. BELLİNG (Rudholf) — İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi heykel kısmı profesörü; kudretli bir Alman heykeltraşı olup 1888 da Ber-linde doğmuşdur; Türkiyeye 1936 da davet edilmiş, o tarihden bu yana îstanbulda yerleşmiş bulunmaktadır; sanatkâr hakkında kıymet hükümleri taşıyan aşağıdaki satırları Türk Ansiklopedisinden alıyoruz:
«Abstre sanatın uzun zaman ve' büyük ölçüde tesiri altında kalmıştır. Bu alanda bir çok eser -verdikden sonra, yine alışkın, olduğu ve tabiatla çok yakınlığı olan, sâde ve genişlik ifâdesi veren usullere dönmüştür. Eserleri arasında: İnsan (1918), Armoni (ağaçdan, 1942), Baş (mahun ağacından, 1921), Heykelci (pirinçden, 1923), Kadın başı (pirinçden, 1925) vardır».
BELLİNİ (Gentile) — İtalyan Rönessan-smın Venedik yağlı boya resim mektebinin en seçkin sanatkârlarından; hemen bütün efradı
sanatkâr bir ailenin en büyük şöhretlerinden, Fatih Sultan Mehmedin ressamı; aşağıdaki satırları Türk Ansiklopedisinden alıyoruz:
«(1428 -1429 arasında) Venedikde doğdu, 1507 de yine bu şehirde öldü, ressam Jacopo Bellinin (1400 -1464) büyük oğludur. Babasının yanında çalışdıktan sonra Gırolamo Mat-tini'den perspektif dersi almışdır; kendisini kayın biraderi Anderea Mantegna'nın yanında yetiştirmiş olduğu söylenir.
«Babasının Padovadaki Santo Kilisesine yapdığı ve bugün kaybolmuş olan bir resmin sonuna yaklaşdığı sıralarda (1459) babası ile birlikde çalışmışdır; usta portreciliği babasından öğrenmişdir; 1465 tarihini taşıyan ilk imzalı eseri Venedik başpiskoposu B.L. Guisti-niani'nin papas kıyafeti ve yanında diğer iki ruhanî ve iki melek tasviri ile beraber yapılmış portresi olup bu resim hâlen Venedik Ga-ierisindedir. •
«İkinci Sultan Mehmed 1479 da Venedik Cumhuriyeti ile barış antlaşması imza edip kendisine usta ;bir ressamın gönderilmesini isteyince «hükümetimizin emri ile ve hükümetimize hizmet etmek için» kaydı ile tâyin fermanı çıkarılmış ve bu vazife Gentile Belli-ni'ye büyük bir törenle veriîmişdir; 1479 da îstanbula hareket eden G. Bellini, İstanbulda çok iyi kabul görmüş ve Fatih Sultan Mehmedin portresini yapmışdır. Önce Sir Henri La-yard Koleksiyonunda (yer alan) ve sonra Lon-_ drada Millî Galeriye (National Gallery) nakledilmiş olan 'bu Portre, Bellininin İstanbuldan ' ayrıldığı -târih olarak kabul edilebilecek olan 25 kasım 1480 tarihini taşımaktadır. Bu profil portrede ince, zekî bir yüz ifâdesi ve tavırdaki asalet çok ustaca belirtilmişdir.
«Gentile Bellini İstanbuldan dönüşünde, Venedik mektebinin sanalda gösterdiği hamlelere rağmen henüz denenmemiş olan büyük komposizyon resimlerine başlamış ve Venedik için yeni bir hâdise olan yağlı boya tekniği ile Scuola di San Marco (Son Marko okulu) ya biri «İbrânileri kovalayan ve denize düşen Firavun», öteki de «Çölde İbrânîler» adlı iki yağlıbaya resim yapmıştır.
«Gentile Bellini (ayrıca) Venedik Doçları sarayına büyük ölçüde yağlı boya resimler yapmışdır. Bunlar yalnız sanat bakımından değil, ayni zamanda o devirdeki Venedik muhitinin, şahane alayların gerçeği ifâde eden bir görüşle, bütün teferruatı ile canlandın!-
BELLİNİ (Gentile)
— 2488 —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
2487 —
BELVÜ APARTMANI CİNAYETİ
Gentile Bellini (lesîm: P. Seren)
mişdir. (Portreleri arasında da doç Marco Bar-barieo'nun, doç Agostîno Barbarico'nun ve Caterina Cornaronun portreleri zikre değer)*.
Şu satırları da Ord. Prof. Dr. Süheyl Ün-ver'in Ayhk Ansiklopediye yazmış olduğu «Gentile Bellini» makalesinden alıyoruz:
«... Ressamı Venedik Balyozu huzura sokar. Bellini kendisini hükümdara sevdirir, on beş aya yakın sarayında ve yanında kalır ve bugün çoğunu bildiğimiz resimleri yapar.
«Ressam İstanbul'da çok kolaylıklar görür ve nelerden ibaret olduğunu bilmediğimiz daha başka resimler meydana getirir. Bunların bir kısmı ortadan kalkmış ve belki de kaybolmuştur. Fatih'in sarayına mensup bazı adamlara ait resimlerin Londra'da British Museum'da olduğu söylenmektedir. Fatih Sultan Mehmed bir nezâket eseri olarak ressamından, doğduğu Verona şehrinin resmini istemiştir. Eğer rivayet doğru ise Bellini, Fatih'in hazzını mucibolacak ve hususî dairesinde saklanacak resimler de yapmıştır.
«Fatih önceleri Bellini'nin yüz hatlarını
Fâtih Sultan Mehmed ve Bellini (Sabiha Bozealmı» bir kempesîzyomu)
ması bakımından değer taşımaktadır; bunlardan «San M a r k o s > Meyda-danmda dinî âyin» (1496) «Kanala atılmış haç» (1500) ve «Haçın üçüncü mucizesi» (1501) adlı üç eser kalmış dır (Bu eserlerin isimleri Türk Ansiklopedisinde kayıdlı şeklinden farklı o l a r k 'k • yazılmış-
dır). G. Bellininin realizmi :bu eserlerde açıkça belli olmaktadır. Bu .kompozisiyonlarda yalnız kişilerin karakterlerini, giydikleri elbiselerin göz kamaştırıcı tesirlerini değil, ayni zamanda mozayıklerin ve kapulardaki altın süslerin parıltılarını, hoş görünüşlü San Marko Meydanını da eserine güzel bir dekor olarak seçip, geniş bir hayal zenginliği ile tasvir ©t-
ne kadar dikkatle çizdiğini anlıyabilmek için ona bazan güzel yüzleri de çizdirirdi. Fatih bunları seyrederken, karşılaştırmak için asıllarını da çağırırdı.
«Fatih ressamına Gentile diye küçük ismiyle hitâbederdi. Bir gün ona, sana bir derviş getirecekler, onun resmini yap, der. Ressam da yapar ve takdim eder. Ressam, vaktiyle bu dervişin bedestende bir sıra üstüne oturarak Fatih hakkında kasideler okuduğunu duymuştur. Fatih, dervişin resmini görünce : — Gentile! Bilirsin ki hakikati bildirmek şar-tiyle her ne olursa olsun söylemene müsaade etmiştim, söyle, bu adam neye benziyor? der. Bellini cevap verir: —- Şevketmeab! mademki serbestçe söylememe müsaade buyuruluyor, o halde söyliyeyim ki, fikrimce bu adam mecnundur!
«Fatih: — Pek doğru, cinnet alâmetleri gözlerinden nasıl belli oluyor, der.
«Bellini, sarayında ve kendisinde iyi intibalar ve hâtıralar bırakarak Fatih'in müsaadesiyle 1480 senesi son günlerinde birçok hediyeler, bu arada kıymetli bir altın gerdanlık alarak memleketine dönmüştür». (B.: Mehmed II, Fâtih Sultan Mehmed).
BELLO (P.) — On dokuzuncu asır sonu italyan ressamlarından, İstanbul Sanayii Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Akademisi) muallimlerinden; doğum ve ölüm tarihleri, hayatı ve Tür.kiyedeki hizmet müddeti hakkında hiç bir bilgi edinilemedi.
1895 -1900 arasında Malûmat Mecmuası ile yabancı sanat dergilerinde İstanbul hayatı üzerine pek güzel tablolarının r ö p o r d ü.k s i-y o n l a r ı görül-
müşdür; 1897 yılın
da Galatasarayı Sul
tanîsinde açılan bü
yük resim sergisin
de en geniş alâkayı
toplayan sanatkâr
lardan biri olmuş
du; zannederiz ki o
tarihde altmışına
yakın bir yağda bu P Bello
lunmuyordu. (Resim: s. Bozcan)
BELVERMEK — Halk ağzı deyim, çökmek; misâl: «... Alibey Köyü Köprüsünün acilen tamiri lüzumundan bahsetmiş idik, okuyan, dinleyen olmadı, geçen gün oralara yolumuz düşdü, köprü iyice bel vermiş, o zaman üçe olacak tamir şimdi beşe çıkmayacak..» (Tasviri Efkâr gazetesi; 1909).
Önü göçmüş sarığın, arka taraf vermiş bel Çağlıyor püsküle bakdım üzerinden tel tel
Mehmed Akif
BELVÜ — İkinci Abdülhamid devrinden bu yana B.eyoğlunda, Boğaziçinde, Adalarda, Fenerbağçede otel ye gazinolara ve bazan da apartmanlara verile gelmiş bir isimdir. Bunların içinde en eskilerinden biri Fenerbağçe-deki Belvü Oteli ve Gazinosudur.
BELVÜ APARTMANI CİNAYETİ — 1943 yılında İstanbulda bilhassa ermeni ekalliyeti arasında derin akisler yapmış bir vak'a-dır; Misak Keseryan adında bir delikanlı, samimî arkadaşı Kamer Nerses Merian'ı parasına tamah ederek tabanca ile öldürmüş, kaa-til, uzun ve heyecanlı muhakeme safhalarından sonra taammüd sabit olarak îdame mahkûm olmuş, 29 ocak 1947 günü sabahı Sultan-med Meydanında asılmışdır.
Uzun süren muhakemenin aydınlatdığı cinayet şöyle cereyan etmiştir:
Kaatil Misak Beyoğlunda Altunbakkalda Cumhuriyet Caddesinde 169 kapu numaralı -Belvü Aparümammn kapucusunım oğludur; samimî arkadaşı olan maktul de komisyoncudur.
Kamer vak'adan bir gün evvel, l nisan 1943 de, bir iş karşılığı olarak Beşiktaşda Zeki adındaki bir tüccardan 17.000 lira alır, bu parayı alır iken arkadaşı Misak da yanında bulunur. O geceyi evinde geçiren Kamer, ertesi sabah erkenden, bu para cebinde olduğu halde, kapucunun oğlu Misak'ın kendisine satacağı bir brovning tabancasının tecrübesini yapmak üzere Belvü Apartınıamna gider, iki arkadaş kısa bir sohbetden sonra tabancanın atış tecrübesi için apartımanın kalorifer dâiresine inerler; Kamer önde, Misak arkada, bu karanlık, izbe yere girer girmez, Misak tabancasını çıkarup önünde yürüyen arkadaşının ense köküne ateş eder ve Kamer o anda cansız olarak yere serilir. Gene kaatil, arkadaşının cebindeki paranın 14.000 lirasını alır, 3000 lirayı maktulün üzerinde bırakır, aldığı
İSTANBUL ANSİKLOPESÎSÎ
BEM
Galata Balıkpazarı (P. Bello'mıa tabolstradan Safoîha Bozealı eli ile)
parayı sakladıkdan sonra Pangaltı polis karakoluna giderek, müteessir bir eda ile, bir tabanca tecrübesi yapar iken arkadaşı Kameri kazaen öldürdüğünü söyler. Fakat zabıta vak'-aya el koyar koymaz, bunun bir kaza değil cinayet olduğunu anlar; maktulün cebinden çıkan ve kaatilin heyecana kapılarak alup yok etmeği unutduğu bir defterde Kamerin bir gün evvel tüccar Zekiden aldığı 17.000 liranın kaydi görülür. Kamerin Belvü Apartıma-nına gelmesi ile kaybolan 14.000 lira üzerinde durulunca Misak'ın arkadaşına bir tuzak kurduğu ve cinayeti para için taammüden işlediği anlaşılır.
Misak Keseryanın îdâm hükmünü İstanbul Birinci Ağır Ceza Mahkemesi vermişdir.
BELVÜ GAZİNOSU VE OTELİ — Kadıköy havalisinin en rağbet gören müzikli, cazlı, danslı gazino ve otelidir; gitmesi kolay: tramvay, kapısına kadar varıyor; sandalla gelenler kıyıda iskelesine iniyor. Manzaralığına da uyar yok: Kalamış, Moda, Marmara, Fener-' bahçe karşısında, plaj burnunun dibinde.
Yarım asırlık zaman içinde ilk şeklini hiç değiştirmemiştir. Ahşap binası, soluk boyası, ağaçlıklı bahçesi, taraçası, iskelesi hep aynı.
Vaktiyle, hele Cuma ve Pazarları Fenerbahçe, konak arabaları, kira faytonları, tenteli çekçeklerle dolar; piyasa ezanlara kadar sürer; Feneryolundan ayrılan trenle gelenler deniz hamamlarının yanında iner; azıcık yürüyüp selvilerin, sakız ağaçlarının altına otururlar; bazıları dönüşte Otel Belvüde -biraz arayla gelip geçenleri temaşaya koyulurlardı.
Semt ecnebilerin, tatlı su fren-klerinin yatağıydı. Çoğunun villâları, evleri bulunduğun-, dan yazı orada geçirirlerdi. Kalamıştan 17 numaralı Şahin vapuruna binip işlerine giderler, akşamleyin yine o vapurla dönerler; ekserisi karıları ve kızlariyle beraber doğru bu otelde soluğu alırlardı.
Pazarları 'bahçenin, terasın her tarafına renk renk bayraklar, kâğıt fenerler asılır, bu hazırlıklar o gece orada verilecek suvareye, baloya alâmet sayılırdı.
Levantin, rumiyoz, ermeni dudusu, Ku-ledibi yâhudisi enstitütrislerden derme çatma frenkçe öğrenmiş küçük hanımlarda ne can atış:
— Ah ne olur, biz de şuraya girebilsek.
Polkadan, valsden vazgeçtik, hiç değilse bir kenara ilişip yakından seyretsek!..
Uzaklardaki köşklerinde • yemeği yer yemez, baloyu görmek için teker teker gelenler parmaklığın yanma arabayı çektirip imrene imrene dansları seyredenler mi ararsınız..
Otel Belvü'nün sezonu Mayısın bilmem kaçında yapılan gül bayramı günü başlar, içi dışı müşterilerle kaynardı. Dalyan sokağının hizasından otelin köşesine kadar, iki keçeli arabalar •dizilmiş. Kiminde hanımlar, kiminde beyler. Hepsi alayı seyre seğirtmiş; bir taraftan da aşna fişna berdevam.
Miada gelince soldaki, kale bedeni gibi yüksek duvarlarla çevrili, Katolik yetimhanesi mi, Marabet mektebi mi olan kunt binanın kapısı açılır, alay sökün ed,erdi. Beyaz elbiseli, üstleri başları beyaz güller, çiçekler, papatyalarla donanmış, 8-12 yaşlarında bir sürü kız koro halinde dualar tutturarak dışarı çıkarlar. Yerlere gül, çiçek, papatya yapraklarını serpe serp.9, ağır ağır, yürüyüp, köşeden soldan geri çarh edip mahut binanın arka kapısından girerler.
O gün Belvü'nün sahibi para kırar, keyfinden kabına sığamazdı. Ağır sıklet, takkeci kalıbı enseli, yüzünden kan fışkıracak, ava meraklı; sırtından avcı ceketi, ayaklarından avcı tozluğu, omuzundan çifte, yanından zağar hiç eksik olmıyan bir oğlu; genç irisi, tombul, hayli dilber bir gelini vardı.
Neye kusur bulunmaz ki, Belvünün de olmasın? Orkestrası için:
— Mınakyamn -kumpanyasındaki bile yedi sekiz kişi, bundaki dört; bir piyanist, bir kemancı, bir borucu, bir de filavtacı. Güya salon müzikası imiş!., diye dudak büken büke-ne...
İkide bir müzik aksar, çalgıcılar gelmez, heriflerin kendilerini ağır satmasından patron yaka silker, dert yanardı. Bir aralık Viyana-dan otomatik bir org getirtmişti. Aynalı dolap kadar, önü buzlu camlı, yandan kurulan, içine kutru karıştan büyük, çivili silindir konup çalınan bir^ lenduha idi. Strauss'un «Ra-detzky marşı» ile siftah eder; vaîsleri, polkaları kadrilleri laterna temposuyla gürletirdi.
Sermed Muhtar Alus
BEM, BEM TELİ — Türk mûsikisi terimlerinden; telli sazların en üstünde bulunan ve en kalın şeşi veren telin adı; ki arabcada evin
BEN
— 2490 —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
2491
BENDE
üstü, dam anlamında «bâm» kelimesinden alınmış ve beni şeklinde telâffuz edilnıişdir.
Halk ağzında hâlâ -kullanıla gelen «Banı teline basmak» deyimi bu bem telinden çık-mışdır, birisini aşırı derecede kızdıracak bir sözü kasden söylemek, onu en yüksek sesi ile bağırtmaktır; misaller:
Kendisini kızdırmaya çalışan birine hitâb ile :
— Bam telime basma, bin pişman olur
sun!..
Gaaib hakkında:
— Çakır meselesini açdım, moruğun banı
teline basdım, ifrit oldu!..
«Bâm» musikişinasların ağzında «bem» olmuş iken halk ağzında banı şeklinde kullanılması dikkate değer.
BEN -— Garb türkçesinde, yüzde yâhud vücuddaki kumral veya siyah nişan; dilimizde bu mânada ve bilhassa divan edebiyatında arabca «hâl» kelimesi de kullanılmışdır.
Ben, bir toplu iğne başı kadarından leke sayılacak büyüklüğe kadar olur.
Yüzdeki benler, kaş üstünde, ucunda, şa-kakda, burnun kanadı yanında, yanakda, çene kenarında, çene çukurunda, yüzü gösteren boyun, gerdan üzerinde sahibine ekseriya bir ayrı şirinlik, letafet verir; hele sâhibleri güzellik-ile de seçkin iseler, nigâr yâhud mahbub, benleri kendilerine lâkab ola gelmişdir, âşık şâir kalemleri ile Büyükşehrin târihine geçmiş ben-lili İstanbul güzelleri, İstanbul masallarımın kahramanları arasında benli dilberler, Benli Ayşe, Benli Belkis, Benli Fatma, Benli Ali, Benli Ahmed, Benli Yusuf gibi isimler pek çokdur. Hattâ bazan kendi göbek isimleri unutulur da, bilhassa türkden gayri milletlerden güzellerde, «ben» leri unutulmaz: Benli Rum, Benli Çerkeş, Benli Laz, Benli Köçek gibi.
Âşık Beşe «ben» i hassşten güzellik unsuru olarak görüyor:
Hangi yüz kim ande ben var ola Bin kişinin gönlü ande zar ola
Fakat unutmamalıdır ki, küçük ben'ler-den yerini bulamamış olanlar, (meselâ tam burnun üstünde bir ben ve çok iri, yüzde adetâ bir leke teşkil eden ben'ler aslında çizgileri pek câzib olan sımalar için bir nakise olur, hüsün için özürdür, kusurdur.
Yüzdeki küçük ben'ler yan yana bir kaç dâne olursa «püskürme ben» denilir; dilber-
lerin yüzünde onlar da güzeldir. Onsekizinci asrın büyük şâiri Nedim püskürme benli bir İstanbul dilberini şöyle tasvir ediyor:
Şivesi, nâzı, edası, handesi pek bî bedel Gerdeni püskürme benli, gözleri gaayet güzel
«Ben» tek olduğu zaman divan şâirleri ekseriya arabca «hâl» kelimesini kullanmışlardır, fakat püskürme bende, arabca isme türkçe sıfat yaraşamadığı için, Nedim gibi, «ben» deraeye mecbur olmuşlardır.
Hâl yâhud ben, bir klişe hâlinde «fülfül (filfil) = karabiber» e, yâhud «anber» e, ba-zan da bir «hindli» ye benzetilmişdir, meselâ bir onaltmcı asır şâiri, bir güzelin terlemiş yanağındaki benler için «suya girmiş yıkanan Hindli çocuklar» demekde tereddüd etmemiş-dir.
Güzelin zülüfleri benli yanağına inmiş, Muhibbi (Kanunî Sultan Süleyman) o zülüfleri tuzak ağına, beni yeme, yem dânesine, âşıkı da böylece yakalayacak kuşa benzetiyor:
Görüb zülfünde hâlin düşdüm âğa Tutulur mürg dâneyle tuzağa
Çene çukurunda bir beni olan bir dilber için Kanunî devrinde yaşamış şâirlerden Fev-rî, bu siyah beni Bilâli Habeşîye benzeterek:
Camii hüsne sala eyler zenehdâhmda hâl Çâh içinde Kâbede güya ezan okur Bilâl
diyor.
Kaş üzerinde bir ben'i de yine o asırda yaşamış şâirlerden Aşkî, köprü üstünde Da-niyal Peygambere benzetiyor:
Üstünde kaşının durur ol anberîn hâl San köprü üzre fikreti hikmetde Daniyâl
Yina o asır şâirlerinden İstanbullu Keş-fî de bir güzel sânında üstâdâne bir gazelinde: «Bu ben mi, karabiber mi? Bu yanak mı, gül mü? Saç mı, yâhud sünbül mü? Dudak mı, ya bade, şarab mı? Canı tuzağa düşüren dânedir, cennetlerden gelmiş güldür, cihanı aldatan dek, düzendir, yüreklere can veren şeydir» diyor, nesir olarak bugünkü dilimize çevrildiğinde vezin ahengini, şiir inceliğini kaybeden beyit şudur:
Ben mi yâ filfil, had mi bu yâ gül, saç mı yâ sünbül, leb mi yâhud mül?
Dânei candır, verdi cinandır, merki cihandır, canı
cenandır!..
Onsekizinci asırda Nedim, yukarıda kaydettiğimiz bir beytinde tasvir ettiği gibi, sevgilisinin gerdanındaki benin meftunudur:
Ey hâl, pâsbânı mısın sen o gerdenin Kâfur içinde habbei filfil misin nesin?
Bir benli güzel için aşağıdaki kıt'a da geçen asrın külhânî şâirlerinden Beşiktaşlı Gedâî'-nindir :
Sevdim bir dilberi hublar serveri Kızarmış ruhleri ter güle nisbet Dudağı sükkeri kudret kevseri Hâli hindûları fülfüie nisbet
Yüzün uygun bir yerinde bir ben'in yâhud püskürme benlerin güzellik nişanı bilindiği zamanlar, bensiz dilberler, yüzlerinde seç-dikleri bir yere ve yaraşık alan büyüklükde «laden» denilen maddeden sun'î bir ben yapıştırmışlardır. Laden, Girid adasında yetişen bir cins çalıdan elde edilir zamkdır, balmumu kıvamına getirilerek küçük bir parçası kopardır, ben yapılırdı.
Tanzimata kadar devam etmiş eski bir İstanbul âdetidir, gelinlerin yanağına muhakkak ladenden bir ben konulur, bu sun'î gelin ben'leri ayrıca altın ile yaldızlanırdı, buna da «hâlizer» derlerdi. O zamanın gelin duvakları da al valadan yapılır idi, böylece al-duvaklı, saçları altın telli gelin kızın yanağında bir altın ben, diğer asımı, takımı arasında muhakkak ki şirin bir süs olurdu.
Onaltmcı asır şâirlerinden 'Gelibolulu Kâtib Sun'î, o devrin gecelerinde tek ışık vâsıtası olan mum sânında yazdığı manzumede mumu, zifaf gecesinde, ayaklarına kına yakılmış, saçına sırma altın teller takılmış, yanağı altın benli bir geline benzetiyor:
Arûs oldu bu gice şem'i rânâ Anınçün yakdılar pâyine hına Saçına sırma altın teller etmiş İzan üstüne hâli aer etmiş.
BENDE — Farsça «bend» kökünden bağlanmış anlamında; dilimizde mecazen «kul, köle, esir, uşak, hizmetkâr, bir kimsenin adamı, müntesib».
İstanbul ağzında nezâket ve hürmet yolunda yaşça ve mevkice büyüklere karşı «bendeniz» diye bir klişe hâlinde hâlâ da kullanılır, bu takdirde, ne uşaklık, ne de kulluk, kölelik ifâde eder.
Yakın geçmişe kadar yine böyle nezâket
ve hürmet yolunda «evim» yerine «bendehâ-ne» denilirdi: «Bendehâneyi teşrif ederseniz ihya edersiniz..» gibi.
İmparatorluk devrinde, hattâ meşrutiyet zamanında mülkiye ve askerîye mensupları üst makamlara yazılan resmî tezkirelerde imzalarının üstüne bir «bende», kelimesini ilâve ederlerdi.
«Bende» lâfzı bazan da «Bendei dîrîne-leri», «Bendei çâkerîleri», «Bendei kemine-' leri» diye biraz daha tumturaklı küçültülür-dü.
Adamlarını koruyan, efendilere, maiyetindeki memurları koruyan âmirlere «BendıS-perver», adamlarına, maiyetindekilere takı dil ile iyi muamele edenlere «Bendenüvaz» denilirdi.
Babasının iyilik gördüğü, himaye gördüğü, ekmeğini yediği, kapusundan yetişdiği kimselere oğullar kendilerini «Bendezâde» diye takdim edenlerdi.
Esir pazarından para ile satın alınmış köleye «Bendei direni haride» denilirdi; bazan kölelerin kulaklarına kölelik nişanı olarak bir gümüş veya altın halka takılırdı, onlara da «Bendei halka begûş» denilirdi, Hakaanî Meh-med Bey, gökdeki hilâli,, kulağı halkalı kölesine benzetiyor:
Doğalı gün gibi ol mâlî cemâl Bendei halka begûşiydi hilâl!..
Boğazı lâleli, zincirli kölelere de dei gerden beste» denilirdi.
Edebiyatımızda âşık şâirler kendilerini sevdikleri güzellerin bendesi, «kölesi, esiri, hizmetkârı, uşağı» gibi göre gelmişlerdir, misalleri onsekizinci asrın büyük şâiri Nedim'den alalım:
ŞARKI
Sevdiğim bendene düşerse hizmet Kapunda kul olmak canıma minnet Göre idim sende bûyi muhabbet İstediğim budur sen bî vefadan
ŞARKI
Aman pek yârdendim ol nigâhı şuh evbâşe Kapıldım doğrusu ol yal ü bale ol güzel kaaşe Geçersen semtimizden yolun uğrarsa Beşiktâşe Efendim gel mürüvvet kıl senindir bende vü hâne
HAMAMI YEDEN BİR BEYİT
Dedim ey güli nevhîzi nâzü işve sana Feda Nedim gibi bendeler hezar hezar
BENDERYAN (Mıkırdiç)
— 2492 —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
2493 —
BENDİ CEDİD
Bendi Cedid (Yeni Bend) (Kesid ve plân; İstanbul Suları, Dr. S. Nâzım Nirven)
Pâdişâhlara, vezirlere, velînîmetlere yazılan kasidelerde, 'bu zâtlerin yaptırdıkları saraylar, yalılar, konaklar ve hayır eserleri için yazılan tarih manzumelerimle de şâirler kendilerini ekseriya bende olarak göstermişlerdir, misalleri yine Nedim Divânından alıyoruz; Saclırâzam Damad İbrahim Paşa şanında bir kasidede :
Nedîmâ bendesi olsun henıîşe' menkibethâm
Devrinin kıymetli bir hattatı olan Üçüncü Sultan Ahmedin yazdığı tor yazıya târih-kasîdeden:
Bn mısra ile Nedîmâ bendene Hatif didi târih bji nâzik hattı Sultan Ahmede bak da düâ eyle
Kethüda Mehmed Paşanın yeni yalısına târih manzumesinden:
bm mısra ile Nedîmâ bende tahrir etti târihin
Divân şâirleri gibi halk şâirleri de sevgililerinin bendesi olmuşlardır; afağıdaki kıt'a haytalık, külhânîlik yolunda pek çok destan bırakmış olan Tophane kâtibi Üsküdarlı Âşık
Râzinindir:
Baha ne isterdin bıçkınım benden Koca Âşık Râzi olmuşken benden Vefa umdum senin gibi yaramaz Yalın ayak kaldırımı tependen
(Serencam Destanı)
Kende oldum efendi o eanbaza ööndüm bir haftada yolunmuş kaza
(Reşid Efendi, Hezeliyat)
BENDERYAN (Mıkırdiç) — Beynelmilel ölçüde şöhret kazanmış ünlü 'bir hakkak ve -kıymetli taşlar mütehassısıdır. 1835 senesinde Kumkapı'da doğmuş ve 23 Ekim 1901 de Yeni Mahalle'de (Boğaziçi) vefat etmiştir. Pederi, tanınmış şâir Cüdaî'-nin talebesi Rifaî'-dir. Bu büyük sanatkâr hakkında müteveffa muharrir Toros Azadyan âtideki bilgileri vermektedir:
Mıkırdiç Benderyan (Resim : B. Seren)
«Mıkırdiç Ben-deryan 1349 yılında Barutçu
Keçecizâde Mehmed Fııad Paşanın altın saatinin kapağına Paşanın Benderyan tarafından elmasla işlenmiş «Fuad» adı. «F» harfinin altında sanatkârın ermeniee «M» remiz imzası vardır.
başı Arakel Bey Dadyan tarafından evlâd-lık edinilerek evvelâ Azadlı Baruthanesinde çalışmıştır. 1856 da mumaileyh tarafından beraberinde Paris'e götürülerek, 1859 tarihine kadar orada hakkâklık san'atını öğrenmiştir. İstanbul'a avdetinde bu meslekde 'büyük terakki göstererek az zaman içinde şöhret kazanmıştır. Sırf kendisine mahsus bir san'at eseri olarak kıymetli taşlar üzerinde çok zarif harflerle müzeyyen âyetler ve manidar ibareler hazırlamıştır. Bu taşlar bilhassa yüzük için kullanılmıştır. Benderyan tarafından istimal edilen başlıca kıymetli taşlar zümrüd, yakut, akik, firuze olmuştur; bunların dışında da işlediği taşlar vardır. İşbu taşlar üzerinde, devrinin Hükümet ricali, Saray erkânı, Paşalar, Katoğikos ve Patrikler, Piskoposlar ve sair kimseler için hazırlanmış dinî veya edebî mevzulara mütedair ibareleri havi birçok yüzük ve madalyonları mevcuttur. Hepsinin kenarında isim ve soyadının ilk harfleri göze çarpmaktadır. Hamidiye camiin-' deki müzeyyen levhalar dahi bu namlı san'at-kârm emsalsiz eserleridir. Bunlardan maada, resmî mühürleri ve çelik üzerinde kalıttan-mış eski paralar koleksiyonu dahi meşhurdur. Benderyan'm şöhreti yalnız Türkiye da-
bilinde değil, beynelmilel sahada da yayılmıştır. Ecnebi hükümdarlara ve kıraliçelere yapmış olduğu madalyonlar ve yüzükler takdir edilerek kendisine müteaddit nişanlar kazandırmıştır.
Mıkırdiç Benderyan bahusus son sene-elrinde Yenimahalle'nin yüksek mevkili evinde, ilham kaynağı olan deniz manzaralarının karşısında, şehir gürültülerinden uzak, sükûnette, san'atı ile meşgul olmuştur.
Muasırları, Benderyan'ı, fukaralara yardım etmeği vazife bilen, fevkalâde hoşsohbet, edebiyat ve tarih okumuş münevver bir şahsiyet olarak tanıtmaktadır.»
Antikacı Nurettin Rüştü Büngül 1939 yılında neşrettiği «Eski Eserler Ansiklopedisi» adındaki eserinde «Benderyan işi» maddesinde, sanatkârın hayatından bahsetmiyerek şu malûmat verilmektedir:
«Fevkalâde bir sanatkâr olan Benderya-nın zümrüd, necef ve akik üzerine kazdığı işler çok kıymetlidir. Kazasker hattı üzerine «Nasruminallah ve fethünkarib» yazılı bir zümrüd 600 liraya satılmıştır, bunda zümrüdün kıymeti ancak 200 lira idi. Abbas Halim Paşa merhum haylice para sarfederek bu üs-'. tâdm eserlerini toplamıştı. Bu koleksiyon zannederim ki, hâlâ o ailenin elindedir. Akik ve necef üzerine yazılmış yazılar da 25 - 50 lira kadar eder. Bilhassa üç kıratlık bir pırlanta üzerine hakettiği Abdülhamidin turası, Ben- ; deryanın şah eseridir. Sadırazam Fuad Paşaya k;
Dostları ilə paylaş: |