Osmanlı Kültürünün Eflak ve Boğdan’ın Yaşamına Etkisi


Türk Mûsikîsinin Âbide Şahsiyetlerinden Hamâmîzâde İsmail Dede Efendi / Yrd. Doç. Dr. Nuri Özcan [s.449-453]



Yüklə 11,12 Mb.
səhifə53/105
tarix15.01.2019
ölçüsü11,12 Mb.
#96589
1   ...   49   50   51   52   53   54   55   56   ...   105

Türk Mûsikîsinin Âbide Şahsiyetlerinden Hamâmîzâde İsmail Dede Efendi / Yrd. Doç. Dr. Nuri Özcan [s.449-453]


Marmara Üniversitesi İlahiyet Fakültesi / Türkiye

Ondokuzuncu yüzyıl, hem Osmanlı hem de Batı dünyası için birçok değişikliklerin ve yeniliklerin yaşandığı önemli bir dönemdir. Yeni arayışlar ve anlayışlar çerçevesinde ortaya çıkıp zamanla gelişen yeni akımlar edebiyat, mûsiki, resim vb. güzel sanat dallarında da değişik tarzda eserlerin ortaya konmasına zemin hazırlamıştır. Osmanlı toplumunda “Tanzimat” adını alan bu yenilikçi hareketten kültürün bütün unsurları etkilendi. Tanzimat, Osmanlı toplumunun öteden beri haberdar olduğu Avrupa medeniyetini, bütün Osmanlı toplumu ve hayatı için, kabul etmek yoluna giriştiği bir devlet hamlesi olarak nitelendirilebilir.

XVIII. yüzyılda özellikle Buhûrîzâde Mustafa Itrî’den (ö. 1711) sonra Türk mûsikisine yerleşmeye başlayan ve Tab’î Mustafa Efendi, Ebûbekir Ağa ve Küçük Mehmed Ağa ile zirveye ulaşan “Klâsik üslup”; XIX. yüzyılda Sultan III. Selim Han (h. 1789-1807) ile başlayıp Sultan II. Mahmud Han’ın (h. 1808-1839) tamamladığı ortamda İsmail Dede, Şâkir Ağa, Zeki Mehmed Ağa, Dellâlzâde İsmail, Kazasker Mustafa İzzet, Tanbûrî Büyük Osman Bey, Yusuf Paşa ve Zekâî Dede gibi mûsikişinaslarla son sanatlı örneklerini vererek yerini Hacı Ârif Bey ve ardından Şevki Bey’le “şarkı” formuna bırakmaya başladı.

Bu dönemde Türk mûsiki tarihinin önemli bir devresi olmasından öte, bir “ekol”ü olan “III. Selim ekolü”, sadece hükümdarın saltanat yıllarından ibaret kalmayıp onun vefatından sonra da birtakım yeniliklerin zeminini hazırladı. İşte Sultan III. Selim’in çevresinde şekillenip Sultan II. Mahmud devrinde zirveye ulaşan ve Türk mûsikisinde “Son ihtişam” olarak nitelendirilen bu sanat anlayışının bu yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biri de Hamâmîzâde İsmail Dede Efendi’dir.

İsmail Dede 9 Ocak 1778 tarihinde İstanbul’un Şehzadebaşı semtinde dünyaya geldi. Babası, uzun süre Sayda Vâlisi Cezzar Ahmed Paşa’nın mühürdarlığını yapan Süleyman Ağa, annesi Rukiye Hanım’dır. Doğumu, Kurban bayramının birinci gününe rastladığından “İsmail” adı verilmiştir. Devrinin kaynaklarında “Derviş İsmail”; mûsiki dünyasında, Mevleviyye tarikatına mensup olması münasebetiyle “İsmail Dede”, “Dede Efendi”, babasının hamam işletmesinden dolayı “Hamâmîzâde (Hammâmîzâde) lâkabıyla anıldı. Şehzadebaşı’ndaki “Acemoğlu Hamamı”nı işleten babası, İsmail henüz üç-dört yaşlarında iken bu hamamı satıp Altımermer Kurusebil mahallesindeki Çavuş Hamamı ile yanındaki evi satın alarak oraya yerleşti.

Sekiz yaşına gelince Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nin bitişiğindeki Çamaşırca Mektebi’ne devam etmeye başladı. Burada kısa süre içerisinde kabiliyeti ve güzel sesiyle dikkatleri üzerine çeken küçük İsmail, mektebin “ilâhicibaşı”lığına getirildi. Bu sıralarda zamanın mûsiki üstatlarından Anadolu Kesedarı Uncuzâde Seyyid Mehmed Emin Efendi (ö. 1811) ile tanıştı. Emin Efendi’nin çocuklarından birinin aynı mektebe başlaması münasebetiyle yapılan merasimde Emin Efendi, İsmail’in mûsiki kabiliyetini sezerek onu talebeleri arasına aldı. İsmail Dede’nin mûsikideki ilk hocası olan Uncuzâde onu kendi çocuklarından ayırmadı. Bu arada ilköğretimini tamamlayan İsmail, on dört yaşlarında hocasının da yardımıyla Defterdarlık’ta Başmuhasebe Kalemi’nde kâtip muavini olarak çalışmaya başladı. Yedi yıl kadar hem bu vazifesine hem de Uncuzâde’nin derslerine devam etti.1 Bu arada Pazartesi ve Perşembe günleri de Yenikapı Mevlevihanesi’ne devam ederek o tarihlerde postnişîn olan Şeyh Ali Nutkî Dede’den (ö. 1804) mûsiki dersleri almaya başladı. Onun mûsikiye olan yakınlığını kısa zamanda fark eden Ali Nutkî Dede bir gün kendisine:

“Oğlum, mûsiki ilmi sana bir Allah vergisi. Öyle görüyorum ki istikbâlin en büyük üstâdı olacaksın. Cenâb-ı Hak feyzini arttırsın” diyerek takdir hislerini ifade etti.2 Önceleri yalnız mûsiki öğrenmek amacıyla dergâha devama başlayan İsmail’de zamanla Mevliviyye tarikatına karşı kuvvetli bir sevgi oluşmaya başladı. Bir müddet sonra Ali Nutkî Dede’ye intisap ederek 3 Haziran 1798 tarihinde çileye soyunan3 Derviş İsmail 25 Ekim 1798 tarihinde de4 semâ meşkini bitirdi. Kısa bir süre sonra babasını kaybetmesinin ardından annesinin karşı çıkmasına rağmen babasının işlettiği hamamı sattı. Çilesinin ikinci yılında iken bestelediği “Zülfündedir benim baht-ı siyâhım” mısraıyla başlayan bûselik şarkısı mûsiki çevrelerinde büyük yankı uyandırdı. Farklı üslubu ve melodik yapısıyla dikkati çeken eserin bestekârını merak eden Sultan III. Selim, Derviş İsmail’i saraya çağırarak şarkıyı kendisinden dinledikten sonra takdirlerini bildirdi. 6 Mart 1801 tarihinde çilesini tamamlayarak5 “dede” unvanını almasıyla dergâhta “hücre sahibi” oldu.

Dede’nin dergâhtaki odası mûsiki sevenler tarafından sık sık ziyaret edilmeye başladı. Dede, yeni bestelerini talebelerine meşk ediyor ve talebeleri vasıtasıyla yapılan bu eserler mûsiki mahfillerinde okunuyordu. Bir müddet sonra bestelediği “Ey çeşm-i âhû hicr ile tenhâlara saldın beni” mısraıyla başlayan hicaz nakış bestesi de mûsiki çevrelerinde aynı ilgiyi gördü. Bu münasebetle şöhreti iyice yayılmaya başlayan İsmail Dede, tekrar saraya çağrılıp yine padişahın takdirlerine mazhar olduğu gibi padişahın isteği üzerine haftada iki defa sarayda yapılan “huzur fasılları”na hânende olarak katılmaya başladı. Sarayda kendisine gösterilen iltifatlarla padişahın davranışlarına, güftesini de kendisinin kaleme aldığı “Müştâk-ı cemâlin gece gündüz dil-i şeydâ/Etti nigeh-i âtifetin bendeni ihyâ/Mesrûrede Hakk kalb-i hümâyûnunu dâim/Ed’iyye-i hayrın dil ü cânımda hüveyda” mısralarını sûzinâk makamında besteleyip Sultan III. Selim’in huzurunda bizzat okumak suretiyle teşekkür etti. 1802 yılının ilk aylarında saraylı Nazlıfer Hanım’la evlenmesinden sonra Yenikapı Mevlevihanesi’ndeki odasından ayrılarak Akbıyık mahallesinde kiraladığı bir eve taşındı. Âyin günleri mevlevihaneye giderek kendi odasında mûsiki dersleriyle meşgul oluyordu. Ancak bundan sonra geçireceği sekiz yıl onun için âdetâ hüzün yılları olmuştur. 1804 yılında şeyhi Ali Nutkî Dede’yi, bir yıl sonra da henüz üç yaşında olan ilk çocuğu Salih’i kaybetti. Oğlunun vefatı üzerine duygularını, “Bir gonca-femin yâresi vardır ciğerimde” mısraıyla başlayan bayâtî murabba’ bestesiyle dile getirdi. 1808 yılında annesiyle hâmîsi Sultan III. Selim vefat etti. Dede Efendi’nin hayatında çok önemli bir yeri olan III. Selim’in vefatının onu çok derinden yaraladığı muhakkaktır. Annesinin vefatından iki yıl sonra da ikinci oğlu Mustafa’nın altı yaşında ânî ölümüyle eski acıları tazelendi.

Sultan II. Mahmud Han devrinde (h.1808-1839) İsmail Dede’nin sarayla münasebetleri gelişerek devam etti. 1812’de “musahib-i şehriyari”ler arasına alındı,6 bir müddet sonra da “müezzinbaşı”lığına getirildi. Sultan II. Mahmud, saltanatının ilk yıllarında, memleketin içerisindeki bazı olaylar sebebiyle sıkıntılı anlar yaşamasına rağmen sarayda mûsiki faaliyetlerinin gelişmesine gayret ediyordu. Bu arada Dede Efendi bizzat padişah tarafından “Murassa’ İmtiyaz” nişanı ile mükafatlandırıldı. Sultan Abdülmecid Han devrinde (h. 1839-1861) de hükümdarın himayesi yanında müezzinbaşılık görevinin devam etmesine rağmen İsmail Dede’nin sarayda eski samimi havayı bulamadığı söylenir. Daha çok Batı müziği eğitimi ile yetişmiş olan Sultan Abdülmecid devrindeki tavrı yadırgadığı anlaşılan Dede sanki artık saraydan ayrılmak istemektedir. 1842 yılında, Ahırkapı civarında müsait bir konağın bulunduğunu haber alan İsmail Dede, bu konağın kendisine tahsisi için hükümdara bir arzuhal verdi. Bu isteğinin müsbet bir şekilde cevaplanması üzerine oraya yerleşti. Dört yıl sonra talebeleri Dallâlzâde İsmail ve Mutafzâde Ahmed Efendilerle birlikte padişahtan hacca gitmek için izin aldı. Hac yolunda Kutbünnayi Şeyh Osman Dede’nin, unutulmaya yüz tutmuş “Mi’raciye”sini bu talebelerine meşk etti.

O yıl hac mevsiminde Mekke’de çıkan kolera salgınında bu hastalığa yakalanan İsmail Dede 30 Kasım 1846 tarihinde Mina’da talebelerinin kollarında vefat etti. Büyük bir cemaatle kaldırılan cenazesi Mekke’deki “Cennetü’l-mualla”da Hazreti Hatice’nin ayak ucuna defnedildi. Bir Kurban bayramının birinci günü dünyaya gelen Hamâmîzâde İsmail Dede yine bir Kurban bayramının birinci günü hayata veda etti. İsmail Dede’nin küçük yaşlarda ölen iki oğlunun dışında üç kızı oldu. Bunlardan büyük kızı Hatice Hanım (1806-1863), müsikişinas Tanburi Keçi Arif Ağa ile evlendi ve bu evlilikten ünlü şarkı bestekarı Rifat Bey (1820-1888) dünyaya geldi. Harem’de cariyelere musiki dersi verdiği söylenen ortanca kızı Fatma Hanım’ın Ahmed Dürrî Bey’le evliliğinden de Hanende Şevket Bey doğdu. En küçük kızı Ayşe Hanım ise on üç yaşında vefat etmiştir.

Mûsikîşinaslığı

Türk mûsiki tarihinin önde gelen ve XIX. yüzyılın da önemli mûsikişinasları arasında yer alan İsmail Dede hanendeliği, hocalığı özellikle bestekârlığı ile tanınmıştır. Düzenli olarak devam ettiği Yenikapı Mevlevihanesi’nde Şeyh Ali Nutki Dede’nin dışında, kardeşi Abdülbaki Nasır Dede ile devrin ileri gelen musikişinaslarından da faydalanarak kendini yetiştiren İsmail Dede’nin ney üflemelyi Abdülbaki Nasır Dede’den öğrendiği söylenir. İlk bestelerini Sultan III. Selim devrinde vermeye başlamış ancak onun müsiki hayatındaki en parlak dönemi Sultan II. Mahmud devri olmuştur. Bu dönemde 1824-1839 yılları arasında yedi Mevlevi âyini besteleyerek musikideki kariyerini ispat etmiştir. Batı müziği etkisinin gün geçtikçe arttığı Sultan Abdülmecid devrinde bu durumdan rahatsız oldu ve rahatsızlığını talebesi Dellâlzâde İsmail Efendi’ye “Artık bu oyunun tadı kaçtı” şeklinde özetlediği söylenir.7

İsmail Dede Türk mûsikisinin âyin, durak, tevşih, savt, ilahi, peşrev, saz semaisi, kar, karçe, kar-ı natık, murabba’, semai, şarkı, türkü, köçekçe gibi dini ve dindışı sahadaki hemen her formunda eser vermiştir. Bestelerinde dikkati çeken en önemli özellik klâsik üslubun korunmuş olmasıdır. Meselâ Sultan II. Mahmud’un isteği üzerine yapmış olduğu ferahfeza eserler: “Kasr-ı Cennet” adını verdiği karı, “Ey kaş-ı keman tir-ı müjen canıma geçti” mısraıyla başlayan bestesi, “Bir dilber-i nadide bir kamet-i müstesna” mısraıyla başlayan ağır semaisiyle, “Bu gece ben yine bülbülleri hamuş ettim” mısraıyla başlayan yürük semaisi onun en seçkin besteleri arasındadır. Güfte, melodi ve ritm unsurlarının uyuşmasına verilecek bu en güzel örneklerde Dede aynı zamanda makamı, bütün yönleriyle tarif eder, anlatır. Ayrıca kendi terkip ettiği sultaniyegah makamında bestelediği “takım”ı da klâsik anlayışın canlı örneklerindendir.8 İsmail Dede’nin mûsiki sanatındaki bütün estetik değerlerin yer aldığı ve bilhassa melodik çeşitlilikle akıcılığın gözlendiği eserlerinde geleneğe ve bağlılığın yanında yeni arayışlar da dikkati çeker. Hepsi rast makamında olan “Gözümde dâim hayal-i cana” mısrasıyla başlayan “kar-ı nev”i, “Yine bir gülnihal aldı bu gönlümü” mısraıyla başlayan “şarkı”sı ile sözleri kendisine ait, “Yüzündür cihanı münevver eden” mısraıyla başlayan şarkısı Batı müziği etkisinin görüldüğü bu arayışların ifadesidir. İsmail Dede, klâsik üslubun hakim olduğu büyük formdaki eserlerinin yanında mûsikiyi daha geniş kitlelere yaymak için şarkı ve köçekçe gibi küçük formlarda da eserler bestelemiş, ayrıca türküleriyle halk zevkine ve sanatına verdiği değeri ortaya koşmuştur. Hüzün ve coşkunun ruh aleminde meydana getirdiği yankılar, farklı bir melodik yapı anlayışıyla İsmail Dede’nin şarkılarında hissedilir.

Kendisinden sonra gelen birçok sanatkarı etkilemiş, mûsikiye yeni bir üslup ve kimlik kazandırmış olan İsmail Dede ayrıca hafızasındaki eserlerle (mahfuzat) geçmiş ve gelecek arasında köprü vazifesi görmüş ve birçok eserin yeni nesillere ulaşmasını sağlamıştır.9

Ağırbaşlı ve akıcı üslûbun tasavvufi ilham ve coşkuyla birleştiği dini bestelerinde de İsmail Dede’nin engin ufku gözlenir. Bu sahadaki eserleri arasında Mevlevi âyinlerinin ayrı bir yeri vardır. Şeyh Hüseyin Hüsnü Dede’nin teşvikiyle bestelediği saba âyininin ilk mukabelesi 13 Şubat 1824 tarihinde Yenikapı Mevlevihanesi’nde yapılmıştır. Ardından bestelediği neva âyini de aynı yılın 17 Nisan’ında okundu. Bu tarihten sonra uzun süre âyin bestelemeyen İsmail Dede 1832’de bestenigar âyininden sonra birer yıl ara ile saba-büselik ve hüzzam âyinlerini besteledi. Önce tek selâm olarak besteleyip saba âyini ile tamamladığı hüzzam âyini çok beğenilince diğer selâmları da tamamlamıştır.

Farklı bir melodik yapının ürünü olan eserde İsmail Dede’nin beste tekniği bütün açıklığıyla kendini gösterir. Bu özelliği sebebiyle hüzzam âyini bu formun şaheserleri arasında yer alır. 5 Ocak 1837 tarihinde mukabelesi Mevlevihane’de yapılan ancak günümüze ulaşamayan Isfahan âyininden sonra Sultan II. Mahmud’un isteği üzerine besteleyip 3 Nisan 1839’da mukabelesi yapılan ferahfeza âyini, onun son âyinidir. Her ne kadar, padişahın emriyle bestelediği için diğerlerindeki tadı bu âyinde bulamadığını söylese de bu eserde de İsmail Dede’nin tavrı ve inceliği kendini açıkça belli etmektedir. Dede’nin bestelediği âyinlerin notaları önce Mehmet Suphi Ezgi, Ahmet Irsoy ve Mesut Cemil’den meydana gelen bir heyetin tespitiyle İstanbul Konservatuvarı Neşriyatı arasında (İstanbul 1935-1936), daha sonra Sadettin Heper’in Mevlevi Âyinleri adlı eseri içinde yâyımlanmıştır (Konya 1974,1979). Ayrıca, İsmail Dede’nin şeyhi ve hocası Ali Nutki Dede’nin, bestelemiş olduğu şevkutarap makamındaki Mevlevi âyinini İsmail Dede’ye ithaf ettiği bilinmektedir.10 Bu durumun, bizzat Dede Efendi tarafından da ifade edilmesine rağmen, Türkiye’de ayrı zamanlarda yapılan iki nota neşrinde de bu şevkuratap âyininin İsmail Dede’nin eseri olarak kaydedilmesinin sebebini anlamak ise mümkün değildir.11

İsmail Dede’nin “Gelin gidelim Allah yoluna” mısraıyla başlayan hicaz, “Bir ismi Mustafa bir ismi Ahmed” mısraıyla başlayan uşşak, “Ey gafil uyan rıhlet-i nagahı unutma” mısraıyla başlayan segah, “Habibullah cihana can değil mi” mısraıyla başlayan saba, “Gel ey salik diyem bir söz ki haktır” mısraıyla başlayan dügah ilahileri, zamanımıza ulaşan diğer dini eserlerinden birkaçıdır.

Hac esnasında zamanımıza ulaşan diğer dini eserlerinden birkaçıdır. Haç esnasında bestelediği sözleri Yunus Emre’ye ait, “Yürük değermenler gibi dönerler/El ele vermiş Hakk’a giderler” beytiyle başlayan şehnaz ilahisi onun son eseridir.

İsmail Dede’nin besteleri arasında yukarıda zikredilenlerin dışında “Yine neş’e-i muhabbet dil ü canım etti şeyda” mısraıyla başlayan hicaz yürük semaisi, “Hava güzel yine gülşende gösteriş günüdür” mısraıyla başlayan hisar yürük semaisi, “Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenare düştü” mısraıyla başlayan mahur yürük semaisi, “Sevdim bir gonca-i ra’na” mısraıyla başlayan evinç şarkısı, “Gitti de gelmeyi verdi” mısraıyla başlayan uşşak şarkısı, “Ey gül-i bağ-ı eda” mısraıyla başlayan hüzzam şarkısı, “Ey büt-i nev-eda olmuşum mübtela” mısraıyla başlayan uzzal şarkısı”, “Baharın zamanı geldi a canım” mısraıyla başlayan köçekçesi meşhur eserlerinden bazılarıdır.

Araban-kürdi, hicaz-buselik, neveser, saba-buselik ve sultaniyegah makamlarını terkip ederek mûsiki nazariyatı sahasında da kudretini gösteren Dede Efendi beşyüzün üzerinde eser bestelemiş, bazılarının güfteleri de kendisine ait olan bu eserlerin çoğu zamanımıza ulaşamamıştır. Yılmaz Öztuna, Dede Efendi adlı eserinde günümüze notası gelen ikiyüz doksan dört bestenin listesini vermiştir.12

İsmail Dede’nin mûsikideki bir diğer özelliği de hocalık yönüdür. Hepsi de dönemlerinin en meşhur mûsikişinasları olarak bilinen pek çok talebesi arasında Mutafzade Ahmed Efendi, Dellâlzâde İsmail Efendi, Şâkir Ağa, Hamparsum Limonciyan, Yağlıkçızade Ahmed Ağa, Eyyubi Mehmed Bey, Hacı Arif Bey, Çilingirzade Ahmed Ağa, Yeniköylü Hasan Efendi, Nikoğos Ağa, Suyolcuzade Salih Efendi, Behlül Efendi, torunu Sermüezzin Rifat Bey, Gelibolu Mevlevihanesi şeyhi Hüseyin Azmi Dede, Haşim Bey ve Zekai Dede en meşhurlarıdır.

Saraydaki fasıllarda hanendelik yapan İsmail Dede’nin Yenikapı Mevlevihanesi’nde mutrıp heyetinde âyinhan olarak yer aldığı ve çok defa na’thanlık görevini de yaptığı kaydedilmektedir. O gün mukabelede okunacak âyin-i şerif hangi makamdan ise, Buhurizade Mustafa Itri Efendi’nin rast makamındaki meşhur na’tının güftesini o makamdan irticalen okuduğu ve âyinhanların mukabeleden önce kendisine hangi âyinin okunacağını sormaya çekindikleri söylenir.

Türkçe ve Farsça bazı şiirler de kaleme alan İsmail Dede’nin eserleri, dini güfte mecmualarında “Derviş İsmail” başlığıyla kaydedilmiştir. Bazı mecmualarda “Dede” başlığı altında verilen eserler, XVIII. yüzyılın ünlü dini mûsiki bestekârı “Derviş Ali Şirugani”ye aittir. Ayrıca İsmail Dede tarafından kaleme alının bir “Âyin-i Şerif Mecmuası” bugün Yenikapı Mevlevihanesi’nin son şeyhi Abdülbaki Baykara’nın torunu Baki Baykara’da bulunmaktadır.13

1 Rauf Yektâ, Esâtî-i, Elhân. Cüz: 3. Dede Efendi, İstanbul 1925, s. 126-127.

2 İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Hoş Sadâ, İstanbul 1958, s. 134. Burada ayrıca Rusûmat memurlarından Cemil Bey’in ağzından Ali Nutkî Dede’nin bu sözü şu şekilde ifade ediliyor: “oğlum, mûsiki sana dâd-ı Hak’tır. İnşâllah bütün mûsikişinasını koltuklarının altına alırsın”.

3 Ali Nutkî Dede-Abdülbâkî Nâsır Dede, Defter-i Dervîşân, Süleymaniye Kütüphanesi, Nâfiz Paşa, nr. 1194, vr. 4b. Ali Nutkî Dede’nin kendi el yazısı olan bu kayıtta “Bu fakîrin zamân-ı meşîhatımda dergâh-ı Aliyye’ye matbah-ı şerîfte çile-güzîn olan canların matbah-ı şerîfe geldikleri tarihtir” başlığı altında 1212-1216 yılları arasında çileye giren dervişlerin listesi vardır. Bu listede İsmail Dede “Hamamcızâde Dervîş İsmail İstanbûlî” ifadesiyle zikrediliyor.

4 Defter-i Dervîşân, vr. 7b. Burada Şeyh Ali Nutkî Dede’nin kaydında “ay”ı belirleyen harf, hem Cemâziyelevvel hem de Cemâziyelâhir ayını çağrıştırmaktadır. Ancak altına ilave edilen “14 Teşrin-i evvel” ifadesi ile Rauf Yektâ Bey’in Esâtîz-i Elhân’daki (s. 128) “… sene-i merkûme Teşrîn-i evvel’in ondördüncü Pencşenbe günü…” ifadesi de bizim tespit ettiğimiz “25 Ekim 1798” tarihini doğrulamaktadır. Ancak Sadeddin Nüzhet Ergun’un Türk Mûsikisi Antolojisi’ndeki, konu ile ilgili “M. 1798” kaydı (c. II, s. 429) ise yanlıştır. Son zamanlarda Dede Efendi konulu çalışmalarda, Dede Efendi’nin semâ meşkini bitirme tarihinin 29 Temmuz 1798 olarak gösterilmesi, muhtemelen S. N. Ergun’un bu kaydının hareket noktası olarak alınmış olmasındandır. Bkz. Yılmaz Öztuna, Büyük Türk Mûsikisi Ansiklopedisi, Ankara 1990, c. 1, s. 394-M. Fatih Salgar, Ölümünün Yüzellinci Yılında Dede Efendi, İstanbul 1995, s. 15.

5 Defter-i Dervîşân, vr. 106. Ali Nutki Dede’nin “Bu fakîrin zamân-ı meşîhatımda matbah-ı şerifte çilesinin tamam idüb hücreye çıkan cânların tarihleridir” başlığı altındaki listesinde Dede Efendi için “Derviş İsmail Hamamcızâde Şehrî “20 Şevval 1215” kaydı görülmektedir. Ancak S. N. Ergun’un, Defter-i Dervîşân’daki bu kaydı, yanlış olarak “20 Şevval 1213” şeklinde ifade etmesi (Türk Mûsikisi Antolojisi, c. II, s. 429), daha sonraki yıllarda İsmail Dede ile ilgili yapılan yayınlarda bu yanlışlığın devamına yol açmış ve bu hata yıllarca tekrarlanmıştır. Rauf Yektâ Bey de Esâtîz-i Elhân’da (s. 130) Dede Efendi’nin çilesini bitiriş tarihini “…1215 senesi Ramazân’ı şerîfine müsâdif…” ifadesiyle belirtmiştir.

6 Hızır İlyas, Târîh-i Enderûn (Letâif-i Enderûn), İstanbul 1276, s. 3.

7 Nuri Özcan, “İsmail Özcan, “İsmail Dede Efendi, Hamâmîzâde”, TDVİA., c. XXIII, s. 94.

8 M. Fatih Salgar, Dede Efendi, s. 36-38.

9 Nuri Özcan, a.g.madde, aynı sayfa.

10 Rauf Yektâ Bey, Esâtîz-i Elhân’da (s. 131) Yenikapı Mevlevihanesi’nde gördüğü âyin mecmuasındaki kaydı burada naklediyor. Rauf Yektâ Bey’in ifadesine göre, Ali Nutkî Dede’nin vefatı üzerine İsmail Dede, Mevlevihanede bulunan âyin mecmuasındaki şevkutarab âyin-i şerîfinin güftesinin sonuna şu kaydı koymuştur: “Şeyhim azîzim Yenikapı şeyhi Esseyyid Şeyh Ali Efendi hazretlerinin re’y ü tedbîri ve her bir nağmede ta’rîfi munzam olduğundan hâlen okunan bestede medhalim yoktur. Hâl-i hayâtlarında tenbîhleri mûcibince kendi isimlerini ihfâ ve bâlâsına bu fakîrin ismimi tahrîr buyurub fakîre alâ-tarîki’l-hediyye ihsan buyurdular. el-fakîr Derviş İsmail”.

11 Bkz. Türk Mûsikisi Klâsiklerinden Mevlevî Âyinleri (İstanbil Konservatuvarı Neşriyatı), İstanbul 1937, s. 637-649; Sadettin Heper, Mevlevî Âyinleri, Konya 1974, s. 235-244.

12 Yılmaz Öztuna, Dede Efendi, Ankara 1996, s. 118-129; M. Fatih Salgar’ın adı geçen eserinde ise (s. 40-59) Dede Efendi’nin 283 eserinin listesi bulunmaktadır.

13 Adı geçen bu mecmuayı incelememe imkân veren ve bu arada bazı sayfalarının flimlerini de hediye etme nezaketini gösteren Bâki Baykara Bey’e ayrıca teşekkürlerimi sunarım.



Yüklə 11,12 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   49   50   51   52   53   54   55   56   ...   105




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin