ve demokratik olmayan yasaları ivedi olarak elden geçirmeliydi… Böyle bir gereklilik ne ölçüde karşılandı? Meclis, bu konuda açık bir irade ortaya koymadı. Tam tersine, çoğunluk partisi Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), –yürürlükteki yasaların elden geçirilmesi ve ayıklanması bir yana- hükümetin güdümü altında Anayasaya aykırı birçok yeni yasal düzenleme yapmaktan geri durmadı.
Bu süreç, birçok sorgulamayı beraberinde getirdiği gibi, genellikle, doğrular ve yanlışlar birbirine karıştı. Sorgulama şöyle: İnsan hakları ihlallerinin ne kadarı Anayasadan, ne kadarı yasalardan ve ne kadarı uygulamadan kaynaklanmaktadır? Aslında, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) kararları gereği yapılan son yasal düzenlemeler, ihlallerin Anayasadan çok yasalardan kaynaklandığını teyit etmiş bulunuyor. Ne var ki yasal düzenlemelerin kendisi de iç çelişkileri ve sorunlar yumağını beraberinde getiriyor.8
Öte yandan, yürürlükteki Anayasa’ya aykırı birçok yasal düzenleme de yapıldı9.Bu arada, “ülkesel Anayasa hukuku” gereklerine tamamen ters düşen yasal düzenlemeler hız kesmeden devam ediyor. Ülkenin doğal dokusunu zedeleyici, hatta yok edici düzenlemeler, Anayasal güvence altındaki çevre hakkına açık aykırılık oluşturmaktadır.
Öte yandan, insan hakları ve demokrasi ile ilgili kavramsal yanlışlıklar, hayli yaygın. Sadece, insan haklarının sekter ve indirgeyici kullanımı değil, bu husustaki yanlışlıklar zinciri hayli uzun. Ölçülülük, egemenlik, çoğunluk, çoğulculuk gibi kavramlar, ilgililerin bakış açılarına göre şekillenebilmekte, daha doğrusu çarpıtılmaktadır. Özellikle, çoğunluk ve egemenlik ilişkisinde, çağdışı deyim ve kavramların kullanımı bir yana, çoğu zaman, bunların bağlam dışı kullanımlarına tanık olunmaktadır.
Bu nedenle, yol açılan bilgi kirliliği, yeni Anayasa sürecinde sağlıklı tartışmayı engellemektedir. Basın yayın kuruluşları, bilgi kirliliğinde araç olarak kullanılmaktadırlar. Bu süreçte, uzman görüşlerinden çok siyasal görüşlerin kitle iletişim araçlarına yansıdığı görülmektedir10.
Söylem bakımından, Anayasa, ortak payda alanının genişlemesi ölçüsünde yapılabileceğine göre, bu süreçte çatışmacı ve ayrıştırıcı bir dil ve üslûptan kaçınılması temenni edilirdi. Ortak bir Anayasa dili, demokratik siyasal kültürün oluşmasına da katkıda bulunabilirdi. Ama bu başarılamadı.
Karşılaştırmalı yaklaşım bakımından, Türkiye ile karşılaştırılabilir devletler yerine, ABD ve Mısır gibi devletler öne çıkarıldı. Oysa bu devletler, anayasacılıkta Türkiye ile karşılaştırılabilir anayasal özellikler taşımamaktadırlar.11
-
İhmal Edilen Zaman ve Mekân İlişkisi
Anayasa, Türkiye’nin geçmişinden kopuk bir metin olamayacağı gibi dış dünyadan da soyutlanamaz.
Ulusal Düzlem (Zaman Boyutu). Dün, bugün ve yarın çizgisinde anayasal deneyim ve kazanımlar bilançosu dikkate alınmalıdır. Bunun önemi şurada: yeni Anayasa demek, anayasal birikimi bir yana bırakıp, her şeyi yeniden yazmak anlamına gelmez. Bu konuda i) aynen korunması gereken kurum ve kurallar, ii) düzeltilmesi ve iyileştirilmesi gereken kurum ve kurallar ve iii) yenilenmesi gerekenler veya mevcut olmadığı halde, yapılması gereken yeni düzenlemeler şeklinde üçlü bir ayrım yapılabilir. Mevcut birikimi bir kenara iterek, her şeyi baştan düzenlemeye çalışmak, yani bir tür “Anayasa mühendisliği” yapmak –1982 Anayasasında olduğu gibi- daha çok kopma dönemlerinde gündeme gelmekte olup, amacının tersi yönünde etkiler yaratmaktadır. Gelecek kuşakların iradesi, günümüz Anayasa yazıcıları tarafından ipotek altına alınamaz.
Uluslararası Düzlem (Mekân Boyutu). Türkiye’nin tarih ve coğrafyası dikkate alınarak, karşılaştırmalı Anayasa hukuku ışığında Anayasayı mekân düzleminde düşünme gereği de vardır. Bu açıdan, “Batı, Türkiye ve Bölgesi” olmak üzere üç mekân ayrımı yapılabilir. Burada ulusal-uluslararası ilişkiler, karşılaştırmalı Anayasa hukuku verileri, anayasal esinlenme gibi kavramlar kullanılabilir.
-
Türkiye’nin ihtiyaçları ve öncelikleri
1.- Denge ve Denetim Mekanizmaları
Çağdaş Anayasa hukukunun çok duyarlı olduğu “denge ve denetim mekanizmaları”, bizleri, yeni Anayasa ihtiyacı sorgulamasına geri döndürmektedir. 1961 Anayasasına yöneltilen sürekli eleştiri, “özgürlükler fazla, iktidar az” şeklinde idi. 1982’den ise, tam tersi yönde şikâyet edilmektedir: “İktidar fazla, özgürlükler az”.
Bu saptama, bir denge arayışını beraberinde getirmekte, Anayasanın varlık amacını unutmaksızın. Bu bakımdan, denge ve denetim mekanizmaları, Anayasa bütünü için öncelikle gözetilmesi gereken bir sorundur. İster Batı’da, ister bizde veya bölgemizde, eğer amaç bir hukuk devleti kurmak ise, fren ve dengeler sistemi, şu şekilde sıralanabilir: i) üç anayasal iktidarın kendi içinde –çift başlı yürütme, iki meclisli yasama, çok katmanlı yargı yapılanması gibi; ii) yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında; iii) her üç organ ile bunların dışında yer alan yüksek öğretim kurumları gibi uzman ve özerk resmi kuruluşlar arasında, iv) merkezi örgütlenme ile adem-i merkeziyet kuruluşları arasında; v) devlet ile uluslararası kuruluşlar arasında; vi) devlet ile toplum arasında.12
Bu özellikler, Avrupa devletlerine göre, çok daha ince elenip sık dokunmalı. Bunun nedeni, Türkiye’de demokratik ve anayasal birikim eksikliğinden kaynaklanmıyor sadece. Denge ve denetim mekanizmaları bakımından, devlet biçimi ve ulus-üstü örgütler, önemli bir yer tutar. Mesela, AB üyesi devletlerin bir kısmında, egemenlik, hem AB ile hem de ulus-altı yapılarla paylaşılmaktadır. Böyle bir paylaşım, çok katmanlı Anayasa kavramını beraberinde getirmiş ve başlı başına bir fren-denge mekanizması oluşturmuştur.
2.- Egemenlik Anlayışı
Çok katmanlı yapılanma bakımından Türkiye Cumhuriyeti, egemenliği devlet-ötesi mekânda paylaşabileceği AB’ye üye olmadığı gibi, ulus-altı siyasal topluluklara da yer vermemektedir. Egemenlik yönünden sınırlayıcı, hukuken bağlayıcı ve yargısal denetimle pekiştirilmiş başlıca uluslararası örgüt, Avrupa Konseyi’dir. Ulusal düzlemde egemenlik anlayışı “millet egemenliği”ni esas almaktadır. Bu anlayış, iktidarı halktan uzaklaştırdığı gibi, kötüye kullanıma da kapı aralamaktadır. Bu nedenle, yeni Anayasada egemenlik anlayışı, halk egemenliği temelinde tasarlanmalıdır. Böyle bir tasarım, kırılma alanlarının onarımında da işlevsel olabilir.
3.- Ayrışma veya Kırılma Alanlarının onarımı
Yeni Anayasadan somut beklentiler, toplumsal yapı ve ülke koşullarından da kaynaklanmakta olup üç başlık altında gruplandırılabilir: i) kimlikler ve yurttaşlık, ii) din-devlet ilişkisi: lâiklik, iii) merkez-çevre ilişkisi: adem-i merkeziyet. Bunlar, daha çok Türkiye’ye özgü sorunlardır.
Her üç konuda, söylem ve hedef çelişkileri olduğu gibi, iktidar ve ana muhalefet partileri arasında yanlış tutumlarda bir yarışma hali gözlenmektedir. Buna karşılık, bu üçlü sorunun çözümünde, yürürlükteki Anayasa, kolaylaştırıcı etken olarak görülebilir.
Yurttaşlık
Kimlik ve yurttaşlıkla ilgili anayasal tanım ve/ya düzenleme arayışında, öncelikle Anayasa md. 66 yerine, “değiştirilmez” olarak kabul edilen ilk üç maddeye bakmak yerinde olur. Neden? Çünkü anayasal olarak ülkenin adı “Türkiye”, devletin adı “Türkiye Devleti”/“Türkiye Cumhuriyeti” olduğuna göre, insan topluluğunun adı ne olabilir?
Madde 3’teki, “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” kaydında yer alan “Türkiye”, devlet ve ülke için olduğu kadar millet için de geçerlidir: “Türkiye Devleti” ve “Türkiye ülkesi” deyimleri, mantık ve dilbilgisi olarak ancak “Türkiye milleti” ile tamamlanabilir (Kaldı ki bu kavram 1924 Anayasasında “Türkiye halkı” olarak açıkça yer almıştır).
Değişmez maddelerde “Türk devleti” kavramı yok. Bu nedenle, yapılması gereken ilk iş, Başlangıç ve madde 66’daki “Türk devleti” ifadesini “Türkiye Devleti” şeklinde düzeltmek. Bu düzeltmeler yapılırsa, yurttaşlık için, “Türkiyeli”, “Türkiye yurttaşı”, “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı” denmesi doğal hale gelir; yurttaşlar topluluğunu ifade için ise, “Türkiye halkı” kullanılabilir.13
Lâiklik
Devletin, hiçbir din ve inancı tanımaması, lâikliğin olumsuz öğesi; ibadet özgürlüğünü güvence altına alması ise, olumlu öğesidir. Ne var ki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapısı ve faaliyetleri, Sünniliği, adeta bir devlet dini haline getirmiş bulunuyor. Öyle ki Alevilerin ibadethaneleri olan cemevlerinin resmi hüviyet kazanmasını engelleyebiliyorlar. 1982 Anayasası, böyle bir uygulama için temel oluşturmaz. Ama bu, yeni Anayasada, din ve inanç özgürlüğü ile lâikliği pekiştirici ve güvenceleyici düzenlemelerin yapılmayacağı anlamına gelmez.14
Adem-i Merkeziyet
Katı merkeziyetçi bir üniter devlet olan Türkiye’de merkez-çevre ilişkisi, genellikle Kürt sorununun çözümüne indirgenir. Oysa, adem-i merkeziyet, yüz ölçümü olarak bu denli büyük bir ülkede, kamu hizmetlerinin gerektiği gibi görülmesi için ve iktisadi ve coğrafi nedenler ile demokratikleşme gereği olarak da düşünülmelidir; yoksa sadece kültürel ve etnik nedenlerle açıklanamaz. Bu nedenle, yeni Anayasa, adem-i merkeziyetçi tek yapılı modele kapı açarsa, merkezi otoriteyi dengeleme işlevi de görebilir15.
Yurttaşlık, laiklik ve adem-i merkeziyet, ayrı alanlara ilişkin olsalar da birbirini tamamlama özelliği dikkate alınarak düzenlenmelidir. Eşit yurttaşlık, birey özgürlüğü ve katılımcı demokrasi için, her üç kavramı aynı zamanda birlikte düşünme gereği vardır.16
Değinilen bu üç soruna ilişkin başlıca çelişkiler şunlardır: Öncelikle, kimlik / yurttaşlık ve laiklik konusunda bilgi yanlışları ve çelişkiler oldukça yaygındır. Burada, siyasal partilerin açık ve belirgin çelişkilerine dikkat çekmekle yetinilecek.
Ana muhalefet partisi CHP, cumhuriyet kuruculuğu ile övünse de yurttaşlık konusunda indirgeyici yaklaşımını sürekli hale getirmiş bulunuyor. Bazı CHP’liler, etnisite vurgulu Türk hâkimiyetinin sürmesini arzu edebilir; bu anlaşılır bir tutum. Ama bunu, siyaset bilimi ve anayasa hukuku verilerini çarpıtarak yapmaya hak ve yetkileri yok. Bunları görmezlikten gelip, kişisel eğilimlere “bilimsellik kılıfı” geçirmeye çalışmak, Anayasanın temel dayanağını oluşturması gereken “insan haklarından uzaklaşmak” demek olup şuna benzer: AKP, Alevîliği tanımamak için konuyu çarpıtıcı gerekçeler üretiyor; aslında tanımadığı, din özgürlüğü. Çünkü, Sünnilik hakimiyetinin geçerli olmasını istiyor…
MHP’ye gelince, atılan her adıma sert muhalefeti öne çıkarsa da 1999-2002 döneminde gerçekleştirilen reformlara, hükümet ortağı olarak attığı imzaları unutmamalı ve yakın geçmişiyle tutarlı davranabilmelidir.
“Barış süreci” ve Anayasa, iki ayrı konu, ama birbiriyle yakından ilişkili: Yol ve yöntem bakımından, her ikisi de çatışmacı değil, uzlaşmacı yaklaşımı gerekli kılıyor. Düzenlediği alanlar bakımından, Anayasa, kapsayıcı ve kucaklayıcı kural ve düzenlemeleriyle “birlikte yaşam” ortamının oluşmasına katkıda bulunur. Ne var ki barış için yalnız başına yeterli olamaz. Anayasa kültürü gibi barış kültürü yaratmak da önem taşımaktadır. Fakat Anayasa yapımı gecikse de barış ortamı sağlanabilir. Burada önemli olan, Anayasanın ayrıcalıklı muhatabı olan kişi ve kurumların, hak ve özgürlüklere ilişkin kuralları nasıl algıladıkları ve uyguladıklarıdır.
4.- Hak ve Özgürlükler: Bütüncü ve Eşit
Hak ve özgürlükler alanında Türkiye’nin kazanımları bellidir. İnsan hakları uluslararası standartları da bilinmektedir. Bütünlüklü bir düzenlemenin ana eksen olarak alınıp, hak ve özgürlükler arasında hiyerarşi yaratılmaması gerekir. İnsan hakları anlayışı olarak, haysiyet temelinde “özgürlük-eşitlik” denklemi esastır.
Sınırlama ve güvence konularında, Anayasa madde 13’te yer alan (güvencelerde) “asgari standartlar” ile (sınırlamalarda) “maksimum standartlar” dışına düşülmemelidir.
İnsan haklarına ilişkin düzenlemeler, çağdaş devletin üçlü yükümlülüğünü yerine getirmesine elverişli bir kurumlar ve kurallar dizisini yansıtmalıdır: insan haklarına saygı göstermek, insan haklarını korumak ve insan haklarını geliştirmek. Bu üçlü yükümlülükte , insan-iktidar diyalektiği aşılarak, “çevre-insan-iktidar” zinciri esas alınmalıdır. Daha açık bir anlatımla, kişi özgürlükleri adına sınırlanan siyasal iktidar, çevre hakkı gerekleri ile de kayıtlayıcı kurallara bağlanmalıdır. Hatta, sadece iktidar değil, insan için de çevresine yönelik davranışları bakımından görev ve yükümlülükler koyulmalıdır. Özel girişim özgürlüğü, böyle bir kaygının merkezinde yer almakta olup, çevre ve doğanın korunması, bir sınırlama nedeni olarak düşünülmelidir. Bu çerçevede, direnme hakkı anayasalaştırılarak, yaşam mekânlarına yönelik meşru olmayan saldırıları engelleyici işlev görebilmelidir. Bu tür yeni açılımlar, düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir.
5.- Rejim Arayışı: ilke tartışması mı, dayatma mı?
Cumhuriyetin temel organları nasıl düzenlenecek? Burada esas sorun, erkler ayrılığının ne ölçüde “anayasal fren ve denge veya denge ve denetim mekanizmaları” çerçevesinde yapılandırılacağı noktasında düğümlenmektedir.
Rejim hususundaki yol ayrımı zorlaması, bu ön ve temel gerekliliği ikinci plana atmış görünüyor. Yol ayrımı zorlaması ne anlama geliyor? Türkiye deneyimi, ağırlıklı olarak, Kanun-ı Esasi’den başlayarak aşamalı bir biçimde kurulan parlamenter rejimdir; 1982 Anayasası ve özellikle 2007 değişikliğinde sapmalar olduysa da parlamenter özellik ağır basmaktadır.
Kuşkusuz, parlamenter rejimin sorunsuz işlediği söylenemez. Bu nedenle, Anayasa çalışmasında rejim sorunu da tartışılmalıdır. Bu bakımdan, tercih, bugüne kadar uygulanan ve aksayan yönleri konusunda deneyimin mevcut olduğu parlamenter rejimi demokratikleştirmek suretiyle sürdürmek yönünde olmalıdır. Buna karşılık, denenmiş olan yönetim biçimini tümüyle terk edip başkanlık veya yarı-başkanlık rejimine geçme eğilimi nasıl değerlendirilmelidir?
Muhalefet partileri (CHP ve MHP, hatta BDP), parlamenter rejimin sürdürülmesinden yana iken, iktidar partisi (AKP), tercihini başkanlıktan yana koymuş bulunuyor. Burada tartışılması gereken şu: Acaba, Türkiye, parlamenter rejim yoluyla demokrasiyi yaşatamaz mı? Veya bunun için mutlaka başkanlık rejimi mi kurmak gerekiyor? Ne yazık ki konu bu açıdan tartışılmıyor veya tartışılamadı. Hal böyle olunca, köklü bir rejim değişikliğinden yana olanların “yeni rejim” söylemi, propaganda silahı olmanın ötesine geçemedi. Başka bir söyleyişle, “ilke tartışması” yapma ortam ve olanağı yaratılmadı.17
Rejim değişikliği için öne sürülen nedenler arasında hukuken tartışmaya değer başlıca gerekçe şu: Cumhurbaşkanı , 2014’te halk tarafından seçileceği için, güçlü bir cumhurbaşkanı ile güçlü bir Başbakan arasında ortaya çıkması muhtemel çatışmanın önüne geçmek amacıyla şimdiden anayasal önlem almak.
Geleceğe yönelik fikir üretmek için, bugüne nasıl gelindiğini hatırlamakta yarar var: İktidar partisi kurmayları, yıllar önce dillendirmeye başladı rejim değişikliğini. 2007’de, 367 krizini TBMM başkanı tetikledi. Cumhurbaşkanı seçiminin tıkanması üzerine kotarılan Anayasa değişikliği ile toplantı yeter sayısı, “üçte bir” olarak belirlendi. Bu, krizi önleyen bir çözümdü. Ama bununla yetinilmedi; cumhurbaşkanının genel oyla seçimi öngörüldü. 11. cumhurbaşkanının seçimi halkoylaması öncesi yapıldığı için, Anayasa yeniden değiştirildi,18 ama artık gerek kalmadığı halde, cumhurbaşkanının genel oyla seçimine dokunulmadı…
Şimdi, “kişi-başkan” modelini savunanlar, Anayasa ve siyaset bilimi düzleminde tartışılabilecek tek bir gerekçe öne sürebiliyor: 2014 senaryosu. Nedir bu? Cumhurbaşkanı ve hükümet arasındaki olası çatışma, yani Fransa’da iki kez yaşanan “cohabitation” (birlikte oturma/ortak yönetim) sorunu.
Gerçi olasılıklar hesaba katılarak rejim değişikliği yapılmaz, ama bu ciddiye alınacak olursa, şu öneri çok daha gerçekçi: Anayasa değişikliği veya yeni Anayasa ile, 2007 öncesine dönmek. Hatta, bu vesileyle cumhurbaşkanının yetkilerini azaltarak parlamenter rejim çerçevesine yaklaşmak.
Bazıları, 2007 değişikliğinin % 68 oy oranıyla kotarıldığını öne sürmekte. Halkın onayı, yeni bir değişikliğe engel oluşturmadığı gibi, önerilen yönde bir düzenlemenin, daha yüksek oy oranıyla kabul görme olasılığı güçlüdür. Bu nedenle, “kişiye özgü modeli” savunanlar, “Önceki düzenlemeler, rejim değişikliğine giden yolu döşemek için yapıldı” itirafında bulunmadığı sürece inandırıcı olamazlar…
Rejim değişikliği, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçilirken veya 12 Eylül 1980 darbesi sonucu hazırlanan Anayasa sırasında bir tercih olarak gerçekleştirilebilirdi. Yeni devletin kurucuları bile, siyasal rejimde köklü bir değişiklik gereği duymadı veya 12 Eylül 1980 darbesi sırasında rejimde derin bir kırılma yaşandığı halde, “siyasal rejim değişikliği” yapılmadı. 2013 Türkiye’si, olağan anayasal ve siyasal süreçte bulunduğuna göre, olası bir değişiklik hangi gerekçe ile haklı gösterilecek?
Sadece yürütme organını değil, her üç devlet erkini tek kişi uhdesinde veya güdümünde toplayacak bir anayasal ve siyasal yapı arayışını haklı kılacak gerekçelerin ortaya koyulması bir yana, böyle bir arayış, açıklanması zor çelişkileri de gündeme çıkarmıyor değil: 2010’lu yıllar Türkiye’si, “ileri demokrasi”, “Yeni Türkiye”, “normalleşme süreci” gibi kavramlarla nitelenmekte. Daha genel olarak şu sorulabilir: AKP hükümetleri, 2002-2013 döneminde, insan haklarını ilerletici ve rejimi demokratikleştirici hangi düzenlemeleri yapmak istedi de parlamenter rejim mekanizmaları buna engel oluşturdu? Buradaki çelişki şu: “Rejim değişikliği”, ne tür bir demokrasi getirecek? Eğer yaşadığımız dönem, ileri demokrasi ise, bunu değiştirmek neden? Hayır, rejim sorunlu ise, “ileri” nitelemesi neden?
İnandırıcılık ve gerekçe yokluğu: Önce başkanlık dendi, bunun “kurtarıcılığı” üzerinde ısrar edildi; şimdi ise, yarı-başkanlığa razılar.19 Ne var ki yarı-başkanlığı, cumhurbaşkanının parti başkanlığını sürdürmesi kaydı ile öneriyorlar. Bu yönde bir öneri, öncelikle şunu gösteriyor: Demek ki başkanlık için ciddi gerekçeleri yok ve bu nedenle, yarı-başkanlık da olabilir diyorlar. Sonra, böyle bir öneri, “başkan-parti” özdeşliği ile aynı zamanda partiyi kurtarma kaygısını yansıtıyor.20 O nedenle, önerilen yönetimin getirecekleri ve/ya götürecekleri üzerinde tartışma yapmadan önce prensip (ilke) üzerinde tartışma yapma gereği, bir kez daha vurgulanmalı.
6.-Yargı Nasıl Olmalı: İki Düzen mi, Tek Düzen mi?
Bilindiği gibi, Türkiye’de “âdil yargılanma hakkı” hususunda çok ciddi sorunlar vardır. İHAM’nin 2012 yılı bilançosu, bunun kanıtını oluşturmaktadır. Yargılamanın uzun sürmesi hali, adil yargılanma hakkı ihlalinde ilk sırayı tutmaktadır. Bu nedenle, yargı sistemi, yapısal ve işleyiş olarak düzeltime muhtaçtır. Bu süreçte, yanıtlanması gereken soru şudur: Anayasal kurum ve kurallar, mevcut yapı çerçevesinde mi, yoksa yeni bir düzen benimsenerek mi koyulmalıdır veya kabul edilmelidir?
Kıta Avrupası sistemine dayanan Türkiye’nin yargı düzeni, adlî ve idarî yargı ayrımına göre örgütlenmiş bulunuyor. Buna karşılık, Anglo-Amerikan sistemi tek yargı düzeni modeline dayanır. Acaba, adil yargılanma hakkı güvencesi, mevcut iki yargı düzeninde mi sağlanmalı, yoksa yargı birliğine mi geçilmeli? Başka bir deyişle, yargı birliği, adil yargılanma hakkı için daha güçlü bir yargısal güvence mi? Kesinlikle “hayır”; çünkü Kıta Avrupası geleneği, tekli yargıyı değil, iki yargı düzenine dayanıyor. Bu devletler içerisinde Almanya ve İspanya gibi İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) önünde iyi durumda olan devlet sayısı az değil.
Bu nedenle, yeni Anayasada, “bağımsızlık ve tarafsızlık” hedefi ölçüt alınarak, -nitelik temelinde- yeni kurumsal yapılanma ve kurallar koyulmalıdır. Gerekli düzenlemelerin yelpazesi geniş tutulmalı: Hukuk fakültelerindeki öğretimden, yargı mensuplarının meslek içi formasyonuna; yargısal karar sürecinden kararların yerine getirilmesine kadar, “âdil yargı” güvencesi olabilecek konular Anayasada yer almalıdır. Unutulmamalıdır ki yeni Anayasa’da daha fazla iktidara değil, daha çok özgürlük, demokrasi ve hukuka ihtiyaç var. Daha çok hukuk ise, ancak tarafsız karar verebilen bağımsız yargı organları ile mümkündür.
“Yargı birliği” yönünde iktidar partisi (AKP) tarafından öne sürülen “içtihat birliğini sağlamak” şeklindeki gerekçenin bilimsel bir dayanağı bulunmamakta; çünkü adlî ve idarî yargı düzenlerinin görev ve yetki alanları birbirinden farklıdır. Bütün yargı organlarını birleştirmek yerine, tam tersine, gerek yatay anlamında (adlî, idarî, malî, çevresel, vb.) gerek dikey anlamında (ilk derece, istinaf, temyiz ve uluslararası olmak üzere) çok katmanlı yapılandırma, adaletin dağıtılması konusunda daha güvenceli olabilir21.
III
Yeni Anayasal Düzen
Anayasa yapımının hedefi yeni bir “anayasal düzen” kurmak olduğuna göre, bunun anlamı üzerine de birkaç saptamada bulunmak, konunun tamamlanması bakımından yerinde olur. Önce, yürürlükteki anayasal düzen üzerine bir-iki hatırlatma yapmakta yarar var. Bu, Anayasanın üstünlüğü ve normatif özelliğinin anlaşılması ve yeni Anayasa yolunu sanal olmaktan çıkarmak bakımından önem taşımaktadır.
-
1982 Anayasası: ideolojisi ve onarımı
Önce ideolojik temel: 1982 Anayasası, biri kaçınma (SSCB korkusu ve anti-komünizm), diğeri ise, tam tersine gerçekleştirme (neoliberalizm) anlamında, iki farklı “ideolojik kıskaç” etkisinde hazırlandı.22
Onarım dönemi: 1987’den 2004’e kadar süren değişiklikler, insan hakları alanında ve hukuk devletinin onarımı anlamında olumlu kazanımlardır23.
Üç Anayasa metni:
- Değiştirilen maddeler: daha çok hak ve özgürlükler üzerinde yoğunlaşan maddeler, 1982 Anayasasını ilk şeklinden ileri derecede uzaklaştırdı.
- Değiştirilmeyen maddeler: “sözü ve ruhu” ile 1982 Anayasası, büyük ölçüde yürürlüktedir.
-Değiştirilmediği halde değişime uğrayan maddeler: madde 13 gibi yeniden yazılan öyle hükümler var ki, yasama, yürütme ve yargı olmak üzere anayasal kurumlar bütünü üzerinde etki yaratmaktadır. Hakkın özü ve ölçülülük, tipik örneklerdir.
Yasalar ve uygulama “geri”: İnsan hakları ve demokrasi ekseninde yer alan onlarca yasa, yenilenmeye çalışılan 1982 Anayasasına aykırı. Özellikle, hak ve özgürlükler alanındaki uygulamaları, anayasal olmamakla kalmayıp bunları yasal gerekçeye dayandırmak bile zor.
Konu, anayasa-ötesi (İHAM kararlarının uygulanmaması) ve anayasa-altı boyutlarıyla ayrıca incelenmeye değer.
-
Yeni Anayasal Düzen İçin
Bu nedenlerden ötürü, Anayasa yapımında yürürlükte bulunan “anayasal düzenin kazanımları” dikkate alındığı ölçüde “yeni anayasal düzen” hedefi anlam kazanır. Süreklilik ve kurumlaşma, gelişmişlik düzeyi için ölçüt olarak görüldüğü için, geçmişten geleceğe bu anlayışla bakmak gerekir.
Bu yaklaşım tarzı, Anayasa yapımında sürekli katılımın ve zaman öğesinin önemini de ortaya koyuyor. Anayasa gelecek kuşaklara uygulanacağına göre, yapım sürecinde gençlerin katılımı anlamlı olsa gerek. Genç kuşakların, daha nitelikli bir Anayasa isteme hakkı vardır; hatta bu onlar için bir görevdir. Özellikle, üniversite öğrencileri, aynı zamanda, Anayasanın müstakbel muhatapları olacakları için, daha nitelikli bir anayasal düzeni talep etmeliler. Ne var ki Anayasa çalışmalarında toplumun üretici güçleri olarak emekçi kesimler dışlandığı gibi gençlerin katılımına da önem verilmemiştir. Bu nedenle, sürece katılım yollarını yaratma ve sonuna kadar zorlama gereği vardır. Bu süreçte, TBMM’ye düşen görev, mevzuatı yeni döneme uyarlı hale getirmek olmalıdır. Bu çalışmalar, genel af eşiğine varmalıdır.
Anayasa, hukuku -ve toplumu- ilerletmenin bir aracı olarak görülmelidir. Bu ise, Anayasanın herkes için bağlayıcı üstün norm olma özelliğinin, başta yöneticiler olmak üzere, toplumun bütün kesimlerince kabul edilmesi ölçüsünde mümkündür. Aksi halde, Anayasa fetişizmi (tapınması), büyük hayal kırıklıklarına yol açabilir. Böyle olmaması için, zaman boyutunu, “dün, bugün ve gelecek” bakış açısını gözden uzak tutmamak gerekir. Bugün, gelecektir; ama dünden ders çıkarılırsa, geleceğin bugünden hazırlanması mümkün olabilir.
-
Ülke-İnsan-Devlet
Yeni Anayasa için, “ülke-insan-devlet” sıralaması geçerli olmalı. Anayasa, Türkiye ülkesi ile “tanışmalı”; ülke, anayasal düzenlemenin ekseninde yer almalıdır.
Yeni Anayasa ile “nitelik” öğesi öne çıkmalı: nitelikli bir “ülke”, nitelikli bir “insan topluluğu” ve -ülkenin ve insan topluluğunun hizmetine koşulmuş- nitelikli bir siyasal örgütlenme aygıtı. Kuşkusuz, yeni Anayasa da ideolojik renk taşıyacaktır. Ama bu, daha çok insan hakları ideolojisi olmalıdır.
Toplumsal mutabakat veya ortak kimlik belgesi olabilmesi ölçüsünde Anayasa, birlikte yaşam paktı olarak düşünülebilir. Yapım sürecine katılım, Anayasanın bu nitelemeleri hak etmesi için vazgeçilmezdir.
IV
UZLAŞMA METNİ ANAYASALAŞTIRILMALI MI?
Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda üzerinde uzlaşma sağlanan maddelerin anayasalaştırılması, öncelikle Anayasa bütünü, sonra, “yeni Anayasa” hedefi üzerinde ne gibi olası etkiler yaratacaktır? Başka bir anlatımla, 60 maddenin Anayasa’ya dahil edilmesi, Anayasa içi çelişkiler yaratır mı? (yatay etki). Böyle bir değişiklik, yeni Anayasa sürecini durdurur mu? (zaman yönünden etki).
-
Üzerinde uzlaşma sağlanan maddeler
AUK’nın üzerinde uzlaşma sağladığı maddeler, “temel hak ve hürriyetlerin niteliği ve bütünlüğü”, “özel hayatın ve aile hayatının gizliliği ve korunması”, “kişi hürriyeti ve güvenliği”, “konut dokunulmazlığı”, “yerleşme ve seyahat hürriyeti”, “bilim ve sanat hürriyeti”, “mülkiyet ve miras hakkı”, “çalışma ve sözleşme hürriyeti”, “toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı”, “sosyal güvenlik hakkı” ve çevresel haklar gibi, büyük çoğunluğu hak ve özgürlükler üzerinde yoğunlaşan konulara ilişkindir.
Kurumsal anayasa hukuku üzerine, yasama organını ilgilendiren ikincil konulara ilişkin 3 madde, yürütme alanında YÖK yerine “Yükseköğretim Düzenleme Kurulu”, yargı alanında ise, ”adli kolluk” başlıca yeniliklerdir. Yargı iktidarı üzerinde uzlaşma sağlanan 9 madde, daha çok ikincil konulara ilişkin olup, esasen, 2010 Anayasa değişikliklerine el atılmadığı sürece “yeni” düzenleme yapma zorluğu açıktır.
-
Uzlaşmanın anlamı nedir?
Üzerinde uzlaşma sağlanan maddeler, içerik yönünden ayrıca tartışılmalı ve bunu yaparken, dört partinin “ortak paydası” olma özelliği gözden uzak tutulmamalı. Fakat, AUK metninin genel geçer bazı mitleri yıktığı ön saptama olarak kaydedilmeli: temsili gücü yüksek olan TBMM’nin Anayasa yapmaya ehil tek organ olduğu, milli iradeye ilişkin çağı geçmiş mutlak anlayış, vesayetçi ve askeri Anayasa, kısa ve özlü Anayasa söylemleri…
Öte yandan, üzerinde uzlaşma sağlanan maddelerin sayı –ama daha çok içerik- olarak sınırlı kalması, tıpkı önceki değişiklikler gibi, 1982 metnini meşrulaştırıcı bir işlev görmüştür.
Bu arada, toplumsal kırılma alanlarına ilişkin konular (yurttaşlık, din-devlet ilişkisi ve adem-i merkeziyet) ile anayasal denetim ve denge mekanizmalarının uzlaşma dışında kalmış olması, gözden uzak tutulmamalı.
-
Geleceğe etki bakımından
Bu nedenle, AUK’da uzlaşma sağlanan maddelerin doğrudan oylanması, Anayasal sistematik bakımdan birçok çelişkiyi beraberinde getirecek olmakla birlikte, somut etki yaratacak başlıca iki kurumsal hüküm göz ardı edilmemeli: Yükseköğretim Düzenleme Kurulu (YDK) ve Adli Kolluk.
Ne var ki, bunlar ve haklar alanında sağlanan açılımların olumlu etkisi, ilgili yasal düzenlemelerin belli bir süre içerisinde gerçekleştirilmesine bağlı. Mesela, Adli Kolluk ve YDK için 3 aylık süre, hak ve özgürlükler için 6 aylık bir sürenin öngörülmesi.
Anayasayı tümden yenileme hedefi bakımından; TBMM uzlaşma metni, hem bir kazanım hem de “kurulu meclis”in sınırları olarak görülebilir. Bu durum karşısında, Anayasa’yı yapan organ ile onu uygulayan organ ayrımı yapılırsa yol alınabilir. Şöyle: birçok değişikliği gerçekleştiren TBMM, Anayasa’yı yenileyecek meclisin önünü açsın ve bir kurucu iktidarın oluşumuna önayak olsun; ama, aynı zamanda bugüne kadar sağlanan Anayasal kazanımların etkili bir şekilde uygulamaya geçirilmesi ereğinde yasal düzenlemelere ivme kazandırsın!
DEĞERLENDİRME : FETİŞİZM VE ANAYASASIZLAŞTIRMA KARŞITLIĞINI AŞMAK İÇİN…
1982 Anayasası, iki önemli zorlamaya karşı umulanın ötesinde bir dayanıklılık gösterdi: bir yandan, sürekli değiştirildi; öte yandan, yenilenmesi sürekli gündemde tutuldu. Yenilenme sürecinin tıkandığı söylenebilir. Fakat, geçirdiği değişikliklerin, Anayasa metnini ilk biçiminden ileri derecede uzaklaştırdığı da açık. Ne var ki, Anayasa uygulaması, pozitif hukukun çok gerisinde. Böyle olmakla birlikte, yeni Anayasa’nın şu anda Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu birçok sorunu çözebileceği umudu canlı tutulmaya çalışılıyor. Başka bir deyişle, bir yandan, “Anayasa fetişizmi” yapılırken, öte yandan, “anayasasızlaştırma süreci”24 devam etmektedir. Bu tehlikeli bir gidiştir.
Bunun önüne geçilmesi, yeni anayasa arayışının yürürlükteki Anayasa normlarına saygı derecesi dikkate alınarak sürdürülmesi ölçüsünde mümkündür. Bunun yolu, bu vb. toplantılar yoluyla doğru bilginin paylaşılması ve yayılması, bir Anayasa bilinci ve kültürünün yerleştirilmesinden geçmektedir. Anayasa, uzmanlara ve hukukçulara bırakılmaması gereken bir ortak kimlik belgesi olarak algılanıyor ise, siyasetçilerin tekelinden mutlaka çıkarılmalıdır.
Dostları ilə paylaş: |