Yetkilerini her ne şekilde kullanıyor olursa olsun sadr-ı azamlık devletin en yüksek makamı, sadr-ı azam “Hükümet denilen teşkilâtın en büyük şahsiyeti olan birinci Türk nâmile tanımak gereken78 kişidir. Kişisel özlemlerin, hizmetin, iktidar tutkusunun doruğudur. Sadr-ı azam Said Paşa anılarında sürekli icra memuru durumuna düşmekten yakınmakla beraber görevi dokuz kez kabul etmekten geri kalmamıştır. Görevlendirildiği haberini alan Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın dizleri ve elleri titremiş, görevden alınan Tevfik Paşa elleri titreyerek ve gözleri yaşararak mührü teslim etmiştir.
Sadr-ı azamlık, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 1 Kasım 1922 günlü Saltanatın kaldırılması hakkındaki kanunun uygulamaya konulmasıyla son bulmuştur.
DİPNOTLAR
1 “Vezîr”, İslâm Ansiklopedisi, 139. cüz, (1983), s. 309, 313-314; Ahmet Mumcu, Divan-ı Hümâyûn: Hukuksal ve Siyasal Karar Organı Olarak, Ankara, Sevinç Matbaası, 1976, ss. 2-5; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı, 2. B., Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1984, s. 394 Ahmet Emin Yaman, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sadr-ı azamlık (1876-1922), Ankara, A. Ü. Basımevi, 1999. ss. 1-11.
2 Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı, 3. B, Ankara, T. T. K. Basımevi, 1984, s. 113 Yaman.
3 Mumcu, a.g.e, s. 42.
4 Takvim-i Vekayi Nüsha-i Fevkalâde (7 Zilhicce 1293-23 Kanun-u evvel 1876) s. 2; Düstur, 1. Tertip, C. IV, ss. 8-9.
5 Yaman, a.g.e., ss. 13-18, 228, 233.
6 Yaman, a.g.e., ss19-32, 232.
7 İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi-Osmanlı Devlet Erkanı, C. IV, İstanbul, Yayla Matbaacılık, 1971, s. 106.
8 Yaman, a.g.e., ss. 227-228; Uzunçarşılı, Merkez., ss. 176, 179;.
9 Yaman, a.g.e., ss. 187-201, 231; İnal, a.g.e., ss. 1327-1328; Danişmend, a.g.e., ss. 96, 344.
10 Abdülhamid, Siyasî hâtırâtım, İstanbul, Murat Matbaacılık Koll. Şrt., 1974. ss. 102-103; Tahsin Paşa, Abdülhamid Yıldız Hatıraları, İstanbul, Milliyet Matbaası, 1931, s. 89. Tarık Zafer Tunaya, İttihat ve Terakki, Bir Çağın, Bir Kuşağın, Bir Partinin Tarihi, C. III, İstanbul, Bir Yayınları, 1989, s. 39.
11 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi Birinci Meşrutiyet ve İstibdat Devirleri 1876-1907, C. VIII, 2. B, Ankara, T. T. K. Basımevi, 1983, s. 273.
12 Lütfi Bey (Simavi), Osmanlı Sarayının Son Günleri, İstanbul, Sıralar Matbaası, 1972, s. 151; Halid Ziya Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, Son Hatıralar, İstanbul, Tan Gazetesi ve Matbaası, 1965, s. 160; Ali Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, 2. B., Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1951. ss. 260-261.
13 Uşaklıgil, a.g.e., s. 160.
14 Türkgeldi, a.g.e., ss. 81-91, 165, 180, 233, 261; Rıfat Uçarol, Gazi Ahmed Muhtar Paşa (Askerî ve Siyasî Hayatı) Bir Osmanlı Paşası ve Dönemi, Yelken Matbaası, 1976, ss. 339, 343-346; İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadr-ı azamlar C. IV, 2. B, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 1958, ss. 2038-2054, 2111-2123, 1597-1598, 1670-1671; Said Paşa, Said Paşa’nın Hatırâtı, C. II, Dersaadet, Sabah Matbaası, 1328, s. 37.
15 Tahsin Paşa, a.g.e., ss. 257-258.
16 Mehmet Zeki Pakalın, San Sadrazamlar ve Başvekiller, İstanbul, Ahmet Sait Matbaası, 1944, C. IV, s. 39 ve C. V, s. 109; Ali Cevad Bey, İkinci Meşrutiyetin İlânı ve Otuzbir Mart Hadisesi: II. Abdülhamid’in son Mabeyn Başkâtibi Ali Cevad’ın Fezlekesi, (Haz: Faik Reşit Unat) Ankara, T. T. K. Basımevi, 1960. s. 129-130.
17 Türkgeldi, a.g.e., ss. 39-40; İnal, a.g.e., ss. 1708-1711, 1940.
18 Tahsin Paşa, a.g.e., s. 35; Karal, a.g.e., C. VIII, ss. 268-269, 271-272.
19 Türkgeldi, a.g.e., s. 262; Lütfi Bey, a.g.e., ss. 42, 463, 483.
20 Tahsin Paşa, a.g.e., s. 67, 68, 258.
21 Osman Nuri, a.g.e., s. 191: Stanford J. Shaw, Emel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye: Reform, Devrim ve Cumhuriyet: Modern Türkiye’nin Doğuşu, C. II, (Çev: Mehmet Harmancı), İstanbul, E. Yayınları, 1983, s. 226; Asaf Turgay, İBRET; Abdülhamid’e verilen Jurnaller ve Jurnalcilerin tam Listesi, İstanbul, Okat Yayınevi, ss. 32, 37, 45, 67, 103, 185.
22 Türkgeldi, a.g.e., s. 149.
23 Vakit ve Peyam-ı Sabah Gazeteleri Mayıs-Temmuz 1336=1920 sayıları.
24 Türkgeldi, a.g.e., ss. 11-13, 35-36, 113.
25 Takvim-i Vekayi, Felkalâde Nüsha (23 Kanûn-u evvel 1293); Düstur, 1. Tertip, C. IV, ss. 4-20.
26 Düstur, 2. Tertip, C. I, s. 638; Takvim-i Vekayi, No: 321, (22 Ağustos 1325); Osman Nuri, Abdülhamid-i Sani ve Devr-i Saltanatı, C. I, İstanbul, 1327, ss. 340-341.
27 Ayşe Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, İstanbul, Güven Basımevi, 1960, s. 126; Karal, Osmanlı Tarihi İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı, CIX, Ankara, T. T. K. Basımevi, 199 s. 65.
28 Abdurrahman Şeref, Tarih Musahabeleri, (Sade: Mübeccel Nami Duru), İstanbul, Sucuoğlu Matbaası, 1980, s. 71.
29 Takvim-i Vekayi, Fevkalâde Nüsha (23 Kanûn-u evvel 1293).
30 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 498.
31 Takvim-i Vekayi, No: 321 (22 Ağustos 1325).
32 Uşaklıgil, a.g.e., ss. 7-8.
33 Said Paşa, a.g.e., C. I, s. 200; Ebül’ula Mardin, Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa 1822-1895, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, 1945, s. 138.
34 Türkgeldi, a.g.e., ss. 11-12; Said Paşa a.g.e., C. II, ss. 235, 290-291 ve C. II, 2. ks, ss. 98-99.
35 Said Paşa, a.g.e., C. II, 2. ks, s. 33-34; Abdülhamid Devlet ve Memleket görüşlerim, (Haz: A. Alaaddin Çetin, Ramazan Yıldız) İstanbul, Çığır Yayınları, ss. 162-163.
36 Düstur, 2. Tertip, C. I, ss. 11-14; Ali Cevad, a.g.e., ss. 109-112.
37 Hilmi Kamil Bayur, Sadrazam Kamil Paşa-Siyasi Hayatı, Ankara, Sanat Basımevi, 1954, s. 97-98.
38 Said Paşa, a.g.e., C. II, 2. ks, s. 73.
39 A. g. e., s. 55; Uçarol, a.g.e., ss. 361-362.
40 Lütfi Bey, a.g.e., ss. 76, 139.
41 A. g. e., ss. 142-143, 149, 163, 208, 81-82.
42 Cevdet Paşa, Tezakir, cüz: 13-20, (yay: Cavid Baysun), Ankara, T. T. K. Basımevi, 1960, s. 26.
43 Ahmet Rasim, İki Hatırat Üç Şahsiyet, (Haz: İbrahim Olgun), İstanbul, Çağdaş Yayınları, 1976, s. 49; Abdülhamid’in Hatıra Defteri, (Haz: İsmet Bozdağ), İstanbul, Kervan Yayınevi, 1975, s. 103.
44 Türkgeldi, a.g.e., s. 139; Emin Cenkmen, Osmanlı Sarayı ve Kıyafetleri, İstanbul, Türkiye Basımevi, 1943, s. 63; İnal, a.g.e., s. 1221; Tahsin Paşa, a.g.e., ss. 31, 128, 258; Uşakgil, a.g.e., ss. 5, 153.
45 Uşaklıgil, a.g.e., s. 153; Lütfi Bey, a.g.e., s. 442; Türkgeldi, a.g.e., s. 185.
46 Ali Cevad, a.g.e., s. 78; Türkgeldi, a.g.e., s. 185.
47 Yuluğ Tekin Kurat, Henry Layard’ın İstanbul Elçiliği 1877-1880, Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1968, s. 86.
48 Lütfi Bey, a.g.e., s. 443; Said Paşa, a.g.e., C. I, s. 85.
49 BBA, İrâde-i Dahiliye, No: 18508 ve 19118; Ahmed Rasim, a.g.e., s. 73.
50 Ali Haydar Midhat, Hâtırlarım 1872-1946, İstanbul, Güler Basımevi, 1946, ss. 61, 69.
51 BBA, İrade-i Dahiliye, No: 18508.
52 Türkgeldi, a.g.e., s. 131; İnal, a.g.e., s. 1938; Uşaklıgil, a.g.e., s. 269.
53 Türkgeldi, a.g.e., ss. 121-125; Uşaklıgil, a.g.e., s. 396.
54 Uşaklıgil a.g.e., s. 206; Ali Haydar Midhat, Hâtıralarım., ss. 234-235.
55 Uzunçarşılı, Said Paşa’ya., ss. 128, 131, 133; Türkgeldi, a.g.e., ss. 126. 219.
56 Ağın, a.g.e., s. 20; Ali Said, a.g.e., ss. 18-19; Said Paşa, a.g.e., C. II, 2. ks., s. 58.
57 Uşaklıgil, a.g.e., s. 238, 74; Tahsin Paşa, a.g.e., s. 230.
58 Said Paşa, a.g.e., C.II, ss. 64, 68; Kurat, Henry Layard’ın., s. 23.
59 Uzunçarşılı, “II. Abdülhamid Devrinde Kâmil Paşa, Belleten, C. XIX, sayı: 73-76 (1955), ss. 206-207.
60 Türkgeldi, a.g.e., s. 43.
61 Türkgeldi, a.g.e., s. 126. Talat Paşa, “Rütbe-i vezâretle makam-ı sadârete” tayin edildi.
62 İnal, a.g.e., s. 1016.
63 BBA, Bâb-ı âli Evrak Odası, No: 235983 ve 223626.
64 BBA, İrâde-i Dahiliye, No: 28508.
65 J. Deny, “Sadrazam”, İslam Ansiklopedisi, C. X, (1964), s. 46.
66 Mustafa Nuri Paşa, Netayic Ul-Vukuat: Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi, C. I-II, (Sad: Neşet Çağatay), Ankara, T. T. K. Basımevi, 1979, s. 294.
67 Carter V. Findley, Bureaucratıc Reform in the Ottoman Empire: The Sublume Porte 1789-1922, Princeton, Princeton Press, 1980, s. 298. 1908 yılında Maliye Nezâretinde bine, Hariciye Nezareti’nde de sekizyüze yakın memur çalışmaktadır. a.g.e., s. 298.
68 Findley, a.g.e., s. 244. Yaverliği, sultanın sarayını taklide yönelik eski bir eğilimin işareti sayar; Said Paşa, a.g.e., C. II, 2. ks., s. 305; Türkgeldi, a.g.e., ss. 20, 204.
69 Findley, a.g.e., ss. 171, 243-244; BBA, Meclis-i Vükelâ Mazbataları, Defter No: 127, 169.
70 BBA. Baba-ı âli Evrak Odası, No: 223626.
71 Pakalın, a.g.e., C. V, s. 558; Said Paşa, a.g.e., C. II, 2. ks., s. 305.
72 A. g. e., ss. 1323-1324.
73 Tahsin Paşa, a.g.e., ss. 40-43.; İnal, a.g.e., s. 1438.
74 Tahsin Paşa, a.g.e., s. 166.
75 Takvim-i Vekayi Fevkalâde Nüsna; Düstur, 1. Tertip, C. IV, ss. 4-20.
76 Uzunçarşılı, Mithat Paşa ve Yıldız Mahkemesi, Ankara, T. T. K. Basımevi, 1967, s. 131.
77 İnal, a.g.e., s. 937.
78 Uşaklıgil, a.g.e., ss. 32, 145
Parlamentoya Uzanan Süreçte
Türk Kamu Hukukunda ‘Danışma’
Yrd. Doç. Dr. Ayhan CEYLAN
Atatürk Üniversitesi Hukuk Fakültesi / Türkiye
I. Genel Olarak
Gerek Doğu’da ve gerekse Batı’da, devletin temel fonksiyonları ve bu fonksiyonlar ile ilgili yetkiler, günümüzdeki anlamıyla birbirinden ayrılmadığı yakın dönemlere kadar, tek bir şahsın uhdesinde toplanmış ve onun iradesine tabi kılınmıştır. Bununla birlikte, hükümdarın tek başına, devletin bütün fonksiyonlarını yerine getirebilmesi, bununla ilgili yetkileri kullanabilmesi ve artan devlet ihtiyaçlarını karşılayabilmesi de imkansız görülmüştür. Üstün iktidar sahibi bu tek kişiye devlet işlerinin görülmesinde yardım edecek kurullara ihtiyaç duyulmuş ve devletin teşkilatlanması da bu tarzdaki bir ihtiyaç sonucu ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda hükümdara, kendi şahsında toplanan fonksiyonların yerine getirilmesi ve bunu sağlayacak yetkilerin kullanılması bakımından niteliği itibariyle birbirinden farklı çeşitli yardımcı kurullar/organlar oluşturulmuş, bunlar vasıtasıyla devletin çeşitli fonksiyonları icra edilirken kısmen de olsa yönetime katılım sözkonusu olabilmiştir. Ancak bu organların varlığına rağmen, devletin temel fonksiyonları ve yetkileri, hükümdarın şahsında toplanmış olma niteliğini uzun dönem muhafaza etmiştir.1
Hükümdarlar, devlet fonksiyonlarından biri olma bağlamında, yönetimle ilgili alacakları önemli kararlarda danışacakları bir kurula ihtiyaç hissetmişlerdir. Diğer yandan, tarih içerisinde, gerek Batıda ve gerekse Doğu’da, pek çok toplum çeşitli saiklerle danışma yöntemini yönetimde egemen kılmak için mücadele etmiş, iktidar sahipleri de uygulayacakları kararları topluma benimsetebilmek, sorumluluğu paylaşabilmek ve en doğru karara ulaşabilmek düşünceleriyle bir kurula danışma gereği duymuşlardır.
Devlet organlarının günümüzdeki anlamda şekillenmediği bu dönemlerde, danışma ve istişâre; iktidarın, önemli devlet işlerini görmede tek başına hareket etmemesi, bir kurulun da görüşünü alması anlamında bir “karar alma” yöntemini ifade etmekle birlikte, aynı zamanda; kendisine fikir danışılan ve istişâre edilen bir kurulun karar alma mekanizmasına “katılımını” da ifade etmekteydi. Yani iktidar, bir karara varmadan önce, bir kurula danışıyor ve istişâre ediyorken, aynı zamanda onun varmış olduğu kararı dikkate alıyor ve hatta çoğu zaman bu kararı onaylıyor, bu karara bağlı olabiliyordu. Bu yönüyle kurum, karar organlarının ilk şekillerini oluşturmaktaydı.
Batı’da bu çeşit kurullara ilk başlangıç olarak eski Yunan ve Roma, asıl başlangıç olarak da Ortaçağ kıta Avrupası gösterilmektedir. Ortaçağ’da İzlanda ve İngiltere’de kralın yanında, toplulukları ve mülkleri temsilen oluşan heyetlere rastlanır. Bunlar, öncelikle vergi alma ile başlayan, hükümdarın topraklarında barışın ve adaletin sağlanması ile devam eden süreçte, zamanla iktidarın denetlenmesi ve sınırlandırılmasını sağlayan danışma kurullarına dönüşmüşler ve böylece Avrupa’da modern anlamdaki yasama meclislerinin de ilk kökenlerini oluşturmuşlardır.2
Türk hukukunda da İslam öncesi dönemde; toy, kurultay şeklinde görünen danışma uygulaması, Türklerin İslam’ı kabulüyle birlikte İslamiyet’teki “istişâre/şûrâ” ile bağdaşıp güç kazanmış, Selçuklular ve Osmanlılarda “Divan” şekline bürünmüş ve XVII. yüzyıldan itibaren Divan-ı Hümayun’un etkisinin azalmasıy-
la birlikte “Meşveret”, XVIII. yüzyılda da “Meclis-i Meşveret”e dönüşmüştür. Tanzimat ile birlikte, yapılması düşünülen düzenlemeler için, “sürekli bir meclis” fikri benimsenmiş ve meşveret meclisi sürekli yasama meclisleri görünümünü almıştır. Tanzimat Dönemi’nde hız kazanan Batılılaşma düşüncesi meşrutî yönetim tarzına yönelişi güçlendirmiş, geleneksel meşveret düşüncesi bu yönetim tarzına ulaşmada “fikri meşruiyet” kaynağını oluşturmuştur. Parlamenter sisteme geçişte aydınların hareket noktası, “geleneksel anlamı”ndan kısmen sapma da gösterse, yine meşveret/danışma fikri olmuştur.
Birey hayatında önemli olmakla birlikte, danışma, kamusal alanda taşıdığı değerle ve oynadığı rolle, daha çok önemlidir ve de kamu hukukuyla ilintilidir. Çünkü, bireyin danışması veya danışmaması ve sonuçta vermiş olduğu karardaki sorumluluk kişiseldir. Ancak yönetim ve dolayısıyla kamusal alandaki durum tamamen farklıdır. Zira, kamusal sorumluluk taşıyan kişinin kararlarındaki isâbet veya hata, topyekün bir toplumu ilgilendirmekte ve toplumsal sonuçlar doğurmaktadır.
Danışma bu yönüyle, iktidarın sınırlandırılması olgusuyla doğrudan ilgilidir. İktidarı elinde bulunduranların hukuki ve fiili sınırlamalara tâbi olduklarını kabul etmekle sorun halledilmiş olmaz. Sınırlamanın etkili olabilmesi için yerleşik kurumlar gereklidir. Tarihsel boyutuyla düşünüldüğünde, iktidarın sınırlandırılmasında özgürlük-otorite boyutu ön plana çıkmakta ve yönetime katılımın bağdaştırıcı bir rol oynadığı görülmektedir. Başlangıçta sadece kendisine ‘danışılan’ bir kurul iken zamanla yönetime katılma gücü elde eden danışma kurulları, parlamento öncesi aşamada yeterlilikleri tartışılmakla beraber iktidarı sınırlandırma işlevi görmüşlerdir.
II. Tanzimat Dönemine
Devrolunan Danışma Mirası
1. İslam Öncesi Türklerde Danışma
Danışmak; bir iş için bilgi ve yol sormak, istişâre, meşveret3 anlamlarına gelir. Bununla birlikte, Türk Tarihi’nin farklı devirlerinde, hatta zaman zaman aynı dönem içinde bile aynı veya yakın anlamlara gelebilecek pek çok kavramla karşılaşmak mümkündür.
Eski Türkler, danışma işinin yapıldığı yeri ve toplantıyı belirtmek üzere çeşitli terimler kullanmışlardır. Bunlar içerisinde, toy ve kurultay öne çıkan kavramlardır. Toy; bütün Türk lehçelerinde ve Türkçe’den intikal ettiği diğer dillerde “meclis, toplantı” anlamına gelmektedir.4 Türkler toy tabirini, devlet yapısında gelenekleşen bir müessese anlamında, daha çok, senenin belirli zamanlarında yaptıkları, yeme içme, eğlence, dini tören ve danışmayı da içeren toplantılar için kullanmışlardır.
Türkçe “kurul” ve Moğolca “tay” ekiyle oluşmuş kurultay terimi, Türkçe’ye Cengiz Han Devleti’nden gelmiştir.5 Oğuz Han Destanı’nda geçen iki “toy”dan, ikincisi için “kurultay” tabiri kullanılmıştır.6 İbni Batûta Seyahatnamesi’nde yer alan toy kelimesi de kurultay anlamındadır. Kurultay kavramı, eski Türklerde toy ile aynı anlamda ve bazen biri diğerinin yerine kullanılabilmekteyse de, kurultay, “toy”a nazaran daha çok, “seçkin kişilerin katıldığı meclis” olarak da görülebilmektedir.
Hunlardan itibaren hemen her Türk devletinde; adı, yapısı, katılanları, yetki ve görüşme konuları farklı da olsa, devlet işlerinin görüşüldüğü “danışma, müzakere, kontrol ve karar alma” özelliğine sahip bir kurul varolmuştur.7
Senenin belirli zamanlarında olmak üzere ‘olağan’, toplum ve devlet hayatını etkileyen önemli olayların meydana gelmesi halinde ise ‘olağanüstü’ toplanan danışma toplantıları devletin en önemli meselelerinin görüşülüp kararlaştırıldığı yapılardı. Yeni Han seçimi, hükümdarın kontrolü ve tasdiki, Han’ın tahttan indirilmesi, töre tesbiti, savaşa ve barışa karar verme, devlet yönetimiyle ilgili önemli kararlar alma yetkileri arasındaydı.8 Hakan devlet hayatını ilgilendiren önemli meselelerde tek başına karar alamayıp kurultaya danışmak zorundadır. Burada karara bağlanmayan önemli devlet işleri Kağan tarafından icra olunamazdı. Kağan iktidarı sınırlanmış bir konumdaydı.9
Halkın da katılımıyla oluşan toy toplantıları ve seçkin kişilerden oluşan kurultaylar vasıtasıyla yönetime katılım gerçekleşmekteydi. Devlet teşkilatı içinde hakandan hemen sonra gelen, hatta bazı yetkileri ile hakandan daha önemli bir konumda olan bu kurullar sayesinde devletin monarşik özelliği meşruti bir nitelik kazanmıştır.
Kurultay şeklindeki yapısıyla, Osmanlı klasik döneminin bir bölümüne kadar hükümdar seçiminde etkinliğini sürdüren bu kurulların Türk ‘meclis’ geleneğinin ilk çekirdeğini oluşturduğunu söylemek mümkündür.
2. İslam’ın Kabulü Sonrası Danışma
Türklerin İslamiyeti kabulüyle birlikte toy ve kurultay şeklindeki uygulama, artık Türk hukukunda, divan, şûrâ ve meşveret gibi kavramlarla görünmeye başlar. İslamî kökenli bu kavramlar, bu hukukun Türk hukukundaki etkisine paralel olarak uzun bir dönem yaygın bir kullanım ve uygulamaya sahne olmuştur. Bu çerçevede, meşveretin, Osmanlı Devleti’nin sonuna kadarki görünümü, uygulaması ve özellikle son dönemde bu kavram etrafında beliren tartışmaların anlaşılabilmesi, İslamiyetteki teorik ve uygulama yönünün özet niteliğinde de olsa bilinmesini gerektirir.
A. İslam’da Danışma: Şûra
İslamiyet’te istibdat ve keyfî yönetim benimsenmemiş, işlerin hakkaniyet, adalet ve eşitlik ilkelerine uygun olmasını sağlamak için müşâvereye başvurulması gerektiği belirtilmiş10 ve yönetim işlerinin istişâre ile görülmesi tavsiye edilmiştir.11
İslam ulemasınca şûrâ ilkesi aklî ve dinî temellere dayandırılarak açıklanmaya çalışılmıştır. Şûrâ, yönetimin temel bir esası, meşveretle hareket Müslümanların sıfatı olarak kabul edilmiştir.
İslam’da, şûrânın meşruluğu kitap, sünnet ve Hulefa-i Raşidin uygulamasıyla sabittir. Şûrâ teşvik edilmiş, gerek ferdî ve gerekse idarî işlerde uyulması gereken bir prensip olarak kabul edilmiştir. Hatta verilen önemin bir belirtisi olarak “şûrâ”, bir Kur’an sûresine ad olmuştur. Kuran-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde konuyla ilgili esaslar ve İslam tarihinde oldukça zengin örnekler vardır. Özellikle Hz. Peygamber ve dört halife dönemi bu bakımdan dikkate değer niteliktedir.
Şûra, Kuran-ı Kerim’de genel ilke olarak yer almış, bunun ayrıntıları, diğer kaynaklar ışığında İslam hukukçularının içtihat faaliyetleri sonucu olmuş, şûra ile ilgili uygulamalar genel esaslar çerçevesinde zaman, mekan ve şartların durumuna bırakılmıştır.12
Şûrâ ve meşveret anlayışı Dört Halife döneminde üzerinde önemle durulan bir İslam ilkesi olarak uygulanmış ve kısmen kurumlaşma yolunu girmiştir. Bu dönemde ilkenin, hem hukukî ve hem fiilî yönden kabulü ve uygulanması, iktidarı sınırlandıcı bir rol oynamasında etkili olmuştur. Emeviler ile birlikte saltanat yönetiminin ortaya çıkışı, şûrâ’nın gelişim ve kurumlaşma sürecini zaafa uğratmıştır. Zira istişâre yöntemi ile sorunların çözümü, saltanat usulü ile bağdaşmamaktaydı. Bununla birlikte Emeviler sosyal ve dini temellere dayanan bu önemli İslam ilkesinden tamamen kopmuş da değillerdi. Şûrâ yöntemi divanlar içinde sürdürülmeğe çalışıldı. Bunun bir göstergesi olarak önemli devlet işleri, yetkili ve sorumlu bir organ olarak “Divan”da müzakere edilmeye başlanmıştı. Abbasiler döneminde de şûrâ prensibi, kurumsallaşan bir organ niteliği kazanan divanlar içerisinde sürdürülmeye çalışılmıştı.
B. Selçuklular ve Anadolu Beyliklerinde
Danışma: Divan
Selçuklular ve sonrası dönem Türk hukukunda devlet teşkilatı içinde kurumsallaşan danışma/meşveret ya da bunun o günkü görünüm şekli olan “Divan”ı anlayabilmek, o dönemdeki hukukî kurumların oluşum süreçlerini bilmekle yakından ilgilidir.
Bu dönem kamu hukuku kurumlarının oluşumunda, hem eski Türk devlet teşkilat geleneği, hem de İslam’ın kabulüyle gelen İslamî kurumların etkileri görülmektedir. İslamiyet’in Türkler tarafından kabulünden sonra kurulan devletlerde, Türklerin kamu hukuku yönünden İslamiyet ile çatışmayan kendi örf ve adetlerini, düşüncelerini, kurumlarını ve uygulama şekillerini korudukları ve bunları İslam’ın genel esasları ile kaynaştırmada başarılı oldukları görülür.13 Eski Türk töresindeki toy, kurultay geleneği, İslam’ın şura/meşveret ilkesiyle bütünleşmiştir. Hatta Türklerin divan kavramını ve uygulamasını çabuk benimsemelerinde ve ona devlet hayatında üstün bir yer vermelerinde, bu İslam öncesi geleneğin etkisi gözardı edilemez.14
İslam divan modelini örnek alan Türkler, kurultay geleneğinin etkisiyle bu müessesenin yetkilerini genişletmişlerdir. Bununla birlikte, Abbasi divanlarının işleyiş şekli artarak etkisini sürdürürken, bu müesseselerde, eski kurultaylardaki temsil geleneği özelliği artık kalmamış15 ve bu nedenle divan, kurultayın sınırlandırılmış bir şekli olarak nitelendirilmiştir.16
Büyük Selçuklularda, Anadolu Selçuklularında ve Anadolu beyliklerinde önemli devlet işlerini gören büyük bır divan vardı. Bu divana bağlı çeşitli divanlar bulunmakta ve divanda işler istişare ile görülmekteydi.
C. Osmanlı Klasik Döneminde Danışma
Osmanlı klasik dönemi devlet ve teşkilat yapısında, bir yandan Emevi ve Abbasi Devleti yoluyla İslam hukukunun, diğer yandan Selçuklular kanalıyla da eski Türk-Moğol geleneklerinin etkisini görmek mümkündür. İslamiyet öncesi dönemden gelmiş olan tarihi mirasın önemli bir payı olmakla beraber, Osmanlı Devleti her şeyden önce bir İslam devletidir.17 Bu münasebetle, devlet yapısı büyük ölçüde İslam hukukuna ve İslamî devlet geleneğine göre şekillenmiştir.
Padişah, Veziriazam ve Divan-ı Hümayun’dan oluşan Osmanlı merkez teşkilatında, Divan-ı Hümayun; klasik dönemde, bazen padişahtan sonra bazen padişah ile birlikte yeralan önemli bir kurum olarak görülür.18
Osmanlı devlet teşkilatı içinde, saltanat makamından sonra en güçlü kişi olan veziriazamın temsil ettiği sadaret makamı, padişahın kendisine geçen yetkilerini istediği gibi kullanmada ve tek başına karar verme imkanında tam manasıyla serbest değildir. Veziriazam, iş-
leri, padişah adına ve istişâre esaslarına göre sevk ve idare eden en yüksek devlet görevlisidir.19 Sadrazam, Veziriazam, önemli işlerde diğer görevlilerle birlikte çalışmak, onların görüşlerini sorma geleneğine uyarak belli başlı devlet büyükleriyle “istişâre etmek” durumundadır. Bu istişârenin yapılacağı yer ise “Divan-ı Hümayun”dur.20
Çeşitli İslam devletlerinde görülen ve en gelişmiş şekline Osmanlı’daki Divan-ı Hümayun ile ulaşan, devletin genel yönetimi ile yetkili ve sorumlu bu müessese, aynı zamanda danışma/şûrâ ilkesinin bir uygulama alanıdır. Divan-ı Hümayun’un bu özelliğini Fatih’in Teşkilat Kanunnamesi: “…umûru saltanatı veziriazam sair vüzera ile ve defterdarlarım ile müşâveret ideler” diyerek ortaya koyarken, aynı zamanda meşvereti, devlet işlerinin görülmesinde uyulması gereken zorunlu bir yöntem olarak düzenlemiştir. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman, devletin bütün iş ve meselelerinin bir kişiye bırakılmasının doğru olmadığını söylemiştir. Böylelikle, Osmanlı Devleti’nin yükseliş döneminde danışma devlet işlerinin görülmesinde bir yöntem, Divan-ı Hümayun ise bu yöntemin uygulandığı bir “şûrâ/danışma meclisi” niteliğindedir.21
XV. yüzyıldan itibaren gittikçe gelişen Divan-ı Hümayun, bu güçlü konumunu XVII. yüzyıl sonuna kadar sürdürmüştür. Bu dönem ile birlikte yetkileri yavaş yavaş veziriazamın İkindi Divanına kaymaya başlar.22 İkindi divanı ya da Babıâli, veziriazamın hakim olduğu ve öne çıktığı bir kuruldur. Burada devlet işleri artık meşveretle değil, veziriazam ile padişah arasında telhis yoluyla halledilmektedir. Veziriazamın öne çıktığı bu yapılanmanın, padişah tarafından benimsenmesi tabiatiyle mümkün değildir. Böyle bir yapılanmada iktidar mücadelesi kaçınılmazdır. Bunun sonucunda Divan-ı Hümayun’un devlet teşkilatında en yüksek bir karar organı olarak “devlet şûrâsı” niteliği muhtemelen padişahın da desteklediği ve zaman zaman katıldığı meşveret meclisine kaymıştır. Bununla birlikte, “encümen-i meşveret”, “şûrâ meclisi” ya da kısaca “meşveret” adı da verilen bu kurul, imparatorluğun kuruluşuna kadar giden bir uygulama geçmişine sahiptir. Meşveret, ortaya çıkışında, olağanüstü toplantılarda bir karar alma yöntemi olarak görülmektedir. Osmanlılar, Türk-İslam uygulamasındaki divan geleneği içinde bu yöntemi sürdürdüler. Müşâvere ile karar alınan şûrâ meclisi niteliğindeki Divan-ı Hümayun’un güçsüzleşmesi ile birlikte meşveret yöntemi başka bir kurulda devam ettirilmeye çalışıldı ve boşluğu dolduran bu kurula da “meşveret” denildi. Böylece hem “yapılan iş” hem de “kurul” adı olarak meşveret yerleşik bir kavram halini aldı.
Dostları ilə paylaş: |