Tercüman gazetesinin yayını olarak hazırlanan bu eser Garanti Matbaacılık ve Neşriyat tesislerinde dizilip basılmıştır



Yüklə 1,23 Mb.
səhifə5/7
tarix03.01.2022
ölçüsü1,23 Mb.
#33717
1   2   3   4   5   6   7
(l) Hil’at. (Ç)

kon» kelimesinin ilk şekli olduğuna kimse dikkat etmemiştir.

Harem önündeki avludan, meraklılara karşı bir tedbir olarak alçak ve dar olarak inşa edilmiş bir kapı vasıtasıyla, bahçeye geçmek mümkündür.

Eve ait olan sundurmalar Bîrûn'un iç tarafında veya ona bitişik olarak yapılmışlardır. Dam üstüne de konan saman yığınları için ambar görevi yaptıkları gibi, sertleştirilmiş toprak yalaklar içinden yiyen hayvanlar için de ahır gibi kullanılırlar.

Orta halli bir Sart'ın evi işte bu durumdadır; zengin olanlarıninki biraz daha büyük ve süslüdür; ayvamın ahşap sütûnlan kabaca işlenmiş, odalardaki yuvalar fildişinden arabesk süslü; duvarlar badanalı ve keçe yerine halı örtülü olur.

Fakirin evine gelince, daha küçük olup, bir odadan müteşekkildir; bir ini andıran bu odada her türlü haşaratla birlikte yaşar.

Şartların elbiselerinde de evlerinde raslanan-tekdüzelik fa,rkedilir. Burada modanın hiç bir anlamı yoktur, ölçü üzerine hiç bir elbise yapılmaz, daha ziyade «konfeksiyon» hâkimdir. Toplum içindeki durumları ne olursa olsun bütün Şartlar tek patrondan yapılmış elbiseler kullanırlar.

Hepsi kulyak denilen pamuklu gömlek; aynı kumaştan geniş ve kısa don ve bunun üstünde bilek kısmı dar, omuz tarafında gayet bol yenli, «hiI'at» denilen uzun ve dik kesimli elbise giyer, istenildiğinde eller yen içine alınarak soğuk ve yağmurdan korunmak mümkün olur. Khalat dizlerden bir az daha uzundur; hafif pamuklu bir kumaştan yapılmıştır; yok eğer pardesü niyetine kullanılacaksa ipekli veya yünlü kumaştan imâl edilir.

Hali vakti yerinde olan Sart bir kaç khalatı üst üste giyer ve belini, bazen boyu on metreye varan bilbak^

adı verilen pamukludan yapılmış bir kemerle sıkar. Sadece üstteki khalat kemerin dışında bırakılır ve göğüs hizasından kordonlarla tutturulur.

Bilbakın bu kadar uzun' olması bir çok yerde işe yaramasından ileri gelir; meselâ yolculuk esnasında peşkir, mendil, cüzdan, azık için torba görevlerini görür. Herhangi biri pazardan gelirken bilbakı içinde, bizim sepette taşıyacağımız her türlü malzemeyi taşıyabilir.

Bilbakın üstüne ince meşinden bir kemer de (1) bağlanır buna da tomar hâlinde çeşitli eşyalar tutturulmuştur: bir bıçak (2), kayrak (biley taşı), mühür ve (3) dukerp (sakal ve tırnak için küçük makas'), küçük bir kese içinde kav, kemikten veya dut ağacından bir tarak ve uzunlamasına kesilmiş süs için takılan bir deri parçası.

Şartlar ne kravat, ne de çorap kullanırlar; göğüsleri açık gezerler ve bacaklarına donlarının paçalarını içine alacak tarzda «mazıı» giyerler.

Mazı, yumuşak ve kara deriden bir nevi uzun çoraptır; yukarı kısımlarında işlemeli veya parlak renkli bir şerit ile çevrili olup; topuk kısmına yapıştırılmış olan özel tabaklanmış bir parça üzerinde yeşil motifler bulunur.

Mazıların üstüne, enli topuklu, koyun derisinden pabuçlar olan kavuçlarını giyerler ve bunları ancak camilere ve evlere girerken çıkarırlar. Soylu olanların ka- vuçları yeşil tabaklanmış deriden yapılır, burun kısımları kıvrık olup, ökçeleri sivridir; bunlarla yürümek zor olduğundan sahipleri sık sık yürümek zorunda olmıya- cak kadar soylu ve zengin olduklarını göstermek fırsatını bulmuş olurlar.

(1), (2), (3). : Bu kelimeler, orijinal metinde Türkçe olarak yazılmıştır. (Ç.)

Atla bir gezintiye çıkacak veya bir yarışı seyredecek olan kimse mazı yerine beyaz deriden «savul» denilen çizmeler giyer; savulların tabanları parlak çivilerle süslü olup, ökçeleri zevke göre az veya çok enlidir.

Doğrudan bir yarışa katılacak olanlar, arka tarafı her türlü khalatın eteklerini rahatlıkla içine alabilecek tarzda bol olan ve çim veya şalvar (3) denilen deriden bir pantolon giyerler ve bellerini bilbakla sıkarlar.

Ne kadar yoksul olursa olsun her Sart, başının tepesine tam olarak oturan, tep© veya kalapus denilen bir takke giyer. Yoksul için çok sade olan tepe, zenginde kadife ile süslüdür. Aynı zamanda, burgu şeklinde sarılan ve görünüşü her kişinin toplum içindeki yerine göre değişen sarık için takke görevi de yapar. Kendisine verilen şekilde sarık, Avrupa'daki başlıklar kadar sahibi hakkında bilgi verecek mahiyettedir. Üç köşeli, kulak üzerine eğik, kaskete, kepe veya akşam şapkasına tekabül eden özellikleri vardır.

imam, hacı, molla, kadı gibi halk üzerinde saygıdeğer bir hakka sahip her erkek, adetâ yüzü saklayacak şekilde şakakların hizasında düzleştirilmiş, çok beyaz, hacimli bir sarık takar; bu durumda kumaşı muslin veya beyaz yünlüden olur. Tüccar pıütevazi boyutlarda renkli bir «çalma» takmayı tercih eder. Yoksula gelince, bazen iyice kirli olan bir yünlü kumaş parçasından minik bir sarık sarar. Savaşçı ise, belki da'ha uzun boylu görünmek istediğinden, belki de kılıç darbelerinden korunmak için aydının sarığından daha az enli, fakat daha yüksek bir sarık kullanır. Babaları gibi giyinen çocuklar daha ziyade renkli sarık kullanırlar.

Kışın, aynı khalat biçiminde koyun postundan bit" kürk giyilir.

Kadınların elbiselerine gelince, bilhassa evde1 bir gömlek ve ayak bileklerinden sıkılmış gayet bol birpantolon giydiklerinden çok basittir. Gömleğin örttüğü pantolonun üst kısmı pamuklu olup, görünen tosmı, ad- ras veya kanavus adı verilen yarı ipekli, yarı yünlü bir kumaştandır.

Pamuklu veya muslinden olan gömlek, kadınlar için göğüs hizasında, genç kızlar için omuzlarda hilâlî şekilde kesilmiştir.

Gömlek üzerinde dar yenli, göğüsü sıkan ve önden kapanan bir çeşit ceket; bunun üstüne de, kocanın zevkine göre az veya çok lüks bir kumaştan geniş yenli, «murçek» adı verilen khalat giyilir.

Kadınlar genellikle kavuçları (ayakkabıları) çıplak ayakla giyerler, kışın soğuktan korunmak için yün çorabı ihmal etmezler. Başlık olarak başın arkasından bağlanmış olan bir mendil ile uçları omuzlara düşen beyaz muslinden «urmal» denilen bir atkı kullanırlar.

Kadınlar, «bîrûn» veya dış avluya ve sokağa, başlarından ayaklarına kadar her taraflarım örten koyu renkli, «paranca» denilen bir manto altına saklanmadan çıkamazlar. Kıldan örülmüş ince tül arasından önünü görür ve boş sokaklarda peçesini kaldırarak daha rahat nefes alır. Yahudi kadınları da Müslüman kadınlar gibi giyinmek zorundadırlar. Yaşlı kadınlar bu hoş olmayan üniformayı giymek zorunda değillerdir.

Sart kadınlarının hayatları pek de neşeli geçmez. Beş - altı yaşlarına kadar başka çocuklarla oyun oynarlar ve o yaşlardan itibaren ev işlerine alıştırılırlar. Zenginlerin kızları meşhedlere giderek okuma yazma öğrenirler. Dokuz yaşlarında şeklen, eğitimlerini tamamlar, lar ve hayatlarının geri kalan kısımları derin bir cehalet içinde geçer.

Bir kısmı parmakları ile ancak ona kadar saymasını becerir; daha eğitimli olanları alfabelerini ezbere sayarlar, bir satım zorlukla hecelerler; akıcı bir şekilde okuyabilenleri olağanüstü sayılır ve Kelâm'ı kullanabilenlere gerçek bir hârika olarak bakılır.

On bir yaşlarında gelinlik çağlarına gelmişlerdir. O zaman ana - babaları, sokakta ve evin iç avlusunda başlarına çamatı koyarlar ve artık en yakın akrabalarını ve gizlice görüştükleri sevgililerinin haricinde örtülü görünürler.

Bir kızın parmakları ne kadar maharetli ise o kadar değerli olması yüzünden evliliğe hazırlık olarak kendilerine dikiş ile ipek ve yün eğirmek öğretilir. Her şeyi öğrenmiş bir kızın talibinden babası yüklü bir kalım (yüz görümlüğü) istemek hakkına sahiptir.

Çocuklarla ilgili kararlarda mutlak ve nihaî otorite babaya ait olduğundan buralarda evlilik, aile babaları arasında bir pazarlıktan ibarettir. Aslında, kız söz konusu olduğunda taraflar, at veya koyun alış - verişine nazaran daha az tartışırlar ve daha çabuk anlaşırlar.

işte size bir evliliğin hikâyesi: Bir baba oğlunun artık evlenmesi gerektiğine veya bazen'büyükbaba olan bir erkek, eski karıları cazibelerini ve maharetlerini kaybettiğinden yeni bir zevce almaya karar verir.

Her iki durumda da bir kaç genç kız tanıyan yaşlı bir kadına başvurulur. Yaşlı kadın ilgi duyanlara kendilerine uygun gelebilecek genç kızların güzellikleri ve meziyetleri hakkında geniş bilgi verir. Damat adayları kendilerine yapılan mübalâğalı açıklamalardan sonra bir karara varırlar ve görücü rolündeki yaşlı kadın meseleyi tartışmak üzere görevlendirilir. Genç kızın babasına gider ve falân aileden filâncanın, kızlarından birine talip olduğunu söyler. Kabul-eden baba hemen görücü kadın ile «kalım» ın tutarı ve şekli üzerinde tartışmaya başlar.

Varlıktılar için kalım yüklü bir para, kadının gömleğinden pabuçlarına kadar bütün giyim eşyaları ve üzüm ile havuç aahil olmak üzere düğün ziyafeti için gerekli her şey demektir.

Genç kızın da evlenirken bazı taşınabilir veva taşınmaz malları getirdiği olağandır, fakat bunlardan düğün öncesi asla bahsedilmez ve ancak evliliğe karar verildikten çok sonra damat kayınbabasının cimri mi, yoksa cömert birisi mi olduğu hakkında bir kanaate sahip olabilir.

Töreye göre damadın karısının yüzünü ancak düğün töreni bittikten sonra görmesi gerekir; fakat damat adayı daha önceden evleneceği genç kızın hatalarını kâh açık bırakılan bir kapıdan, kâh duvar üstünden görmek için çeşitli tedbirler alır. Görücü kadın böyle bir şeyi sağlamak amacıyla genç kızı evine dâvet eder. Yaptığı lütfün daima küçük bir armağanla karşılık göreceğini iyi bilir.

Bu kaçınılmaz başlangıç işlerinden sonra kalım ödenir ve düğün günü tesbit edilir. Bu toplumda nikâh, kocanın günün, birinde karısını boşaması hâlinde kız tarafına ödemek zorunda olacağı paranın veya «khak- mar»ın miktarının tesbit edildiği bir anlaşma ile karışık bir hâl alır. Nikâh nişanlı kızın oturduğu evde kıyılır. Duâyı okumak üzere dâvet edilen molla evin bir odasında damat, akrabalar ve tanıklarla birlikte kalır. Hemen bitişik bir odada gelin en güzel ziynetlerini takınarak kapalı kapının arkasında bağdaş kurar. Molla bir dua okuduktan sonra kapının arkasındaki kıza filâncayı koca' olarak kabul edip etmediğini sorar; olumlu cevabı aldıktan sonra müstakbel damada döner filânca kızı zevce olarak kabul edip etmediğini sorar. Damad adayı da «evet» der. O zaman molla bir tas alır içine su koyar, genç adama ikram eder, bir yudum su içen damad tası mollaya iade eder. Tas geline de götürülür, o da bir yudum aldıktan sonra kalan su dâvetliler tarafından içilir. Tas boşalınca kadınlar kocayı «beyaz» çarşaf örtülü bir yatağın yanında bekleyen karısının yanına götürürler; kadınlara çeşitli armağanlar verilir, onlarda yeni evli çifte mutluluk dileklerinde bulunduktan sonra çekilirler.

Damat.karısının evinde üç gün kalır, sonra birlikte kendi evlerine taşınırlar. O andan itibaren kadın için târifi güç tekdüzelik başlar.

* Varlıklı birisi ile evlenmiş kız kendisine ait bir odaya sahip olmak, dolayısıyla kendisinden daha yaşlı ve geçimsiz huylu veya daha genç, kıskanç ortakları ile karşılaşmamak avantajına sahip olur. Efendisini ve kocasını memnun etmek düşüncesine sahip olduğundan vaktinin çoğunu süslenmekle geçirir. Batılı kızlar gibi süslenmenin inceliklerini bilir ve güzelliğine makyajın parlaklığını ilâve eder. Bahçelerde yetişen usma adındaki bitki ile kaşlarını daha siyah yapar ve uzun görünmesini sağlar; Rusya'dan getirilen sürme (antimon) iie kirpiklerini parlatır, ve yüzünün solgunluğunu hodana benzeyen bir bitkinin köklerinin suda kaynatılmasından elde edilen ve «eylikx Jenilen pembe bir far ile örter.

Sonra omuzlarının üstüne inen ve inci, mercan, çeşitli cam eşyalar dizilmiş ince ve çok sayıdaki örgülerden meydana gelmiş saçlarına kıldan örülmüş örgüler ilâve eder. Tırnaklarını da şapla karıştırılmış ve hayanda dövülmüş kına çiçeği ile boyar ve sarı-kırmızı bu boyayı ellerinin ayası ile bazen ayak tabanlarına da sürer. Kınanın iyice deriye nüfuz etmesini sağlamak için akşamdan sürer ve sabaha kadar derisinin üstünde bırakır.

Bir yere gideceği vakit tepeden tırnağa mücevherlerle süslenir. Alnının üzerine, başının her hareketinde sallanan sıra sıra salkımlar asılmış «bargek» denilen altın bir baş sargısı takar; şakakları veya göğsü üzerinde, kazalardan ve hastalıklardan koruyan «tumorları» (nazarlıklar) ihtiva eden kıymetli taşlarla süslenmiş altın veya gümüş silindirler sallandırılır; kulaklara küpeler ve eğer kadının geldiği ülkede gelenek ise burnabir halka takılır. Boyunda bir tanesi altın veya gümüş tepeli ipek püskül taşıyan bir kaç dizi kolye bulunur; «peşavus» denilen mercan ve değerli taşlarla süslü bir başka püskülün iplikleri arasından sarkan ince zincirlere kürdan ye kıl almak için küçük bir pens takılmıştır.

Genellikle ince yapılı, zayıf, ağırbaşlı ve sakin görünüşü, ifadesiz iri gözlü Sart kadını böylece boyandıktan sonra sahte parlaklığı ve süsleri arasında balmu- mundan bir bebeği andırır. İnce bacakları üzerinde yürüdüğü vakit bir hasta yürüyüşünü hatırlatır. Gerçekten de, haram hayatı eğlenceden yoksun olduğundan sıkıntıdan hasta olabilir. Büyük dinî bayramlarda ve aile arası eğlencelerde hatırı sayılır kadınların kocalarından ayrı toplandıkları, dans ettikleri, «çilmandi» çalarak şarkı söyledikleri de hakikattir. İki telli «dutor» adı verilen çalgıda bir kaç hava çalabilen çok iyi bir musiki- şinâs olarak kabul edilir. Kocaları para vermişse kendilerine yiyecek şeyler alırlar. Efendileri gibi çubukta tütün içerler, afyon yutarlar ve «çakçak» denilen bir reçineyi çiğnerler. Boza ile çakır keyif oldukları ender değildir, fakat daha ziyade «çiçek şekeri» anlamında «gulkant» dedikleri, koyun yağı, şeker ve afyondan yapılan ve şehevî hülyalar doğuran maddeyi tercih ederler.

Sıkıntıyla böyle mücadele ederler. Narkotik maddeleri fazla kaçırdıklarından zihinleri bulanır, varlıkları silikleşir ve haremde bitki gibi yaşamaya başlarlar. Bu durumda, genç bir akrabanın veya yaşlı bir kadının eşliğinde atın terkisinde dışarı çıkıp pazarları dolaşmaktan vazgeçerler, hareket etmekten kaçındıklarından evde kalmayı tercih ederler.

Bazıları kocalarına pek sadık değildir, dışarda bazı entrikalar çevirerek, âşıkları ile vakit geçirir.

Yaşlandıklarında, artık çocuk doğurmadıklarındanve zevk aracı olmaktan çıktıklarından kocalarının ilgisi yok olur ve dışarda metres tutmaktan kaçınmazlar.

Yoksul birisi ile evlenmiş ıbir kadın bu eğlenceleri bile bulamaz. Çocukların dadısı bulunmaz ve onların eğitimi ile meşgul olmaktan başka, ev işlerine bakmak, kendisinin ve bütün ev halkının elbiselerini dikmek, çamaşır yıkamak, iplik eğirmek ve kocası bir zenaatle meşgul ise ona yardımcı olmak zorundadır. Sonuçta ölümü ne kadar kötü beslenen, iyi giyinemiyen bu kadınlar efendisi tarafından aşırı t derecede çalıştırılan yük hayvanlarına benzerler.

YERLİ TAŞKENT (devam)

«Erkekler — Erkek çocuğun eğitirini — Meçhedler; medreseler — Molla yetiştirmek için yapılan öğretim



  • Kibirli bir derviş — Aydınlar; töreleri — Akkulu Bey hakkında — Tılisımlar ve üzerinde yapılan ticaret Bir tiIsıı-mın hikâyesi — Alıngan bir bilgin — Boş inançlar — Tuhaf bir keramet — Erkeklerin eğlencelerdi: yarışlar, keklik, v.s.... dövüşleri.»

Erkeklerin hayatı kadınlarınkine nazaran daha hoştur. Daha itina ile yetiştirilirler ve okula daha uzun zaman giderler. Orta halli ailelerin erkek çocukları altı, yedi yaşlarına gelince eğitime başlarlar. Serbest ilkokul niteliğinde olan mekteplere giderek molladan okuma yazma öğrenirler. Molla diye el yazması bir kitabı okuyabilen, bir mektup yazabilen veya sadece duâ söy- liyebilen kişiye denir. Şehirliler nezaket göşterisi olarak bazen bu kelimeyi birbirlerine karşı sarfederler. Hacılar gibi bu okumuş adamlar da beyaz şarık taşırlar; her fırsatta kendilerini büyük bir zevkle sofralarına dâ- vet eden müminlerin saygısından yararlanırlar.

Mollaların sabit gelirleri yoktur; halk eğitimi ile

ilgili bir bakanlık bulunmadığı için, öğrencilerinin getirdiği para ve eşyaları hediye olarak kabul edip geçinirler. Kışın, imkânları varsa, öğrencileri bir odada veya meçhedde toplar. Sıcaklık izin verdiğinde açık havada, bir avluda veya sadece bir ağacın dalları altında genç çömezlerine bilgisini aktarır, öğrenciler sabah ezanı ile gelirler, saat sekiz veya dokuzda yemeklerini yerier, kuvvetlerini topladıktan sonra öğlene veya saat bire kadar yeniden ders görürler. Sonra ertesi güne kadar serbesttirler.

öğretmenlerinin gözü altında bir hasır üzerine daire şeklinde otururlar, bir kısmı elifbâyı, diğerleri hece kitabını şarkı söyler gibi ezberlerler, böylece dersleri hâfızalarına kulak yolu ile girer. Bir okul önünden geçenler daima ahenksiz bir musikî duyarlar. Heceleme kitabının on yedi ve on sekizinci kısımlarını bitiren öğrenci öğretmeninin yazı takımını (galamdân) alır ailesinin fertlerini ve aile dostlarını ziyarete gider. Yazı takımını açık olarak gösterir. Herkes kesesinin ağzını açar ve yazı takımının içine malî gücüne göre bir kaç altın bırakır. Çocuk hep para gelebilecek kapıları doja- şîr ve ziyaretleri sona erince iane talebinin ürününü öğretmenine teslim eder. Aldığı armağanlarla cesaret bulan molla, öğrencinin ailesinin ve çevresinin çabuk ilerlemeler dolayısıyla hasislik edip etmediğine bakar ve ona göre öğrencisine hız verir.

Molla öğrencilerini okumaya daha bağlı ve açıklamalarına k«rşı daha dikkatli kılmak için sık sık uzun ve esnek bir değnekten yararlanır. Bazen cezalandırmak istediği çocuğun bacaklarını bir iple bağlar, arkadaşları sırtüstü yatırarak çıplak tabanlarına değnekle vurur. Meohedin öğrencileri toplu hâlde camiye giderek namaza dururlar; namaz bitmeden camiyi terkedemezler; çok erken giderlerse değnek yiyerek'cezalandırılırlardı.

Hece kitabını bitiren öğrenci artık şöyle böyle okumasını biliyor demektir. O zaman önüne Kuran-»! Kerîm konur. Bu an, bazen babasının bir kutlama töreni yaptığı öğrencilik hayatının en önemli anıdır. Güzel yemekler yapılıır, akrabalar ve dostlar toplanır, molla dâvet edilir ve kutlamanın kahramanı olur. Kendisine, hemen giyindiği ipekten bir khalat ve başının çevresine'sarık şeklinde sardığı beyaz yünden bir «çalma» armağan edilir, öğrenci de yeni elbiseler giyer ve arkadaşlarına parça kumaşlar dağıtılır. Ders sırasında bazen öğretmenin yerini alan sınıfın en büyük öğrencisine de ipek işlemeli bir «tepe» (takke) verilir; bu çömez mollanın yanında oturur.

Aileler çocuklarını ev işlerine yararlı olabilecek bir yaşa geldiğinde okuldan alırlar: bu genellikle dokuz, on yaşlarında sünnet olduktan sonra olur. Bundan böyle hep babası ile yaşar ve ondan zenaatini veya tüccar ise müşterileri kandırma sanatım öğrenir.

Ana-babalar çocuklarının okumaya kabiliyeti olduğunu ve ilerde okumasından yararlanabileceklerini anlarlarsa çocuklarım mollaya teslim ederler. Zamanla bu çocuklar akıcı bir şekilde okumayı başarırlar, sonra yedi iklim altındaki ülkelerin adlarını öğrenirler, yazı yazmaya çalışırlar ve kabiliyetli bir ele sahip olanlar hem kâtip, hem de kitapçı olurlar, yazdıkları kitapları satarlar. Kuvvetli hâfızaya, ince zekâya ve yükselme hırsına sahip olanlar ise Semerkand'a, sonra İslâm'ın başı Buhara ya giderek ünlü medreselerde okurlar.

Medrese, geliri profesör ve öğrencilerin ihtiyaçlarını gideren müminlerin tarla, mağaza, veya hamam bağışları ile ayakta duran yüksek öğrenim merkezidir. Satılması, devredilmesi mümkün olmayan bu mallara «vakıf» denir; toplanan geliri, yüksek bilgisi ile tamn- mıış kimseler arasından seçilen müdüre teslim eden mütevelli tarafından yönetilirler. Bizde de Orta Çağ'ın sonuna kadar işler öyle yürütülüyordu.

Güçlü bir şahsın sıcak tavsiyesiyle imtiyazlı genç adama bu medreselerde küçük bir oda verilir. Artık onu orada saatlarca «büyük kitapların» önünde bağdaş kurmuş yüksek sesle okunken, dinî gereklere göre Kur 'an'dan cümleler tekrar ederken, ve öne arkaya sallanırken görebiliriz, öğrenciler bilgi hâzinesi bu büyük kitaplardan övgüyle bahsederler; boyları o kadar büyüktür ki sayfalarını çevirmek bile zahmet ister.

Her kitap bir tedrisatı temsil etmek üzere, medreselerdeki eğitim bir çok kitabın okunmasından ibarettir. Tesbit edilen saatlarda öğrenciler toplanır, içlerinden biri kitabın bir kısmını okur ve öğretmen karanlık kalan kelimeleri ve bölümleri, bazen üzerinde saatlarca durarak açıklamaay çalışır. Her zaman yılda bir kitap okunmaz, beş altı kitabı okuyup hazmedebilmek için bir kaç yıllık sıkı bir çalışma gerekir. Bunu başaran öğrenci artık büyük bir bilgin sayılır ve beyaz sarık taşımaya hak kazanır. Kur'an'ı ezbere öğrenir, arapça kelimelere hâkim olur, hâfızası Türk ve Fars şairlerinin mısraları ile dolar: amaca'varılmıştır. Şimdiye kadar binlerce defa açıklanmış Kur'an'ın bir cümlesine yeni bir yorum buldu mu, Batı'nın en güzel buluşları kadar değer taşır, artık dehâ sahibi bir insan olarak anılır, uzun bir sakal bırakarak uzak ülkelerden ziyaret edilen bir imam, aziz hâline gelir.

Müminlerin koşuştukları bir medrese veya bir cami yönetebilir ve Ramazan ayında müminlerin verdikleri zengin armağanlarla hayatını devam ettirir.

Neticede, Şartlarda okuma ve yazma bilmek ve öğrenmeye devam etmek, zihnî çalışma yapmak, cümleleri ezberlemek, kelimelerle oynamak, heceler arasında bin türlü cambazlık yapmak demektir.

Uzak ülkelerde tanfınan Taşkentli bir imam bu bakımdan hiç bir şeye ihtiyaç göstermez. Derin bir bilgiye en mükemmel faziletleri ilâve eder, bir tercümesinden Eflâtun'u okur, Arapça'yı bildiğini iddia eder, mtb cizeler yapar ve hârikulâde yazı yazar. Yerliler onu gözlerinde büyütürler: artık o bir azizdir.

Muhayyilesi geniş bir lisanla her konudan bahseder, ve öğrencileri ile hayranlarının sayısı çok büyüktür.

Müminler hayır duâlarını almak için yeni doğmuş > bebeklerini ona götürürler, imam ağlıyan bebeğe duruma göre bir duâ okur ve ona parlak bir gelecek temenni eder. Bazen, iki çay fincanı arasında, başı havada çocuğa üç defa üflemekle yetinir. Karşılığında baba, halısı üzerine gümüş paralar, ölçekler dolusu pirinç, buğday bırakır, geri geri yürüyerek ve teşekkür olarak her defasında eğilerek dışarı çıkar.

imamlar Rus tüccarlardan yer küresi satın almaya başladıktan sonra, Batıhların bilim ve özellikle kozmog- rafi alanmda yaptıkları ilerlemeleri bildiklerini ileri sürmeye başlamışlardır. Mollanın, küresini ziyaretine gelen müminlere nasıl bir övünme ile gösterdiğini görmek gerek!

Yeryüzü hakkında kesin fikre sahip olmuştur: dünya yuvarlaktır. Bu buluşu kitapları karıştırarak veya tabiatı inceliyerek elde etmemiştir; bu gerçek ona, esirgeyen ve bağışlıyan Allah tarafından, gün battıktan sonra yaptığı duâ sırasında iletilmiştir.

Bilgin adam aynı zamanda yeryüzünün sabit olduğunu da öğretir. Olay açıktır, der, gözlerinizi kaldırıp göğe bakmanız yeterlidir. Kim güneşin soldan doğup, döndüğünü ve sağ tarafta battığını inkâr edebilir? Geceleyin de göğe bakan her mümin ayın ve yıldızların da aynı yönde yer değiştirdiğini farketmiyor mu? «Urusların küresinin» eksik olduğunu, meridyenleri c- ğik kesen yarım daireler ilâve ederek yedi, iklimi belirttiğini de ilâve eder.

Ülkenin başka aziz geçinen kimseleri gibi aşırıbir kuruma sahip olup, ileri sürdüğü şeylerin tartışılmasına izin veremez. Bundan başka bir imamın dediğinin aksini ileri sürmek kaba adamın, Özbekin, Kır- gizin işidir, iyi yetişmiş bir Sart böylesine kaba kusurlar işlemez.

İmamın ağzıyla konuşan Allah değil midir?

Dinleyici ilk anda söylenenlere inanmamışsa, dilinin ucunda itiraz sözleri hazırsa, sessizliğini muhafaza etmeli, diğerleri gibi başını eğerek «iyi» demelidir, imam sözünü tamamlayınca mütevazi görüşlerini açıklayabilir ama İlâhi kavramların tartışılmaz sözcüsüne karşı kuşku duyduğunu belirtmemelidir. Makûl bir cevap bulursa, imam pervasız adamın görüşlerini çürütmek tenezzülünde bulunabilir; kısa ve kesin bir'o- lumlu cevap onu bir sürü sıkıntıdan kurtarır; ıher şeyden önce aldanmazlık şöhretine gölge düşmemesi ö- nemlidir. Genellikle aydınlar arası bir toplantıda, şöhret sahibi kimsenin gözlerini soru yönelten kişiye çevirerek kısaca «evet» veya «hayır», demesi, tartışma kaynağı olacak konunun bitmesine sebep olur ve artık kimse o konu üzerinde bir kelime edemez.



Küreli adam kendisinin Peygamber ile mukayese edilmesine asla izin vermez. Bir gün imamın çömezleri ile birlikte mezarlığa gidip babasına duâ ettiği anlatılır: Bir müddet ayakta huşû içinde başı öne eğik kalmıştı. Sonra ansızın ellerini göğe kaldırmış ve ilham dolu bir sesle: «Baba! Artık göğe dönebilirsin, duâlarım kapalı bulduğun kapıları sana açtı.» demiştir, öğrencilerinden biri sözlerinin ne anlama geldiğini sormuştur. O da, babasının yeryüzündeyken işlediği günahlar yüzünden cehenneme gittiğini ve kendisinin faziletleri sayesinde Bağışlayan Tanrı'nın babasının acılarını affettiğini belirtmiştir. Aceminin biri de Hz. Muhammed'in babasının da aynı durumda olduğunu ve Peygamber'in de aynı şekilde duâ ederek... Fakatimam sözün devamını dinlememiş, gayet soğuk bir ifadeyle konuşanın sözünü kesmiş, «Puh! Bana Peygamberden mi bahsediyorsun?>> demiştir.

Bu okumuşlar, sofu insanlar yerli halkın en ilgi çekici kısmını teşkil ettiklerinden fırsat düştükçe onlar hakkında başka ayrıntılar da vereceğiz.

Dostumuz V... sayesinde içlerinden en tanınmış olanla temas kurmak fırsatını bulduk. Dillerini kpnu- şan «Urus Mirza» yı ziyaret etmekten hoşlanıyorlardı. O da onları gayet iyi karşılıyor, iyi donatılmış bir sofra sunuyordu. Kendilerini beğenmiş ve obur olduklarından, mükemmel bir. sofrada kendilerine iyi bir yer verilen. evlerin yollarını hiç bir zaman unutmuyorlar ve dostumuzun bir işareti ile yapılan çağırıya hemen koşuyorlardı.

Cuma günü «Khuftâne» namazından (akşam) /son- ra Urus Mirzan'ın evinde kalabahk ve s'eçkin bir toplu-ı luk oluşturmuşlardı. Toplandığımız basık odada iki müzisyen dumburak ve surnoy çalıyordu. Zengin bir gece kahvaltısı ikram edildi. Fincanlara çay ile birlikte konyak ve rom.da konuluyordu; bu koyu Müslüman- lar ise içkili çayı bir yudumda boşaltıyorlardı. Bizi ilk defa görenler, kâfirlerin yanında bulunmaktan sıkıldıklarından içmekte tereddüt ediyorlardı; bunlar duâ edip ev sahiplerine Kur an'da yasaklanmış şeyleri ikram etmemelerini rica ettikten sonra arkadaşlarını taklit ediyorlardı.

iki musikî havası arasında konuşmalar oluyordu.

Otuz yaşlarındaki müzisyenlerden biri Taşkent medreselerinden birinde imam olmak üzere okurken, odasında hafif bir kadınla yakalanmış ve okuldan tar~ dediImişti; dinî meslek hayatı böyle son bulunca, o da kendisine istidatlın gördüğü musikîye başlamıştı. Bütün müzik âletlerini çaldığını iddia ediyor ve halkın nazla büyüttüğü bir sanatkâr hayatı sürdürüyordu. Onagöre Emir çağırdığı için yakında Kâbil'e gidecekti; fa* kat şöhreti çölleri aştığı için daha önce Rum sultanının yanına İstanbul'a ve Mekke'ye gitmek istiyordu. Bütün bu yolculuk tasarılarını, zârif hareketlerle-anlatıyordu. Ancak yanımdaki adam onun bir «Lâfgî» olduğunu, söylediklerinin bir tekinin bile doğru olmadığını fısıldadı. Bu münasebetle de bana bir lâfgînin hikâyesini anlattı. Böylece burada da Marsilya ve Bor- deaux'da olduğu kadar mübalâğa edildiğini öğrenmiş oldum.

  • Buhara'da Abdullah adında biri yirmi yıldan beri * Türkistan'ın en büyük palavracısı olarak geçiniyordu. Şöhretinden emin olan Abdullah huzur içinde yaşıyor; pazara çay içmeye gittiğinde başı daima yukarda dolaşıyordu. Fakat bir gün Taşkent'ten gelen bir tüccar yanına sokularak: «Bismillâh dostum Abdullah, Taşkent'te senden daha mübalâğacı var.» dedi. Abdullah bu sözler üzerine sarardı. Tüccar, Abdullah ile konuşurken meraklılar da onları dinliyordu; haber kısa zamanda pazarda yayıldı. Abdullah'ı görenler, «Taşkent'te senden daha mübalâğacı olduğu doğru mu?» diye soruyorlardı. Bu sorularla canı sıkılan Abdullah, söylentinin doğruluğunu araştırmak maksadıyla Buhara'dan Taşkent'te gitmeye karar verdi. Taşkent'e geldiğinde rakibinin evini buldu, kapısını çaldı; sekiz yaşlarında bir çocuk kapıyı açtı:

  • Mübalâğacı Muhammed burada mı oturuyor?

  • Ne istiyorsunuz? Ben onun oğluyum.

  • Git babana söyle Buhara'dan Taşkent'e bir halıyı açarak geldim.

  • Allah senden râzı olsun, babam da sarığını bir yere taktırmıştı, getirdiğin halı ancak yırtığını örter.

Oğlunun verdiği cevap babasının üstünlüğünü açıkça ispat ettiğinden Abdullah üstadını bulduğunu açıklamak üzere Buhara'ya döndü.

Bana bunu nakleden Hokandlı olduğundan Buha- ral'i ve Taşkentliler ile alay etmek fjrsatı da bulmuş o- luyordu.

Bu arada mollalardan biri Hindistan'dan bahsediyor, orada Ölülerin yakıldığını, kocalarının ölümüne dayanamayan kadınların, yanan odunların üstüne atladıklarını ve terketmek istemedikleri kocalarının cesetleri ile birlikte kül olduklarını anlatıyordu.

«Dinleyicilerden biri, mahşer günü kemikleri ‘yananlar ne olacaktır? diye sordu. Bir Tatar:

«Kemikler ister yansın, ister gömülü olsun ölüler canlı iken sahip oldukları şekle bürüneceklerdir.» dedi.

Konuşma daha sonra Peskent'te Akkulu Beğ'in oğlunun sünnet düğünü münasebetiyle verdiği eğlence üzerine döndü.

Katoliklerde şaraplı ekmek yeme âyini gibi Müs- lümanlarda da bu dinî tören büyük eğlencelere vesile olmaktadır. Konukları kimin daha iyi ağırlıyacağı mesele olduğundan ailelerin gururları söz konusudur.

Başka yerlerde olduğu gibi Asya'da da zengin ve cömert tanınmak fena bir şey değildir. Zamanı geldiğinde akrabalarına ve dostlarına sofrasını açabilmek için insanlar yıllarca tasarruf yaparlar.

Sekiz gün boyunca Akkulu Beğ kendisine tebrike gelenleri ağırlamıştı. Bu şekilde davranarak, pazarın çamurundan meziyetleri ve entrikaları sayesinde kudretin zirvesine çıkmış atası Yakup Paşa'ya lâyık olmak istemiştir. Yakup, Hokand'da Hudaya Han’ın başveziri olmuş, sonra Kaşgar'da mutlak iktidarı eline geçirmiş, yeryüzünün en büyük iki devleti onunla ittifak yapmak için çırpınmıştı.

«Akkulü Beğ bir kaç yıl önce kardeşini öldürtmeği mi?» diye sordum. Bir molla:

«Evet, sırtından tabanca ile vurdurttu. Akkulu Beğ büyük bir hükümdardır; Tanrı ona uzun ömür versin!» dedi.

Bir kardeş katiline uzun ömürler dileyen ve olay karşısında nefretini belirtmeyen kişi, bir az önce söz konusu aziz imamın yakınıydı.

Türkistan'a, Kaşgar'dan Yakup Paşa'nın ölümünden sonra gelmişti: kısa boylu, tıknaz, yuvarlak patlak gözleri arasında kanca burnu ve beyaz, ince dişleri ile esmer deniz tavşancılı yüzünde kendi gülümsemesine sahipti. Güzel yazı yazma kabiliyetini efendisinin düşüncelerini kâğıda geçirmekte kullanıyor ve bunları, islâmiyetin en saf ışıklarından birinin eserleri sanan müminlere mümkün olduğu kadar pahalıya satıyordu. Hemşehrilik duygusu da işin içine karışıyor, Taşkent- Iiler azizlerinden müthiş gurur duyarlarken, Kaşgarlı da ticaretini sürdürüyordu. Bir başka gelir kaynağı daha vardı: «Tumor» denilen muskalar yazıyordu.

Yerli halk aşırı derecede boş inançlara inanmıştı: yalnızca şöhret sahibi olmuş bazı azizlerin elbise ve vücut parçalarının hayırlı kudreti olduğuna değil, bazı duâların yazıların, tabiatüstü kudrete sahip olduğuna da inanmışlardır. Bunlara sahip olmak için, bir akça karşılığında beyaz bir kâğıda siyah ve kırmızı mürekkeple yazılar yazan bir mollaya başvururlar; böylece bir yolculuğun iyi geçmesini, mutlu bir doğum olmasını veya şiddetle arzulanan bir kızın inadının kırılmasını garanti altına almış olurlar. Kırmızı renk iyi bir kehanet demek olduğundan, tılsımlı kâğı’dın belirli yerlerinin itina ile kırmızı mürekkeple çizilmesi şarttır; bu şartlar altında ona sahip olan kişiye daha fazla talih getirir. Tılsım genellikle omuz üzerinde, köprücük kemiğinin hizasında khalatın dışından görünebilecek üçgen bir cep içine dikilir. Boyuna asıılan özel bir torıba içine konan şekli de mevcuttur; katolikler de haçlarını aynı şekilde asarlar. Müslümanlar tılsımlarını, ilâç işleri ile de uğraşan Yahudi ferden satın alabilirler. Bunlarda, meselâ kalp hastalığı için mükemmel bir ilâç vardır: bir kese içine konan ve göğüste hasta bölge üzerine sıkı sıkıya bastın lan yeşim taşı.

Tılsım yapımı ve satışından önce ihtiyaç içinde yaşayan ve sonradan birdenbire zenginleşen bir kâtip- den bahsedilir. Ticaretine, pazarın bir köşesine, kalemi ve kâğıtları ile bir dilenci gibi oturarak başlamıştı; şimdi eski Taşkent'in en güzel yerinde, parlak renklerle boyalı kapısı önünde bekleşen müşterilerini nazla kabul ediyor. Şöhreti her tarafa yayılmış, kesesi iyi dolmuştur.

Yanımızdaki Kaşgarlı bir solukta, ev sahibinin hizmetkârı için iki büyük sayfa dolusu tıisım yazdı. Genç Ahmed şehrin mutena bir semtinde oturan zarif bir ka- dinin soğukluğundan ümitsizliğe kapılmış, bu durumun ortadan kalkması için her çareye başvurmaya karar vermişti. Yazıoı kalemini kâh siyah mürekkebe, kâh kırmızı mürekkebe batırıyordu. Ayrıca mübalâğalı ifadelerle son bulan bir af dileğini de güzel kadına ithaf etmeyi ihmal etmedi:

«Ruhumun zarfından yapılmış bu kâğıt üzerinde gördüğün mürekkebi göz yaşlarımla hazırladım; göz kapaklarımın kirpikleri bu satırları çizen kalemi verdiler. Yalvarırım sana, bana müspet bir cevap yolla; cevabını muska gibi boynuma asacağım ve aşktan çılgm bir hâîde dolaşacağım.»

Müşterileri çoğunlukla okuma bilmeyen bu tılsam tüccarları yazılarında hayâl güçlerini tamamen serbestçe kullanırlar. Önemli olan, kırmızı mürekkebi fazla kullanarak yazıya hoş bir görünüm vermektir.

Dindaşlarının basitliğine gülen bir Tatar hacı bu münasebetle bize şu hikâyeyi anlattı:

«ilkbahar'da bir Buharalı eşeğine binmiş Karşi tarafına doğru yol alıyordu, ilerledikçe kara bulutlar çoğaldı, korkunç bir yağmur tepesinden aşağı boşaldı, a- dam hayvanı koşturmaya başladı ve şiddetle döven yağmurun altında en yakındaki köyün ilk evine yöneldi ve kapıyı çalarak konuk edilmesini istedi.

«Aralanan kapıdan evsahibi karısının doğurmak üzere olduğunu söyleyerek başka yere gitmesini istedi. Doğum zor geçtiğinden çatısı altında bir yabancı i!e uğraşacak zamanı yoktu.

«Kapı yolcunun suratına kapanmak üzereydi; fırtına da dineceğine şiddetini arttırıyordu. Fırtına diner dinmez gideceğine dair yemin ederek hayvanı ve kendisi için kuru bir yer istemeye devam etti. Fakat köylü ısrarlıydı.

«Ne mutlu ki yolcu zor durumlara çare bulan bir adamdı; hemen aklına bir fikir geldi:

«— Haykırmasını duyduğum karın için bir tılsım yazayım, doğumu kolay olsun! dedi.

«Ansızın evsahibinin yüzü değişti:

«— Girsene, Allah senden râzı olsun!

«Eşek iyi bir yere kondu, önüne ot verildi, yolcu da ateşin başına geçti, yazı takımını çıkardı ve hayatından memnun olan Özbek'e şu tılsımı yazdı: «Ben kuru yerdeyim, eşeğimin de otu var, evsahibimin ka. rısı doğurmuş, doğurmamış bana ne.» Koca hemen tılsımı karısının boynuna astı ve artık sonuçtan emin o- nu ıstırabı içinde bıraktı. Karısıyla ilgilenmekten vazgeçerek konuğuna hizmet etti ve son damla yağmur düşünceye kadar çay ikram etti. Nihayet yolcu kalktı, eşeğine bindi ve «Allah senden razı ofsun!» diyerefc yoluna koyuldu.

«Öteki kapının eşiğinde yolcunun arkasından bakarak, tanı zamanında kendisine böyle aziz bir insanı gönderen Tanrı'ya şükürler etti.»

Kaşgarlının yanında bir Tatar molla da gelmiş «U- rus Mirza»yı ziyaret etmek istemişti. Yerinde müteva- zi bir şekilde oturuyor; etrafında konuşulurken o düşünüp duruyor, zaman zaman gözlerini göğe kaldırıyor ve derin derin iç çekiyordu.

Bu tam bir mutasavvıfdı.

Mensubu olduğu tarikatın felsefesine göre her tarikat mensubu kendisinin Allah'ın manevî şahsiyeti ile birleşmiş görüyordu. Tarikata yeni girenler dıştan tevazu gösteriyorlarsa da, Tanrı ile birleşmiş olmalarından pek de gururlu değillerdi. Eskiden beri tarikatta olanlara gelince, yeni mensuplar tarafından peygamberler gibi saygı görüyorlardı.

Ticarette muazzam bir servet kazandıktan sonra bu Tatar o şöhretli mutasavvıflardan birine itaat etmek için bütün servetini son kuruşuna kadar harcamıştı.

Manevî yöneticisi uğrunda servetinin büyük bir kısmını dağıtmış, geriye kalan kısmını ise gözlerini a- çan kişinin uğrunda yok etmeye hazıir bekliyordu. Bir çoğu onun bu fedakârlığını kınamakta, ama, sizi Tanrı yoluna getiren kimseye ne verilse çok olmayacağını söyleyen diğerleri bu hareketini mâzur görmekteydiler.

Bu dervişlerin önderleri sık sık toplantılar düzenli- yerek tarikat mensuplarına, şarkı söyleyerek dans edan dervişlerinkine benzeyen çalışmalar yaptırırlar. Büyük bir salonda veya kapalı bir avluda yeni dervişler daire şeklinde otururlar, hareketsiz durarak bir müddet sükûnetlerini muhafa7a ederler: bu sırada tefekküre dalmışlardır. Ansızın başkanları gırtlağının bütün gücü ile bağırır, diğerleri onu taklit ederler, sonra çığlıklarını keserek, ciğerlerinin .bütün kuvvetiyle kısa bir cümle söyler, dervişler hep bir ağızdan ve yine en son sesleriyle bu cümleyi tekrarlarlar. Söylediklerine göre, a- macı Tanrı'ya yaklaşmak olan bu ibadet esnasında bağırışlar sonunda kendilerinden geçerler ve beşinci, hattâ yedinci kat göğe varırlar. Yaşlı müminler bu mutasavvıfların hokkabazlıkla çevrelerini etkilemek istediklerini öne sürerler. Sâdık sünnîlere kulaklarını bu dervişlerin konuşmalarına tıkamalarını ve sadece Tanrı'- ya bağlanmakla yetinmelerini öğütlerler.

Onların ibadet şekillerine inanmıyan bir Buhara- lı bu Tatar ile şiddetle tartışıyor, velîleri tanımadığını ısrarla belirtiyordu.

Buharalı, bir Asyalı için fevkalâde iyi eğitilmişti; Arapça'yı, Türkçe'yi ve Farsça'yı gayet akıcı bir şekilde yazıyor ve konuşuyordu; varlık ve yokluk kavramlarını Avrupalı meraklıların hayranlığını tahrik edecek kadar kolay bir şekilde tartışıyordu. Aristo ve Eflâtun yakından tanıdığı filozoflardı. Üstünlüğünün farkında olduğundan alaycı bir tarzda konuşuyor; rakibini küçümsüyor, cehaletini kolaylıkla ortaya döküyor, onu gülünç durumlara sokuyor ve pek tabiî çevreden kötü bakışları topluyordu.

«Şu akan zaman içinde ne Buhara 'da, ne Taşkent'te, ne de başka bir yerde velîye raslamanız mümkün değildir.»

«Velîler olmasa, eşyanın düzeni altüst olur.» diye Tatar cevap verdi.

«Zavallı cahil! Kim sana bunları diyen? Mutlaka esiri olduğun sözde derviştir!»

«Bir velînin hizmetkârı olmaktan mutluyum.»

«Efendin bir velî ise senin âyetleri bilmen gerekir. Haydi bir tanesini ezbere oku bakalım, molla.»

Tatar bir âyet okumaya başladı.

«He! He! Arapça'yı hiç bilmiyorsun. Farsja'n ise daha berbat - devam et bakalım.» diye Buharalı Türkçe olarak devam etti.

Tatar, hırsından bembeyaz kesilmiş bir hâlde sustu.

Bir okumuşa yapılacak en büyük hakarete mâruz kalmıştı: Kendisine halikın konuştuğu dille hitap edilmişti. (1) Rakibi sanki üzülmüş gi'bi, alaycı bir havayla gülümsedi.

Bu davranış Tatar'ı büsbütün çileden çıkardı; hiddetle bağırdı:

«— Allah şahidimdir tıpkı bir keçi gibi konuştun.»

Diğeri hiç gecikmeden,

«Allah şahidimdir, bir eşeğin sözlerini duyuyorum.» dedi.

Konuşma, rakibinin yuhalan arasında Tatar'ın toplantıyı terketmesine kadar bu nâzik şekliyle sürdü.

Bu Buharalı altmış yaşlarında zayıf bir ihtiyardı. Endişeli ve hareketli zekâsı ile bir yerde uzun müddet yaşıyamıyordu; bilginin daima dostlar bulduğu Asya şehirlerinde dolaşarak bilgi aktaran bir göçebe gibiydi.

Devamlı hareket hâlinde olmasını garip bir şekilde açıklıyordu. Her yıl kışı izleyen ilk güzel günlerde «Küçük bir hayvanın» yola çıkıncaya kadar dalağını kemirdiğini söylüyordu. Yer değiştirdi mi, «Küçük hayvanın» ısırması hemen duruyormuş. Kendi kanaatine göre, her ilkbahar içini kemiren küçük bir kurttu.

Son olarak Buhara'da kesinlikle yerleşeceği sanılmıştı. Emir onu huzuruna çağırtmış, yılda bir havli yüklü bir para karşılığında şehirde kalacağını sanmıştı Bilge adamın durumu gerçekten kıskanılacak bir durumdu.

Yeni gelen birisine karşı sunulan tercihlerden do-

(1) Türkçe’nin ihmal edilişinin ve hor görülmesinin Türkistan’daki örneğine okuyucunun dikkatini çekeriz. (Çev.)layı kıskançlık duyuyorlarsa da meslekdaşları münakaşa götürmez üstünlüğü karşısında eğiliyorlardı.

Fakat bizim adamın kötü huyları ve zayıf ticarî zihniyeti vardı. Tartışmaktan büyük haz alıyor, daima tartışacak konu arıyor ve en ufak itirazda deli gibi oluyordu.

Bir gün dinî konularda yapılan tartışmanın en kızgın anında Emir'in aile büyüklerine küfür etmişti. Diğerleri bunu fırsat bilmişler, sünnî inanışının temellerini yıkmaya çalıştığını ileri sürmüşler, nihayet Emir ona destek olmaktan vazgeçmiş, aylığını kesmiş ve sonunda en kısa zamanda o yöreden kaybolmasını tavsiye etmişti.

O da, daha önceden tanıdıkları olduğu Taşkent'e gelmişti. Bir medreseye yerleştikten sonra çevresine kısa zamanda bir sürü öğrenci toplamakta gecikmemiş ve onların getirdikleri armağanlarla refah içinde yaşamaya başlamıştı. Fakat «küçük hayvan» yine dalağını kemirmeye başlayınca öğrencileri bir sabah geldiklerinde hocalarını yerinde bulamamışlardı. Ancak üç ay sonra yeniden ortaya çıktı.

Öğretimden sıkıldığından, bizim Buharalı şehirlerden uzakta yaşamaya ve herkese münzevi bir hayatın seyrini verecek kırda bir yer aramaya karar vermişti.

O yüzden Taşkent'in bir kaç kilometre uzağında bir köye yerleşmeye gitmişti.

Camiden hiç çıkmıyor, vaktini nefsine eziyet etmek ve duâ okumakla geçiriyordu. Müminlerin sadakalarıyla yaşamaya devam ediyordu. ZaıVıanla gerçek bir aziz olduğu hakkında söylentiler yoğunlaştı.

Fakat bu tekdüze hayat da onu yormaya başlamış, içini sıkıntı basmıştı; münzevi hayatından ayrılmaya ve sağlam doktrinler öğretmeye karar verdi. Önceleri her şey iyi gitti; sonra mizacının gerçek yüzünü göstermekte gecikmedi; giderek yaşlanıyordu; genç k.z-

ları topluyor, onlara aşk şiirleri okuyordu. Sahte vakarını kaybetmiş, anlamsız fikirlere kapılmış daha serbest görüşlü olmuştu. Kâfirle aynı yemeği yiyen Müslümanın günâh işlemiyeceğini ileri süren o değil miydi? Bu imansızlık örneği düşüncesi kulaktan kulağa dolaşıyor, müminler hoşnutsuzluklarını belirtiyor ve ona karşı gösterdikleri körükörüne güveni terkedi- yorlardı. Her fırsatta ona danışmaktan vazgeçiyorlar ve cocuklar artık eteğini öpmek için birbirlerini çiğnemiyorlardı. Çevresinde doğan bu soğukluk onun için bir kurtuluş işareti olmalııydı. Maalesef böyle olmadn. Halk arasında bile edepsiz hareketlerinden kaçınmıyor-' du. Namaz kılarken gerektiği gibi hareketsiz durmuyor; hareket ediyor ve afyon topağını yutmak için ibadetini kesiyordu. Hatta cemaatle namaz kılarken son derece terbiyesiz bir davranışta bulunduğu da öne sürülüyordu.

Bu uygunsuz hareketleri kısa zamanda verilen ve kazançlı olabilecek kutsallığının temelini bir anda yıkan darbe oldu. Artık kendisine eskisi gibi saygı gösterilmiyor, armağanlar verilmiyor ve yiyecek maddeleri satılmıyordu; ona, gitmekten başka çare kalmamıştı.

Bir gece Taşkent'e varmak üzere yola çıktı ve orada felsefe öğretimi yapan molla hüviyetine büründü. Bu maceralar, sükûtuhayaller mizacını bir nebze olsun değiştirmemişti; inançlarında kararsız kalıyor ve içinde bulunduğu ruh hâletine göre ya çok mutaassıp bir Müslüman, ya da acınarak derecede şüpheci bir mutasavvıf olarak gözüküyordu. Bugün oruç tutuyor ve kesiksiz ibadet ediyor; ertesi gün velîlerle alay ediyor, Hz. Muhammed'i eleştiriyor, Kur'an tarafından yasaklanmış içkileri içiyor ve Rus votkasının etkisiyle Tanrı'nın ilâhî meziyetleri, hatta varlığı üzerinde kuşkularını dile getiriyordu.

Kendisini hiç terketmiyen öğrencilerinden birine o zaman «Allah nedir?» diye sormuştu.

«Allah, esirgeyen, bağışlayan, kâinatın efendisi, mahşer gününün hükümdarıdır.»

«He! he! bundan emin misin?»

Öğrencisi bu hakaret karşısında şaşkına dönmüştü.

Anladığımız kadarıyla bu Buharalı rasladığımız diğer bütün mollalardan çok daha aydın bir kimseydi. Meslekdaşlarınm pek çoğunda görülen aptalca hurafelere asla itibar etmiyordu. Bir karpuz yere düştüğünde yarılırsa zelzele olacağına inanmazdı; gök gürültüsünün yukarda hal-ısırnı veya karılarının içi taş dolu şalvarlarını silkeliyerek bir ihtiyarın çıkardığını kabul etmezdi; geçen aralık ayında meydana gelen ay tutulmasında korkudan titrememiş, dam üstüne çıkarak, ayın ışığını kapayan ve onu yemek isteyen canavara engel olmak için Allah'a yakarırken, teneke çalmamıştı; bütün bunlara rağmen doğrudan doğruya kendisi söz konusu olduğunda bir çocuk kadar saf gözükürdü. Ölmekten büyük korku duyar ve gerçekten dehşete düşmüş bir insanın sağlam inancı ile «uzun ömür» duâsı- nı okurdu; bu dua ona yüz yirmi yıllık bir ömür sağlamıştı. Bu duâyı dostu Urus Mirza'ya nakletmiş, bu reçeteyi dikkatle saklamasını öğütlemişti.

Mirza şüpheciydi; o duâyı bana gülümseyerek nak- letmişti. Duânın amacı göz önüne alınınca onu daha veciz sanırdım. Halbuki şöyleydi:

«Allah'ım beni kazalardan ve hastalıklardan koru, beni yüz yirmi yıl yaşat.»

Günde iki defa bu şekilde duâ etmek gerekmekteydi; sonuç bekleyişi aldatmıyacaktı. İstenmiyen kaza ve hastalıkları saymak da yararlıydı.

Türkistan'da çok yaygın bir inanca göre dünya Hicretin 1300''üncü yılı yok olacaktı. Yer açılacak baş*ta Taşkent'in genelev mahallesi olmak üzere her şey yok olacaktı.

Felâket tarihi yakındı, müminler endişelerini saklamıyorlardı. Birbirlerine üzüntülerini anlatıyorlar, karşılıklı kötülüklerini, yalanlarını, ahlâk dışı davranışlarını yüzleştiriyorlardı. «Davranışımızın uygunsuzluğu İlâhî Hiddeti üzerimize çekti; artık düşünmek ve daha iyi davranmak vakti gelmiştir.» Bu serzenişlere rağmen sefahat ve aldatmaca dolu hayatlarını sürdürüyorlardı, zira kâr ve eğlenceye âşıktılar.

Yerli halk arasında savaş, istilâ veya karışıklık havadislerinin yayılması ender değildir. Bu bölgede sık olan yer sarsıntısının sadece yapıları değil, beyinleri de sarstığını düşünmek pek de yanlış olmasa gerek. Acaip de olsa 'bir haber hayâl güçlerini harekete geçiriyor, giderek önem kazanıyor ve bazen onları gülünç davranışlara itiyordu.

Bir kaç yıl önce Mekke'den gelen bir hacı bize son derece garip gelen bir kehanette bulunmuştu. Kutsal şehirlerde rasladığı bir derviş Türkistan'da bir tavuğun yumurtlayacağı yumurtadan bir yılan çıkacağını ve bu yılanın bütün insanları yiyeceğini söylemişti. Söylenti süratle yayılmış ve Rus istilâsı altındaki Türkistan'da halk tavuktan başka bir şey yemez olmuştu.

Bölge kumandanı tavuk katliamını öğrenince yerli önderleri toplamış, bunların dindaşlarına tavuk yumurtasından daima piliç çıkacağını, bu kehanete inanmanın bir anlamı olmadığını ve zavallı hayvanlanı öldürmekten vazgeçmelerini anlatmalarını istemişti.

Ak sakallılar köylerine dönmüş, fakat ne derlerse desinler katliam durmamıştı. Bölge kumandanı ne tedbir alacağını şaşırmıştı. Nihayet aklına parlak bir fikir geldi: bir tavuk öldüren bir koyun parası kadar bedel ödeyecekti. Karar kesin oldu ve tavukların katliamı durdu; şimdiye kadar hayatta kalan tavuklar yılan çıkaran yumurtayı yumurtlamıyarak öldürülen kardeşlerinin intikâmını almadılar!

Şartların en gözde eğlencesi bıldırcın ve keklik dövüşüdür. Taşkent'te her cuma sabah namazından sonra bu sporun meraklıları Şaykan-tavur denilen bir bahçede toplanırlar. Seyredenler bahislere girişirler ve iyi bir kekliğin veya bıldırcının sahibi yüksek bir meblâğı cebe indirir. Eğitilmemiş bir bıldırcın bir kaç santim (1) ettiğinden bu eğlence herkese uygundur; nitekim pazarda başıboş dolaşan bir adamın bile khalatı- nın bir köşesinde, boş zamanlarında eğiteceği bu hayvanlardan bir tane mutlaka vardır. Kekliklerin fiyatı daha yüksektir; dağdan toplanan bu hayvanlar otuz franktan aşağı satılmazlar. Bir çok zafer kazanan kekliklerin fiyatı çok yükseğe ulaşır, ama sahibi böyle hayvanlarla yapılan karşılaşmalarda hiç kimsenin karşı tarafa bahis oynamadığın.!görünce kekliği kesip yemekten başka bir şey yapmaz.

Büyük dinî bayramlarda, Arsol'da (yılbaşı) at yarışları düzenlenir. Yarış atlarına delikanlılar binerler; meraklılar kalabalığı daima muazzamdır; sayısız binici oarlak renkli elbiseleri ile pist boyunca çit teşkil ederler ve güzel bir güneş altında sarıkların ve alacalı bu- lacalı kbalatların dalgalanması, renklerin şaşaası bakımından nisan ayında bozkırda dalgalanan çiçeklerin manzarasına benzetilebilir.

Sart gövde sporlarına düşmandır; bir kaç kuruş karşılığında saatlarca tanıdıklarıyla günün olaylarını konuştuğu ve giyim kuşamını sergilediği çayhanede rahavet içinde oturmayı tercih eder. Sonra çayhanede bir müzikçi, şarkıcı veya kadın gibi kırıtan, zarif hareketli, genç ve güzel bir (baça) bulması ihtimali vardır. Çay koymak, nargile yakmak bu gibilerin işi olup,

(1) Frankın yüzde biri. (Ç.)müşteriler «taksir» yani majeste diverek onunla gönüllerince eğlenirler. Zaman zaman kart oynarlar, zar ve kemik atarlar, kavun, karpuz veya kuru yemişler yerler.

Fakirlerin böyle eğlenceleri olmadığından, kendilerine parlak düşünceler veren afyonu tüttürerek veya haşhaş kurumuş kapsüllerinin suda kaynatılmasından elde edilen «Koknar»ı içerek dalarlar.

Koknar'ın etkisiyle zavallı sırtını duvara dayar, müddeti alınan miktar ile orantılj olacak şekilde yarı uykulu bir durumda hareketsiz kalır; ve orada gözleri kapalı, bir nevi perişanlık duygusu altında hayâl kurar; yanında yapılan her şeyi algılar, fakat en ufak bir gürültüden, kendisine söylenen bir 'kelimeden rahatsız olur ve mutlak saadeti ancak mutlak sessizlik ve hareketsizlikte bulur. Daha sonra uyanır ve işinin başına döner. Bir kere alışanlar bu uyuşturucu maddeden asla vazgeçemezler ve her gün aynı saatta ve aynı miktarda köknar almazlarsa kısa zamanda bütün fizikî ve manevî enerjilerini kaybederek insanların en mutsuzu o- lurlar.

Kısaca Şartların hayatları böyledir.

Taşkent'te bulunmamızdan yararlanarak yemekleri, eğlenceleri, zenaatleri hakkında daha ayrıntılar vermek isterdik; ama karlar eriyip, ağaçlar tomurcuklanmaya başlayınca yola koyulduk ve gördük ki yol boyunca rasladığımız yerleşik hayat süren insanların u- sûlleri, görecekleri de aynen Sartlarınki gibi; o yüzden saydığımız ayrıntılara yol boyunca fırsat çıkınca anlatacağız.

TAŞKENT'TEN KARŞİ'YE



«Tasalılarımız — Afgan Elçisi — Açlık Bozkırından Geçiş — Elçilik Mensuplan — Emir Abdurrahman Han'ın ailesi — Semerkant'tan Hareket — Bozkır — Kabâbe için reçete — Türkmenler — Yol yağmacılarının usulleri — Buhara'da — Hekim, diplomat ve aşçı Rahmedullah — Açık ordugâh — Karşi'ye muzafferâ- ne giriş.»

Şubat sonuna gelmiştik, tasarılarımız hazırdı, martın ilk günlerinde Taşkent civarında geziler yapacaktık, sonra Sir-Derya kıyılarında Çinaz yakınlarımda Tabiî örnekleri toplayabileceğimiz yerlere kadar uzanacaktık. Sıcaklar bastırıp, geçitler yol vermeye başlayınca da Semerkand yolu ile Kûhistan tepelerine varacak ve daha sonra paramız yeterse Çırçık vâdisinin az bilinen veya hiç bilinmeyen yerlerini gezdikten sonra Buhara, Türkmenler ülkeyi, Hive, Üst-Yurt Çölü, Hazar ve Kafkasyo yolu ile Fransa'ya dönecektik. Fakat Kabil'in yeni Emiri Abdurrahman Han tarafından General Kaufmann'a gönderilen Afgan elçisinin gelişi ilân edildi. Elçilik heyetinde olağanüstü elçi olarak, görünüşte ince bir diplomat olan Hoca Saib, Emir'in bir kuzeni ve çoğunluğu Semerkand'da kalmış bir kaç Afgan atlısı

ilepiyadesi vardı. Bu elçi General Kaufmann'a eski hükümdarın minnet duygularını iletecek ve Emir Ruslarla savaşmak üzere Amu-Derya'nm öte tarafına geçerken Rusların elinde bıraktığı ailesinin diğer fertlerini geri götürecekti.

Kabil'de Yakup Han'ın yerini aldıktan sonra talihin kendisine güldüğünü görünce fazla tehlikeye girmeden iki kanısını ve biri henüz yürüme çağında olan üç çocuğunu geri alabileceğini sanıyordu.

Bir Rus müfrezesi hükümdar ailesine eski Buhara civarındaki Mezar-ı Şerîf'e kadar eşlik edeceğinden bize de mükemmel şartlar altında Buhara üzerinden yolculuk imkânı doğmuş oluyordu. Tereddüt edecek bir nokta yoktu, Bozkıra yapacağımız geziyi başka bir zamana erteliyecek ve eğer bir engel çıkmazsa Af- ganları izleyecektik. General Kaufmann'a başvurduğumuzda büyük bir lütûf kâri ıkla bize bu izni verdi. Kervan Semerkand'da toplanacağından süratle hazırlıklarımızı tamamladık ve eski Taşkent'ten hareketle önce Çinaz'a vardık, orada Sir-Derya'yı sallarla aştık.

Nehrin sol kıyısında kısa fakat derin uykusundan pek uyanamamış olan çöl başlıyordu: soğanlı zambakgillerden bir kaç bitki henüz başlarını çıkarmak fırsatı bulmuşlardı. Sessiz ve çıplak ova eskiden, Cizak'a bir kaç fersah ötede Oş-tepe'de kurumuş yataklarını gördüğümüz derin arıklarla suyunu gönderen Zerafşân sayesinde kısmen işleniyordu.

Cizak yirmi bin nüfusu ve yerlilerini rahatsız eden akrepleri ve iplikkurtları ile tanınmış büyük bir köydür. Verimli Zerafşân vâdisine giden yolun kestiği küçük bir dağ kolunun eteklerinde kurulmuştu.

Sanzar vâdisinde Ganklı köyünden sonra ansızın daralan yolun her iki kenarında, Temür Kapısı'n«ı meydana getiren sivri zirveli ve sağlamca yerlerine yerleşmiş kaya blokları uzanıyordu. Sağ taraftaki şistlicidarlarda farsça iki kitabe okunuyordu: biri kıralları ve kavimleri yenen, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi ünlü Uluğ-Beğ için, diğeri de 1571'de yıldızların mutlu bir karşılaşması sayesinde düşmanlarından dört yüz bin kişiyi yok eden ve «Bir ay boyunca Cizak nehrinden kan akmasına» sebep oian «Hanlar Hanı» Abdullah'ın zaferini hatırlatıyordu.

Saraylık'tan önce, Malguzar sıradağlarının yumuşak eğimli bir tepesine doğru tırmanan Afgan arabalarını gördük. Gıcırtılı iri tekerlekli arabalar Emir'in sâdık adamlarının muhafazasına bıraktığı zenginlikleri ve onların Rus Türkistanı'nı terketmeden önce satın aldıklara malları taşıyordu. Arkada, kafesli arabalarda, atlı akrabalarının refakatince kadınlar geliyordu. Bunlar gezgin hareme fazla sokulanları sert hareketlerle uzaklaştırıyorlardı. Başta cins bir atın çektiği arabanın önünde, dondurucu kuzeybatı rüzgârından korunmak için kürklere bürünmüş Emir'in iki oğlu yerleşmiş ti. Güzel çocuk yüzleri soğuktan mermer kesilmişken, arkalarındaki mirza soğuktan titriyordu. Afgan atlıları sırayla öncü oluyorlar, kuru ot toplıyarak yığın yapıyorlar, yakarak ısınıyorlar ve kervan geldiğinde ona katılıyorlar, fakat bu sefer atiarımn dizginlerinden tutarak yürüyorlardı.

Kuyu bulunan yerlerde önceden çadırlar kuruluyor ve herkesi doyuracak yiyecekler hazırlanıyordu. Emirin ailesi işte böylece bozkırı aştı ve Semerkand'a vardı.

Saraylık'tan sonra yol, Cimfoay'da geçtiğimiz Ze- rafşan vâdisine doğru kıvrılıyordu. Uzun fakat zayıf kollarıyla ırmak az su taşıyordu; şimdi çok geniş bir yatakta rahatça akan sular iki ay sonra karların erimesiyle köpüklenen engin ırmaklara dönüşecekti.

Sir-Derya'dan beri yüzümüzü toz zerreleri ile kamçılayan ve donduran güney-batı rüzgârı meşhur Semer-kand'ı gördüğümüz vakit hafiflemişti. Gece gelirken boz renkli gök altında, basık evlerin üzerinde ürpertici gölgeleriyle harabe hâline gelmiş anıtları farkedivo- ruz.

Ertesi gün güzel bir güneş altında muhteşem Ri- gistan alanını süsleyen Şir-dar, Tillah-kari ve Uluğ-Beğ medreselerini Şah Zindeh Camiî'ni ve Gur - Emir diye anılan Temür'ün türbesini temaşa ediyoruz. Temür- oğullarının kudretini temsil eden bu yapıları iyice incelemek için vaktimiz yoktu. Dönüşümüzde uzun uzun onları zevkle seyretmek imkânı bulacağız. Afganlar bize Semerkand'a ancak dokunup geçecek kadar zaman bırakmışlardı; son alış-verişimizi yapmak, at ve kürk bulmak için üç günümüz vardı; bundan başka yüklerimiz için bir araba, biri tercüman görevi yapacak iki «cigit» (1) temin etmemiz gerekiyordu. Kendi başımıza kalsaydık bütün bunları temin edecek zamanı bula- mıyacaktık. Fakat ne mutlu ki, Semerkand'ın valisi general ivanof ve general Karalkof gösterdikleri sıcak konukseverliğe ilâve ettikleri büyük destek sayesinde hareket için tesbit edilmiş olan 13 mart günü herşeyi- miz hazırdı.

iki gün önce Afgan elçisi general İvanof a gelerek vedâ etmiş ve ona genç prensleri takdim etmişti. Çocukların üstünde Rus pantolonu ve çizmeleri, belden sıkmalı ve aJtı sırmalarla süslü afgan ceketleri vardı; altın işlerneli ince kaşmir ipeğinden sarıklar giymişler ve kılıç kuşanmışlardı. Kendilerini eğiten, uzun sakallı, tatlı ve soğukkanlı yüzlü zayıf uzun boylu bir adam olan mirzanın maiyetinde içeri girdiler. Olağanüstü Elçi Hoca Saib'in arkasında, İngiliz tipi pantolon ve çizmeler giymiş, yarı Avrupalı, yarı Asyalı elbiseleri ile şu kimseler geliyordu: ablak bir yüzde canlı gözleri,

(l) Yiğit. (Ç.)zeki görünüşü ve sakin hareketleri ile konuşan bodur bir adam; onun arkasında Emir'in akrabası, çok esmer, zayıf, kemikli, sert bakışlı, uzun ve donuk yüzlü serdar; sonra yuvarlak yüzlü, küçük gözlü, kırmızı yanaklı, kızıla kaçan sakalı ile bir Kara-kalpak aşiret başkanı; bu adam Abd ur rahman Han'ı sürgün gittiği topraklarda uzun zaman izlemişti; pabuçları içinde çıplak ayakları, sinirli bir şekilde sallanan başı, beli bükük olmasına karşılık enerji dolu davranışları ile heyet başkanı en sonda geliyordu. Bu insanlar Doğuya özgü bir vekarla davranıyorlar, fakat Şartlarda görülen dalkavukça hareketlere asla itibar etmiyorlardı, bunların daha yiğit oldukları ve Şartlar gibi boyunduruk için yaratılmamış oldukları gerçektir.

Nezaket sözlerinden ve Buhara üzerinden yapılan yolculuk ile Afgan Emirinin Semerkand'da eskiden geçirdiği günler üzerinde yapılan konuşmalardan sonra Elçi bütün ağırbaşlılığı ile yavaşça çekildi.

Ertesi gün general ivanof genç prenslere nezaket ziyaretinde bulunduğunda biz de yanındaydık. Bizi, böylesine seçkin bir toplulukta kabul edilmekten büyük şeref duyan böcek ve bitki toplayıcısı frenkler olarak takdim ettiler. Hoca SaiD elimizi sıktı ve tercüman Zaman Beğ'e hakkımızdaki izlenimlerini iletti.

13 martta sevimli evsahiplerimize vedâ ettikten sonra bir kaç Rus subayı, tercümanlar, bir doktor ve genç prenslerin arabasını düzgün sıralar hâlinde saran elli kişilik Ural Kazakları birliği ile Buhara yoluna doğru hareket ettik. Bizim de yanımızda, derdimizi anlayacak kadar Rusça ile Orta Asya'da konuşulan bütün Türkçe ve Farsça lehçeleri bilen Abdulzair adında Se- merkand'lı bir Tacik vardı; onun yanında da sadece Türkçe bilen, fakat daha önce Şirabâd'a gitmiş olan Rüstem adında bir arkadaşı bulunuyordu. Rüstem azkonuşuyor ve çok konuşmakla göze batan arkadaşının sözlerini hayranlıkla dinliyordu.

Önümüzden kaçışan kadınlarla çocukları geride bırakarak dar sokaklardan şehiri terkediyorduk. Son ekili tarlalardan sonra, eskiden mineli tuğlalarla tamamen örtülü dört sütûnu olan bir köprüden geçiliyordu; şimdi bu tuğlalar, atının eyeri üzerinde ayağa kalktığında bir atlının uzanabileceği yere kadar sökülmüştü. Bu köprünün büyük Temür'e ait olduğu söylenir. Karşi'ye varmadan önce başka köprüye raslama- dık. Köprüyü aştıktan sonra bir yamacı tırmandık ve bir müddet sonra sağda Zerafşâh vâdisi gözüktü. Irmak, bozkırın ortasında ansızın yarılmış gibi duran bir göçüğün içinden akıyordu. Solda, güneyde Sa- markand-Tav (dağı)m tepeleri hâlâ karla kaplaydı. Buhara sınırlarının ötesine kadar, Rus Türkistanı'na ait son köylerin bulunduğu bu dağ silsilesini izleyeceğiz. Köylüler dağlardaki karlar güneşin kızgınlığı altında çözüldüklerinde boğazlara inen köpüklü suları itinayla toplarlar; bununla az verimli tarlalarını sularlar ve zayıf hasatları ile geçinmeye çalışırlar.

Yol tozluydu, ve güney - doğu rüzgârı öylesine sert esiyordu ki, yerden kalkan iri kum tanelerinden gözümüzü bile kaybetmek tehlikesi vardı. Bu son derece kuru rüzgârın büyük bir şiddetle hergün öğleden sonra, özellikle gün batımında estiğini sanıyoruz; Se- merkand-Tav'dan Zerafşan'ın kıyılarına kadar uzanan ovayı oturulmaz hâle sokabilir; bu bölgede çok sayıda bulunan zehirli böcekleri dağların eteklerine doğru süpürebilirdi. Bu yüzden Buhara Emiri daha kötü bir yer bulamadığından o yöreyi sürgün yeri olarak seçmişti. Semerkand'ıin yakınlığı suçluların gözetimini kolaylaştırıyor ve akreplerin kırkayakların sokmalarına ilâveten güney-batı rüzgârının şiddeti bunların o cehennemde üç yıldan fazla yaşamasına izin vermiyordu.

Bize bu bilgiler verilirken Afganların ve yüz elli Türkmen atlısının çevrelediği arabalara yaklaşmıştık. Bu birliğin havaya kaldırdığı toz bulutunu yutmamak için atlarımızı tırısta sürerek yanlarından geçtik. Genç prensler yine kervanın başında gidiyorlardı. Gün batı- mırıdan önce, güney - batısından gelen bir sel suyu ile sulanan, belki yüz evlik bir köy olan Sazigan'a vardı<. Çadırlar orada kurulmuştu. Gelişimizden haberdâr e- dilmiş olan köy halkı yol bağdaş kurmuş veya harabelerin çevresindeki duvarların üstüne tünemiş bir hâlde bizi bekliyordu. Merakla fakat uzaktan seyrediyorlardı. Köyün aksakalı bizim birliğin kumandanına selârmünaleyküm dedikten sonra tercümanlardan dileklerimizi dinledi. Bize ayrılan yurtlar (1) rüzgârdan mahfuz, atların yemleri hazır ve ocaklar yanar durumdav- dı. Hemen yiyeceklerin dağıtımına başlandı ve son gelenlerle gece yarısına kadar devam etti. Geceleyin kopkoyu karanlık içinde rüzgâr uğultular çıkararak esiyordu. Lâmbamizın soluk ışığında doktorla birlikte, tahtadan geniş bir kap içine yığılmış nefis palav'dan yemekle meşguldük. Bir kaç lokma yemiştik ki yanakları mangal ateşinden kızarmış bir Afgan içeri girdi ve bize bir şişe dizilmiş otuz kırk parça leziz kızarmış koyun eti ikram etti. Afgan birliğinin .kebabçısı ile iyi arkadaş olan Zaman Beğ bize nezaketini göstermişti, iki, üç parça çekip — tabiî ki ellerimizle — yedikten sonra biraz önce büyük bir iştiha ile yediğimiz palava gözümüzün ucu ile bile bakmadık. Uzun bir at gezintisinden döndükten sonra iyice açlıkmış biri için palav, ağırlığı kadar altın değerinde bir yemek ise kebap, ağırlığınca elmas eder! Kafkasya'da veya Akdeniz kıyılarında Türk ülkelerinde dolaşmış olanlar bu ızgaranın tadını gayet iyi bilirler ve çok güzel hatıralar mu-

  1. Orijinal metinde aynen geçmektedir. (Ç.)hafaza ederler, ilk defa bugün tattığımız kebabtan sonra bütün dehâları ile Doğu'nun güzelliklerini terennüm eden AvrupalI şairlerin Doğuya hiç gitmedikleri? ne kanaat getirdik, zira çınar ve söğüt yerine kendiIe/ rine şairâne gelen palmiyeyi tercih ediyorlar, üsteliK hârika kebabı tatmış olsalardı dönüşlerinde damaklarında kalan tad için ahenkli bir şekilde sızlanmaları da gerekirdi! j

Çölde rasladığımız cennet yemeğine karşı duyduğum heyecanı anlıyan ey midesine düşkün okuyucu, tek başına Amu-Derya'ya kadar seyahat edilse değecek olan bu yemeğin pişirilmesi için reçete vermeme izin ver, çünkü ne kadar usta aşçı olursan,ol, ne yaparsan yap, küçük Avrupa ülkende başarının birinci şartı olan şey yoktur : ilkbaharın iki ayında dağların ve bozkırların yumuşak ve kokulu otlarıyla beslenmiş iri Orta Asya koyunu.

Şimdi nasıl yapılırmış öğren! Koyunun filetosu veya hiç olmazsa butu alınır normal bir insanın ağzına göre lokmalara kesilir, yine koyunun iyi bir yerinden yağ parçaları kesilir, bir yağ bir et parçası olacak şekilde şişe dizilir ve parçaların birbirlerine sıkıca yapışmaları temin edilir; sonra uygun miktarda tuz ve karabiber serpilir, içinde nar gibi kıpkırmızı kömürlerin yandığı bir çukur hazır olmalıdır. Sıkıca tutulan şiş köz üstünde yavaşça çevrilir, on, onbeş dakika sonra yağ cızırdayıp, ateşin üzerinde damladıkça ve gözünüz dumandan yanınca şişi ateş üzerinden çekip dünyanın en leziz yemeği kebabı iştiha ile yiyebilirsiniz.

Sekiz ay sonra Buhara'da Emir Abdurrahman in ulağı ve kuşkusuz casusu olan sanatkâr kebabçıyı gördüğümde bütün kalbimle elini sıktım ve uzun ömürler diledim. Bu arada Kazakların borazanları Nikola'nın oğlu Çar Aleksandr için dinî bir parça çalarken yatak görevi yapan keçelerin üzerine yorganlar seriliyordu.

Çadırımız iyi hâlde değildi; yukarısında ay ışığının geldiği yırtıklar vardı; alt tarafı da kötü kapatıldığından rüzgâr fazla rahatsızlık vermeden içeri üflüyor- du. Rüzgârı önlemek için saman yığınları konmuştu, aj el acele yerleştirilen duvarımız saygıdeğer atlarımızın gelip yemelerine kadar bir hayli yararlı olmuştu. Otları yavaş yavaş'yiyorlar ve açılan deliğin karesiyle orantılı olarak içeri giren rüzgârın hızı da artıyordu. Fakat yorganlarımıza iyice sarındıktan sonra, yolculuğumuzun ilk kısmında da iyice yorgun düşmüş olmamız rahatça uyumamıza sebep olmuştu; rüzgâr en tiz notalarıyla istediği kadar uğuldasın bu bize ahenkli bir ninni gibi geliyordu.

Sabahleyin, geceleyin yağan yağmurdan dolayı ıslak olarak uyandık. Rüzgâr tozu dumana katmakta devam ediyordu; yönümüz güney - batı olduğundan rüzgârı tam karşıdan alacaktık. Devamlı iniş ve çıkışlardan başka bir şey yoktu; meşhur bir adam olan İbrahim Ata'nın adı verilmiş olan dağın boğazlarının girişinde serpiştirilmiş olan küçük köyleri solumuzda bırakmıştık. İbrahim Ata adlı yerde de konaklıyacaktık. Bugün Türkmenler düne nazaran daha düzenli yürüyorlardı; bir tuğun çevresinde dizilmişler ve bir delikanlıyı davulcu olarak seçmişlerdi. Davulcunun atının boynunun her iki tarafında bir davul bulunuyor, o da adımlara ahenk vermek için düzgün aralıklarda kuvvetle tokmaklarıyla davullara vuruyordu, öğleden sonra güneyde Şehr-i Sebze giden korunun karşısında açık ordugâh kuruldu. Keklik aradığım koruda bir miktar yağmur suyu buldum ve en leziz şarap gibi onu içtim. Suyu sevebilmek için ondan mahrum olmak gerekiyor.

Yukarıda bulutlar hızla akıyordu, mutlaka bir fırtına yaklaşıyordu; geceleyin yankılanma • ile şiddeti büsbütün artan gök gürültüsü korkunç bir şekilde patlıyor, yıldırımlar bulutları yırtıyor yağmur bardaktanboşanırcasına yağıyordu. Çadırımızda bir müddet sonra damlalar teşekkül etti, kuru yerleri aradık ve iyi, kötü bir durumda uyuduk. Sabahleyin yağmur hâlâ bütün şiddeti ile devam ediyordu, fırtınanın dinmesi ümidiyle hareket geciktirildi. İşte o sırada bize II. Alek- sandr'ın öldüğü bildirildi, bundan sonra Saint-Sİ- mon'un Hâtıralarında bahsettiği bazı kısımları hatırlatan sahneler meydana geldi.

Biraz sonra babalarımızın askerleri neden ağırlamak istemediklerini açıklayacak bir olay ortaya çıktı. Köyün aksakalı koşarak geldi, tercümanı buldu ve Türkmenlerin davranışından şikâyetçi olduklarım anlattı. Sınırın yakınında olduklarını bile Türkmenler, şimdiye kadar gösterdikleri nizamı bir kenara koyarak, çok alıp az ödemek olan eski alışkanlıklarına kapamışlardı.

Bir gün önce köyde alış-veriş yaparak hesabı ertesi gün ödeyeceklerini söylemişlerdi; fakat son anaa borçlarını red ediyorlardı. Köy halkı önderlerini Rusla- ra göndererek onların işe karışmalarını rica ediyordu. Bizim Türkmenler yüklerini toplamışlar, ata binmişler harekete hazır bekliyorlardı. Küçük bir tepenin üstünde dalgalanan tuğlarını çevrelemişlerdi. Tercüman aracılığıyla kumandanları çağrıldı; bunlar dört nala geldiler, atlarından indiler ve çad.ırın yânına geldiler. Yol kesen haydut çetesi reisi görünümünde olan içlerinden biri başındaki gayet büyük börkü ile çadırın kapısından içeri geçti. Ona göre Afgan kumandan uzun zamandır aylıklarını ödememişti; aldıklarını ödemek istiyorlardı, ama sadece iyi niyet yetmiyordu, para da gerekliydi, «işte kesem bomboş!» diyerek kesesini çıkardı ve tersinden silkeledi ; «Ruslar zengindirler, konukları ve dostları Türkmenlerin Ak - Paşa'nın topraklarında yaptıkları masrafları üzerlerine alsınlar, onlara daima şükran duyarız.» Uygun el hareketleri ile süslü nutku, safbir gülümseme ve sözlerinin doğrulüğuna işaret eden elin kalbin üstüne bastırılması ile son buldu.

Konuşmalar sırasında konuşucu dinleyenlerin yüzüne dik dik bakıyor, küçük gözleri yüz ifadelerini didikliyor, tercüme edilen sözleri yüzün ifadesinde ne gibi etki yaptığını anlamak ister gibi bir tercümana, bir Rus kumandana bakıyordu.

Ödenecek meblâğ nisbeten az olduğundan olay örtülecek gibiydi ve nitekim aksakala alınan malların tutarının vergi toplanması sırasında göz önüne alınacağına dair söz verildi. Olayların kendi lehlerine dönmesine alışmamış olan aksakal meselenin bu şekilde çözümlenmesinden gayet memnun yanımızdan ayrıldı. Rusların Türkistan'a gelmesinden önce dişlerine kadar silâhlı haydutlardan bir şey istenmiyeceğini, aksi hâlde kırbaç darbeleri ile cevaplandırılacağını gayet iyi hatırlıyordu.

Türkmen kumandanına gelince, neticede istediği şeye kavuşunca, bol bol selâm vererek çekildi, atına atladı, sağ elinde tuttuğu kırbacı havada savurdu ve hareketlerini gözliyerek sessiz duran birliği bu işaret üzerine hep birden hareket etti ve davulcu nal seslerine karışan nakkâresine vurmaya başladı. Sonra bizim birlik de hareket etti. Önce, mahkûmlarla dolu ve huzur içinde oturulacak bir yer olmaktan uzak Came kasabasına geldik; ortasından bir dere akıyordu. Yol, Rus millî renklerine boyanmış bir taşla işaretlenen sınıra kadar taşlıydı. Aşağı yukarı aynı enlem üzerinde doğuda iki bin fersah ötede Kore sınırında da aynı şekilde bir sınır taşı vardır. Sınır, bu taş yolu açan Kazakların arkasından daima güneye doğru iniyordu.

Sırvırı aştıktan sonra Karşı'ya kadar güney, güneybatı yönünde ilerliyebilmek için sola doğru kıvrılmak gerekiyordu.

Suyu tuzlu olan Çurkuduk kuyuları bulunan bir vâ-didfe dinlendik. Ot örtüsü yamaçları yeşertmeye başlamıştı. Göçebeler bu bölgede hayatlanından memnundular; kalabalık sürülerine yeterince su buluyorlar hayvanları bol bol otlaklarda rahatlıkla otluyordu. Nisan ayı girer girmez şimdi olduğu gibi keklik sürüleri rahatça yem aramıyacak, neşeli Özbekler gelecekler, şimdi bomboş olan bu yerlerde yurtlar yayılacak ve su seviyesi alçalmadığı, güneş otları kavurmadığı ve ovayı kederli yapmadığa sürece Çurkuduk kuyuları çevresi atların kişnemeleri, koyunların melemeleri ile çınlayacak ve kısrakların sağılmak üzere toplanması sırasında hayvanların zaptedilmesi güç olduğundan kadın ve çocuk çığlıklarına, erkeklerin haykırışı, köpeklerin havlaması karışacaktır.

Bu yörenin bittiği Beglamış kuyularından bir kilometre ötede bir çok cigit'in (1) başında parlak renkli elbiseler giymiş bir atlı dört nala bize doğru geliyordu. Bu, çok şişman tostoparlak, haşmetli karınlı, fevkâ- lâde güzel bir beyaz atın üzerinde adetâ bir top gibi zıplayan bir adamdı. Bize yaklaştığında yavaşladı ve soyiu bir Asyalıya yaraşan büyük beyaz bir sarığın altında şen görünüşlü, enli bir yüz gözüktü, alt tarafında da, eğer yeni boyanmamışsa gerçekten çok kara bir sakal vardı. Buhara Emiri'nin Afganlı prensleri karşılamak için ülkesinin başlangıcında gönderdiği elçisi böyle birisiydi. Adı Rahmedullah olan bu kudretli kişi ellerimizi hararetle sıktı, eksik dişlerini göstererek tebessüm etti; memnuniyetinden gözleri kısılıyordu, bizi gördüğünden dolayı sevincini belirttikten sonra her biri ülkenin törelerine göre birer iltifat olan bir sürü soru sordu:

  • Tanrıya şükürler olsun Ak - Paşa (2) sıhhatte- ler mi?

  1. Yiğit.

  2. Rus Çarı.

1001 Temel Eseri iftiharla sunuyoruz 4

MOSKOVA'DAN TAŞKENT'E 8

YERLİ TAŞKENT 57

TAŞKENT'TEN KARŞİ'YE 134

KARŞİ 180

KİLİF'TEN ŞİRABAD'A 263

SURKAN VADİSİNİN HARABELERİ: 353

TERMEZ'DEN ŞİRABÂD'A 430

BAYSUN DAĞLARI 471

TERCÜMAN 1001 TEMEL ESER SERİSİNDEN ÇIKAN KİTAPLAR 617





  • Hûb. Peki siz, nasılsınız?

  • Gayet iyi.

  • Hûb. Yolculuktan hiç yorulmadınız mı?

  • Hayır.

  • Hûb. Rüzgâr sizi rahatsız etmedi mi? vs. Ve her cevapta Buharalıi atın başına doğru eğilerek, elini kalbinin üstüne koyuyor ve o meşhur «Hûb» kelimesini tekrarlıyarak selâmlıyordu. Vazgeçilmez sorularını bitirince, Rus kumandan da ona sırasıyla Emirin, oğullarının, Karşi beğinin, vs. nin sağlık durumlarını sordu.

  • Cigitimiz Abdulzair, Rahmedullah hakkında bize bilgi verdi: ailesi, Emirlerin yanlarından ayrılmadıkları ünlü hekimleri ile tanınmıştı. Rahmedullah atalarına lâyık bir görevdeydi; Emir ilminden geniş ölçüde yararlanıyor ve onu yanından hiç ayırmıyordu. Fakat büyük bir Hükümdarı gereğince temsil edecek fırsatlar çıktığında, aynı zamanda gayet iyi bir diplomat olan üstadı yolluyordu. Onu bir çok defalar Taşkent'e Türkistan genel valisinin yanına yollıyarak Buhara'nın çıkarılmasını savundurmuş ve her zaman gözdesinden memnun kalmıştı. Şifa verici meziyetlerini Rahmedullah'ın ağzından dinlemek gerekir; «Son olarak Taşkent'e hareket ediyordum; henüz yola çıkmıştım ki Haşmetli Hükümdarımızın rahatsızlık hissettiğini duydum; duyduğu ızdırap- dan yatmak zorunda kalmıştı. Hemen bana bir ulak çı-

  1. Yan imparator, yani General Kaufmann’a verilen lâ-

  • kab.

  • karmışlar, o da gece gündüz demeden yol almış ve beni bulmuştu. Süratle geri döndüm Emir'i ziyaret ettim, bir ilâç hazırladım ve aynı gün akşam namazından önce Hükümdarımız ayağa kalktı.»

  • Kuyuların yakınında kalabalık vardı. Kervanın geçeğini duyan civardaki özıbekler bizi görmeye koşmuşlardı. Bizi ağırlamak için güzel bir Buhara çadırı ile yurtlar kurulmuştu.

  • Rahmedullah çevik bir hareketle atından indi, konukların kollarına girerek teker teker çadıra soktu ve oturmalarını rica etti. Halılar üzerinde, genellikle des- terkâneyi teşkil eden yemişlerle dolu tepsiler konmuştu; bunlar: üzüm, kuru kaysı, badem, şekerli havuç ve nihayet içyağı, şeker; bal, yumurta ve nişastadan yapılmış yayvan bir hamur tatlısıydı. Nezaketen dasterkâneyi teşkil eden yemişleri tadıyor, arada da çay içiyorduk.

  • Çadırın girişinde tepsileri taşıyan hizmetkârlar kuyruk olmuşlardı; bu hizmetkârları alelacele Karşi'den getirmişlerdi. Çıplak ayakla dolaşıyorlar, fazla bir titizlik göstermiyorlar ama ihtiyaca fazlasıyla cevap verebiliyorlardı. Başlarında, çizmeleri ipekli kumaşla süslü deriden «çarmbar»ı ve iri sarığı ile reisleri vardı. Bu, bir zamanlar Emir'in teveccühünü çekmiş, sönük bakışlı zarif bir adamdı; ördek gibi yürürken dişlerini göstermeyi unutmuyordu. En yakın hizmetkârın elinden yemek tabağın.!, alıyor bunu şişman Rahmedullah a geçiriyor, o da çeşitli el hareketleri ile tabağı önümüze sürüyordu.

  • Yemek yiyenlerin sayısı yedi veya sekiz kişi iken altmış, seksen kişilik yiyecek getiriliyordu: Buhara nezaketi konuktan ev sahibini memnun edecek bir hıçkırık alıncaya kadar onu tıka basa doyurmaktan ibarettir.

  • Oturmaya çağrılan elçi kendisine sunulan bir fincan kahveyi içmek fırsatını bulamadı ve bize eşlik eds-miyeceğinden dolayı özür diledi: yapacak çok işi vardı. Hiç bir şey önceden düzenlenen sıranın dışında olamıyordu; şu anda süvari subaylığını, levazım âmirliğini, elçiliği ve aşçıbaşılığı şahsında topluyordu. Nitekim şimdi onu tencerelerin yakınında bir duvar köşesinde dikilirken görüyoruz. Yukardan duruma hâkim oluyor ve eli ile kıvrık kılıcı üzerinde, gözünü mutfaktan ayırmadan bir kale kumandanı edasıyla buyruklar veriyordu. Sesini duyup da çağırıldığını anlayan kimse hemen yanına seyirtiyor, buyruğu aldıktan sonra koşar adımlarla uzaklaşıyordu. Büyük bir hazırlık vardı. İnsanları ve hayvanları beslemek, yiyeceklerin herkese eşit şekilde dağıtılmasına nezaret etmek ve kimseyi hoşnutsuz bırakmamak gerekiyordu. Hepsi tatsız mizaçlı insanlar olan ve Buharalılara karşı nefretlerini açıklamaktan çekinmeyen, fethedilmiş bir ülkede gibi kendilerine hizmet ettiren Afganlılar ve Türkmenlerle bu iş bir hayli zordu.

  • Afganlar, Türkmenler ve Ruslar birbirinden uzakta üç ayrı karargâhta kalıyorlardı.

  • Genç prenslerin ve maiyetinin ayr,ı çadırları vardı; Afganların geri kalanları sıraya dizilmiş arabaların tekerlekleri arasına yerleşmişlerdi. Kadınları taşıyan arabalar meraklıların gözlerinden uzak bir yere çekilmişti; onlarla sadece akrabaları konuşabiliyor, kadınlar hizmet ediyor, Afgan askerlerinden bir dizi yabancıları çevreden uzaklaştırıyordu.

  • Türkmenler kare şeklinde açık ordugâh kurmuşlardı. Gelir gelmez taşıdıkları keçeleri yere sermişlerdi.

  • Atlarını enseden sağrıya kadar dikkatle örttükten sonra, yere çakılan ucu sivri demir bir sopaya bağlıyorlar ve eyerini çıkarmadıkları atlarını daima göz altında ve yakın bir yerde muhafaza ediyorlardı.

  • Yine kendileri için-, yarısı yorgan, yarısı şilte görevi yapan başka keçeler seriyorlardı. Bu mart ayındao sağlam adamlar geceleyin üstlerini sadfece kaputlarıyla örtüyorlar, ikili veya dörtlü gruplar hâlinde yatıyorlar ve gözlerini kırağıdan korumak için başlarını örtüyorlardı.

  • Atları bağlandıktan, her biri uygun bir yer seçtikten sonra Türkmenler rahatlarına bakıyorlar, tüfeklerini terkediyorlar, büyük kaputlarını çıkarıyorlar, üstlerinde sadece gömlekleri ve kulyaklanı kalıyor ve çoğu zaman çıplak ayakları ile çeşitli işlerle meşgul oluyorlar veya eğlenceye dalıyorlar. Bazıları kuşaklarında bir tabanca veya saldırma saklıyor, içierinden pek azı, ancak bir seyahat çantasına sığacak şeyler olan kav, bulabilirlerse kibrit, kınnap, vs. gibi eşyaları ihtiva eden koyun postundan yapılmış gayet iri börklerini çıkarıyordu. ’Genç olanları parmakları ile yanan bir kömür parçasını nargilenin tütünü üzerine koyuyor, duman çıkıncaya kadar üflüyor, bir iki nefes çekiyor ve marpucu kendinden daha büyük olana teslim ediyordu. Bağdaş kurmuş olan Türkmen ise glu glu diye ses çıkararak derin derin iki, üç nefes çekiyor, marpucu ağzından çektikten sonra savurduğu dumanlar, aldığı fazla nikotin ile sersemleşen yüzünü bir an örtecek kadar koyu oluyordu. Bir kaçı başka bir köşede Fransız stiline göre Rusya'da imâl edilmiş oyun kartları ile iskambil oynuyor; bir başkası suyun kaynaması için diz çökerek ateşi üflüyor; arkadaşı ise küçük bir torbadan çıkardığı bir tutam yeşil çayı kungan içine atmak için uygun zamanı kolluyor- du; su ikinci defa kaynadığında çay hazırdı. Hemen dumanı tüten fincanlarla, küçük yudumlar alarak çaylarını içiyorlardı. Şikâyet etmeden muazzam mesafeleri katedebilen Türkmen, başka bir işi yoksa ancak yemek yemek için uyanmak hariç bütün bir gün uyuyabiIdiğin- den çoğu zaman uzanıyor ve uykuya dalıyordu. Sırası geldiğinde atlarını suluyorlar ve daima bir bozkır adamının vâha düzenbazına duyduğu nefretle Buharalılarayaptırabilirlerse kuyuların yalaklarını doldurtuyorlardı.

  • Kazaklar bizim yanımızda en yüksek tepede ordugâh kurmuşlardı. Tüfek çatmışlar, nöbetçi çıkarmışlardı. Rüzgârdan korunmak için sırtlarını yurtlara vererek ve bağdaş kurarak eşyalarını onarıyorlardı. Kızıl bıyıklı bir Henkül tavırlı Kazak dikkatle iğnenin deliğinden iplik geçiriyordu: gömleğindeki bir yırtığı onaracaktı; yanındaki bir dizgini tamir ediyor, bir diğeri de çizmelerini yağlıyordu. Üç tane iri yarı Kazak hasta boğazını muayene edecekleri bir atı devirmeye, çalışıyordu. Ön bacaklarına içlerinden birinin ayrı yönde çektiği bir kayış bağlanmıştı; diğer ikisi aksi yönde hayvanı iterek dengesini kaybetmesine sebep oldular ve atı devirdiler. Kımıldamasını önlemek için üzerine yattılar ve hayvanı sakinleştirmek için okşamaya ve konuşmaya başladılar. Bir dördüncü atın ağzını açtı ve baktı; tam o sırada «sotnia» şarkıcıları bir Kazak şarkısını davulun eşliğinde söylemeye başladılar. Bunun üzerine bir sürü alık adam koşuştu, ağızları açık dinlemeye başladılar ve özellikle davulun kulakları sağır edici notalarını hayretle izlediler.

  • Gece bastırıncaya kadar bütün ordugâhta devamlı bir git- gel sürdü gitti. BuharaMar tahta çanaklar içinde pirinç, keçi derisi tulumlarda su taşıyarak, samanları çekerek sağa, sola koşuşup duruyorlardı.

  • Atlılar bir defa daha sırayla ve grup halinde atlarını sulamaya götürdüler; güneş yanan ufukta kaybolmak üzereydi. Tanrı'ya ibadet zamanı gelmişti. Bir molla bir tümseğin üzerine çıktı, sarığının ucunu çıkardı, Mekke yönüne döndü başparmaklarını kulaklarınım memelerine değdirdikten sonra Tanrı'nın ululuğunu haykırdı. Müminler geleneğe göre abdestlerini almışlar, ayakkabılarını çıkarmışlar, paltolarını hal.ı gibi yere sermişler ve mollanın arkasında saf olmuşlardı. Zayıfyüzü gurubun kızıllığı ile aydınlanmış bir hâlde molla dimdik onlara hâkim bir vaziyette duruyordu; sadece dudakları kıpırdıyor, sonra bir kaç defa secde ediyordu; diğerleri de onun hareketlerini aynen tekrarlıyorlardı. Sonunda hepsi birden ellerini sakallarına götürüp sıvazladılar ve ordugâhlarına döndüler.

  • Bundan sonra Kazakların boruları öttü. Bu- kaba savaşçılar iki sıra hâlinde toplandılar ve kumandanları gür bir sesle bir duâ okumaya başladı; Rusya'nın hâkimi Aleksandr'ın oğlu Çar Aleksandr için Gök'ten lü- tûflar istendiğinde hep bir ağızdan ona katıldılar. Sonra sıraları bozdular ve yerlerine döndüler.

  • Ateşler yandı, iyice karanlık bastırdı ve akşam yemeği yendi. Bizim için gezi defterimize not alma diğerleri için de konuşmağa yavaş yavaş çay içmeğe, sık sık kahkahaların duyulmasına sebep olan masalların, fıkraların ve savaş hatıralarının anlatılmasına s,ıra gelmişti. Nihayet etraf sakinleşmeye başladı, artık ateşin yanından ayrılan gölgelere raslanmıyordu. Herkes örtüsüne sarılıyor ve uykuya dalmadan önce uzaklarda bıraktıklarını hatırlayarak son bir sigara içiyordu. Bir az sonra, alevi iyice sönmeden göz kırpan bir kaç ateşten, eşelenen bir atın kişnemesinden, başka bîr şey görülmüyor veya işitilmiyor, yolcuların sayesinde canlanmış olan bozkır karanlık ve sessizliğe gömülüyordu.

  • Yağmur mevsiminde olduğumuzdan arada sırada uykumuz şiddetle yağan sağnakla kesiliyordu; bazen de ipini koparan kızgın bir at insanların koşuşmasına sebep oluyordu.

  • Şafakla arabalar hareket etti, arkasından da atlılar onu izlemeye başladı.

  • Bir kaç ufak değişiklikle her gün bozkırda görülen sahneler bundan ibarettir.

  • Bize Beglemiş sözü hakkında fantezi sayılabilecekbir açıklama verildi. Bir Beğ o kuyuların yapılmasına nezaret ettiğinden adı oradan geliyormuş.

  • Civarda Arap aşireti bulunuyordu. Bu Araplardan çoğu kervanımızı görmek için yola çıkmıştı. İlk bakışta onları Özbeklerden ayırmak mümkün değildir. Etnograf i k olarak bu tanımlamanın, bir çok Özbek ve Kırgız aşiretinin kendilerine Türk adı vermesi gibi hatırlatmadan başka bir değeri olduğunu sanmıyoruz.

  • Beglemiş’te kuyuların yakınında göçebelerin gelip yerleştikleri ve genellikle meskûn olmayan «sakiı»lar bulunur.

  • Saklı, bir kare veya paralelkenar teşkil eden dört toprak duvardan müteşekkildir, içinde göçebeler çadırlarını dikerler, ısınmak için çalı-çırpı veya kisiak (tezek), hayvanlar için de saman yığarlar. Saklı içine bir ineğin veya bir atın geçebileceği genişlikte bir kapıdan girilir. Amu-Derya'ya yaklaşıldıkça saklıların duvarları daha yükselir ve çeşitli tedbirler alınır; her akşam hayvanlar içeri sokulur ve nehrin kıyısında kol gezen yağmacılardan çekinikliğinden giriş barikatlarla kapatılır.

  • Beglemiş'ten, doğuda çadırları ve kuzey - kuzey- doğu'da beyaz zirveleri görüyorduk.

  • Yolculuğumuzun bu kısmı bizi içilebilir suya sahip Taşlık kuyularına götürüyordu. Yol boyunca Rahme- dullah ile daha geniş tanışmak fırsatı bulduk. Bizi her gördüğünde, yirmi kelimelik Rusça'yla özellikle üçüncü şahısları geçmiş zamanda kullandığı fiilleriyle sağlığımızı soruyordu. Muhakkak ki Rahmedullah çok sevimli bir adamdı. Afganlılar daha az uysal olup. Hoca Saib bize elini nazlanarak uzatıyordu. Ata binmeden önce omuzlarından sarkan kukuletasına ihtiyaten bir kaç parça ekmek koymamazlık etmiyordu.

  • Taşlık'tan ilk defa olarak Kungur dağlarını farket- tik; bu çıplak ovalarda sık raslanan bir optik hayâl sonucu, aslında bir kaç yüz metrelik bir yükseklik olup

  • Karşi yakınlarında kervan yolunun iki kilometresi boyunca uzanan bu tepeler bize ufku kapayan bir Himala- ya gibi geliyordu.

  • Bozkır daima cansız görünüyordu ve develer ile arabalar tarafından açılmış yoldan bir an gözümüzü ayırınca atların, kış uykularının son anlarında ola kaplumbağalar ve sürüngenler tarafından açılmış deliklerde sık sık tökezlediğini görüyorduk.

  • Emir, Kaıbil ©mirinin oğullarının ve Ak-Paşa'nm subaylarının birlikte bulunduğu topluluğumuza debdebeli bir kabul yapılmasını buyurmuştu. Beğ'den sonra Karşi'nin en yüksek iki şahsiyeti Taşlık'* terkedeceği- rniz sırada bizimle buluştular; bizi şehre takdim edeceklerdi.

  • Kırk yaşlarında esmer yakışıklı olan birincisi Karşi atlılarının kumandanıydı, kırçıl sakallı olan ötekinin ise sulama işlerine bakan kimse olduğu söyleniyordu. Gayet güzel giyinmiş olan ev sahiplerimiz fevkalâde kısraklara binmişlerdi. Adet olduğu üzere selâmlaştıktan sonra kervanımızın başına geçtiler. Arızalı bir zemin üzerinde hafif meyille yol önce batıya doğru gidiyor, sonra güney-güney-batı yönüne dönüyordu. Karşi ye sekiz kilometre kala Kungur tepelerinin eteklerine vardığımızdaki sel yatakları yol yol zigzaglar çiziyordu; tepelerin çevresini dolaştıktan sonra Karşi'yi binlerce yeşil ağaç kümelerinin ortasında yayılmış olarak gördük. Şehri kateden Kaşga - Derya'mn kıyılarına kadar inildiğinde bir sürü küçük gölün çevresinde sık sazlıkların arasında yaban ördekleri, karabatak sürüleri gördük. Sonra bahçelerin yüksek toprak duvarları ile çevrili bir sürü küçük sokak başlıyordu. Kâfir elçilerine ayrılmış konuta varmadan önce dönüp dolaştık.

  • Halk ayağa kalkmıştı. Herkes «Urus»lar,ı en iyi görebileceği bir yer bulmuştu; Duvarların, damların, ağaçların velhasıl her yerin üstünde insanlar kümelenmişti.

  • Kadınlar ve kızlar kapıların aralığından şaşkın gözlerle bakıyorlardı; duvarların üstünden bir bakıp kaybolan kadın başJarı farkediliyordu. Pazara giden yolun her iki tarafında bize sakatlıklarını teşhir eden dilenciler sıralanmıştı. Körler, topallar, cüzzamlılar uzun zamandan beri bizi bekliyordu. Kısık bir ses, uzanan eller, boynunda şişmiş damarları ile kendilerine sadaka verenlere, kâfir dahi olsalar, en güzel duaları okuyorlardı. Onlara atılan paralar ateş üzerine düşen yağ damlaları gibi etki yapıyor, daha şiddetle bağırmaya başlıyorlardı.

  • Arkadan gelen arabaların geçişini kolaylaştırmak için şurada bir tekerleğin açtığı çukur dolduruluyor, orada bir duvar yıkıntısı ortadan kaldırılarak yol genişletiliyordu. Beğin adamları tarafından itilip kakılan işçiler kürek elde çabalayıp duruyorlardı

  • Meraklılar önümüzde giden yüksek rütbeli şahısları görünce iki büklüm olarak selâm veriyorlardı.

  • Bu hareketin, gürültünün ortasında tozdan bembeyaz olmuş, şimdiden parlaklığını arttırmış güneşte kavrulmuş bir hâlde kısa adımlarla ilerliyorduk; iri yarı Kazaklara gelince boz renkli paltoları ile alacaLı bulacalı renkli elbiseler giymiş halkın arasında leke gibi kalıyorlardı. Uzun boyları ile AsyalIların tepesinden bakıyorlar, daha güçlü olduklarını ortaya koyarcasına tebessüm ediyorlardı.

  • Kanal boyunca uzanan ve ancak bir atlının geçebileceği genişlikte olan bir yol sonunda Emir'in bize ayırdığı ev vardı. Dar bir geçitten geçtikten sonra attan inilen birinci avluya giriliyor, oradan da yürüyerek şeref avlusuna geçiliyordu, sağda konuklar için hazırlanmış dasterkânenin konduğu bir salon bulunuyordu. Şişman kısa boylu adam, aşçıbaşı tavırları ile bizi yerleştirdi.

  • KARŞİ

  • «Evimiz — Karavul — Ersarîler — Taşkent'ten bir tanıdık —Rus hekiminin konsültasyonları— Bir musikî âletinin menşei — Çin — Hapishane — Tahtakurusu çukuru — Karşi Kraliyet Sarayı,»

  • Rus subaylarına ayrılmış büyük salonun tam karşısına gelen bir katlı yapının zemin katında hizmetkârlar, birinci katta hekim, tercümanlar. Kazakların kumandanı ve biz yerleşmiştik. Odamızın içinde eşya olarak t>ir keçe parçası vardı, penceresinden, bizim evle sokağı ayıran Arık (sulama kanalı)'ı görmek mümkün oluyordu. Pencere dörken, dört kötü kavak tahtasından imâl edilmiş iyi kapanmıyan iki kanatlı kapısı olan bir delik demek istiyoruz. Kandili yakmadan odanın içini görebilmek için bu kanatlan açmak gerekiyordu. Cam imalâtı ülkede henüz meçhul olduğundan camlı pencerelere sahip olma lüksü ancak Emir'e ait oluyor ve yağlı kağıdın cam yerini tuttuğu bir çerçeveye sahip olmak zenginlik alâmeti sayılıyordu.

  • Arık'ın öte tarafında çocuklar ve her yaştan adamlar kümelenmişti. En ufak hareketlerimizi bile gözlüyorlar, yüksek sesle fikirlerini belirtiyorlar ve fırsatı çık-

  • tığında gülüyorlardı; içlerinden biri bile hareketlerimizi kaçırmıyordu; fakat zabıta kuvvetleri ellerinde sopaları ile geldiğinde darbeler zavallıların sırtlarına yağmur gibi yağdı, bir anda çil yavrusu gibi dağılan kalabalık sokağı sessizliğe gömdü. Beş dakika sonra aynı kalabalık, ağzı açık, aynı yerde toplanmıştı. Tartışılnrtaz bir şekilde bir çekicilik başarımız vardı.

  • Kazaklar bizim yanımızda sokağın girişine yerleştirilmişlerdi. Kimi gayet büyük bir saman yıığını, ötek bir yulaf çuvalı ile durmadan gidip geliyorlardı. Mera* lılar onlarla ahbaplık ediyor, bizim köylerimizdeki n- sanların yolcularla yaptığı gibi samimî ilişkiler kurı ;r-' lardı.

  • Aslında Buhara çekindiği herkesle iyi geçinmek istiyordu; bu yüzden dostu Uruslara, dostu Afganlara, dostu Türkmenlere tebessümlerini bol keseden dağıtıyordu. Neşe dolu aynı yüzle, dostluk gösterilerine ihanet edenlere en kötü oyunları oynayacağı günden bir önceki güne kadar neşe dolu aynı yüzle kaverdak(1) ve palav dolu tabakları ikram etmekte devam ediyordu.

  • Divaneler (2) külahları, ucunda küçük bir zincir sallanan uzun bastonları ve kadumadbakh diye ar- monili bir ad taşıyan su kabakları ile boy gösterdiler. Sıra hâlinde dizildiler ve bizi çok etkileyen küçük şarkılarını bir ağızdan söylemeye başladılar; sanki bir kilisede âyin dinliyor gibiydik. Bir kaç pul (3) aldıktan sonra, şarkılarını kesmeden başları ile selâm verdiler ve gittiler. Elbiseleri liğme liğme, üstleri başları son derece pisti.

  • Gece ile birlikte, Farsça'da söylendiği şekliyle «ga

  • fı) Tencerede pişirilmiş parça koyun eti.

  1. Divâne, dilenci dervişlere verilen ad.

  2. Bakır para.

  • ravııl» geldi. Burada «karavul» deniliyordu (1). Davullu bu gece bekçisi, uyanıklığını göstermek bahanesiyle her beş dakikada bir, erkek kedilerin miyavlamasına benzeyen bir çığlık atıyor, aynı zamanda o korkunç âletine var gücüyle vuruyordu. Doğuştan sağır olmadan kesinlikle uyanmamanın mümkün olmadığı bu gürültü ile müthiş yol yorgunluğumuz olmasaydı geceyi uykusuz geçireceğimiz âşikârdı.

  • Kötü niyetlileri korkutarak inzibatı bu şekilde temin etmek bize hiç de uygun gelmemektedir, kaldı ki karavul'un gürültüsüne karışan ve sabaha kadar süren eşek anırtılar»! bu şehirde sinirli insanları çılgın yapacak sebeptir.

  • Bizimle birlikte gelen Türkmen birliğinin bir kısmı penceremizin tam karşısına gelen bir bahçede ağırlanıyordu. Ersarî halklarından olan bu atlı kavim Buhara toprakları boyunca Amu-Derya'nın iki kıyısında yaşar. Kul Hoca adındaki hanları Abdurrahman Han'ın dostu olduğundan onun Afganistan’ı istilâ etmesine yardımcı olmuştu. Adamlarını toplamış, onları Afgan Türkistanı'- na doğru ilerlemeye çağırmıştı; beş bin yurt peşinden gelmiş ve Emir'e ihtiyacı olan atlı birlikleri teşkil etmişti.

  • Bu Türkmenlerde karşılaştıklarında hemen kendilerini saran bir aile havası vardır. Hepsinin bir aşirete ait oldukları malûmdur. Genellikle orta boylu, zarif yapılı ince ve bacakları eğri olurlar. Elmacık kemikleri çıkık, burunları düz ucu iridir, gözleri çukur ve çekik, dudakları etlidir; çeneleri sivri olmasaydı yüzleri için yuvarlak denilebilirdi. Enli ve kuvvetli boyunları, başlan omuzları içine gömülü gibi duran AfganlIlardan'>AfganlIlardan ayırde- dilmelerine sebep olur. Yumuşak bir yürüyüşe sahip

  • (1) Bakmak, gözlemek anlamından Türkçe «Karamak» fiilinden.

  • olup, omuzları geride, bakışları cesuranedir. Önünü düzelttikleri gayet iri börkleri bir yana, elbiseleri diğer gö- çebelerinki gibidir; bol yenli uzun gömlek, ökçesiz çizmelerde kaybolan pamukludan don. Yol için pamuklu khalatları üzerine koyu renkli, keçi ve koyun kılından dokunmuş kaba ıbir kumaştan uzun bir kaput giyerler. Bizim atlılarda olduğu gibi atın üzerini örten kaputları adam ve at için yiyecekleri ihtiva eden torbayı muhafaza eder.

  • Ateşli silâh olarak tüfenkleri ve pistonlu veya taşlı tabancalanı vardır; Rus veya İngiliz menşeli olan bu silâhlar gayet kötü durumdaydılar, ince namlulu, olağanüstü mükemmellikte su verilmiş eğri kılıçları, büyük bir maharetle kullandıkları ve uzunlamasına vurdukları en gözde silâhlarıdır Hareket anında, dışardan hiç kimsenin anlamadığı bir işaret veren kumandanlarının yönetiminde hemen tuğlarının iki yarana diziliyorlardı. Sonra müfrezelere ayrılıyorlardı: bir kısmı arabalara, Hoca Saib e eşlik ediyor, diğerleri de başı boş çevrede dolaşıyordu.

  • Sokağa baktığımızda uzun siyah sakallı bir adamı ısrarla eğilerek bizi selâmlarken görüyorduk. Taşkent'te dinlemek fırsatı bulduğumuz ıbu musikişinasa benziyordu. Bizimle konuşmak istediği her hâlinden belîi oluyordu; yanımıza gelmesi için onu çağırdık. Zayıflamış, güneşte yanmış, sağlığı bozulmuş gibi gözüküyordu; eskiden ipekli kumaşlar içinde gördüğümüz o parlak müzisyen değildi. Taşkent'te çaldığı müziğin pek tutulmadığını, Şartların onu kabiliyetine göre yaşatacak armağanları vermediklerini, bu yüzden memleketine dönmeye karar verdiğini anlattı. Bizim kervana Karşi'- dan ayrılmadan önce ne pahasına olursa olsun yetişmek için kendini zorlayarak yürümeye çalışmıştı. Yayan olarak yolculuk yapmış, bazen yeme ve yatma parasını kervansaraylarda çaldığı müzik ile, bazen de kendisini çorbalarına, ateşlerinin yanına çağıran deveclere duyduğu şükranı anlattığı bir destanla karşılamaya gayret etmişti. Bizim burada olduğumuzu öğrenmekten çok mutluydu; ona karşı cömert davrandığımızı hatırlıyor ve kan içinde kalmış ayaklarını göstererek kardeşiyle birlikte kendisini arabamızda Amu-Derya'ya kadar götüreceğimizi umuyordu. Arzuladığını elde edince el lerimize sarıldı, Allah'ın lütfûnu bize vermesini temenni etti ve akşamleyin bize rebâbı ile bir hava çalıp çal mı- yacağını sordu. Hemen âletinin tellerini onarmaya taşlayacağını da ilâve etti.

  • Aynı gün öğleden sonra hekim konsültasyon yapacağını açıkladı. Kervandan bir hekimin konsültasyon yapacağı haberi kısa zamanda yayıldı ve halk tedavi için gelmeye başladı. Firengi, göz ve deri hastalıkları çok daha sıktı. On altı, on yedi yaşlarında Sâmi ırkının çok güzel örneklerinden bir Yahudi delikanlısı başını göstermeye geldi. Erpes hastalığı başının arka tarafını tamamen çıplak bırakmıştı, eğer gerekli müdahaleler zamanında alınmazsa ebediyen kel olarak kalacaktı. Hekim tedavi yapılabilmesi için bütün saçlarını kazıtması gerektiğini söyledi. Fakat Yahudi, buklelerinin makasın altında yok olmasına bir türlü razı olmuyordu; din yasalarına karşı gelmektense acı çekmeyi tercih ediyor, dindaşlarının yanına yanaklarından aşağı tirbuşon gibi sarkan bukleleri olmaksızın çıkmaya bir türlü cesaret edemiyordu. Oradaki Müslümanlar onunla alay ederken, o hiç.cevap vermedi, selâmladı ve çekildi.

  • Saçları iyice kırlaşmış bir adam kollarında güzel bir çocukla geldi. Yabancı elbiseleri görüp, anlamadığı bir lisan duyan çocuk saklanıp ağlamaya başladı. Tatlı sözler, bir kaç parça şeker korkusunu dağıttı, ağlaması kesildi. O zaman baba, «çocuğunun geçen yıl başının üzerine düştüğünü, ağır yaralandığını, yarayı ihmal ettiklerini, onun da zehirlendiğini, o zaman bir tabib çağırdıklarını, y'aranın iyileşmesi için kızgın demirle dağlanması gerektiğini söylediğini ve o işlemden sonra yaranın kabuk bağlayacağına büsbütün açıldığını» anlattı Korkunç yaranın üstünde*bulunan içyağı ile yağlanmış* keçe parçası kaldırdı, çocuk yeniden iç çekti, ve küçük yumruğu büyüklüğünde bir delikten beyni gözüktü. Her türlü tedavinin artık imkânsız olduğunu gören hekim, usûlen verdiği teskin edici ilâca teselli edici sözlerini de ekledi.

  • Buralarda hekimlik çocukluk çağında ve sağlık kuralları da meçhuldu.

  • Aynı günün akşamı bizim müzisyen sözünü tutarak, yanında zilcisi sessizce odamıza geldi. Her zaman ki nezaket sözlerinden sonra, bir kenera oturdu, uzun yenin kendisini rahatsız ettiği khalatından sağ kolunu kurtardı ve rebâbmı akord etti. Aşağı yukarı lâvta şeklinde olan bu âletin kasası çok daha derin ve sapı da çok daha uzun olup yirmi bir teli vardır: Üçü çalış, diğerleri tannanlık için yapılmıştı. Şartların kirişleri kötü kaliteli olduğundan Kabul dan aldıklarını eskitmekten pişmanlık duyuyordu.

  • Âletini çok seviyor, onu «Hindistan'ın en güzel kuşu» tavus kuşu ile mukayese ediyordu. Kasa kısmı, tavus kuşunun kurumlandığında gerdanına, uzun sapı ve anahtarları da dik başına ve gagasına benziyordu. Sanatkârın tellere dokunduğu yerden, önden bakıldığında rebâb tavus kuşu gibi şişinmiş gözükmüyor mu? Musikî âletlerinin en güzeli olmadığı da kesindir.

  • Saz şairinin çok asil hareketlerle anlattığı gibi zaten efsaneye göre rebâbı Allah icad etmişti: «Bağışlayan ve Esirgeyen, insanı yeryüzüne yollamaya karar verdiğinde vücudunu en saf kilden yoğurmaya başlamış, sonra ona zekâ yermek istemişti. Fakat zekâ geleceği görerek, maddî bir dünya içinde sıkıntıdan patlayacağını ileri sürerek İlâhî El tarafından can verilmek istenen kilin içine girmeyeceğini söyledi. Şiddetten nefret eden Allah bir kurnazlık düşündü. Rebabı yaratarak ondan öylesine ahenkli sesler çıkardı ki nefis bir musikînin tesiri altında sarhoş olan Zekâ kendisinde direnecek güç bulamadı ve kendiliğinden gelerek insanın vücudu içine yerleşti ve Allah'ın kendisine yapacağı işarete kadar bir daha o vücudu terket- medi.»

  • Müzisyen en güzel havalarını çalıyor, biz de onu gerçek bir hazla dinliyorduk. Musikîsi, alışılması güç Sart musikîsi gibi Avrupalı kulakları tırmalamıyordu. Tam karşısındaki zilcisi sağ eliyle tunçtan bir zile (sembal) veya tannanlığını arttırmak için parmaklarının ucuyla tuttuğu başka bir zilin kenarlarına vuruyordu. Geçmiş zamanlardaki kahramanların hayatlarını, son savaşları terennüm ederlerken göz göze, başları hareketsiz birbirlerine bakıyorlar ve sözleriyle eşlik ettikleri hava tırısta giden atların çıkardığı gürültüyü andırıyor, atiılanı gözler önüne getiriyordu; sonra şarkı hızlanıyor ve bir kervan üzerine üşüşen bozkır atlılarının sesleri hâkim oluyordu.

  • Ziİçinin ustasına çok hayran olduğu anlaşılıyor ve ona karşı büyük hürmet gösteriyordu. Onlara ye, mek ikram edildiğinde ustası onu çağırmadıkça yemeğe dokunmuyordu; konuşma esnasında, usta ona dönüp bir yer veya kişi adı sormadan ağzını açıp bir tek kelime söylemiyordu.

  • Müzisyen bizimle gecenin birine kadar sohbet etti. Ruslardan daha iyi makinalar yaptıklarından, havada uçmasını bildiklerinden İngiliz hakkında daha olumlu düşünceye sahipti. Fakat en kokulu, içimi en güzel çayın yetiştirildiği, en şahane porselenlerin yapıldığı Çin ile hangi İmparatorluk boy ölçüşebilirdi? Sadece imparatorların ve Emirlerin kullandığı bir fincan enfes çayı yetiştirebilmek için en azından üç neslin çalışması ve sabrı gerekmekteydi; torun dedenin başladığını ancak bitirebiliyordu; Fakat o nefis hamurdu! Ne tatlı yumuşaklıktı! Çay yığını üzerine parmakla vurduğunuzda, rebâbın en ahenkli notası gibi ses çıkarıyor, bu ses en az bir fersah uzaklıktan duyuluyordu! Bir gün, bir Çin İmparatoru çay içiyordu. Endişeli ve hayalperest bir mizacı vardı. Bir an için gerçeği unuttu, parmaklarını açtı ve çay fincanını düşürdü. Fincan parçalandığında binbir parçaya ayrılırken öyle ahenkli bir ses çıkardı ki, imparator bunu en mükemmel müzikten daha iyi 'buldu. Hemen en ince porselenden bin üç yüz fincan bulunmasını emretti ve ertesi gün akşam yemeğinden sonra fincanları sarayın bir penceresinden avluya attırdı. Ortaya, bunca halkın efendisine lâyık, İlâhî bir konser çıktı.

  • Sanatkâra ziyaret ettiği Kabul hakkında sorular sorduk. O şehirdeki günlerinden kötü hatıralar edinmişti, çünkü halkı kötü kalbli, kavgacı ve az cömertti. Orası, her yabancıyı iyi karşılayan, yolcuların hiç bir kötü muamele görmeden geçtikleri kendi ülkesi gibi değildi.

  • Başkenti Fayzebad olan ülkesi Badakşân'ı (1) görmeye geldiğimizde bize rehberlik yapmaktan çok memnun olacaktı. Ülkesini ballandırarak anlattıktan sonra sanatkâr bize tekrar teşekkür etti ve geç olduğundan çekildi.

  • Ertesi gün şehri gezdik. Çocuklar atlarımızın arkasından koşuyorlardı; damların üstünde uçurtma .u- çuranlar ise bizi arsız bir hareketle selâmlıyor; kapıların eşiğindeki erkekler bize lâf atıyordu. Tesadüfen, etrafı kokuşmuş su ile çevrili, çatlamış topraktan yüksek duvarların arkasında askerleri ile birlikte halktan uzakta yaşayan Beğ'in kalesine doğru gelmiştik. Esas

  • (1) Türkistan - Afganistan arasında bir bölge. (Ç.)giriş kapısı tamamen açıktı; giriş kısmında muhafız kıtası görev almıştı. Giriş koridorunun duvarlarına uzun fitilli tüfekler ve mızraklar/asılmıştı; muhafızlar iç kaleye girmemize asla izin vermediler. Dizginleri çevirip döndük ve idam alanından, güneşin altında, boyunlarından birbirlerine zincirle bağlanmış dört adamın bağdaş kurdukları bir caddeye çıktık. Saç ve sakalları u- zamış, iyice zayıflamışlardı. Bunlar, ihtiyaçları olan şeyleri alabilmeleri için hapishanenin önüne çıkarılmış mahkûmlardı. Ellerini uzatıyorlar ve yolcuların merhametine sığınıyorlardı.

  • Kapının iç kısmında, belinde tabancası, elinde sopası bir gardiyan uyukluyordu. Merhametsiz gardiyan pis, kara yüzlü iri yarı ve kemikli bir adamdı. Homurdanarak ayağa kalktı.

  • Hapishaneyi ziyaret edebilir miyiz?

  • Hay, hay! diyerek arkasından gelmemizi işaret etti ve önden içeri girdi. Bir avluyu bölen dört duvarın arasına çok alçak, berbat dam tertibatlı viraneler yapılmıştı. İçerde mahkûmlar dövülmüş toprak veya ince ot yataklar üzerinde uyuyordu; hepsi bir gömlek ve pamukludan bir dondan ibaret aynı elbiseyi giyiyordu; başları da açıktı. Yine hepsinin ayaklarında, birkaçının da bileklerinde zincirler vardı. Bir çoğu şerbetçe avluda dolaşıyordu, hemen çevremizi aldılar ve sadaka istemeye başladılar; içlerinden biri sefaleti gösterdi. Açık kapılardan içerde dikiş dikenler görülüyordu.

  • Gardiyana, «Bunların suçu nedir?» diye sordum.

  • Bunlar haydutlar, hırsızlardır.

  • Şu bize elini uzatan esmer iri yarı adamın suçu nedir?

  • O da hırsız, haydut!

  • Gardiyandan başka cevap almanın imkânı yoktu. Gevezelik etmeye hiç niyetli gözükmüyordu.

  • Küçük bir kapıyı açarak bizi, mahkûmların kapatıldığı hücrelerin sıralandığı bir koridora soktu. Bir âlim olduğundan şüphe etmediğimiz biri, bir kitap yazmakla meşgul olduğundan başını kaldırıp bize bakmadı bile; bir diğeri öne, arkaya sallanarak Kur'an'dan âyetler okuyordu; birbirlerine sokulmuş sıtmalılar, hastalara mahsus parlak bir gözle bakıyorlardı. Sonra, tepesinde açılmış kare şeklinde bir delikten gün ışığının girdiği son hücrenin önüne geldik. Tavandaki tahtalarda birine sıkıca tutturulmuş bir makaradan uzun ve sağfam bir ip sarkıyordu.

  • Zindancının açtığı bir mahzen kapağına dikkatsizlikten ayağımızı taktık.

  • Bakın, dedi.

  • Aşağıda, gözlerimizin önce eşyaları ayırdedemedi- ği karanlıkta yere sürtünen zincirlerin seslerini, sızlanan boğuk sesleri duyduk. Bize uzanan elleri, vücudun görünmediği insanı andıran yüzleri farkettik. Toplu hâlde bulunan insanlardan yayılan pis bir koku delikten dışarı sızıyordu.

  • Bu sefiller:

  • Sadaka, Sadaka! diye bağırıyorlardı.

  • Bir kaç kuruş atmaya hazırlanıyorduk ki, gardiyan feize engel oldu. Sadakaları kendisi topladı ve zindanda yatanları tek tek adlarıyla çağırarak, herkesin payına düşen parayı ellerine verdi. Daha sonra bir parça ekmek satın almak için verecekleri bir kaç kuruş için bu açların korkunç bir uğraşa girmelerini önlemek istiyordu. Çünkü Emir mahkûm ettiği insanlara asla yiyecek vermiyor, sadece onları barındırıyor ve geri kalanı müminlerin insafına bırakıyordu. Halkın cömertliğinin alçalması veya artmasına göre mahkûmlar sefil mevcudiyetlerini devam ettirecek «bir şeyler bulurlar veya açlığın işkencesine göğüs gererler. Zindandayatanlara bir parça ekmek fırlatılır, bir testi su verilir. Hepsi budur,'sonra mahzenin kapağı kapatılır.

  • Toprağın altında onları oraya koyan kudretli şahsın iyi zamanını beklerler. Yıllar boyu hiç bir şekilde ihtimam görmeden gübrelik üzerinde yatarlar, haşarat tarafından kemirilirler.

  • Bazen halk arasında gayrı memnunlar çıkar, vergiler zorlukla toplanmaya başlar, halk söylenir. O zaman Emir Beğ'e bir ulak göndererek halka örnek göstermesini buyurur. Mahzenin kapağı açılır, o yığın içinden seçim yapılır, bir tanesi yeryüzüne çıkarılır, elleri arkasından bağlanır, pazarın yanındaki alana kadar sürüklenir, ve orada birbirini ezen meraklıların bakışları altında —her zaman pazar olduğu günler seçilir— kur-’ ban diz çöker. Cellât sakalından tutar, başımı kaldırır ve hızlı bir darbe ile ince Buhara kılıcı ile koyun boğazlar gibi zavallının şahdamarını keser. Ceset darağacında kollarından ve bacaklarından bağlanır ve günlerce teşhir edilir; hiç kimsenin bu idamdan habersiz kalmaması ve kötülerin korkudan titremesi esastır.

  • Önce kargaların gözlerden başladığı işin, eğer suçlunun yakını veya iyiliksever birisi cesedin parçalarım gömmek üzere kaldırmamışsa, köpekler gerisini tamamlar.

  • Tahtakurulu zindanın korkunç görünümü kalbimize sıkıntı vermişti. Hapishaneden kederli ve sessiz olarak çıktık. Yiğitimiz Abdulzair dahi her zamanki konuşkanlığını terketmişti. Bir yandan atımı mahmuzlarken, diğer yandan bu saf ve bulutsuz göğün canlı canlı gömülenlerle alay ettiğini düşünüyordum.

  • Hapishaneden kırk adım ötede, pazara açılan kapıdan geçtikten sonra su dolu bir havuzun etrafında inşa edilmiş kare şeklinde dehlizlerin ortasına düşülüyordu. Bu Karşi Kraliyet Sarayından başka bir şey değildi. Boş gezen ve eğlence arayan insanların buluşmayeri olan şehrin bu köşesinde çay tüccarları ve berberler toplanmıştı. Dehlizler «çilmandislerin» gürültüsüyle çınlıyordu. Uçları kalkık ve sivri pabuçlarını giymiş olan zarifler mağazadan mağazaya kaygusuzca dolaşıyorlardı. Salınarak yürüyorlar, kalçalarında sıktıkları ipekli halatlarını itina ile kaldırarak ' ayaklarım sürüyorlardı. Bir çay tüccarının çırağı tebessümleri ve çılgın raksları ile çay tiryakilerinin ilgisini çekmeye çalışıyordu.

  • Diz çökmüş genç bir şarkıcı boynunu eğerek ve ellerini kalçalarına dayayarak kulak tırmalayıcı bir şarkı söylüyordu. Bükülebilen bir değneğe yaslanmış bir hikâyeci etrafına daire olmuş insanlara bir şeyler anlatıyordu. Kanlı bir döğüşe hazırladıkları bıldırcın ve dağ keklikleri ile sporcular başka bir köşeyi tutmuşlardı; sahipleri hayvanları tahrik etmek için ince bir değnekle gagalarına vuruyorlardı. Hayvanların gözü dönünce, kızgınlıktan kendilerini kaybedince bir-, birlerinin üzerine atılıyorlardı; galibin sahibi ortaya konmuş parayı cebe indiriyordu, iskambil oyuncuları da eksik değillerdi, Rusya'dan gelen Fransız kartları ile oynuyorlardı. Müslümanların tatil günü olan cumadan bir gün önce olduğu için berberler çok meşguldü; dine hürmetkâr her Müslüman saçlarını kazıtır, bıyığını da ağzını gösterecek şekilde üst dudağın hizasında düzelttirirdi. Müşteriler gevezelik ederek sabırla sıralarının gelmesini bekliyorlardı. Bazıları sakallarını ve kaşlarını siyaha boyatıyordu. Bir başkasının gözleri daha iri gösterilmek üzere gözkapakları arasına fırçayla hafif b\r çizgi çekiliyordu; bir öteki elinde küçük bir ayna cımbız ile burun kıllarını koparıyordu. Çilim (1) bir tiryakiden diğerine geçiriliyordu. Daha ilerde haşhaş ve afyon tiryakilerine ayrılmış bir köşe vardi;

  • (1) Nargile.

  • onları yorgun çizgileri, kurşunî renkleri ve aşırı bir u- yarmadan tam bir aptallığa düşen insanlara mahsus vahşi bakışları ile tanımak mümkündü. Biz geçtikçe bize lâf atıyorlar, iğneli sözler sarfediyorlar, garip garip bakıyorlar, adamlarımıza sorular yöneltiyorlardı. Her tarafta gürültü ve büyük bir canlılık vardı. Her yerde raslanan divâneler garip külâhları ile dükkânların köşelerini tutmuşlar, sanki borçluymuşuz gibi küstahça sadaka dileniyorlardı; zaten mevcut şamataya bir de onların bağırışları'katılıyordu.

  • Evimize dönmek üzere çarşıdan çıkarken iki yaşlı Türkmen'e rasladık. Birincisi bir çift eşeği güderken, diğeri kuyruklarından bağlanmış beş altı atı götürüyordu. Sokak dar, kalabalık fazla olduğundan ilerlemenin veya geri gitmenin imkânı yoktu. Önümüzden giden Beğ'in adamı, yolu açmak amacıyla «Şeytan» diye bağırarak ilk Türkmen'in atına bir kamçı vurdu. Yaşlı Türkmen kendisine hakaret edene doğru başını öyle şiddetle kaldırdı ki, akçıl ve sık sakalının bile yumu- şatamadığı yüz ifadesinde binbir tehdit taşıdığı hemen anlaşılıyordu. En çaresiz durumda olduklarını anlıyan iki ihtiyar bize yol verdiler. Her ikisinin de omuzlarına asılı tüfekleri vardı.

  • Bu Türkmenler Kerki civarlarından geliyorlardı.

  • Kervanımızdaki Afganlar ile Türkmenler pazara yayılarak yol için gerekli malzemeyi temin etmeye koyuldular. Karşi'den Amu-Derya kıyısındaki Kilif'e kadar sadece bozkır ve çöl vardı; hareket de ertesi gün olarak tesbit edilmişti; alış-verişlerini bir an önce bitirmek istiyorlardı, içlerinden bazıları bizi tanıdılar ve selâm verdiler.

  • KARŞİ'DEN AMU-DERYA'YA

  • «Buhara usûlü iyi niyet— ilkbaharda bozkırın uyanışı — Tasarruf yapan Türkmen — Kuyular — Seraplar — Bir tatar aşğı — Badakşan'lı bir ozan tarafından anlatılan Seyid Ahmed Han'ın hikâyesi — Kilif — A- mu Derya — Hoca Saib — Kâfirler — Afganlar — Sal — Kazaklar — Afganların önderleri — İngiliz hakkında — Sahte ormanlaf.»

  • 20mart günü halkın akın akın geldiği kalabalık ortasında şehri terkediyorduk. Kısa boylu, şişman Rah- medullah önümüzde giderek bizi şehrin çıkışına kadar uğurladı.

  • Yolumuzun üzerinde rasladığımız ilk şehir Şehri -Kent idi; Kaşga - Derya'dan gelen arıkların üzerinde kurulmuştu. Eskiden bir kale ile savunulan büyük bir şehirmiş; şimdi az sayıda nüfusu ile mütevazi bir kasabadan başka bir şey değil.

  • Asya'da her adımda kendi kendisinin gölgesi olan bir çok eski şehire raslamak mümkündü. Bu ülke şimdi düşmüş pek çok büyüklükleri saklıyor ve unutkan tarih onlardan ancak bir kelime ile bahsediyordu.

  • Şehri Kent'ten sonra ancak kırk evlik bir köy o- lan Şirvi'den geçtik; Şah-ı Şirvi adım taşıyan bir der-

  • vişten ismini almıştı. Burada özellikle bol miktarda buğday, arpa ve üzüm yetiştiriliyordu.

  • Bundan on dakika sonra da Kara Tepe adlı büyük köy vardı. Evleri, meyve ağaçları ekili geniş bahçelerle çevriliydi. Davna arrkı Kara Tepe'den geçiyordu.

  • Köy halkından birine ev adedini sordum: Altmış, dedi.

  • Biz az ilerde de aynı soruyu sordum.

  • Cevap : Dokuz yüz.

  • Yoluma devam ederken sorumu da tekrarladım.

  • Bana verilen sayılar kırk ile bin arasında değişiyordu. Halbuki, (benim kanaatime göre, bu köyde dört yüz kadar hane vardı. İçlerinden hiç biri bana gerekli bilgiyi veremiyecek durumda olduğunu itirafa yanaşmamıştı.

  • Gerçek olup olmadığı endişesi taşımadan tesadüfen verilen bu cevaplar özellikle Buharalıyı, genellikle de Asyalıyı temsil ediyordu. Onlara bir şey sorduğunuzda hemen çıkarının söz konusu olduğunu sanıyor ve uzun süre düşünmeden daha sonra karşısındaki saçmalığını ispat ettiğinde beraberce güldüğü bir yalan uyduruyordu. Asya'da seyahat etmeyi bütün kalbi ile benimseyen kimse için bu düşünce tarzı zorlukların en hafifi değildir. Gerçeği bir çok soruya ve çeşitli gözlemlere dayanarak aramak gerekir.

  • Kara Tepe ile vaha son buldu. Amu-Derya'ya kadar artık su kanalı görmiyecektik. Sağda bir köy daha, bir miktar ekili tarla ve sonra bozkır. Üzerinde bulunduğumuz Kervan yolu belirgin bir şekilde güneye doğru gidiyordu. Güney-doğu rüzgârı kuvvetle esiyor, kaldırdığı toz havada girdaplar yaparak gözümüze doluyordu. Solumuzda Yargaklı dağlarının karlı zirveleri görünüyordu. Yiğitimiz Abdulzair e göre, karşı pazarın, da düşük fiyata satılan kristal ize tuz bol miktarda o dağlardan çıkarılıyordu.

  • Karşi'den yaklaşık otuz kilometre ötede Yosuf kuyularında konakladık. Bu, süzme işleminden vaz geçirecek oranda yük hayvanı tezeği karışmış, durgun ve çamurlu bir su birikintiyiydi. Süzgeçler kısa zamanda tıkanıyorlar ve işlemez hâle geliyorlardı. Su içindeki pisliklerin kovaların dibine çökmesini beklemeye gelince, 'korkunç bir susuzlukla kavrulan kimse için böyle bir iş büyük bir cesaret ister. Su sarımtırak ve tuzluydu; bundan yapılan çay ise sütlü kahve rengine bürünmüştü.

  • Yusuf kuyuları veya daha doğrusu su birikintisi üzerinde bir kubbe vardı. Fırtınalar, yersarsıntıları kubbeyi sarsmıştı; karakteristik ihmalkârlıkları ile böL ge halkı onu onarmaktan kaçınmışlardı; şimdi sadecn kalıntılarına rastanıyordu. Zengin bir mümin bir temizleme tesisi ile bir kubbe yaptırıncaya kadar yolculu çamurlarla pislenmiş suyu içmekte devam edeceklerdir.

  • Kampımız rüzgârdan küçük bir tepe sayesinde korunuyordu. Bugünkü yolumuz kısa sürmüştü, çünkü Müslümanların bayramı vardı. Akşamleyin yeni başlı yan 1299 (Hicrî) yılını kutlayacaklardı. Ateşler gocn uzun müddet yamuk kaldı. Bizim müzisyen bir topluluk tan ötekine durmadan gidip geliyor, rebâb çalıyordu, Geç vakitlere kadar âletinin sesini duyduk. Çaldığı havalara rağmen uyuyamadık, hava nefes aliinamayar:«ık kadar ağır, atmosfer elektrik yüklüydü. Gecenin kamn lığında, bağlarından kurtulmuş, aralarında döğüşen <ıt ların kişnemeleri duyuluyordu. Onlar da sıcaklığın sinir bozucu etkisi altında kalmışlardı.

  • İzlediğimiz yol Yusuf yakınında doğuda Gu7.ini doğru ikiye ayrılıyor, ilerde yabanî ördeklerin knlkıp indiği bir su birikintisi görünüyordu. Konakladil Un ı Yusuf kuyularına doğru hızla kanat çırparak uçuyor1.11 dı. Bunlar bu yörenin ev sahipleridir; su arayanlar lunmükemmel bir rehber olurlar; bunları izleyerek mutlaka bir göle veya su birikintisine .varmak mümkündür.

  • Güneye doğru ilerlerken ilkbaharın yaklaşmakta olduğunu farkediyorduk.

  • Bozkır kavurucu kış güneşi altında uyanıyordu. Yeraltındaki yuvalarında başları kabuklarının içinde kışı geçiren kaplumbağalar güneşin ilk ışınları ile yeniden doğmuş gibi oynuyorlardı. Rüzgârın kabuklarını örttüğü toprak ve kum tabakasını kaldırmışlardı; ovada ilerlerken, güç kazandıklarını ve çoktan aşk oyunlarına daldıklarını müşahede ediyorduk. Karıncalar çalışıyorlardı; yarınlarından daima endişe duyduklarından ambarlarını doldurmakta acele ediyorlardı. Tarla kuşu neşe içinde şarkısını söylüyor, sonra yakarlardın yere doğru çılgın bir hızla iniyordu. Çimenler , nazik bir şekilde topraktan uçlarını gösteriyorlar, henüz narin olduklarından rüzgârın ufak bir esintisinde sallanıyorlardı. Kara ve bodur kılıfkanatlılar uçuşuyorlar; kulaklarımızın dibinden keyifle vızıldayarak geçiyorlar, kervanın ovanın toprağını altüst ettiğini anlıyorlardı. Bunlar çölün süprüntücüsüdürler. Ambarlarının girişinde durarak, uzaktaki gürültüleri dinliyorlar ve develerin ağır ve ahenkli adımlarını veya atların tırıslarını duyunca hemen uçuşa geçiyorlardı, özel enkaz yağmaaısı olan bu böcekler, hayvan pisliklerinin deşmesini gözlüyorlar ve hemen üzerine konuyorlardı, ön bacaklarına dayanarak, başları toprağa yakın, kılıfka. natlı, arka ayakları ile kendisinden dört defa büyük bir yerfıi iter. Bunu yuvasının yakınına kadar yuvarlar, tırmanıp bir ucundan yakalayan dişisinin yardımıyla deliği ağzına getirir, sonra dişinin itmesine yardımcı olmak için kendisini aşağı bırakır. Develerin bıraktığı ziyafete konmak için diğer rakipler geç kalmışlardı, dövüşçülerin saf dışı kalmasına kadar şiddetli bir kavga başladı. Biri yiyecekleri ile kaçmaya çalışırken, di-geri saldırganları püskürtmeye çalışıyor, bazen bir başka hırsız çift geliyor, o zaman karşılıklı vuruşmalar cereyan ödiyordu.

  • Diğer taraftan yer seviyesinde havayı yararaK u- çan kırlangıçlar, ilk böcekleri avlıyorlardı. Başlarımızın üzerinde küçük martılar geçiyor, kuvvetli kanatları çabuk darbelerle havayı dövüyor, ıslık gibi ses çıkarıyordu; yolun uzunluğunun farkında olan yolcular gibi, gün batmadan kuytu yerlere varmak için süratli bir uçuşla gidiyorlardı.

  • Göz açıp kapayıncaya kadar uzaklaşmışlardı bile: Sürüleri göğün derinliğinde kaybolmaya yüz tutmuş kara bir noktadan başka bir şey değildi.

  • Leylek sürüleri güney-batıdan geliyordu, uzun ve dik bacakları, gerili boyunları, öne doğru uzamış gagaları, yelken gibi açılmış büyük kanatları, ile mavi gökte düzgün sıralar hâlinde süzülüyorlardı; uzaklaşırken, görünmez bir kuvvet tarafından itilen ipek parçaları uçuşuyor sanırdınız. Ve işte bozkırda güzel günlerin getirdiği diğer göçebeler: eğik bacakları ile salına salına develerinin başında yürüyen Türkmenler. Omuzlarında tüfekleri, başlarında iri berkleri vardj. Bu sağlam insanları selâmlıyoruz.

  • Allah yolunu açık etsin!

  • Allah yolunu açık etsin!

  • Nereden geliyorsun?

  • -— Maymana yakınlarındaki Şubrukhan'dan.

  • Hangi aşirettensin?

  • Kara Türkmen.

  • Nereye gidiyorsun?

  • Karşi'ye.

  • Ne satacaksın?

  • Torba ve halılar.

  • Onları kaça satacaksın?

  • Mümkün olduğu kadar pahalıya.

  • Ne satın -alacaksın?

  • Ne ucuzsa onu.

  • Geçerken bu Kara _ Türkmenler bize bir ticarî iktisat dersi vermişlerdir; birkaç kelimede bize zengin olma sanatını özetlemişlerdi: pahalıya satmak, ucuza satın almak. Karşi'de satacakları torba ve halıların kış boyunca karıları tarafından yapıldığını ilâve edersem Türkmenlerden bazılarının gayet rahat bir hayat sürdüğünü kabul edersiniz.

  • Atla Yusuf - Sardaran'a dört saat mesafede kum yarımadaları bozkırı batıdan doğuya kesmeye başlıyorlar; yolun solunda tepeler kuzey-doğudan güney-batıya doğru uzanıyorlardı.

  • Bir saat sonra kapatılmış kuyulara raslamyordu. Bunlar derin olup, görünüşe göre bütün bir yıl su verecek durumdaydı. Bunları aşırı sıcaklarda, buharlaşmanın, rüzgârın ve sızmaların yok ettiği gölcükler ve su birikintileri kuruduktan sonra kullanıyorlardı. Mayıs ayından itibaren bu yörelerde göçebe hayatı süren öz. bekler kuyuların civarına yerleşiyorlar, onları açıyorlar ve temizliyorlardı. Sonra, su ihtiyacını tamamlamak ve develerin susuzluğunu gidermek için duraklayan kervancılara kuyu muhafızları su dağıtıyorlar, tulumları dolduruyorlardı. Bunlara bir miktar para veya çöl adamlarının çok ihtiyaç duydukları bir avuç kuru meyve veriliyordu. Bu kuyulara «Kırkıcak» deniliyordu.

  • Adlarını bulundukları yöreden almışlardı. Her ilkbaharda yağmurlar, otları fışkırtınca özbekler hayvanlarını kış orucundan çıkartmak için getiriyorlar ve mayıs başından itibaren dağlara yaklaşıyorlardı.

  • Kenarları tuz ile kaplanmış ince derelerden koruların indiği çoraklaşmış tepelerin arasında yol kıvrıla kıvrıla uzanıyordu. Su, toprağın tabiî eğimine göre ku- zey-doğudan güney-batıya doğru akıyordu. Şur-su (yani tuzlu su) adındaki bir dere, aşırı tuzluluğu ile adınalâyıktı; o kadar zayıftı ki. zorlukla akabiliyordu; sürüne sürüne akıyor, bir su birikintisi ile son buluyor, kumlar da biriken bu suları yavaş yavaş yutuyordu.

  • Uzun bir yolculuktan sonra Kut-Kuduk tuzlu su kuyularına birkaç kilometre ötede karargâh kurduk. Çay ve yemek pişirmek için tulumlardaki suya başvurmak zorundaydık.

  • Ertesi gün dağlara yaklaşmıştık. Manzara daha az düzgün olmakla birlikte sıkıntılı 'hâlinden kaybetmemişti: bunlar kum tepeleri, tuzlu su dereleri, tuzlu kuyular, şimdi kurumuş eski gölcüklerden kalan tuz birikintilerinden başka bîr şey değildi.

  • Akşama doğru yolun sağında on kadar kuyu gördük; yanlarındaki konik damlı kare evlerde 'bir zamanlar kuyuların muhafızları kalıyormuş. Şimdi bunlarda kimse*oturmuyordu. Pişmiş tuğladan inşa edilmiş o- lup, hem ışığın girmesi, hem de dumanın çıkması için damda açılmış bir deliği vardı. Duvarlarda açılmış küçük pencerelerden muhafızlar rahatlıkla kervanların gelişini gözliyebilirlerdi.

  • Bu yöredeki göçebe Özbekler ölülerini bu kuyuların yanına gömüyorlardı. Yolun tırmanarak çıktığı bir yükseklikten ansızın bu mezarlığı görürseniz bir şehrin harabelerine Tasladığınızı sanırsınız. Çok sayıda olan kurganlar geniş bir alana yayılmış ve mezarların üzerine taş koyma geleneğine sahip özbeklenn çevre tepelerden getirdikleri taşlar, çölde olma ihtimali yüksek bir görüş hatâsından dolayı duvar harabeleri ve bina yıkıntılarına benziyordu.

  • ispan-tonda'da konakladık. At üstünde dere tepe aşıyorduk; tabiatın burada özellikle yivlediği tepeler ardında önümüzde giden atlıların durmadan görünüp, kaybolduklarına tanık oluyorduk. Kervanın çeşitli kafileleri birbirlerinden mesafeli olarak yol aldıklarından, sanki oyun oynar gibi biri tepenin üstüne çıkarken di-geri tepeyi iniyordu. İ.span-tonda'ya bir kilometre kala, dik bir eğimden sonra, Amu - Deryaya doğru bir ova şeklinde düzleşen, çevresi yüz metre kadar yükseklikte çok renkli marn taşlarından tepeleri çevrili bir körfeze iniliyordu. Akşamleyin ırmağın serinliği ile yüklü rüzgâr bizi karşıladı.

  • Gün batarken tepelerin yamaçları ebekuşağı renklerine bürünüyor, kartallar yuvalarına dönüyor, savaş çığlıkları atan keçe kuşları ava çıkıyorlar, herşey hayatın canlılığını belirtiyordu; sonra, ufkun derinliğinde Amu-Derya hayâl meyâl kendini gösterdi. Böylece Yusuf - Sardaran'dan beri birbirini izleyen yaylalardan meydana gelmiş muazzam bir merdivenin son basamağına gelmiş bulunuyorduk.

  • Bir müddet daha yolculuk ettikten sonra ı#mağın kıyılarında konaklıyabilecektik.

  • ispan-tonda'ya yaklaşık üç saatlik at yolculuğundan sonra tuzlu ovanın girişinde kuyuların yakınında kare şeklinde bir yapı vardı. Harabe hâlindeydi. Çok sayıda odadan meydana gelmiş iç tertibine bakılırsa Afganistan yolu üzerinde belirli bir amaçla kurulmuş bir kervansaray olması gerekiyordu. Karışık zamanlarda, herhangi bir olayla karşılaşmaktan çekinen kervancılar, hayatlarını ve mallarını korumak amacıyla buraya geliyorlar, burada sürekli olarak kalan Emi- rin askerleri de tüccarları yağmacılardan korumak üzere' kesin buyruk almış olduklarından, kervancıları himayelerine alıyorlardı. Bu ülkede raslanan bütün eski yapılar gibi bu da ihmal edilmiş, onarılmamıştı. Damın üzerindeki bir sürü kubbe kâh yıkılmış, kâh çökmek üzereydi. Hâlâ burada konaklıyan yolcular ancak ortadaki kare şeklinde odada kendilerini tehlikeye atmadan kalıyorlardı; yerde en azından yarım ayak kalınlığında kül birikmiş olduğundan uzun yıllar boyu hep bu odada ateş yaktıkları anlaşılıyordu.

  • Bir an içinde at kişnemeleri, haykırışlar ile canlanan harabeye attan ilk önce inen Türkmenler girmiş, lerdi. içlerinden bazıları fırsattan yararlanarak keçelerini sermeye, ateş yakmaya, çay kunganını kaynatmaya ve nargile içmeye hazırlanıyordu. Kahkahalar kubbelerde yankılanıyordu. Daha sonra herkes at bindi ve eski kervansaray yeniden sessizliğe ve sükûna gömüldü. Biz en son olarak onu terkettik, arabalar şimdiden uzaklaşmışlar, atlılar ise gözden kaybolmuşlardı.

  • Buharalılara, «Bu yapıyı kim yaptırdı?» diye sordum.

  • Büyük Emir Abdullah Han! Yol boyunca tesadüfen karşılaşılacak eski bir medrese veya yıkık bir kervansaray hakkında buna benzer bir soru sorulduğunda Karşi'nin güneyindeki bölge insanlarından daima aynı cevabı alırsınız.

  • Semerkand ve Şehri - Sebz yörelerinde ise bütün eski yapılar Temür'e atfedilir.

  • Kim yaptırdı? Temür, Abdullah Han!

  • Kim yaktı? Tengiz Han (Yani Cengiz Han)

  • ilk iki şahsiyet ne kadar iyi bir hâtıra bırakmışsa, meşhur Tengiz Han da ora yerlilerinin hafızasında o kadar korkunç bir yıkıcı olarak kalmıştı.

  • Güneş tam başların üstünde kaynıyordu. Bu fırından çıkmakta geri kaldıklarından atları durmadan dür- tüklemek gerekiyordu. Kum içinde zorlukla ilerleyen arabaları - tekerlekleri boğuk ve keskin sesler çıkarıyordu, sonra çevresinde maiyeti serdarı ve sadık Af- ganlarınm ortasında ciddî Hoca Saib'i geçtik. Türkmenler ovada neşelenmişlerdi. Buna rağmen çevremizde güneşte parıldayan tuzlu bir çöl vardı. Hiç bir yerde bu kadar güçlü serap olaylarına raslamamıştık: göz terimizin önünde sazlarla dolu göller, berrak sulu birikintiler; arkamızda gelen kervan, atları ve yük hayvanları yarı yarıya su içine batmış bir bataklığı geçer gibiydi; bütün çevrede sanki palmiyeye benzeyen ince ve bol yapraklı ağaçlar vardı. Aslında bu lâtif manzara yerine kum, çemen demetleri veya tuz dolu göller vardı.

  • Tek başına yayan olarak, bir eliyle atının dizginini, diğeriyle muazzam bir şemsiyeyi tutan ve şemsiyenin altında gökten yağan ateş yağmurundan korunmaya çalışan, Uzun bir kaftan giymiş, ayaklarında, zayıf bacaklarının kaybolduğu çizmeleri ile cılız bir adam ilerliyordu. Bütün şahsiyeti ile sıkıntıyı, yorgunluğu temsil ediyordu; bu, sıkıntının sürüne sürüne ilerleyen gezgin bir hayâlinden başka bir şey değildi. Bu caıi sıkıcı yolda neşeli bir renk veren o acınacak adam bir Rusyaiı Tatardı. Çok büyük maharete sahip, tam profesyonel bir aşçıydı. Emir Abd ur rahman Afganistan fü- tûhatına hazırlanırken Semerkand'da geçirdiği uzun günlerde onu tanımıştı. Bu sıska Tatar'ın bilgisine hayran kalmış ve şimdi Kabil'in hâkimi olduğuna göre sanatkâr aşçıyı Ülkesinin başkentine getirtiyor ve bundan böyle kraliyet tencerelerini onun yönetimine ter- ketmeyi tasarlıyordu. Beklenildiği gibi Tatarın dermansızlığa yolculuk yorgunluğundan olmakla birlikte yolculuğun sonunda zavallı adam fırınlarına kavuştuğunda mutlu olacaktı.

  • Solumuzda bize doğru ağır adımlarla gelen üç deve görünüyordu. Sadece birinci deve üzerinde bağdaş kurarak oturmuş bir cüce kadının yüzünde peçe yoktu. Çirkinliği onu karşılaştığımız dekorun dışına çıkarıyordu. Dört kadın saydık. Sonuncu deve üzerinde esmer ve yakışıklı! bir oğlanla, silâhlı bir adam yerleşmişti. Arkada yayan olarak gelen uzun boylu, kara sakallı bir Afgan kollarında hasta yüzlü zarif bir kız çocuğu taşıyordu; bizi görünce kız yüzünü sakladı. Bu adama bir kaç soru sorduk. Küçük kız çöl gemisinin sallanmasına ve yalpalamasına dayanamıyacak kadarzayıftı. Bu kadınlar ve çocuklar, Abdurrahman Han'ın düşmanı, büyük bir şahsiyet olan Seyid Ahmed Han'a aitti. Buhara ya sığındıktan sonra Afgan Emiri'nden ailesini istetmiş, o da bu isteği kabul etmişti. Galip sürgünden bu lütfü esirgeyecek kadar katı davranmamıştı; herkesden daha fazla Asya'da talihin çarkının ne kadar süratle tersine döndüğünü, bugün zirvede olanın, ertesi gün uçurumun dibine düşebileceğini, sabahleyin adına hutbe okunanın kellesinin akşamleyin sepet içine yuvarlanmasının ender olmadığını biliyordu.

  • Yolculuğumuzun son kısmı, ilk Türkmen saklılarının gölgesindeki Yakup- Ata'da son buldu.

  • Kampın ateşleri sönmeye yüz tutarken çağırttığımız Badahşanlı müzisyen sessizce bizim tarafa kaydı ve alçak sesle Seyid Ahmed Han'ın hikâyesini anlattı.

  • «Şir Ali'nin topraklarına kattığı Badaihşan Hanının kızı ile Abdurrahman Han'ın evlendiğini biliyorsunuz. Bu kızın İlâhî bir güzelliği ve olağanüstü bir zekâsı vardı; Abdurrahman onu sevdi ve ondan şimdi kervanımızda olan üç çocuğu dünyaya geldi. Kızıl- Baş Seyid Ahmed Han (1' Badahşan ülkesinin fethinde büyük rol oynadığından Şir Ali mükâfatlandırmak için onu ülkenin Han'ı yapmıştı. Abdurrahman babasının topraklarını kurtarmanın zamanı geldiğine inandığında, kendisini sürgünde yalnız bırakmıyan taraftarlarıyla Amu-Derya'yı aştı. Halbuki Belh ülkesinde kalabalık olan özbekler Abdurrahman Han'ın yumuşak yönetiminden çok memnun kaldıklarından ona büyük bağlılık gösteriyorlardı. Hemen silâha sarılarak peşinden koştular. Vuruşma olmadan Mezar'ı Şerif istilâcıların eline düştü. Seyid Ahmed'e bir mektup yollanarak Abdurrahmanrın tuğları altına girmesi istendi, ama

  • (1) Orijinal metinde Türkçe olarak Kızılbaş kelimesi geçmektedir. (Ç.)o bunu geri çevirerek Mezar-i Şerîf'i yeniden eline geçirmek için kuvvet toplamaya başladı. Fakat Badah. şan halkı ile şeyhleri ondan nefret ettiklerinden, yakalayıp zincire vurdular ve düşmanının eline teslim etti- *ler. O da onu Mezar-ı Şerîf'in tahtakurulu zindanına attırdı ve sekiz ay orada tuttu. Bu arada Abdurrahman Han Hindu-Kuş'un güneyinde savaşmakla meşgulken mahpusun dostları muhafızları parayla kandırdılar ve Seyid Ahmed'i kurtardılar, o da Buhara Emiri'nin yanına sığındı. Abdurrahman'ın da o Emir'in sarayında bulunduğunu biliyorsunuz; Emir, Seyid Ahmed Han adına kendisine ricada bulunarak rehin olarak tutulan ailesinin yollanmasını istedi, Abdurrahman eski evsa- hibinin hatırını kırmadı ve Seyid Ahmed'in çocuklarına hürriyetlerini iade etti. Bu olaylar Afgan Elçisi Taşkent yolundayken cereyan ediyordu. Hoca Saib'e Se- merkand'da iken haber verilmişti. Yanında bulunan ve göz altında tuttuğu Seyid Ahmed'in ağabeyine hiç bir şey söylememe buyruğunu aldı; daima serdarın yanında, at sürmesi istendi ve Türkmenlerin ona göz kulak olması emredildi. Seyid Ahmed'in ailesini taşıyan develer Serdarın birliği ile karşılaştılar; amca, sadık hizmetkârın kollarındaki yeğenini tanıdj; olanları anladı. Sürgüne giden akrabalarının hâli yüreğini parçaladı; başını çevirdi ve gözleri yaşlarla doldu. Bütün gün boyunca ağladı. Üzüntüsü Afganların itimatsızlığını büsbütün arttırdı, ve güçlü bir önder olmasına * rağmen şimdi kimse onunla konuşmuyor, Şu anda çadırında Afgan nöbetçilerin muhafazasında bulunuyor. Akşam palavmı yemedi, çünkü sınırı geçer geçmez kafasının Kesileceğinden endişe ediyor.»

  • Hikâyesini bitiren müzisyen, Afganlılanın dikkatini çekmemek için geldiği gibi sessizce döndü.

  • Hâlâ Ortaçağ geleneklerinin sürdüğü bu ülkede Badahşanlı müzisyen dostumuz gibi sanatkârlar yolculara olaylar hakkında en iyi bilgileri verebilirler. Sırtlarında müzik âletleri bütün Müslüman âlemini dolaşan bu ozanlar, meraklıların biriktiği, boşgezenlerin dedikodu yapmaya geldiği pazar yerlerinde, evlenme, doğum, ölüm-ölümden sonra eğlenmek gelenektir- münasebetiyle en güçlü şahsiyetlerin sofralarında bulunr duklarından ve son derece geniş bir hafızaya sahip olduklarından ağızdan ağıza dolaşan binbir olayı tutarlar. Gevezeliğin basının yerini tuttuğu bir ülkede, ozanları bir vakayinâme gibi karıştırmak, dinlemek gerekir. Buna rağmen bu sanatkârların çok kibirli, çok çabuk etki altında kalan kimseler olduğu ve yakınında bulundukları kimseler hakkında edindikleri kanaatlerin onlardan gördükleri kabul ve aldıkları armağanlarla orantılı olduğunu hiç bir zaman unutmamak gerekir.

  • Kervanı terkedeceğimiz ve yalnız başımıza gideceğimiz Kilif'e şimdi bulunduğumuz Yakup-Ata'da on, on iki kilometre uzaktaydı.

  • Güney - doğu yönünde Kilif'e doğru ilerlerken daima kumla karşılaşıyorduk. Yolun ortalarına geldiğimiz de bir tümseğin üzerinde toplanmış otuz kadar Türkmen gördük; hepsinin elinde tahtadan bir-kürek vardı, içlerinden biri topluluktan ayrıldı, küreğinin üzerinde bir parça ekmek ve bir tutam tuzla, selâm vererek bizim birliğin kumandanına yaklaştı; saygı göstermenin bir başka türlüsü de böyleydi.

  • Bizi selâmlamak üzere yola çıkmış olan Kilif Be* ği geldi. Cengâver görünüşlü olan bu kişi orta boylu, esmer ve gaga burunlu idi. Kaftanı kırmızı Buhara kadifesinden, kemeri gümüş süslü, eğri kılıcı firuze ve yakut kakmalı, uçlan kalkık çizmeleri yeşil deriden, bindiği at çok çevik bir kısraktı. Ki lif'in önemi Beği- nin güzel giyimi ile uygun değildi. Amu yakınında bîr tepe üzerine tünemiş olan buyruğu altındaki şehir daha ziyade kasaba adına lâyıktır. Şiddetli güney güneşi gölgelerin görünüşünü güçlendirmekle birlikte Ki- lif'e tamamen doğuvarî bir fizyonomi veriyordu; evlerin havası öylesine sefil, onlara hâkim olan ve ırrnağm karşı kıyısındaki Afgan kalesine meydan okur gibi duran yer yer çatlamış kalesi öylesine yorgun görünüyordu ki, «İşte yaşamak istediğim yer» şarkısını söyleyebilmek için en ufak bir istek bile uyanmıyordu.

  • Hisarın eteklerinde, sık söğütlerin gölgesinde kamp kurduk. Karşı kıyıda genç Afgan prenslerini ve ev sahiplerini bekleyen beyaz çadırlar gözüküyordu. Türkmenlerin tüfek atışları top sesi gibi yankılandı. Herkes Amu-Derya'ya kavuşmaktan mutlu görünüyordu: Bütün gün eğlencelerle geçti. Akşamleyin kaval ve dumburak sesleri işitildi. Herkes kendi başına ırmağın nefis suyundan yararlanıyordu.

  • Kireçli kumtaşından iki tepenin arasına sıkışmış olan Amu-Derya'nın buradaki genişliği dört yüz metre kadardı. Taşıdığı muazzam miktardaki kumlar hemen hemen her gün yatağının değişmesine sebep oluyordu. Yağmur mevsimi henüz başlamamış olmakla birlikte ırmağın suları şimdiden saatta dört kilometre hızla akıyordu. Karşı kıyıya geçmek için dipleri düz dört büyük sal kullanılıyordu. Bu sallardan ikisi Buharalılara, diğer ikisi AfganlIlara aitti. Bir kıy.ıdan diğerine geçmek için ödenen ücret, geçecek olan şeyin cinsi ve ağırlığı ile değişiyordu. Her iki Emir'e de iyi gelir sağladığı anlaşılıyor. Kilif, Afganistan veya Buhara 'dan gelen kervanların yolu üzerinde bulunduğundan ve yağışlar sırasında buradan geçişin Patta - Kisar'a göre daha uygun olması iki Emir'in geçiş paralarını! önemli ölçüde arttırıyordu.

  • Her sal, yüzmek zorunda kaldıklarında başlarının su üstünde kalmasını temin etmek bakımından kısa iple bağlanmış iki atla çekiliyordu İki adam atları yönetiyor ve bağırışları ile onları tahrik ediyordu. Atlar ırmağın ipinde dibe bastıklarında yürüyorlar, su derinleşince yüzüyorlardı. Devamlı gidip, gelmeden kaburgaları çıkmış hayvanların işini kolaylaştırmak için salların arkasında bulunan dört kürekçi ilkel dümenleri kullanıyorlardı. Kervanı karşı kıyıya geçirmek için iki gün gerekiyordu, yani notlarımızı düzene koymak için yararlı iki günlük dinlenme.

  • Karşı'de olduğu gibi hekimimiz burada da hastalara baktı. Çok raslanan hastalıklar yine deri hastalıkları ve frengiydi. Hoca Saib de hekimden yardım istedi. Yüz nezlesinden muzdaripti. Onu uzun zaman bizim çadırda muhafaza ettik. AvrupalI gözü ile Hoca Saib- in uygun davranışları vardı. Bakan ve olağanüstü elçi olmasına rağmen ne yazık ki hâlâ burnunu eliyle siliyor; yemek yerken hiç bir zaman çatal kullanmıyordu; bu Satıhlara ait tenkidlerimiz dışında, çok nazik, üstün zekâlı, derdini kolaylıkla ve liyakatla anlatabilen bir adam olmaktan geri kalmıyordu. Hindu - Kuş'un güneyinde yer alan esrarlı Kâfiristan ülkesinin insanları hakkıda hayâl ürünü terimlerle bize bahseden o olmuştu. Söylediğine göre Kâfirler melekler kadar güzel, saçları siyah imiş. Yaşadıkları dağlarda, ormanların ağaçları kadar kalabalıklarmış: düşmanlarından birine bir taş attıklarında, o taş düşmanın göğsüne isabet e- derse sırtını delip çıkarmış; koştuklarında ise ayakia- rın:n yere değdiği hiç görülmezmiş. Bazen Afganistan'a veya komşu ülkelere gelirler, fakat yabancıların kendi topraklarına gelmesine asla izin vermezlermiş. Kadınları da yine iri yarı, kuvvetli, beyaz tenli ve öylesine güzelmiş ki, her «karışlarına yüz, hattâ bin rupi ödenerek satın alınsalar değermiş.

  • Hoca Saib dokuz yıldan beri duldu. Çok sevdiği bir karısı varmış; karısı onun için iyi bir dostmuş. Öldüğünde arkasından çok göz yaşı dökmüştü. Başkasının onun yerini dolduramıyacağından emin olduğundan, henüz genç olmasına karşılık başka bir kadınla evlenmek istememişti. Yıllar geçmiş, sonunda tek başına ölmüştür.

  • Fizikî ve manevî enerjiden yoksun Buharaltinın hür- metkârhğı ve sadeliği Afganlıda bulunmaz. Af gani ı, canlı, sinirli erkek görünüşlü, aceleci tavırlı, dik başlı, enerji dolu şimali bir adamdır. Burnu düz, bazen iri, alnı çıkık, elmacık kemikleri az gösterişli, yüzün a!t kısmı dardır. Bazen mavi veya elâ olabilen kara gözleri badem gibi olup çok güzeldir; bakışları ise serttir. Genellikle kısa olan boynu dik omuzları içine gömük gibi gözükür. AfganlIlar ince, narin yapılıdırlar. Kolları, bacakları kocaman değil, ama güçlü ve adalelidir. Ayakları büyük ve fazla geniş değil, el parmakları çok uzundur. Afganlının bütünü direnmeyi olduğu 'kadar huzur ve sükûnu da işaret eder.

  • Kudrete hayran olmak için doğulan, efendi önünde secdeye kapanmanın ayıp sayılmadığı bu ülkede hayret.edilecek bir noktâ AfganlIların Emirlerinden kayıtsızlıkla bahsetmeleridir. Yüksek sesle onu tenkid etmekten çekinmezler. Hiç çekinmeden belirli bir durumda yanlış hareket ettiğini, bir başka durumda daha iyi davranabileceğini söylemektedirler, önderlerinden sanki kendileri ile eş durumda olan birisi gibi bahsetmektedirler. Emirleri önünde kişisel bağımsızlıkları ve gururlu davranışlarını görünce Aragonlıların krallarına «aksi takdirde hayır» demeleri aklımıza geldi. Şu fıkra özellikle karakteristiktir.

  • Afgan ülkesindeki töreye göre biri Emiri görürse ©nu selâmlar, o da hemen selâmı iade ederdi. Bir gün Emir dolaşırken kafası çok meşgul olduğundan kendisine selâm veren yolcuyu farketmemiş ve selâmını iade etmemişti. Afganlı Emirin yanında durmuş ve nihayet Emir onun farkına varmıştı.

  • Benden ne istiyorsun?

  • Sana Selâmünaleyküm dedim, sen cevap vermedin.

  • -— Vealeykümselâm, diye Emir cevap vermiş ve yoluna devam etmişti.

  • Diğeri de hayatından memnun uzaklaşmıştı.

  • Bu insanlar ülkelerinden gururla bahsederler; Asya'da ilk defa olarak orada vatan sevgisi, Millî gurur gördük. Amu-Derya'nın öteki kıyısmdaki komşularına gelince, kimin kendilerini yönettiklerine bakmaksızın bütün istilâcılara boyun eğiyorlar, AfganlIlar ise bağımsızlıklarını korumak için devamlı bir gayret içinde bulunuyorlardı. Kişisel değerlerinin şuuruna varmış olduklarından diğer AsyalIlardan kendilerini üstün görüyorlar, kudretlerini ve ihtiraslarını anladıkları İngilizlerle Ruslardan çekiniyorlardı.

  • Bu yüzden AvrupalIlara karşı duyulan nefrete ve ülkelerine gezginleri sokmaktan hoşlanmamalarına hayret etmemek gerekir. Onlar için bir gezgin daima bir düşmandır; onu, araziyi inceleyip, askerlere yol göstermeye hazırlanan bir Rus veya İngiliz olarak görmektedirler.

  • Kilif'teki ilk gün boyunca Türkmenler ile AfganlIlar karşı kıyıya geçtiler.

  • İkinci gün sıra Kazaklara, yiğitlere, ve onların atlarına geldi. Hayvanların yüklenmesi çok zahmetli oldu: bazı atlar sahiplerinin bir işareti üzerine sala hemen geçiyorlarsa da, daha genç ve bu hareketlere alışmamış olan diğer hayvanlar başarısız denemeler yaptiK- tan sonra karayı bir türlü terketmek istemiyorlardı. Sahipleri istedikleri gibi davranması için bu atları sesle, hareketle ve sağrılarına vurdukları kamçı darbeleri ile harekete geçirmek istiyorlar; iki adam dizginlerden çe^ kerken, diğer ikisi arkadan itiyordu. Bir at bütün na- sihatlara sağır kalıyor, vurulan darbeleri hissetmiyor, hareketsiz kalıyordu, ön ayaklarından birine sağlambir ip bağlandı, çekildi, işte o ayak sala girdi; diğerleri de arkadan iterek tamamen içeri soktular. Haykırışlar, kırbaç sesleri, bir ata edilen küfürler, bir binicinin beceriksizliğine atılan kahkahalar işitiliyordu; bir yiğit atını kuyruğundan çekerken, gürbüz şen, şakrak bir baş kası, kelimenin tam anlamıyla hayvanını havaya kaldırıyordu. insanların sabrı hayvanların inatçılığını kırdı ve yükleme kimsenin kaba hareketleri yapmasına gerek kalmadan tamamlandı. Atlar dizildikten sonra, sıra salı çekecek olan cılız atları koşmaya geldi. Amu -Derya'ya geçmenin hoşluğunu Kazak atlarına nazaran daha iyi anlamış olan bu atlardan biri birden atıldı ve hemcinslerinin ortasına düştü, ama onları kızdırınca çiftelerini yemekten kaçınamadı. Sıcak olmıyan bu karşılama zavallı hayvanı gerçeğe döndürdü; durumunu kavradı ve hemcinslerinin yanında karşıya geçemi- yeceğini gördü. Yeniden karaya döndü ve salın önüne bağlanmasına direnmeden razı oldu. Yarı çıplak iki Türkmen suya girdiler ve Afganistan topraklarına doğru yol alacak olan salı ırmağın dalgalarına doğru ittiler.

  • Sala binme sıralarını beklerken ırmağın kıyısında bayraklarının çevresinde hareketsiz bekleyen Kazakları görmek gayet hoş oluyordu. Sağlam yapıları, koyu renkli, tozlu elbiseleri, tunçlaşmış yüzleri, atlarının başında dimdik duruşları ve maceraperestlere özgü kayıtsız ifadeleriyle ressamlara ilham verecek b»r tablo yaratan Kazakları seyretmek gerçekten güzeldi. Mükemmel bir bozkır adamı, iyi nişancı, sağlam, yorulmaz süvari olan Kazak Asya savaşları için yaratılmış gibiydi. Kimse onun kadar iyi bir ata bakmayı ve binmeyi beceremez; ihtiyaca göre kâh eyerci, çizmeci, terzi veya aşçı olabiliyordu; yorgunluğa rağmen neşesini muhafaza ederek, gerektiğinde iyi bir piyade askeri gibi, dağda olduğu gibi ovada da aklın almıyacağımesafeleri katedebilir. Kazak Sibirya'yı fethetmiş, Asya'nın geri kalan kısmını da fethedebilir.

  • Ben bu düşüncelere dalmışkert «Uralsislerin (1) sonuncusu da Amu'yıı aşmıştı; filâmaları çoktan Afgan kıyısında dikilmişti bile.

  • Buhara topraklarında subaylar, tercüman ve bizden başka kimse kalmamıştı.

  • iki Afganlı başkanın bizi karşı kıiyıya geçmeye dâ- vet etmek üzere geldikleri bildirildiğinde karşı kıyıda kalanlar olarak hep birlikte çay içiyorduk.

  • Çadırımıza girerlerken iki ellerini kalplerinin üzerine koyarak bizi ciddî bir tavırla selâmladılar. Dizlerinin altına kadar inen koyu renkli bir kaftan, bileklerde sıkılmış bol bir pantolon ve çorapsız ayaklarına pabuçlar giymişlerdi, ilk olarak söz alanın çok yakışıklı bir çehresi, ince ve düzgün hatları, kara gözleri, zekâ fışkıran bakışları, bütünüyle büyüklük taşıyan tavırları vardı; yönetmeye alışmış bir soydan geldiği belli oluyordu. Bağdaş kurarak oturdu, Çar'ın, Yarım Paşa’nın ve yolcuların sağlıklarını sorduktan sonra Afgan halkının ve Emirinin Ruslara karşı gösterdikleri düşmanlığı tenkid etti; çünkü Ruslar AfganlIlara karşı daima iyi davranmışlar ve Abdurrahman'.ı bir dost gibi kabul etmişlerdi. Ve madem ki şimdi Ruslar iki oğluna eşlik •etmek istemişler, Amu-Derya'yı geçmek ve onları Me- zar-ı Şerîf'e kadar götürmek lütfûnda bulunmuşlar vs istedikleri kadar Afgan topraklarında kalmaktan hoşlanacaklarını söylemişler, ülkenin hâkimleri gibi kendilerini görüyorlar, Afganistan'ı ikinci vatanları olarak kabul ediyorlar demektir...

  • Buhara Emirini temsil eden mirza dasterkâne ikram etti; fakat AfganlIlar sanki Buharalılara olan nefretlerini belli etmek istercesine bir az tatmışlar, sonrateşekkür bile etmeden bir kenara bırakmışlardır. Mirzanın yüzü birden'kederlendi. Daha sonra başkanlar ayağa kalktılar, çadırın kapısını açarak: Önce geçmemiz için bize yol verdiler, önümüze düşerek grubumuzu bizi karşıya geçirecek olan sala getirdiler: malların hiç ıslanmaması için salın üstüne konmuş yüksekliğe karşılıklı olarak oturduk. ‘

  • Konuşma devam ediyordu. Deminki konuşucu, son olarak ingiIizlere tattırılan yenilgileri ima ederek, ıbize tebessüm ederek Hindistan'ın sahipleri ile verdikleri uzun savaşların açıklamasını yapıyordu:

  • «Afganistan dağlık bir ülkedir. Zenginleşmek için boşuna çabalayan fakir insanlar olan halkı kendi karnını ancak doyurur. Bazen sefaletlerine bir son vermek isterler; fakat Allah'a yalvarmak ve mahzun kaderlerine merhamet dilemekten başka bir şey yapamazlar. Bazen Gök onların sözünü dinler. 1843'lere doğru mahrumiyet içinde yasamaktan sıkılan babalarımız Allah'a çok yalvarmışlar, kendilerine servet göndermesini dilemişlerdi; ve Tanrı da onlara, güzel silâhlar ve bot yüklerle gelen İngiIizleri yollamıştı. Babalarımız dualarının kabul edildiğini anlamışlar, İngilizleri ya öldürmüşler, ya kovalamışlar, beraberinde getirdiklerini de ellerine geçirmişler. Uzun müddet ellerine geçirdikleri ganimet AfganlIların refah içinde yaşamasını sağlamıştı. Fakat zamanla elde bir şey kalmadı. Bu son yıllarda da eskiden olduğu gibi sıkıntı içine düştük. Biz de babalarımızı taklid ettik. Allah'a yalvararak gözlerini bir az üzerimize çevirmesini istedik, yine dualarımız kabul olundu ve İngilizler geldi. Onlara ne yaptığımızı- biliyorsunuz.»

  • Üzerinize daha başka İngiliz gönderecek nrn dersiniz?

  • Onu sadece Allah bilir! Belki.

  • Bu başkan Abdurrahman'ın en ateşli taraftarlarından biriydi ve dostunun cüretli bir darbe ile kazandığı zafere önemli oranda katkıda bulunmuştu. Abdur- rahjman Amu-Derya'yı aştıktan sonra Yakuıb Han'ın sadık adamlarından birinin kumandasında iki bin kişilik bir kuvvet üzerine yollanmıştı, fakat bizim konuşmacı sadece beş yüz kişinin başında bu iki bin kişiye baskın yapmış ve hepsini dağıtmıştı. Daha başlangıçta elde edilen bu başarı henüz kararsız olan bir çok Afganlıyı Abdurrahman'ın tarafına geçirmişti.

  • —- Beş yüz kişiyle iki bin kişiye saldırmaya nasıl cesaret ettiniz? Size yollanan yardımcı kuvvetleri niçin beklemediniz?

  • Çünkü düşmanlarımız arasında kazanmak azminde olmayan Şartlar, özbekler, Türkmenler gibi çeşitli kavimlerden askerler vardı; diğer taraftan onları gafil avladığım için kötü bir- durumda bulunuyorlardı. Benimkilere gelince, cesaretlerine sonsuz güvenim olan AfganlIlardı. Başka kavimlerden askerlerim öl- saydı asla böyle bir şeye cesaret edemezdim.

  • Bu arada Afgan topraklarına varmıştık. Herkes karaya atladı. Beğler bizi ırmağın kıyısında kurulmuş parlak renkli bir çadıra dâvet ettiler.

  • Genç prensler hizmetkârlar tarafından taşınan tahtırevanda taşınıyorlardı. Çadırın içine girdiğimizde o- turmak içi tahtırevan yere indirildi, çocuklar dışarı çık. tılar. Yanı-Avrupalı, yarı - Doğuvari elbiseler giymişlerdi. Aramızda şeref yerlerine oturdular; onları selâmladık, bize ellerini verdiler.. Sonra arkası arkasına «S e* Jâmün aleyküm ve eJeyküm selâm» sözleri dolaştı.

  • Yeniden konuşma canlandı, Rusların konuğu olduğu sıralarda Emir'in geçmiş günlerinden bahsedildi; dasterkâne getirildi, çay fincanları dolaştı. Mirza çocukların arkasında duruyordu; yetiştirdiği prenslere karşı ihtimam duyuyordu; bir başka Afganlı da çocuklardan en küçük olanının- başını okşayıp duruyordu.

  • Çocukların yanlarında kılıçları, kemerlerinde tabancaları vardı. Küçük olanı altı, yedi yaşlarındaydı; tercüman Zaman Beğ'in anlattığı masalları büyük bir zevkle dinliyor, onu çok seviyordu. Zaman Beğ ona Farsça kılıç demek olan «Şemşir» kelimesini çok dikkatle telâffuz etmesini kabul ettirmişti, zira ilk hece «şem» den sonra söylenecek olan «şir» hecesi birinin yüzüne karşı söylenirse kılıcın kınından çıkarak o kişinin boğazını kesebileceğini öğretmişti. Çocuk «şem» hecesini söylediğinde Zaman Beğ korkuya düşmüş gibi yapınca kahkaha ile güldü, fakat onu teselli etmeyi de unutmadı: «Hiç endişe etme Zaman Beğ, sen benim dostumsun. Dün seni vurmak korkusundan tabancamı Kilif yönünde ateşlemedim.»

  • Daha sonra prensler ile beğler kalktılar. Onlara vedâ ettik. Hoca Saib'e iyi yolculuklar diledik, son defa elini sıktık, kara gözlü beğ ile Rus subayları bizi sala kadar götürdüler. Badahşanlı sanatkâr da oradaydı, onun için yaptıklarımızdan dolayı şükrânlarını belirtiyor, başlarımız üzerine Tanrı'nın lütuflarını çağırıyor ve biz hareket ederken göz yaşıl döküyordu. Yerleştikten sonra hareket işareti verildi. Salda ve kıyıda olanlar ellerini sakallarına götürdüler, atlar yüzmeye başladı, yavaş yavaş Buhara topraklarına doğru ilerlemeye koyulduk.

  • Afganlarla birlikte yolumuza devam etmek ve eski harabeleri ziyaret etmek isterdik. Fakat ülke henüz yatışmamış, yabancıya olan düşmanlık en uç seviyesine erişmişti, Afganlılar da serbestçe dolaşmamıza asla izin vermezlerdi. Bu geziyi ileri bir tarihe aKık. Vaad edilen toprağı 'görerek teselli bulamadık, ufku bizden gizleyen Kilifli kayalıklarımı hiçbir zaman aşamadık: halbuki bunların üzerinden güney - doğu yönüne, ilk uygarlığın doğduğu ve atalarımızın tarihlerinin başlangıcım yaşadığı Asya'nın o köşesine bir bakış atabilirdik.

  • Çadırımıza döner dönmez, uzun zaman yaramızda kalan Buharalı Mirza nın ziyaretiyle şereflendik. Coğrafî bilgisi bir hayli genişti. Frenklere ait bir ülke olduğunu biliyordu. «Dikeniz çok kalabalık ve çok zenginmiş, orada yaşamak çok rahatmış. Halk güzel ve çok beyazmış; bir çok makina icad ettiklerinden çok zekimişler. Çok zengin ve çok kalabalık bir başka ülke de Çin'dir. Ne askerlerini, ne de halkını saymaya imkân vardır. Çin imparatoru dünyanın en güçlü hükümdarıdır.

  • Ama Frenkler Çinlileri yendiler.

  • Doğru; ancak Çinliler yenildiklerinde silâhları kötüydü; şimdi Frenkler gibi tüfekleri ve topları var, artık yenilmezler.

  • Mirza başını sallıyarak:

  • Buhara güzel, çok büyük bir ülkedir. Ama Rus- lar onun topraklarını küçülttüler.

  • Bir ülkenin yüz ölçümü ne onun kudretini, ne de zenginliğini sağlar; daha ziyade halkının zekâsı ve çalışkanlığı ona değerini verir. Halbuki, Buharalılar çalışkan, toprakları verimlidir ve onu iyi ekip biçerler.

  • Şüphesiz, fakat Ruslar Semerkand'ı işgâl ettikten sonra suyumuz kesilmiştir ve Zerafşan vadisinde eskiden olduğu kadar tütün ve pirinç yetiştiremiyoruz.

  • Zaman gerçekten çok değişmişti!
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin