Metis Yayınlan İpek Sokak 9, 34433 Beyoğlu, İstanbul



Yüklə 2,38 Mb.
səhifə10/18
tarix25.11.2017
ölçüsü2,38 Mb.
#32831
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   18

KURU KAYISI

N

eredeyse şafak vaktiydi, geceyle gündüz

arasındaki o tekinsiz eşiğe ramak kala. Hâlâ mümkün avuntu bulmak

rüyalarda ama onları silbaştan inşa etmek için artık çok geç.

Fezâ-yi ıtlak dedikleri o nihayetsiz gökyüzü anlatıldığı gibi

yedi katlı yetmiş sırlı ise eğer ve onun yedinci katında bir göz, yukarılardan

herkesi seyreden bir Semavi Ayn varsa, kimlerin kapalı

kapılar ardında neler çevirdiğini, kimlerin ne günahlar işlediğini

bilebilmek için uzun zamandır bu şehr-i İstanbul'u izliyor olsa

gerek. Tam şu anda burada ışıldayan şehir silueti turuncu, kızıl ve

san tonlannda. Bir kıvılcım demeti gibi görünüyor bu koca şehir

göklerdeki göze. Bu ışıltılı haritadaki her nokta bu saatte uyanık

olan biri tarafından yakılmış bir lamba. Semavi Göz'ün durduğu

yerden, ta o irtifadan bakınca, bütün bu rasgele yakılmış ampuller,

düzenli bir ritimle kırpışıyor; alttan alta Tann'ya şifreli bir

mesaj verir gibi. Kaosun içinde tam bir ahenk saklı sanki.

Oraya buraya serpiştirilmiş ışıklann dışında İstanbul hâlâ koyu

karanlıkta. Eski mahallelerde kıvnlan yılankavi sokaklar boyunca

dizili sıra sıra evlerde, yamaçlara inşa edilmiş gecekondularda,

bakkallann hep ithal ürünler sattığı zengin muhitlerindeki

modern apartmanlarda, şehir dışına kaçanlara ait lüks sitelerde,

her yerde insanlar derin uykuda. Bazıları hariç tabi.

Bazı İstanbullular her zamanki gibi diğerlerinden önce uyanmış.

Mesela şehirdeki imamlar; genci yaşlısı, yanık seslisi, çatlak

seslisi, bir dolu caminin imamı erkenden uyanmış, inananlan sabah

namazına çağırmak için. Sonra simitçiler var. Onlar da gün

boyu satacaklan gevrek simitleri almak için fırınlara yollanmışlar.

Dolayısıyla fınncılar da uyanık. Çoğu işe koyulmadan ancak biriki

saat uyku uyuyabiliyor, bazısı geceleri hiç uyumuyor. İstisnasız

her gün fınncılar fınnlannı geceyansı yakıyorlar; böylece şafaktan

evvel şehirdeki fınnlar ekmeğin enfes kokusuyla doluyor.

Temizlikçi kadınlar da uyanık. Kimi pek hareketli ve eli çabuk,

kimi pek tembel ve isteksiz her yaştan kadın, gün boyu ovup

duracakları lüks evlere en az iki-üç otobüs değiştirerek gitmek

üzere erkenden kalkıyorlar. Gittikleri yer başka bir dünya. Zengin

kadınlar daima makyajlı geziyor ve katiyyen yaşlannı göstermiyor.

Temizlikçi kadmlann kocalannın aksine banliyölerdeki karıların

kocaları daima meşgul, şaşırtıcı ölçüde kibar ve çıtkrıldımlar.

Bu sitelerde zaman kıt bir kaynak değil. İnsanlar onu sıcak su

gibi bol bol ve rahat rahat kullanıyor. Temizlikçi kadınlar, sitelerdeki

kadmların sabah akşam yaptıkları duşların ya da köpüklü,

sütlü banyoların uzunluğuna ve sıklığına şaşmaktan kendilerini

alamıyorlar.

İmamlar, simitçiler, fırıncılar, temizlikçiler, hırsızlar, çöpçüler

ve çöp karıştıranlar, evsizler, fahişeler, pezevenkler, kulüplerdeki

gece nöbetini bitiren fedailer, konsomatrisler, taksiciler, şehri

terk edenler ve henüz kapısına varanlar, duvarlara slogan yazmak

için sokaklara çıkmış olan sağcı ve solcular... bu erkenciler

dışında, İstanbul'un geri kalanı hâlâ derin uykuda.

Artık şafak söküyor. Şehir jölemsi bir şey şu anda, yarı sıvı

yarı katı.

Göklerdeki Semavi Göz'e, Kazancı hanesi, gecenin gölgeleri

arasında yer yer ışıltılı bir küre gibi görünüyor olsa gerek. Bu büyük,

eski konağın çoğu odası karanlık ve sessiz ama birkaçı aydınlık.

Erken kalkanlar işte o odalarda.

Kazancı hanesinde uyanık olanlardan biri Armanuş. Anuş Ağacı'nın

üyelerine bir gün önceki şaşırtıcı hadiseyi anlatma hevesiyle

erkenden kalkıp hemen internete bağlandı. Onlara İstanbul'un

bohem yanlarını anlattı; sonra Kafe Kundera'da tanıştığı her karakteri

ve kavgayı özetledi. Şimdi onlara Alkolik Karikatürist'in

betimlemesini yapıyor, şarap bardağına nasıl yeni bir işlev bulduğunu

ekleyerek.



"Karikatürcü eğlenceli bir tipe benziyor," yazdı Anti Kavurma.

"Siyasetçileri penguen olarak çizdiği için hapse girebileceğini

söyledin değil mi? Vay be. Mizah Türkiye'de ciddi iş!"

"Hakikaten, herif sıkı bir tipe benziyor," diye ona katıldı Leydi

Tavuskuşu/Siramark. "Biraz daha anlat."

Ama görünüşe göre birileri hadiseyi bambaşka açıdan yorumlamıştı.

"Abartmıyor musunuz bir parça? Ne onda ne o salaş kafedeki

başka bir karakterde ilginç bir taraf var. Görmüyor musunuz

hepsi İstanbul'un bohem, avangard, bir nevi kaymak sanat-manat

çevresinden yüzler. Tüm dünyadan nefret eden ama en çok da

kendi ülkelerinden nefret eden tipik üçüncü dünya eliti," diye araya

girdi Baron Baghdassarian'ın sert mesajı.

Armanuş irkilip, nedense etrafına bakınma gereği duydu. Bilgisayar

ekranında yazılı olanları kimsenin görmediğinden emin

olmak istercesine.

Ama uykucu Asya odanın öte tarafında horul horul uyuyordu

işte; Beşinci Sultan ayak uçlarına kıvrılmış vaziyette, kafasında

kulaklık, elinde açık bir kitap: Sonsuza Tanıklık. Emmanuel Levinas.

Asya'nın yatağının yanında boş bir CD kabı var - Johnny

Cash tepeden tırnağa karalar giyinmiş, gri, kasvetli bir gökyüzünün

altında dimdik, bir yanında bir kedi bir yanında bir köpek,

çerçevenin çok ötesindeki bir noktaya bakıyor bilgece. Asya,

walkman'i sürekli çalma modunda bırakmış. Bu açıdan da annesinin

kızı - her türlü gürültüyü kaldırabiliyor ama sessizlikle başa

çıkamıyor.

Armanuş oturduğu yerden şarkı sözlerini çıkaramıyor ama

ritmi duyabiliyor. Cash'in bariton sesinin kulaklıklardan odaya

yayılışını dinlemek hoşuna gidiyor, içerideki ve dışarıdaki çeşitli

sesleri dinlemek de: uzak camilerden yankılanan sabah ezanları,

yakınlardaki bir duvara KÜRTSEN KÜRTÇE KONUŞ, ASİMİLE OLMA!

yazmayı henüz bitirmiş bir grubu kovalayan polis arabasının

sireni, sokağın karşısındaki bakkalın önüne süt bırakan sütçünün

tıngırtıları, Beşinci Sultan ve Asya'nın şaşırtıcı ölçüde uyumlu solukları

- hangisinin kimden çıktığı belli olmayan bir horultular ve

mırıltılar karışımı. Baron Baghdassarian'a verilecek en münasip -

cevabı arayan Armanuş'un klavyeye dokunan parmak uçlarının

sesi... Neredeyse sabah oldu; Armanuş yeterince uyumadığı halde

kendini hafiflemiş hissediyor, uykuyu yenmenin verdiği zafer

duygusu.

