Ayşe:
__ Ben baba?
adeta hırladı: Senin işin yok! i kardeş başladılar gene: Asıl senin işin yok, hayvan! Hayvan olsam adım Ayşe olurdu. Dert. Karnına. Artanı da koynuna.
Babaları bakır güğümle uzaklaşmıştı bile nehire doğru. Kenarları geniş, eski hasır şapkasının altında, testi gibi sızıyordu, ılık ılık. Yüz elli metre ötede nehir, güneşi avuç avuç serpilmiş cam kırıklarında olduğu gibi belki de bir anda bin yerinden yansıtıyor, uslu uslu akıyordu. Aklına birden kardeşi gelen büyük oğul durdu, elini ağzına siper ederek taa karşıdaki alacığa doğru haykırdı:
— Aliiiii Ali!
Durdu, bekledi, tekrar bağırdı:
— Aliiiii Ali!
Cavit'le Ayşe koşarak geliyorlardı. Birinde Cavit'in ayağı kocaman bir kesek parçasına takıldı, yuvarlanıp kalktı. Ayşe'yi bir gülmedir tutmuştu. Cavit soluk soluğa hem koşuyor, hem de söyleniyordu:
— Kesek kız, kesek takıldı ayağıma da ondan. Sen olsan, dizlerin aynalanırdı da töbe kalkamazdın...
— Terbiyesiz, kız diyor bana! Babalarının yanma geldiler.
— Aliiiiii Ali! Cavit sordu:
253
ıc yayadan
— Hiiç, çimerdik ırmakta! îkisi iki yandan:
— Gidip çağıriyim mi baba?
— Baba, ben çağıracam!
Babalarının vereceği karşılığı beklemeden ikisi yandan pamukların arasında yıldırım gibi koşmıya b f' dılar. Ablası koşma bakımından Cavit'ten geri kaimi du. Dedelerinin alacığına yıldırım gibi daldılar. ^
— Emmi babam çağırıyor!
— Babam çağırıyor emmi. Irmakta çimecekmişsini.,| Emmi, bacısının yatağı yanındaki kendi yatağı^'
yorgunlukla doğruldu: ° a
— Çimecek miyiz?
— Heye emmi.
— Heye diyor, pis.
— Pis sensin.
Ana bu icadı beğenmedi:
— Terli terli, soğuk almaz mısınız yavrum? Soğuk alsalar, hastalansalar bile vızgelirdi. Patlıyor-
du sıcaktan. Şu ağası, şu ağası gibi yoktu. Irmak şınlda-yıp akıyordu da ondan başkası akledememişti.
Ardında yeğenleri, alacıktan çıktı.
Nenesi:
— Ayşe, dedi. Ayşe geri döndü:
— Buyur nene.
— Sen nerye gidiyorsun kız başmnan?
Ayşe alacığın kapısında kalakaldı. Nenesi de. Ne olurdu gitse? Biri babası, öteki emmisi. Cavit'i adamdan saymıyordu. Ne çıkardı?
— Anan pilâvı ateşe koydu mu?
— Bilmiyorum.
Nene torununun dargın sesiyle kendine gelerek kalk-
254
bileğinden tutup gelininin yanma aogrumu. iarı ida durdu, döndü, seslendi:
__ Zalhaa!
/^açıkta Zeliha, «Zalhasız kal!» diye homurdanarak kalktı, kapıya geldi:
__. Ne var?
__Sovan soyduğumuz bıçaknan kirtikli sahanı al,
birkaç baş sovanla gel!
Alacığa hırsla girdi. Babası da ayaklanmıştı. Bakmadı bile suratına. Bakmadı ama, Topal iştahlı iştahlı:
__Oğullarım nerde ben de orda, dedi.
Zeliha'nm nefreti büsbütün arttı: «Oğulların başucu-na otursun. Oğulları nerdeyse o da ordaymış...»
— ... onlar çimerken ben de elimi yüzümü yurum bir
iki...
Kızını alacıkta, kalaylı kalaysız sahanlarla uğraşır
bırakıp, topal bacağını çeke çeke ırmağın yolunu tuttu. Sıcak da hani hatırı sayılır cinstendi. Tıpkı Tfabulus gibi. Trabulus'un geceleri soğuk olurdu ya gündüzleri... Cehennem!
Tahta bacak yumuşak toprağa battığı için, ağır ağır yürüyordu. Kahverengi topraklarda karafatmalar, iri kıçlı kırmızı karınca, yeşil kertenkeleler dolaşıyordu. Havaya baktı, tertemizdi gökyüzü. Ama belli olmazdı. Ağus-tos'un ikinci yarısını epey geçmişlerdi sonlara doğru. Bir gün bir fırtına, arkasından bir yağmur... Yağmur yağarsa halleri dumandı. Birden sarı, sapsarı bir yılan. Bir tarla yılanı. Durdu. İlişilmezse yılanın insana zararı dokun-mıyacağma inanan bir yanı vardı.
— Geç yavrum geç, dedi. Haydi, geç...
Orta parmak kalınlığında sarı yılan anlamış gibi durdu, çatal diliyle Topal'a baktı, dilini içeri dışarı çıkardı Çekti çıkardı çekti, sonra güneşin san sarı parlattığı kay-
255
--------------"-j -¦« ^MmMiwujı jjii ouı a
lan arasında akıp gitti.
Trabulus'ta değil böyle, bilek, pazı, hattâ daha t nicelerini görmüştü. Yılan öldürmezdi, huyu değildi J" diye öldürecek? Ona dokunmıyan yılan bin yaşasın, s e ra, kininden korkardı yılanın, çok. Babasından, dede«' den işitmişti, eşi öldürülen dişi bir yılan yıllar yıh öcy „' unutmamış. Adam nereye gitse ardında. Deniz aşın \% mış, kurtuldum bellemiş. Yılandır deniz aşırı yollam] bir sürüdeki koyunlardan birinin boynuzuna dolanıp pe nıiş denizi, adamı bulmuş, eşinin öcünü almış!
Nehire geldiği zaman iki oğlunu geniş kulaçlarla su. da yüzer buldu. Tarlanın bıçakla kesilmişcesine dimdiV inen ucunda durdu. Çipil sular güneşi bin yerinden yansı. tarak yirmi metre kadar aşağıdan akıyordu. Kıyıya oturdu, ayaklarını sarkıttı. Çevresinde, çakan şimşekler gibi yeşil kargalar uçuşuyordu. Kimbilir, belki de buralarda bir yerlerde, yuvaları vardı. Şu sıra oğullarının yerinde olmayı isterdi. Gençliğindeki gibi. Nişan'la birlikte Sey. han nehrinde Taşköprünün en yüksek yerinden, nehirin en derin, en burgaçlı (54) yerine kendilerini kaldırıp attıkları yıllar!
İçini dertli dertli çekti.
Birden Bahri paşa... Dükkânı, dükkânının bulunduğu ayakkabıcılar çarşısını, Berber Bahri'yle Oğlan Cemil ve ötekileri hatırladı. Güldü. Ne yapıyorlardı acep şimdi? Bahri paşa... «Ulan siz ne bilirsiniz. Bahri posayı? Nişan'la Taşköprü'den atlıyorduk, arabasıyla geldi... Töbe estağfurullah... Bahri paşa değildi o. Hep de karıştırırım. Başka bir paşaydı ya, hangi paşa?»
— Beh!
Ürktü birden, boş bulunarak. Torunuydu, Cavit
(54) Burgaç = Anafor.
256
^ Koçktun mu ne dede?
^, insan boş bulunursa korkmaz mı?
yanına geldi oturdu, dedesi gibi ayaklarını sarkıttı.
__Ayıp dede ayıp. Koskoca adam olmuşsun...
_. Sen korkmaz mısın?
__ Korkmam ya!
__ Boş bulun da bak.
___ Dede, şu kuşlar ne kuşu?
__Yeşil karga.
__ Kovuklara niye girip çıkıyorlar? __ Yuvaları var herhalde. __ Oraya mı yumurtlarlar? ._ Oraya yumurtlarlar.
— Yumurtalan yenir mi?
— Yenmez.
— Dede be!
— Hı?
— Ben yüzme belliyemem mi?
— Bellersin.
— Babamnan emmime dedim belletmiyorlar. Söyle de belletsinler. Söyler misin?
Dede toprağa tutunarak zorla kalktı:
— Nereye dede?
— Aşağı inelim de elimizi yüzümüzü yıkıyalım. Cavit inilecek yolu biliyordu:
— Gel dedi, arkamdan gel!
Önden yürüdü. Tutuna tutuna yirmi metre aşağıya indiler. Oğullan güneşin altında boyuna yanıp sönen >ıl 'Şii suları kocaman balıklar gibi kulaçlayıp duruyorlardı Topal'm içi gidiyordu ama, tahta bacak, ah bu tahta ba-^k! Yoksa, şimdi, şu yapış yapış yapışan terli içliklerinin filân kurtulup kendini suların serin koynuna atmak!
— Dede!
257
F. 17
sa.
¦— Babamgile söyliyecen değil mi? Sinirlendi:
— Ulan küçüksün daha, büyü hele...
Cavit somurttu. Ne biçim dedeydi bu. Bir söylese
Büyü hele, büyü hele. Büyümüştü işte, okula «•]' çekti bu yıl. Daha nasıl büyünürdü? ' e"
Topal kollarını dirseklerine kadar çemirledı, baş' besmeleyle elini yüzünü yıkamıya. Çarpa çarpa yıkarı ' deli bir camız gibi inliyordu. Ah ırmak, ah gözünü Sev.'.' ğim ırmak... Ne deyim sana topal bacak!
İki oğlu bir zaman iri balıklar gibi yüzmeye koyuı dular. Sonra ıslak sırtları, beyaz donlarıyla kıyıya ah lar. Gövdeleri kıpkırmızıydı. Büyük oğul:
— Irmak insanın tekmil yorgunluğunu alıyor, dedi Küçük başını salladı:
— Ne diyorsun bire ağa. Irmak gibi var mı? Büyük oğul güğümü doldurdu.
— Tamam mı? Gidelim mi?
îki oğlunun duydukları ferahlığı duyamamanın öfkesi içinde Topal, homurdandı:
— îşiniz bittiyse gideceğiz tabiî!
Yolu tuttular. Az önce Cavit'le dedesinin indikleri doğal merdiveni ağır ağır çıktılar. Nehir yanıp sönen ışıltı-lariyle aşağılarda kalmıştı. İki oğul, koltuklarında kuru çamaşırları, babalarının arkasından geliyorlardı. Kuvvetli güneş daha şimdiden sırtlarını kurutuvermişti. Alacıkların yanına gelinceye dek beyaz donları da kuruyacaktı.
Küçük oğul:
— Bi acıktım ki, dedi. Büyük başını salladı:
— Ben de.
İkisinin aklından da bol domatesli, sovanlı bulgur pilâvı geçti.
258
teSleriyle pişmiş bol sovanlı bulgur pilâvı tenceresini sten indiren ana ter içindeydi. Yanıbaşında dikilen ge-Joine bakmadan:
__Biraz dinlensin, dedi.
Gelin, güneşin altında duman duman titreşen ovaya baktı- Sıkıcı, çiy bir aydınlık! Çalışmak değil, alacığın dibinden durup bakması bile terletiyordu insanı. Gözlerini ovanm çiy sıkıntısında dolaştırırken birden kocasiyle ötekileri farkederek haber verdi:
— Geliyorlar!
Ana terli yüzünü koluyla silip kalktı, yüz, belki de, yiizelli metre öteden ağır ağır gelmekte olanlara şöyle bir baktı, sonra az ilerisinde salatayla uğraşan kızma döndü:
— Elini çabuk tut! Zeliha alındı:
— Oynamıyoruz ya!
— Başlama gene Allanın şu sarı sıcağında... Kuyruğundan kıl alınmıyor bee...
Zeliha karşılık vermediyse de, elindeki son domatesi de doğrayıp kenarları kirlikli büyük bakır sahanın başından kalktı, yengesine: :
— Ellerim yaş. Tuzunu da sen at! dedi .
Ana, pilâv tenceresinin yanında duran tahta kutudan aldığı tuzu salataya ekeledi:
— Limontozunuz nerede?
Gelin geç kalmışcasma koştu, alacığın kapısında bir an durdu:
— Limontozu mu sirke mi?
— Koruk ekşiniz varsa daha iyi.
Gelin alacığa girdi, koruk ekşisi şişesini buldu. Bir kahve fincanına şişedeki kaynatılmış kapkara ekşiden bi-
259
fincanı kaynanasına götürdü:
— Buyur.
Kaynana fincanı aldı. Ekşi yeterince, ama, gene de beğenmemeli, gelinine söylenecek bir bulmalıydı:
— Şu fincanın pisliğine bak!
Beyaz fincanın dışı pis değil, tozluydu sadece. Qej. aldırmadı. Kaynana da üstünde durmadı, ekşiyi bol So. van, yeşil biberli çoban salatasının üzerine gezdirdi. Son. ra da belini tuta tuta kalkmağa çalıştı:
— Aman belim belim belim...
Kalktı, iki kat, ayakta durmıya çalıştı. Sonra ağır ağır yürüdü. Beli ağrıyor, bacakları tutmuyordu. Koca-siyle çocukları, torunu gelinceye kadar bir süre yambal yambal yürüdüyse de sonra eski halini aldı. Kocası karşıdan görmüştü karısının tutukluğunu. Işıl ışıl parlıyan geniş alnıyla gülerek takıldı:
— Ne o kocakarı, külüstür kan ne o gene? Belini tutarak:
— Külüstür hı? dedi, külüstür olduk... Sayende oğlum. Ben bu külüstürlüğü babamın evinden getirmedim ya!
— Çeneyi bırak da... Sözünü kesti:
— Boğaz değil mi? Sana varsa boğaz, yoksa boğaz. Avratmış, beli ağrıyor, bacakları tutuluyormuş... Umurunda bile değil!
— Nolacak bire avrat. Ihı geldik, ıhı gidiyok! Zeliha büyük ağasıgilin alacığından haber verdi:
— Yemek hazır, buyrun!
Cavit ablasını, Ayşe'yi arıyordu yana yana. Bulamayınca sordu:
— Hala!
260
_- Hı/
__ Ayşe nerde?
__- Abla desene, köpek!
._Niye diyeyim? Nerde?
.__Ne bileyim ben?
Neneleri birden aklederek antenlerini gerdi adeta: gerÇekten de, demindenberi ortalardan silinmişti. Sıcak ggle güneşinin pamuk kozalakları üzerinde titreştiği ova-
çabucak gözden geçirdikten sonra: ' — Bizim alacığa git bak hele...
Cavit çıplak tabanlarını yakan toprakta koştu. İçerdeydi. Dedesigilin toplanmamış yatağına yüzükoyun uzanmış, şakağmdaki saç dipleri tomur tomur ter içinde, uyuyordu.
Cavit yanma gitti, omuzundan sarstı:
— Kız, kız Ayşe, Ayşe kuz!
Tekrar, sonra tekrar sarstı. Ayşe silkinerek uyandı. Karşısında kardeşini görünce parladı:
— Ne var be? Burada da mı buldun beni?
— Ne bağırıyon kız? Gelmezsen gelme! Kalktı, çıkacaktı. Durdu:
— Emmim bana yüzme belletecek, dedi.
Abla zaten bu işe, ırmağa gönderilmeme işine kızmış, nenesinin «Ne işin var kız başmnan?» demesine alınmıştı.
— Bana ne?
— Seni hiç bırakmıyacaklar. Ben her daim yüze-cem...
— Yüzersen yüz. Ben neneme darıldım, yemeğe de gelmiyeceğim bir daha...
Cavit çıktı, gitti, haber verdi. Nenesi:
— Darılan yatağını ayrı sersin, dedi.
261
XVII
Geniş bakır sahanda sıcak sıcak tüten bol sovan, y domatesli bulgur pilâvına sekiz kişi kaşıkla girişmişle^ Demir kaşıkların bakır sahana değmesiyle ağız şapırtı rmdan başka ses işitilmiyordu. Ovanın nerelerinde giz[j oldukları hiçbir zaman bilinmeyen ama günün dayani maz san sıcağını yaygaraya boğan ağustos böceklerinin sesi bile. Bu ses, ovaya yeni gelenleri bir süre rahatsız ederse de, sonraları alışır, duyulmaz olur.
Birden sıcak alacığı iri bir eşek ansının kuvvetli vı-nıltısı dolduruverince, başta Topal eskici, kaşıklar bırakıldı. Kocaman arı kapıdan nasılsa girmiş, çadırdan çıka-mıyordu. San, sapsarı bir vınıltıyla, dolanıyor, boyuna alacığın bezlerine çarpıp geriliyordu. Her çarpış, her çarpıp gerileyiş, öfkesini artırdığı için, vmıltı çok küçük çapta bir jet uçağının gürültüsünü hatırlatıyordu.
Arı yeni bir toslamayla pilâvın içine kurşun gibi indi.
Topal eskici kaşığiyle bir vurdu. An olanca gücünü yitirerek sıcak pilâvın yağlı taneleri içinde debelendi. Ananın, sonra küçük oğulun kaşık darbeleri.
Ana:
— Yaazık, dedi. Belki de haberciydi fıkara... Topal eskici kırmızı sakalına dükülmüş pilâv tanelerini eliyle çırptıktan sonra:
— Küllü muzırrün yuktel! dedi.
262
__f demek o dede?
güyük oğluna ciddi ciddi baktı:
^_ Çocuklarının din tarafı pek gevşek!
giiyük oğul yeni bir tartışmadan kaçınmak için kar-.u yermedi. Ama baba ucunu bırakmak niyetinde değil-?Ekledi:
__Dini gevşek olanların imanı da gevşek olur. îma-
gevşek olanlannsa ne devlete faydası vardır, ne de millete!
Sanki oğlunu kışkırtmak niyetindeydi. Gene karşılık
Yamayınca biraz da hışlanarak tamamladı:
_- Din iman gevşekliğinden değil mi zâti rızklanmı-
2in yön değiştirmesi? Dinimiz imanımız gevşedikçe Ce-
nabıallah yokluknan terbiye ediyor bizi!
Ananın hiçbir diyeceği yoktu. İçten içe mırıldandı:
— Ya neblim ya neblim...
Arı ölüsü pilâvdan çıkarılıp atılmış, atılmasiyle de unutuluvermişti. Cenabıallahm «Küllü muzırrün yuktel!» ini az önce tekrarladığı sıra büyük oğlunun bıyık altından gülmesine takılmıştı. Sinirlenip işi bir parça uzatmasının sebebi buydu. Ne zaman Allah, kitap konulan açılsa, oğlan ya bıyık altından güler, ya da iyiden kötüden hiçbir karşılık vermezdi. Gâvur muydu bu yâni? Gâvursa anlamalıydı, anlamalıydı ki, dini bütün bir baba olarak...
— Ha dede? Neydi o demin dediğin? Kesti attı:
— Babana sor! Babasına döndü:
— Ne baba?
Büyük oğul hiç de dindar olmadığı halde, biliyordu gene de:
— Bütün zararlılar katledilebilir demek.
— Katledilebilir ne demek?
263
Dışarda birisini çağırır gibi üst üste, sinyal ve sine bir ıslık durup durup tekrarlamasa, «Küllü n/*^" rün yuktel!» üzerinde belki de tartışmaya girişecelj]U?lr" Herşey unutuldu. Kimdi? Şehir biçimi ıslıkla sinyal J^'' kim olabilirdi? ere5
Cavit sofra başından kalktı, alacığın kapısına k0 sonra heyecanla haber verdi: ?tu>
— Ünal abi...
Topalla karısı kaygılı kaygılı bakıştılar. Küçük o" lun kaşları çatıldı, somurttu. Büyük oğul ne diyeceği şaşırmıştı. Gelinse, renkten renge giren görümcesine J" ucuyla baktı. Görümce sevinmek mi, yerinmek mi gereı tiği arasında kızarıp bozarıyordu. Akşam gelecekti güya Öyle konuşmuşlardı. Öğle vakti gelmesi nedendi?
— Selâmünaleyküm. Boğazola! Sofra başındakiler isteksizlikle:
— Hoş geldin, buyur...
Dediler. Koltuğunda bir paket, girdi. Karnını doyurup gelmişti. Rakı getirmişti emmisine. Cavit'e de ufak, kuş lâstiği... Sonra köyden üzüm, beyaz peynir bir de köy bakkalının vitrininde kimbilir ne zamandan kalmış, iki kutu sardalya balığı.
Bütün bunlar, hele emmisi için şehire maden suyu sodası ısmarlaması, hiç beklenmiyen bu misafirin alacığa getirdiği soğuk havayı silivermişti.
Topal eskici:
— tyi has amma, dedi, senin iş vaziyeti nasıl oldu? Bir kıyıya ilişirken omuz silkti:
— Amaan bire emmi, düşündüğüne bak. Birkaç kuruşum var cebimde. Beni idare eder. Bitinceye kadar Allah kerim!
Ana anlamlı anlamlı:
— Kerimin kuyusu derin, dedi.
264
Hattâ buraya gelmeyi aklından geçirdiği sıra böyle bir tepki yaratacağını hesap etmişti ama, çıkardı? Gece yarısı, birkaç yüz metre ötedeki hende-tıpış tıpış gelen bir kızın hatırı için... Gerekirse açık ^verirdi. Ne vardı yani? Birbirlerinden hoşlanmışlardı.
[L mı? Günah mı?
Zeliha'ya şöyle bir baktı... Başını sofraya eğmiş, kıp-krHiizı» hattâ kulak uçlarına doğru seyrekleşen saç dip-I ri terli terli. Ama oturuşundan belliydi mutluluğu. Yal-,z vakitsiz gelişi. Gece, hendekte: «Babam akşamlan içmeden duramaz. Güneş battıktan sonra bir şişe rakiy-[e geliver, çok sevinir...» deyişine tamı tamamına uymamış, işi erken tutmuştu. Bir cigara yaktı:
— İşe başladınız ha? Nasıl kolay mı? Topal eskici:
— Kolay olur mu? dedi.
— Gece ne yaptınız sineklerle?
Hepsi birden bunu hatırladılar: Ay ışığıyla yıkanan ova, kurşun gibi yarasalar, sivrisinek vmıltıları...
— Çok fena.
— Fena ki fena, dedi ana. Zehirli sıtmaya yakalanmazsak iyi.
Gelinine döndü:
— Çocukların cibinliğini dikmeyi unutma!
Ünal, küçük oğulun hâlâ sinirli haline dikkat ederek, kayıtsızca konuştu:
— Kinin, Atebirin almayı unutmayın. İlle de çocuklara. Çocuklar yakalanırsa yandınız. Sonra, köyde bir ihtiyar göğe baktı, yakında yağmur var dedi!
— Yağmur mu var dedi?
— Öyle. O ihtiyar rasathane gibi adammış. Küçük oğul birden döndü sordu:
265
— Biliyor, dedi. Nerden bildiğini bilsem ben de gibi... .
— Doğru, diye sözünü kesti Topal. Trabulus'ta j» „ rıbî'ler vardı, ordan biliyorum... ^
Küçük oğul anasının dizini diziyle dürttü.
— ... havaya bir bakarlardı, filân gün yağmur rrm j diler, hiç şaşmazdı. Avratların bastığı kuma bakıp, av_ din gebe mi, değil mi, gelin mi, kız mı, hattâ kaç av] ı hamile olduklarını bilirlerdi!
Cavit bir dehşet ıslığı çaldı.
Bir zaman susuldu. Yemek yenilmişti zaten. Topal es kici oturduğu yere yanladı. Gelini anlıyarak usulcacık kalktı, alacığın bir kenarındaki dörtlük mor cezveyi aldı çıktı. Bir kıyıya, pilâvın pişmesinden arta kalan ateşlere cezveyi sürerken, Zeliha geldi. Gözlerinin içi gülüyordu cıvıl cıvıl.
Yenge usullacık sordu:
— Hani gece gelecek diyordun?
— Gece gelecekti bacım, bilmem ki...
— Hasretine dayanamadı mı dersin? Mutlu, gülüverdi:
— Hadi be sen de...
Çömeldiği yerde döndü, alacığın kapısından çapraz görünen içeriye kaçamak bir göz attı.
— Ödüm koptu kız...
— Niye?
— Bizimkilerin yüzünde gözü mü var?
Ayşe gene yerden biter gibi, ense köklerinde beliri-vermişti:
— Kimin yüzünde gözü mü var hala? Sertçe döndü:
— Git içeri be!
266
j^e oiuyoruur
İçeri çekildi, Ünal'ı en iyi görebileceği bir kıyıya iliş-Azarlarlarsa azarlasmlardı, bir daha yanlarına gitmez-"•'biter gider. Anlatırken boyuna eliyle dağınık saçlarım ve atan Ünal'ın bu davranışı çok hoşuna gidiyordu. °° ju da öyle, babası, dedesi, emmisiyle içerken. Hala-' göre diye düşünmüştü oysa. Ama fikrini değiştirmiş-. simdi- Halası, pis halasına göre değildi. Bir de gülerken n sarı parlıyan altın dişi. Öyle yakışıyordu kipiz çöküp oturduğu yerde acıyan bacağını değiştirdi.
Saçları, sık sık gülüşü, boyuna konuşuşu... Kime benziyordu? Akşam da çok düşünmüş bulamamıştı. Gene kafasına takıldı. Birine benziyordu, yakından tanıdığı birine ama, kime?
Kalktı, hiç gereği yokken matematik kitabiyle defterini aldı, gözleri Ünal'da, az önce oturduğu yere yeniden dizüstü çöktü. İstiyordu ki, Ünal abeysi görsün sorsun: Söylesin. İlgilensin. Ders versin. Alacık çadırında yalnız kalsınlar, babası, annesi, dedesi filân hep gitsinler pamuk toplamıya...
Önce babası, ardından emmisi çadırdan çıktılar. Büyük oğul değil de küçük, alacıktan çıkıp da bacısiyle yengesini çeneye dalmış görünce huylandı. O sıra başını kaldıran bacısının bakışiyle karşılaşınca, yüzünü asarak ba-Şinı nefretle çevirdi. Zeliha boş bulunarak:
— Deert! dedi.
Küçük oğul duymadı. Yengesi:
— Ne o? diye göz kırptı:
— Hiç. Şuna bak, ekmeğimi kendi veriyormuş gi-
— Ali mi?
— Adı batsın soykanın. Bir tavır, bir çalım...
267
et
*
ır l
üisK.anıyor seni aemıyor
— Kıskanırsa kıskansın!
Küçük oğul gerçekten de kıskanıyordu. Ortad basi, anası varken, daha doğrusu kız kendine kimi rak seçmekte serbestken, onlara neydi?
Küçük oğul:
— Bırak yahu, dedi. Kız kısmı kendi keyfine hr mı?
— Bırakılmaz da ne olur?
— Ne olursa olsun.
— Akıl değil bu. Baban, anan hayatta, sonra yetişip geldi. Bize ne?
— Sende de iş yok ağa be. Her halin iyi amma b işlerde çok gevşeksin!
— Ortada fol yok, yumurta yok. Elin oğluna ne de-meğe hakkımız var?
— Yakasına yapışır, lan derim, bir daha burya gel. miyecen!
— Babamız varken bize düşmez!
— tyi. Boynuzları takalım öyleyse...
Kendi alacıklarına hırsla gitti, öteberisini aldı, tarlaya girdi. Babamız varkenmiş... Babamız olmaynan ne yani? Öldük mü? Hem ne, meyhane mi burası da rakı getiriyor? Kim istedi? Bir seslenme, iki seslenme, tamam. Sonra. O kenef kızın nasıl hayran hayran baktığını gece görmemiş miydi? Kız kısmıydı bu be, lâf mı? Göz yum da bak. Göz yum, taktırsın boynuzları. Ağamın mezhebi geniş, ona göre hava hoş...
Tam tepeden Batı'ya hafifçe kaymış güneş, ovayı öyle bir kavramış yakıyordu ki, küçük oğul hemencecik sırılsıklam oldu. Duymuyordu teri de sıcağı da. Keşke da-yatsaydı, keşke yalnız gelseydi ağasıgille. Bu ağasının oı-linde gerçekten de büyü mü vardı, şeytan tüyü mü vardı yüzünde... Dayanamıyordu. Bilmez miydi babasını o. Bir
268
\' dinle- Senden iyisi yok. Amma Deri yanaa geımıiK.
varmış, aç kurtlar kapacakmış...
^ patlamış yeşil kozalakların ağızlarından çekip çekip . jurduğu önündeki önlüğü az arkadaki sele denilen ör-kmış sepete boşaltıp tekrar geldi.
kamış p
gabası dükkâna uğramazsa, ısmarıççılık, kafasına tnıiştı- Yatmıştı ya, babası uğramamak şartiyle. Uğra-• s&( âlemleri kıyak olacaktı. Bir sefer, uğrasa da uğ-maSa da duvarları resimlerle donatacaktı. Zaten ne is-rsen öyle yap demişti. Uğramazdı herhalde. Uğrasa bi-I geçerken şöyle bir, bir kenara ilişir, az şekerlisini yut-urup, alırdı voltasını. Eskiden olduğu gibi, oğlan Cemil'le berber Bahri'ler de dan dun edemezlerdi. Hele etsiniz hele «Emmi. Bahri paşa geliyor!» desinler!
încecik, sapsarı bir yılan ayaklarının dibinden akıp
geçti, görmedi.
«Allah'larını şaşırırım tümünün! Benim babam sizin oyuncağınız mı lan? Şaka yapıyoruz mu derler? Desinler. Sıçarım şakanızın içine. Allahımı inkâr ediyim...»
Doğruldu. Karşısında oğlan Cemil, ya da berber Bahri vardı sanki. Sanki gerçekten takışıyorlardı da nerdeyse kavgaya tutuşacaklardı. Birden geriye dönüp baktı: Ba-basiyle anasından başka ötekiler tarlaya girmişlerdi bile. Ünal da. Tepesi gene attı. Ulan amma kıyaktı oğlan be! Şaka maka derken... îyi amma oğlum, bir şişe rakı, iki kilo üzüm, iki kutu sardalya balığiyle... Valla tamdı ha!
Yanına yaklaşan ağasına Ünal'ı gözüyle işaret etti:
— Bu da hangi ayak? (55)
Ağası eliyle «Boşver» demek istiyen bir davranış yaptı.
— Babamgil niye gelmedi?
(55) Yerli bir deyim: «Ne biçim iş?» anlamına.
269
— Belleri mi ağrıyormuş? Topal eskici yatağına sırtüstü
uzanmıştı,
p yğ mıştı, fcarı
yanma oturmuştu, yorgun. Alacığın kapısından alev tarlada çalışan kızı, oğulları, gelinine bakıyordu g; ,ev taştı: ' ^
— Bakıyorum, Aladağ'dan serinsin! Topal gözlerini alacığın tavanına dikmişti:
— Ne yapmalıyım?
— Orasını sen bilirsin gayri. Vallaha küçük huys lanıyor, karışmam. Ayı mı, kurt mu, neyin nesi, kimin t si? Bir kızı kendi haline bırakırsan biliyorsun...
Doğrulup oturdu:
— Ne yapim? Kovuyum mu? Hemen de kızımız içjn geldiği ne belli? Ya değilse kızımız için değil de benim için geldiyse?
Kadın gözlerini ovadan ayırmamacasma bakıyordu Esasta o da pek büyütmüyordu ya, sonunda kötüsüne u|. rarlarsa, «Ben sana demedim miydi herif? Gevşek tutan sensin?» diyebilmek için hak kazanmalıydı.