Aşağıda, sol arka köşede Qülsüm Nine'nin odası var. Uyuyor

şu anda, rüya görüyor. Başka Bir hayatta gerçekten de Korkunç

İvan olabilirdi belki ama kaskatı kireçlenmişse eğer kişiliği bu hiç

sebepsiz değil. Zaman içinde giderek sirkeleşen pek çok insan gibi

büyükannenin de bir hikâyesi var. Ege kıyısında, son derece şirin

ama yoksunluklarla dolu küçük bir kasabada büyümüş; kendisininkinden

çok daha zengin, çok daha şehirli ama kesinlikle çok

daha kısmetsiz bir aile olan Kazancılara gelin gelmiş; erken öldükleri

için erkeklerin elmas kadar kıymetli olduğu, hassas ve

hastalığa yatkın bir soyun genç, köylü gelini olmanın rahatsızlığını

yaşamış; bir anda kendini erkek evlat doğurmakla yükümlü

buluvermişti. Ne kadar çok erkek evlat verirse o kadar iyi çünkü

ne kadar hayatta kalacakları hiç belli olmaz... Oysa o birbiri ardına

kız doğurmuştu; eyvah bir kız daha, eyvah bir kız daha, eyvah

bir kız daha; her doğumla kocasının kendisinden biraz daha uzaklaştığını

görmenin ıstırabı bir de her şeyin üstüne.

Levent Kazancı karısıyla çocuklarını disiplin altına almak

için kemerini kullanmaktan sakınmayan hoyrat bir adamdı; bir



oğlan, Allah bir oğlan bahsetse her şey yoluna girecekti... arka arkaya

üç kız, sonra mucize, dördüncü bebek nihayet oğlan. Şanslannın

döndüğünü umarak bir kez daha denemişlerdi ama beşinci

bebek yine kız olmuştu. Varsın olsun, Mustafa yeterliydi; soyu

devam ettirmeye muktedir. Her zaman kızlara üstün tutulan, her

kaprisi yerine getirilen, pohpohlanan, şımartılan Mustafa... sonra

müzik diniyor ve rüyaya karanlık çöküyor: Mustafa bir daha dönmemek

üzere ABD'ye gidiyor.

Gülsüm Nine asla sevgisine karşılık bulamamış bir kadın;

yavaş yavaş değil de hızla yaşlanan, bakirelikten ihtiyarlığa atlayan,

asla orta yaşlı olamayan bir kadın. Kendini tümüyle yegâne

oğluna adamış, kızlarını hiçe saymak pahasına ona tapmış, hayatın

ondan aldığı her şeye karşı teselliyi oğlunda aramıştı. Ama

Mustafa Arizona'ya gittikten sonra düzenli kartpostallar ve iki satırlık

mektuplardan ibaret kalmıştı varlığı. Ailesini ziyaret etmek

için İstanbul'a dönmemişti hiç. Gülsüm Nine terk edilmiş hissediyordu

kendini; kederin yanı sıra utanç veriyordu terk edilmek,

utanılacak bir şey yapmış gibi hissediyordu terk edilen ve bunu

düzeltmek için elinden bir şey gelmeyen. O da içindeki sancıyı

kapatabilmek için dış cephesini kararttıkça karartmıştı. Gittikçe

taşlaşmıştı.

Birinci katın sağ köşesinde, yaz kış lavanta kokan bir odada

Cicianne yatıyor, derin uykuda. Yatağın yanında kiraz ağacından

bir komodin, üzerinde Kuran-ı Kerim, evliyalar ve hayatları hakkında

bir kitap ve yosun yeşili ışık saçan koca bir lamba var. Kitabın

yanında, kehribar imameli san bir tespih ve içinde takma

dişlerini dinlendirdiği yansına kadar dolu bir bardak.

Cicianne için saatler nicedir doğrusallığını kaybetmiş bir akışın

gelişigüzel tiktaklan demek. Zaman otoyolunda hiçbir işaret

levhası, hiçbir trafik ışığı, hiçbir yol tarifi yok. İstediği istikamete

gidebilir, ister ileri ister geri, şerit değiştirebilir, ister sağa ister

sola. Yahut mesela yolun tam ortasında aniden durup gitmeyi

hepten reddedebilir çünkü onun hayatında "ilerleme" diye bir şey

yok artık. Güzergâh kalmamış, sadece tek tek kopuk kopuk anlann

ebedi tekerrürü var.

Son zamanlarda bazı çocukluk hatıralan geliyor gözünün

önüne, burada ve şu anda meydana geliyormuşçasına capcanlı.

Sekiz yaşında, gri-mavi gözlü, san saçları lüle lüle bir kız, Selanik'te

annesiyle birlikte Balkan Savaşı'nda ölen babasının ardından

sessizce göz yaşı döküyorlar; sonra kendini İstanbul'da görüyor,

ekimin sonlan, cumhuriyet ilan edilmiş. Bayraklar. Her yer

bayraklarla donanmış. Kırmızı beyaz, ay yıldız, yeni yıkanmış

çamaşırlar gibi dalgalanıyorlar rüzgârda. Temizlik yapılmış sanki

vatan topraklannda. Bayrakların ardında Rıza Selim'in çetin yüzü,

gür sakalı, kara gözleri. Sonra kendini genç bir kadın olarak

görüyor Cicianne; Bentley piyanosunun başında, iki dirhem bir

çekirdek giyinmiş misafirlere neşeli ezgiler çalıyor. Ağzında eriyen

badem ezmesi tadı...

Cicianne'nin hemen üzerindeki küçük odada Çevriye Teyze

uyuyor. Son yıllarda defalarca gördüğü kâbusu görüyor tam şu

anda. Yeniden öğrenci olarak görüyor kendini. Bir sınıfta, üzerinde

çirkin, kül grisi bir üniforma. Müdür onu sözlü yapmak için

tahtaya çağınyor. Kan ter içinde, iki yana sallanıyor, ayaklan ağır.

Sorulann hiçbirini anlamıyor. Çevriye Teyze aslmda liseden mezun

olmadığını öğreniyor. Kayıtlarda bir hata yapılmış, şimdi mezun

olup öğretmenlik yapması için bu tek dersi vermesi gerekiyor.

Her seferinde aynı sahnede uyanıyor. Müdür not defterini çıkarıp

kırmızı bir dolmakalemle Çevriye adının yanına kocaman

bir sıfır yazıyor.

Son on yıldır, kocasını kaybettiğinden beri gördüğü kâbus bu.

Rüşvetten hapse girmişti kocası - Çevriye Teyze bu suça inanmayı

sonuna kadar reddetse de. Tahliye olmasına bir ay kala, anlamsız

bir kavga esnasında aptal bir elektrik kablosuna basarak ölmüştü.

Cevriye Teyze bu sahneyi tekrar tekrar canlandırırdı hayallerinde,

kabloyu oraya koyup kocasının ölümünden mesul

olan mahkûmu gözünün önüne getirmeye çalışırdı. Hapishane kapılarında,

elinde dolu bir silah, o adamı beklediğini hayal ederdi.

Her seferinde değişirdi senaryonun geri kalanı. Bazen tahliye edilir

edilmez katilin suratına tükürürdü hemen oracıkta, bazen de

sadece uzaktan izlerdi adamı. Onu değil kendini vururdu.

öldürüldüğünü, kafasının kesildiğini düşündüm. Kendi

derdimi unutur gibi oldum. Sabah, akşam Ayaşlı bana

uğruyor, cinayet tahkikatından neler öğrenebilmişse onları

anlatıyordu.

Üç-dört gün böyle gittikten sonra bir sabah bankada

yeni gelen mektupları açarken elime bir telgraf verdiler

Açtım, telgraf Selime'denmiş. Şu iki kısa cümleyi yazıyor

"Yanınıza gelebilir miyim? Lütfen cevap."

Biraz şaşaladım, sevindim. İşleri bırakıp odanın içinde

gezinmeye başladım. "Yanınıza gelebilir miyim?" ne

demek? Buraya gelmiyor da benim yanıma gelecek, yani

birlikte yaşayacağız, demek mi? Benim evlenmek üzere

olduğumu sanıyordu, şimdi işin doğrusunu öğrendi mi?

Sakın Nedim Bey yazmış olmasın?

Nedim Beyi arattım, geldi. Ondan sordum:

- Siz Ayvalık'a benim için bir şey yazdınız mı, de

dim.

- Hayır yazmadım. Niçin? Bir şey mi var?



- Selime Hanımdan bir telgraf aldım, buraya gelmek

istiyor da...

- Ben size arz ettim ya, o çoktan istiyordu ama yaz

maya çekiniyordu. Şimdi kararını vermiş demek! Belki

evde sizin bana yazdığınız mektubu bulmuşlardır! Kadınlar,

bilirsiniz ya, tuhaftırlar, eğer bizim hanım bulmuşsa

Selime Hanıma göstermiştir. O da kendisini sorduğunuzu

gördü, gelmeye karar verdi.

Sebep aramak ister mi? Selime buraya gelmek isti- Niçin

olursa olsun! Hemen gelmesini yazmalıyım Nedim Beyi

savdım, Selime'ye, "Sizi bekliyorum, yola çıktığınızı

bildiriniz" diye bir cevap yazdım, yolladım.

Telgraf gitti, ben gene çalışmaya oturdum ama iş çıkaramıyorum.

Kâğıtlar birbirine karışıyor. Dünden kalbir

sürü iş var. Bunların bazılarına ben cevap yazacağım;

müdürün notlan vardı, arıyorum, bulamıyorum.

Kalemden bir arkadaş çağırdım.

- Gel azizim, seninle bunları bir ayıklayalım,

dedim. O efendinin yardımı olmadıkça işin içinden

çıkamadım. İyi oldu ki bizim müdür de gelmedi. Ziraat

Bankasında banka müdürleri toplanıp

konuşacaklarmış, oraya gideceğini telefonla haber verdi.

Ben de işi bırakacağ ım gibi hemen sokağa çıktım.

Nereye gideyim? Selime'yi burada oturtacak bir yer

bulmalı. İlkin bir ev tutmak aklımdan geçti. Ben de

gidip o evde oturur muyum? Öyle olursa Selime

benim yanıma gelmiş olur. Kendisinin istediği de bu

değil mi? Yalnız onu rahat ettirecek bir ev bulup

hazırlayabilecek miyim? Eşya ister, adam ister. Selime

yarın gelmeye kalkarsa bunlar yetişir mi? Bir ev

kuruyoruz demektir. Olunca iyi olmalı. Selime'yi bir

otele indiririm. Temiz bir otelde güzel döşeli bir oda

tutarım! Onu evime almadım diye bana darılır ve

benden incinir mi? Evim olmadığını ona anlatırım.

Daha olmazsa ben de onun olduğu otele taşınırım. Hem

aramızda hiçbir söz geçmeden onu, evim olsa bile,

götürmek doğru mu? Ne var ki ona ufak, temiz bir ev

hazır bulundurmak şık olurdu! Gelince kendi evine

gelecek, kendi hizmetçisine emir verecek, kimse karışanı

olmayacak! Acaba istediğim gibi bir ev bulup döşeyebilir

miyim? Kimden sormalı? Bizim bankada birini

bulur sorarım diye düşündüm, yeniden bankaya döndüm.

Herkes yemeğe çıkmaya hazırlanıyordu. Kambiyoda

bir efendi tanırım ki bu gibi işlerde beceriklidir.

Onu buldurdum, anlattım. Dedi ki:

- Feyyaz Beyin bir evi var, daha yeni yaptırdı. Eğer

kiraya vermemişse onu size tutarız.

istanbullu Bir Kadın İçin Çelik Feraset Kuralı: Bu şehirde tutunabilmek

istiyorsan, sen sen ol, çay bardağı kadını olma.

Çay bardağı kadını olmamayı seçmiş ve seçiminde sebat etmişti.

Kazancı kadınları arasında bir tek o baskı altında, ilk kaynar

suda çat diye çatlayan çay bardaklarına öfkelenmeye muktedirdi.

Zeliha Teyze komodinin üzerindeki Marlboro Lights'a uzanıyor,

bir sigara yakıyor. Yaşlanmak sigara alışkanlığını hiç etkilememiş.

Kızının da içtiğini biliyor. Sağlık Bakanlığı broşürlerindeki

o sıkıcı pasajlardan bir alıntı gibi şecereleri: Sigara bağımlısı



ebeveynlerin çocuklarının sigara içme olasılığı diğer çocuklara

göre üç kat fazladır. Zeliha, Asya'nın sağlığı için endişe ediyor ama

ona müdahale ederse, güvensizlik emareleri gösterirse geri

tepeceğini bilecek kadar akıllı. Asya'nın karşısında kaygılı görünmemeli.

Demesi yapmasından kolay. Dengeyi bulmak zor, tıpkı

bir annenin kendi çocuğu tarafından "teyze" diye çağırılması gibi.

İçine işliyor bu durum, canını yakıyor. Yine de "teyzelik" rolünü

annelikten daha iyi kıvırabileceğine, böylesinin ikisi için de daha

iyi olacağına inanıyor. Fiziksel ve ruhsal olarak bağlanabilmek

için evvela ismen kopmaları gerekiyor sanki. Zeliha Teyze'nin

içindeki fırtınanın tek şahidi Allah. Mesele onun varlığına

inanmaması.

Düşünceli düşünceli bir nefes çekiyor sigaradan, birkaç saniye

içinde tutup hışımla salıyor. Allah varsa ve bu kadar çok şey

biliyorsa hakkımızda, neden tüm o bilgisiyle hiçbir şey yapmadı,

yapmıyor? Neden bunca haksızlığın yaşanmasına izin veriyor?

Neden seyirci kalıyor yeryüzünde yaşanan bunca acıya ve madem

ki seyirci, ne hakla yargılıyor sonunda? Hayır, Zeliha Teyze kararlı,

dine teslim olmayacak. Hele hele yaşlandıkça dindarlaşan,

öte dünyaya gitmeden evvel sicilini temizlemek için ansızın imana

gelen şu çıkarcı hesapçılardan olmaya hiç niyeti yok. Bir agnostik

olarak yaşadı öyle de ölecek. Zındıklığı samimi ve saf. Bir

yerlerde bir Allah varsa, onun bu içten muhalefetini ve reddiyesini

takdir etmeli, diye düşünüyor. Sırf içine doğdukları öğretileri

ezberleyerek ahkâm kesen kopyacı din fanatiklerinden daha makbul

olmalı dinsizliği...

İkinci katın en sonundaki odada Banu Teyze var. O da bu saatte

uyanık. Kazancı hanesinde uyanık olan üçüncü kişi o. Bu sabah

bir tuhaflık var üzerinde. Yüzü solgun, iri kahverengi gözleri

endişeyle kırpışıyor. Karşısında bir ayna. Vaktinden evvel yaşlanmış

bir kadın görüyor kendine baktığında. Senelerdir ilk kez

kocasını özlüyor - bıraktığı ama asla tam manâsıyla terk etmediği

kocasını.

Kocası daha iyi bir eşi hak eden iyi bir adam. Bir gün olsun

kimseye haksız muamele etmemiş, necis söz söylememişti ama

iki çocuklarını kaybettikten sonra Banu Teyze onunla yaşamaya

tahammül edememişti. Ara sıra eski evine gidiyor; bir mekânın

her ayrıntısını dejavu ile bilen bir yabancı gibi dolaşıyor odalarda.

Giderken daima kuru kayısı götürüyor kocasına, en sevdiği

şey. Gidince temizlik yapıyor biraz, kopuk düğmeleri dikiyor, biriki

yemek pişiriyor, ortalığı topluyor. Öyle fazla toplanacak bir

şey de yok, çünkü temiz titiz bir adam kocası. Banu Teyze çalışırken

yanında durup, onu seyrediyor.

Akşam olduğunda soruyor: "Kalacak mısın?"

Banu Teyze'nin buna verdiği cevap hiç değişmiyor: "Bugün

değil, belki sonra."

Evden çıkmadan ekliyor: "Dolapta yemek var, çorbayı ısıt,

pilakiyi iki günde bitirmezsen bozulur, menekşeleri sulamayı

unutma, pencerenin yanına koydum."

Başını sallayıp kendi kendine konuşur gibi mırıldanıyor kocası:

"Merak etme. Ben kendime bakarım. Kayısılar için sağolasın,

eksik olma..."

Ondan sonra Kazancı hanesine dönüyor Banu Teyze. Hep

böyle, günbegün, yılbeyıl.

Aynadaki kadın yaşlı ve bedbin görünüyor. Banu Teyze mesleğinin

bedelini hızla yaşlanarak ödediğini düşünüyor. İnsanlar

senelerle yaşlanır, müneccimlerse hikâyelerle. İstese telafi talep

suzluğa düşecek ne var? Onu alıp, gelmek için keşke

ben oraya gitseydim!.. Belki de o bunu beklerdi.

Ben Selime'yi, istediğim gibi tanımıyorum. Onu pek

az gördüm, onunla pek az konuştum. O zamanlar, doğrusu,

Selime'ye alıcı gözüyle de bakamadım. Gelirse,

onu bu sefer tanıyacağım. Bakalım beni görünce, nasıl

davranacak?

Geceden epeyce geçti, ben Selime'nin odasında

bunları düşündüm, kaldım. Sabahı bu odada edecek değilim

ya? Yemek zamanı geçti. Kalktım, Atlas lokantasına

gittim. Lokanta yarı yarıya boşalmış. İçenler var...

Bizim banka arkadaşlarından bir-iki kişi bir masada kalmışlar.

Onların yanlarına gittim.

Gece yarısını iki saat geçinceye kadar onlarla kaldım

ve eve gelince, hemen yatağıma girdim, ama ancak

sabaha karşı uyuyabilmişim.

Bu gece benim yarı umutsuz geçirdiğim gecelerin

sonuncusu oldu. Ertesi günü bankada çalışırken Selime'nin

yola çıkacağı telgrafını aldım. Telgraf şudur:

"Dokuz, salı sabahı, orada olacağım. Selime.”

Bugün ne? Perşembe. Dört gün var demek. Bu dört

gün nasıl geçer? Bir ufacık seyahat yapsam! Acaba ben

çıldırıyor muyum? Neden bu Selime'ye bu kadar bağlandım?

M

üdüre girdim, bir hafta izin istedim.



- Neniz var? Bir zamandır, dalgın görünüyorsunuz,

dedi.


- Ne arz edeyim? Hiçbir şeyim yok, yalnız yorgun

luk duyuyorum, dedim.

- Ben biliyorum, bu yalnızlıktan ileri geliyor. Bun

dan bir ayak evvel kurtulmalısınız, dedi.

Gülüştük. İzin de verdi.

Bankadan çıktım, ayaklarım beni Selime'nin odasına

götürdü. Uzun yol yürümüş gibi yorgunum. Aşk acaba

bu mudur? Çiçekler bana güzel görünüyor! Aklıma şiir

parçaları, beyitler, mısralar geliyor! Çocukluktan ezberimde

kalmış bir şarkıdan yahut türküden bir mısra,

saçma bir şey, ama bence yanık, dokunaklı, anlatılmamış,

anlatılamaz duyguların bir ifadesi...

İçimde gizli bir sevinçle karışık tatlı bir ezginlik var az

çok rahatsızlık veriyor. Selime'nin oturacağı,

dolaşacagı, yatacağı yerleri gördükçe bu rahatsızlık

artıyor.


Selime'nin odasında biraz kaldıktan sonra otelden

çıktım, kırlara doğru yürüdüm. Tozlu bir yol... İki yanında

fırınlar, kahveler, büyük ambarlar var. Sonra kırlar!

Önüme suları kokan, pis bir dere çıkıyor. Dar bir yerini

bulup atlıyorum. Uzaktan söğüt ağaçları görünüyor. Akşam

olmadan oraya kadar gidebilir miyim? Güneş batmaya

yaklaşıyor. Havada tatlı bir serinlik, bir incelik var.

Önüme demiryolu çıktı. Orada bir hendeğin kenarına

oturup bu demiryolunun uzanışını seyre başladım. Sazlar,

böğürtlenler arasında gömgök suları ağır akan bir

dereye bakmaktan insan nasıl hoşlanırsa, ben de şimdi

demiryoluna bakmaktan öyle hoşlanıyorum.

Güneş battı, her yerde ışıklar yandı, ben burada kaldım

ve ondan sonra, ta Selime gelinceye kadar her gün

buraya gelip, bu demiryolunu doya doya seyrettim...

Sah sabahı, hemen uykusuz bir gece geçirdikten

sonra istasyona indiğim zaman, daha kimse gelmemişti.

Uzaktan, makine deposu tarafından dumanlar çıkıyor ve

sabahın durgun, serin havası içinde göğe uzanıyor, karşımda

bir manevra makinesi çalışıyor, yük vagonlarını

bu hattan alıp ötekine götürüyor, öteden buraya getiriyan

broşu karısına hediye etmek için almıştı. Ona hediyesini bu

gece vermeyi planlıyordu; şu bölümü yazmayı bitirir bitirmez.

Yazdığı bütün bölümler arasında en talepkâr ve yıldırıcı olanı

buydu. Bu kadar meşakkatli olacağını bilse bu kitabı hiç yazmaz,

hayalinden hepten vazgeçebilirdi. Ama artık bırakmak için

çok geçti, gırtlağına kadar kitaba batmıştı ve şimdi artık tek çıkış

yolu sonuna kadar devam etmek ve bitirmekti. İstanbul şehrine

nam salmış bir şair ve köşe yazan olan Ohannes İstanbuliyan uzmanlık

alanının tümüyle dışında bir kitap yazıyordu gizliden gizliye.

Neticede reddedilebilir, dalga geçilebilir ya da küçümsenebilirdi.

Koca Osmanlı İmparatorluğu kallavi dönüşümler, devrimci

hareketler ve milliyetçi bölünmelerle cebelleşirken, Ermeni cemaati

yenilikçi ideolojilere, hararetli tartışmalara gebeyken, o

evinin mahremiyetinde bir çocuk kitabı yazmakla meşguldü.

Ermenice bir çocuk kitabı yazmak daha önce hiç denenmemiş

bir girişimdi. Ermeni cemaati matbaayı kullanmaya çok evvel

başladığı ve peş peşe kıymetli eserler basıldığı halde, bu alanda

neden tek bir eser bile yoktu? Ermeni azınlığı çocuklarını çocuk

olarak göremeyen bir topluluk halini mi almıştı? Olabildiğince

çabuk büyümeye ihtiyaç duyan bir azınlığın gözünde bir an evvel

aşılması gereken bir ara safhadan mı ibaretti çocukluk? Belki de

İstanbul'daki okumuş yazmışlara özgüydü bu tutukluk. Belki de

onlar köylerdeki Ermeni ninelerin torunlarına aktardıkları sözlü

geleneklerden uzaktılar. Kitap dünyasındaki eksikliğin arkasındaki

sebep ne olursa olsun, kesin olan bir şey vardı: Ohannes İstanbuliyan

olağandışı bir işe kalkışmıştı.

Yazmakta olduğu çocuk kitabının başlığı Kayıp Güvercin



Yavrusu ve Asude Bir Bahar Ülkesi'ydi. Ailesi ve dostlarıyla beraber

bir bahar ülkesinin üzerinde uçarken mavi gökyüzünde yolunu

kaybeden bir minik güvercindi kitabın anlatıcısı. Güvercincik

sevdiklerini ararken art arda bir sürü köyde, kasabada ve şehirde

duruyor ve her molada yeni bir hikâye öğreniyordu.

Bu şekilde Ohannes İstanbuliyan, çoğu nesilden nesile aktarılmış,

bazısı çoktan unutulmuş eski Ermeni halk masallarını toplamıştı.

Kitap boyunca her masalın aslına sadık kalıyor, tek kelimesini

bile değiştirmiyordu. Ama işte bu son bölümde kendi yazdığı

bir hikâyeye yer vererek kitabı böyle kapatmayı tasarlamıştı.

Bitirdiğinde eserini İstanbul'da bastırmayı ve büyük Ermeni topluluklarının

yaşadığı Adana, Harput, Van, Trabzon, Sivas gibi şehirlere

dağıttırmayı planlamıştı.

Ohannes İstanbuliyan, Ermeni anababaların bu hikâyeleri her

gece uyumadan önce çocuklarına okuyacaklarını hayal ediyordu.

Son bir buçuk sene boyunca yazmak tüm zamanını aldığı için

başkalarının çocuklarına kitap yazarken kendi çocuklarını büsbütün

ihmal etmiş olması ne garipti. Her ikindi bu odaya geliyor,

masasına oturuyor ve yazabildiği kadar yazıyordu. Her gece odadan

çıktığında çocukları çoktan yataklarına yatmış oluyordu.

Yazma arzusu hayatındaki her şeyin ve herkesin önüne geçmişti.

Tılsım gibi varlığını ele geçirmişti. Ama neyse ki kitap bitmek

üzereydi. Bu akşam yazdığı sonuncu bölümdü, en zoru. Bunu da

bitirdiğinde aşağı inecek, metni bir kurdelayla bağlayacak, altın

broşu içine saklayacak ve paketi karısına verecekti. Kayıp Güvercin

Yavrusu ve Asude Bir Bahar Ülkesi ona ithaf edilmişti.

"Lütfen oku," diyecekti o zaman karısına. "Eğer iyi değilse

yak hepsini. Söz veriyorum sana sebebini bile sormayacağım.

Ama eğer beğenirsen, Şafak Matbaasındaki Garabed Efendi'ye

götür."

Ohannes İstanbuliyan karısının fikirlerine herkesinkinden



fazla saygı duyardı. Edebiyat ve sanat konusunda ince bir zevki

vardı karısının. Onun misafirperverliği sayesinde Boğaz kıyısındaki

bu konak münevverlerin, sanat ve kalem ehlinin penanı olmuştu.

Kimi ünlü kimi henüz yeni, sayısız mühim sima gelip geçmişti

bu evden. Okumaya, tartışmaya, yiyip içmeye gelirlerdi buraya.

Birbirlerinin eserlerini kısmi, kendi eserlerini ise katmerli

bir şevkle tartışmaya gelirlerdi.

Uzun uzun uçtuktan sonra Kayıp Güvercin Yavrusu susadı ve

zamansız açmak üzere olan karlı bir nar ağacının dalına kondu.

dırmazsınız! Bunların hesapları sorulmayacak mı?

Güldü, cevap vermedi. Nedim Beyle karısının iyiliklerini,

kendisine yardımlarını anlatmaya başladı. Lakırdıyı

uzattık, iki saat konuşmuşuz. Ben kalktım, izin istedim.

O yatıp uyuyacak, ben de gidip dinleneceğim. Akşamüstü

gene burada buluşacağız.


Yüklə 2,38 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   18




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin