1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı1
Nedİm İPEK
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti, Akdeniz ülkesidir. Akdeniz, tarihî süreç içerisinde her devirde stratejik öneme sahip olagelmiştir. Bu nedenle, Akdeniz’e kıyısı olan devletler bu denizde işgal ettikleri mevkii tahkim etmeye ve genişletmeye çalışmıştır. Akdeniz’e kıyısı olmayan devletler ise orada bir üs veya nüfuz bölgesi oluşturabilmek için, her türlü vasıtaya başvurmuştur. Bu ortamda, küçük veya zayıf bir Akdeniz ülkesi, sürekli tehdit altındadır.
XIX. yüzyılda Avrupa büyük devletlerinin dünya hakimiyeti telâkkisi, denizlere hakimiyet anlayışından hareketle millî rekabet politikaları üzerine oturmuştu. Söz konusu devletlerin Asya’da hayatî menfaatleri vardır. Menfaatlerini korumak isteyen bir Avrupa devleti için Türk boğazlarının, Anadolu’nun ve Akdeniz’in önemi tartışılamaz.
Avrupa devletleri, söz konusu bölgeyi ele geçirebilmek için emperyalist bir zihniyet taşıyan şark meselesi siyasetini geliştirdi. Müştereken geliştirilen bu siyasetin hedefi, Türk hakimiyetindeki Hristiyan toplumlara müstakil veya muhtariyet idaresine sahip olacak ölçüde imtiyazlar verilmesini temin etmekti. Daha açık bir ifadeyle, Balkanlar’da Türk hakimiyetine son vermek, Anadolu’daki Hristiyan cemaatlerin, özellikle Ermenilerin istiklâl veya muhtariyetini temin etmek, Kuzey Afrika’yı koloniyalist amaçla işgal ve ilhak etmek, Türk olmayan toplulukları isyana teşvik etmek ve Osmanlı Devleti’nden koparmaktır.2
Rusya, I. Petro’nun vasiyeti olarak yakıştırılan, aslında coğrafî konumu gereği, önce Karadeniz’in kuzeyini ele geçirmek, sonra da Kafkaslar’a, Türk boğazlarına ve Balkanlar’a hakim olarak Osmanlı topraklarından Akdeniz’e inmek siyasetini takip etti. Ruslar, bu siyasetleri doğrultusunda her fırsatta Osmanlı topraklarını işgal ettiler. Rusların batıdaki ilerleyişi, Kırım Savaşı (1853-1856) ile durduruldu. Ancak, doğuda serbest kalan Ruslar, 1865’e kadar Türkistan’da ve Kafkasya’da Türk ve Müslüman kavimleri hakimiyetleri altına aldılar.3 Diğer taraftan, Paris Antlaşması’nın (30 Mart 1856) Rus askerî harekâtını tahdit eden maddelerinden kurtulmaya çalıştılar. Nitekim, Rusya 1858’den beri diplomasi ve basın-yayın yolu ile gayrimüslimlerin Osmanlı idaresinden memnun kalmadıklarını, bu sebeple isyana meyilli olduklarını ifade ve ispat etmeye çalışıyordu.4
XIX. yüzyılın ikinci yarısında İtalyan ve Alman birliklerinin kurulması, Viyana Kongresi ile oluşturulan devletler arası dengeyi bozdu. Bu durumdan istifade eden Rusya, Paris Antlaşması’nın Karadeniz’in tarafsızlığı ve silâhtan arındırılması maddelerini tek taraflı olarak kaldırdı. Avrupa devletleri, bu oldu bittiyi Londra Antlaşması (13 Mart 1871) ile kabul etti.5
Islâhat Fermanı’nın ilânından sonra Balkanlar’da gelişen olaylar ve bu arada Rusya’nın şiddetle körüklediği Panslâvizm fikri, bu bölgeyi barut fıçısı haline getirdi. Bir taraftan Sırp ve Karadağ isyanları diğer taraftan Bosna-Hersek olayları ve Bulgar meselesi, Osmanlı Devleti’ni oldukça güç durumda bırakıyordu. Özellikle XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren uyanmaya başlayan Bulgar milliyetçilik fikri, bu dönemde Panslâvizm akımından da etkilenerek büyük bir gelişme gösterdi.6
Osmanlı müsamahası, Batı Avrupa’nın desteği, Rusya ve panslâvistlerin yardımları ve Bulgar tâcir, öğretmen ve din adamlarının çabaları sonucu 1870’li yıllarda Bulgar millî kültürü ve bir aydın kitlesi oluştu.7 Sonuçta, Bulgaristan’da Panslâvistlerin kullanabileceği bir kuşak ortaya çıktı.8 Bulgar meselesinin iki yönü vardır: Birinci yönü müstakil Bulgar kilisesini kurmaktı. 12 Mart 1870’te Bulgar Eksarhlığı kuruldu.9 İkinci yönü ise silâhlı hareketler meydana getirmekti. Bulgar komitelerinin ve çetelerinin teşvik ve tahrikleri sonucu Bulgarlar, 1840-
1875 yılları arasında birkaç defa isyana teşebbüs ettiler. Mayıs 1876’da “Yergöğü İhtilal Komitesi”nce plânlanan ve başlatılan isyan, Türk makamlarının gerekli tedbirleri alamaması üzerine kısa bir sürede büyüdü. Bu isyanın hedefi, bir Slâv Bulgar devleti kurmaktı. İsyan sahası her ne kadar genişlediyse de büyük kitlelerin desteğinden mahrum olduğu için, neticede Türk silâhlı kuvvetleri tarafından bastırıldı. Bu olay, Ruslar tarafından istismar edildiğinden, milletlerarası önemli bir soruna dönüştü.10
Rusya, Kırım Savaşı’nda kendisini engelleyen “Avrupa Birliğini” yanına çekmek ve yayılmacı Panslâvist politikasını Hristiyanların koruyuculuğu adı altında gösterebilmek için en azından Avrupa kamu oyunun sempatisini kazanmak zorundaydı. Avrupa kamuoyunu oluşturan en önemli kurum basındı. Bu sebeple Avrupa devletlerinin çoğu, çeşitli metotlarla basını kendi yanlarına çekmeye çalışıyordu. Rusya, diplomatik temaslar ve elde edeceği Avrupa basını vasıtasıyla bunu gerçekleştirmeye gayret etti. Avrupa basınının Türkiye ile ilgili haber kaynağı ise Beyoğlu ve Galata mahfillerinde mukim Avrupalı muhabirlerin duydukları dedikodulardı.11 Rusya, bir taraftan İstanbul elçiliği vasıtasıyla bu dedikoduları üretirken diğer taraftan düzmece haberleri Avrupa kamuoyuna duyurabilmek için gazete ve yazar satın alma yoluna gitti. Bunlar vasıtasıyla yapılan propaganda amaçlı yayınlarda, Bulgaristan’da öldürülenlerin sayısı on binlerle ifade edildi. Bu abartmalı ve hatta yalan haber kampanyasına karşı Bâb-ı Alî, Türk sefirleri vasıtasıyla basın bültenleri gönderdiyse de başarılı olamadı.12 Neticede, Avrupa’nın Osmanlı hakkındaki fikir ve görüşleri tamamen değişti.
Bu ortamdan faydalanmak isteyen Karadağ ve Sırbistan 2 Temmuz 1876’da Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etti.13 Bu savaşta Osmanlı Devleti kısa bir sürede başarı kazandı. Ancak, ecnebî temsilciliklerin ısrarı üzerine Osmanlı Devleti, 25 Eylül 1876’da ateşkes ilân etti. Ateşkes esnasında taraflar arasında bir anlaşmaya varılamayınca Rus elçisi İgnatiyef, 31 Ekim 1876’da Osmanlı Devleti’ne bir ültimatom verdi.14 Şark meselesinin çözümü konusunda Avusturya, Almanya ve Rusya arasında bir mutabakata varılırken, İngiltere ise menfaati gereği Balkanlar’ın mevcut statüsünün değişmesine karşıydı. Bunun için de Balkan milletlerini bir ölçüde de olsa yatıştırmak amacı ile Bâb-ı Alî’yi bazı tavizleri vermeye zorladı.15 Aslında, isyanı yatıştırmak suretiyle meseleyi hakkaniyet ve adalet ölçüsünde halletmek isteyen Osmanlı Devleti’nin bütün teşebbüsleri, Rus başvekili Gorcakof’un Balkanlar’daki Slâvları tahrik ve teşvik etmesi yüzünden sonuçsuz kaldı.16 Osmanlı Devleti, bu dönemde oldukça sıkıntılı ve karışık bir durumdaydı. Avrupa devletlerinin tutumu ve Rusların savaş açmak için fırsat kollaması ile bunalan Bâb-ı Alî, Balkan sorununa son vermek üzere İstanbul’da bir konferans tertibi fikrini kabul etti. 23 Aralık 1876’da Tersane Konferansı
toplandı. Konferansta, Osmanlı Devleti’nin istiklâli ile bağdaşmayacak teklifler önerildi. Amaç, Rumeli’deki gayrimüslimleri Türk hakimiyetinden ayırmaktı. Midhat Paşa, bunu engellemenin tek yolunu meşrutiyeti ilân etmekte görür. Ona göre meşrutiyetin ilânı ve Rumeli’nin bir kısmında ıslahat yapılması, bu bölgelerin Türk hakimiyetinde kalmasını sağlayabilirdi. Cevdet Paşa, bu fikri bir hayal unsuru olarak değerlendirir.17 Neticede Tersane Konferansı sonuçsuz dağıldı. Bunun üzerine elçiler İstanbul’u terk edince işin ciddiyetini anlayan Mithat Paşa Sırp ve Karadağ prenslerini mütareke müzakeresine davet etti. Sırbistan harpten önceki durumunun muhafaza edilmesi şartı ile Osmanlı Devleti’ne tâbi bir prenslik statüsü aldı.18 Ancak, Karadağ ile bir uzlaşma temin edilemedi. Karadağ temsilcileri, İstanbul’u terk ile Ruslardan yardım talep ettiler. Rusya’nın gayretiyle Avrupa büyük devletleri arasında imzalanan Londra Protokolü’nün (31 Mart 1877) Bâb-ı Alî tarafından reddedilmesi üzerine siyasî ve askerî bütün avantajları eline geçiren Rusya, şark meselesini halletmek ve Osmanlı te-
baası Hristiyanları korumak iddiasıyla 24 Nisan 1877’de Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etti.19 İngiltere menfaatini muhafaza kaydıyla, sair Avrupa devletleri ise herhangi bir şart ileri sürmeksizin savaşa karşı tarafsız kalacaklarını duyurdu.20
Doksan üç Savaşı’nın iyi bir şekilde değerlendirilebilmesi, savaşan tarafların kuvvetlerinin, silâh ve mühimmatı ile lojistik destek durumlarının bilinmesine bağlıdır. Osmanlı ordusunun mevcudu konusunda kaynaklarda ve ilgili monografik çalışmalarda farklı bilgiler mevcuttur. Serasker Redif Paşa’nın tanzim ettiği lâyihaya göre Türk kuvvetlerinin mevcudu 490.000 idi. Bunun 300.000’i Rumeli’de, 100.000’i Anadolu’nun kuzeydoğusunda, arta kalanı da muhtelif bölgelerde bulunuyordu.21 Fakat bunların içinde eğitim görmüş olanları azdı. Redifler eğitim görmemiş, mustahfızlar ise yaşlıydı. Ayrıca, ordunun subay kadrosu da yetersizdi. Yeterli miktarda subay olmadığı için savaş esnasında, livalık hizmeti miralaya, miralaylık hizmeti kaymakama ve hatta binbaşıya gördürülüp “idâre-i maslahatta” bulunulmaya çalışıldı.22 Harp Okulu’nun son sınıf öğrencileri, subay rütbesiyle cepheye gönderilmiş ve 1877-1878 yıllarında Okul, kısa devrelerle mezun vermişti. Savaş esnasında ortaya çıkan asker açığı Edirne, İstanbul, Selânik, Hüdavendigar, Aydın, Adapazarı, İzmit ve Konya gibi vilâyet ve mutasarrıflıklarda sakin Türklerden “Asâkir-i Mu’âvine” adı altında toplanan başıbozuk asker ile karşılanmaya çalışılsa da subay açığı kapatılamadı.23 Orduyu oluşturan taburlarda eğitim, disiplin,tecrübe ve moral bakımından birliktelik yoktu. Bu ise sevk ve idareyi güçleştiriyordu. Özellikle, taburları sevk ve idare edecek küçük rütbeli subay yoktu. Mevcut subay kadrosunun ise %10’u harbiyeli ve %90’ı alaylı idi. Alaylıların da çoğu okuma yazma bilmiyordu. Kurmay subay ise yok denecek seviyedeydi. Netice itibarıyla, askerî uzmanlar, bu kumanda heyeti ile ordunun ilmî olarak sevk ve idaresini mümkün görmüyorlardı.24
Türk Ordusu’nun silâh ve mühimmat bakımından en azından yeterli olduğu ifade edilebilir. 1869’da 114.000 Enfield ve Springfield tüfeği satın alınmıştı.25 1873’te ise 500.000 Martini Henry marka tüfek sipariş edildi.26 Seraskerlik, teslim aldığı bu silâhları 1876 baharından itibaren askerî birliklere dağıttı. Bu silâhların bir kısmı, daha sandıkları açılmaksızın savaş meydanlarında terk edildi. Savaş esnasında ordunun elinde çeşitli marka 935.000 tüfek vardı.27 Ayrıca, 1873’te 500 Krupp topu sipariş edildi.28
Osmanlı Donanması, 1877’de 22 zırhlı, 82 zırhsız gemi, 763 top ve 15.000 mürettebattan oluşuyordu. Bahriye zabitinin nazarî ve amelî talim ve terbiyesi yetersizdi. Özellikle büyük rütbeli bahriyeliler mesleklerini icrada yetersizdi. Ancak, genç zabitler arasında fennî bilgisi olanlar mevcuttu. Bunların da ya pratikleri yoktu veya rütbeleri küçük olduğundan fikirleri kabul edilmiyordu.29
Yukarıdaki bilgilerden anlaşılacağı üzere Türk kara ve deniz kuvvetleri modern araç ve gereçle donatılmıştı. Yalnız silâhla savaşın kazanılması düşünülemez. Teknolojik silâhlar ancak, iyi kullanıldığında işe yarar. Başarı, talimli askerle olur. Silâhları kullanacak efrat, o seviyeye çıkarılmadıktan sonra, söz konusu silâhların “taş ve sopadan” herhangi bir farkı kalmaz. Ordunun barış zamanında, bütün zorluklara karşı koyacak tarzda sürekli bir eğitimden geçmesi bir zorunluluktur. Bunun için de sükûna ihtiyaç vardır. Devletin haricî düşmanlarının tehdidine karşı hudutlar civarında kuvvetli nizamiye kıtaları bulundurmak zorunda kalışı ve dahilî asayişin sağlanması faaliyetleri, askeri seferber olacağı mıntıkadan uzaklaştırmakta ve askerî birliklerin dağılmasına sebebiyet vermekteydi. Bu gibi hallerde asker, birbirini tanıyamıyor ve bir program dahilinde talim ve terbiye göremiyordu. Amirinin daimî kontrolünden uzak kalan askerde, itaat duygusu da azalmaktaydı. Netice itibarıyla, bu gibi durumlarda sefer zamanında alayların derme çatma, birbirini tanımayan askerle doldurulması mecburiyeti hasıl oluyordu.30 Doksan üç Savaşı arifesinde, Türk ordusunda benzer özellikleri bulmak mümkündü. Nitekim, sürekli isyanların bastırılmasında kullanılan Türk ordusu, savaşa hazırlanma fırsatı bulamadı. Orduda talim ve tatbikat yapılmıyor, subay kadrosu yetersiz ve eğitimsiz kalıyordu. Subaylar, mezuniyet sonrası hizmet içi kursa alınmadıkları için, kısa sürede büro memuru haline dönüşüyorlardı. Redif askerleri ise barış dönemlerinde silâh altına alınmıyordu.31 Öte yandan, cephane fabrikalarının imalâtı, muharebe sarfiyatını telâfi edecek derecede değildi. Oysa, harp esnasında sarf olunacak cephane, mühimmat ve erzakı, seferberlikte temini zorunlu nakliye vasıtalarını kendi memleketinde imal ve tedarik edemeyen milletlerin istiklâllerini koruyamadıkları tecrübe edilmişti.32 Türk askerî makamları, cephe arazisinin özelliklerini bilmedikleri gibi bunları tanıtacak derecede sağlam ve doğru bir haritaya da sahip değillerdi.33
Türk ordusunun bu yapısına karşılık Rus ordusu, Kırım Savaşı sonrası yeni baştan teşkilâtlandırılmıştı. 1874’te zorunlu askerlik sistemi kabul edildi ve sayıca çok fazla artırıldı. Rus ordusunda her kademede ve her rütbede birlikleri ehliyetle sevk ve idare edecek subay ve kumanda kadrosu mevcuttu. Rus ordusunda 1865 yılından itibaren yıllık tatbikatlar icra edilmekteydi. Asker sayısı da Türk ordusuna nazaran fazlaydı. Rus kuvvetlerinin Avrupa cephesindeki mevcudu, harbin başında 275.000 piyade, 20.000 süvari, 756 top, 247.130 Bergande 383.382 Karanga ve 113.317 kapsüllü Karle tüfeği olup asker başına 182 fişek düşüyordu. Rus topları, eski model pirinç namlulu idi.34 Rus kuvvetleri Anadolu’da 160.000 kadardı. Zaman içinde Rumen ve Sırp kuvvetleri de Rusya’nın yanında savaşa iştirak etti. Netice itibarıyla, Türk ordusu kendinden üstün kuvvetlerle savaşmak zorunda kaldı.35
Doksan üç Savaşı’ndaki askerî faaliyetler incelendiğinde, bu savaşın bir “hareket harbi” olduğu tespit edilebilir. Bu da özellikle kara birliklerinin üstün ve süratli bir hareket kabiliyetine sahip olmasını gerektirir. Lojistik destek ulaştırmasının da aynı hacim ve süratle yapılması gerekmektedir. O hâlde, askerî harekâtların sonucunu şekillendiren en önemli unsurlardan birisi de lojistik destektir. Türk ve Rus ordusunun lojistik durumu incelendiğinde şunları tespit etmekteyiz: Lojistik durumdan kasıt, cephedeki kuvvetlerin yiyecek ve giyecek maddeleri ile cephane ihtiyacını karşılamaktır. Türk ordusunun yiyecek ihtiyacı, harekât alanı içinde “yerinde ikmal metoduyla” veya yurt içinden satın almak suretiyle sağlanmaktaydı. Elbise, fotin, çamaşır, çorap ve yağmurluk gibi “kadro gereç ve maddeleri” ile silâh ve mühimmat, İstanbul ve çevresindeki ambarlarca veya devlet tarafından işletilen fabrikalarca karşılanmaktaydı. İhtiyaç duyulan giysilerin bir kısmı da harekât alanı içinde temin edilmeye çalışılmaktaydı.
Ancak, savaş esnasında söz konusu fabrikaların üretimi yetersiz kalınca, Avusturya’ya askerî elbise sipariş edildi. Cephanenin büyük bir kısmı da yine İstanbul’daki askerî fabrikaların imaliyle karşılandı.36 Bu işin yeterince yapılamadığı anlaşılmaktadır. Doğu cephesinde askerin çoğu çarıksız ve çıplak olup erzakını da günü gününe alamamaktaydı.37Lojistik destek deniz, kara veya demiryolu ile sağlanıyordu. Öyleyse, İstanbul ile ordu merkezlerini veya
cepheleri birbirine bağlayan modern ulaşım yollarının ve vasıtalarının inşası ve kullanımı stratejik önemi haizdi. Ancak, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından sonra karayolu inşası ve bakımı ihmal edilmişti. Tanzimat döneminde ticarî ve askerî önemi kavranan demiryollarının inşası plânlanmaya başlandı. Daha ziyade askerî endişe ile Bâb-ı Alî, İstanbul ile Varna hattını bir demiryolu hattı ile birleştirmek ister.38 Bu düşünce ve tasarı doğrultusunda Rumeli demiryolları inşa edildiyse de Tuna’ya ulaşılamadı.39
Demiryolu teknolojisinin savaşın ve askerî harekâtların gidişatını değiştirdiği, 1870’li yıllarda tecrübe edilmişti. Bu tarihten sonra demiryolu, bir ülkenin askerî araç gereci halini aldı. Bir toplumun savunma ve taarruz gücü, artık sadece harekete geçirebildiği gerçek insan sayısına göre değerlendirilmiyor, aynı zamanda demiryolu ağının kalitesi ve büyüklüğü ile de ölçülüyordu. Demiryolları, askerî birlikleri savunma pozisyonunda toplamaya veya askerin yiyecek, silâh ve sair ihtiyaçlarını temin etmeye yarar. Ayrıca, yaralıların emin ve hızlı bir şekilde cephe gerisine taşınmasına imkân tanır.40 Demiryolunun önemini kavrayan Rusya, 1877 yılına kadar 20.000 km. uzunluğundaki demiryolu hattını inşa etmişti.41 Rusya, yine bu öneme binaen Ruscuk-Varna hattını ele geçirmek istedi. Ruslar, Doğu cephesindeki askerî birliklerine lojistik desteği, Kuzey Kafkasya’da bulunan Wiladi kentine kadar uzanan demiryolu ve buradan Tiflis’e kadar uzanan karayolu ile sağlıyorlardı. Keza, işgal ettikleri ülkelerin demiryollarını bu maksatla kullanırken, yerli ürünler de gasp edilmekteydi.42 Rumeli demiryollarının Tuna’ya kadar, özellikle Şumnu’ya kadar ulaşmaması, Osmanlı askerî makamları için bir handikaptı. Bununla birlikte imkânlar ölçüsünde demiryolu ile asker ve muhacir sevk edildi. Savaşın önemli sonuçlarından birisi de Rumeli demiryollarının bir kısmının elden çıkması olacaktır.43
Deniz ve demiryollarının yaygın bir kullanım ağına sahip olmaması sebebiyle savaş esnasında, taşıma aracı olarak daha ziyade yerli halktan kiralama yoluyla temin edilen iki tekerlekli öküz arabaları ile binek ve yük hayvanları kullanıldı. Bu zaruret, özellikle Doğu cephesinde orduyu son derece sıkıntıya soktu. Hatta, Rus kuvvetlerine karşı sarf olunan cephaneyi yerine koymak şöyle dursun, günlük yiyeceğin tedarikinde bile acziyet içinde kalındı.44 Bu sebeplerden dolayı, Rumeli cephesinde askerî birliklerin ve muhacirlerin erzak talepleri tamamen karşılanamıyordu. Ortaya çıkan açığın bölgedeki yeni mahsulden temin edilecek olan zahire ile kapatılması istendi.45 Ancak, Ruslar ve Bulgarlar yeni yıl mahsulü olan tahılı gasp ve yağma etmişlerdi.46
Osmanlı-Rus Savaşı, Tuna ve Kafkaslar olmak üzere iki cephede cereyan etti. Rumeli’de Ruslara karşı hareket edecek olan Tuna ordusu umum kumandanlığı, Abdülkerim Paşa’ya verildi. Harekât kumandanlığını ise Müşir Ahmed Eyüp Paşa yapacaktı. Bu cephe, Gazi Osman Paşa’nın kumandasında 35.000 mevcutlu Garp Ordusu, Süleyman Paşa’nın kumandasında 51.000 mevcutlu Balkan Ordusu ve Ahmed Eyüp Paşa’nın kumandasında 100.000 mevcutlu Şark Ordusu olmak üzere üç ordudan müteşekkildi. Anadolu cephesi kumandanı ise Ahmed Muhtar Paşa idi.
Osmanlı umum kumandanlığının plânı, savunma amacıyla tertip edildi. Bu plâna göre iki savunma hattı oluşturuluyordu: Birinci hat Tuna nehri idi. Tuna’nın güney kıyısındaki Varna-Vidin hattı, bu maksatla tahkim edildi. Silistre, Rusçuk, Niğbolu ve Vidin, bu hat üzerinde önemli kuvvetlerin bulunduğu başlıca kaleleri ihtiva ediyordu. Bu hattın gerisinde Balkanlar ikinci savunma hattı vardı. Bu hat üzerinde bulunan Varna, Şumnu ve Sofya’da büyük kuvvetlerin konuşlandırılması kararlaştırıldı. Rus harp plânına göre de bir Rus kolordusu Tuna’yı aşarak Dobruca’ya geçecek ve Türk kuvvetlerinin Tuna’nın doğu kısmında Rus münakale yollarını tehdit etme teşebbüsüne karşı koyacaktı. Bu esnada diğer Rus kuvvetleri Rusçuk-Niğbolu arasından Tuna’yı geçip Edirne’ye ilerleyerek Türk kuvvetlerini ikiye ayıracaktı.47
Rumeli cephesindeki savaşlar: Savaşın ilânından Rusların Tuna nehrini geçmesine kadar geçen süre, Tuna’nın geçilmesinden Plevne’nin düşmesine kadar geçen süre ve Plevne’nin sukûtundan ateşkese kadar geçen süre olmak üzere üç bölümde incelenebilir. 16 Nisan 1877’de Romanya ile bir anlaşma yapan Ruslar, 24 Nisan’da askerî harekâtı başlattılar. Savaş esnasında Osmanlı donanması üç filo hâlinde Karadeniz’e çıkarıldı.48 Karadeniz’de herhangi bir çatışma olmadı. Bununla birlikte Osmanlı donanması Karadeniz’deki Türk bandıralı gemilerin güvenliğini temin edemedi.49 Tuna boğazlarının ve Rumeli sahillerinin muhâfazasından Ferik Hasan Paşa’nın kumandasındaki birinci filo sorumluydu. Rusların Tuna nehrine yerleştirdikleri mayınlar, Osmanlı gemilerinin faaliyetine engel oldu.50 Hattâ bu zırhlılardan istifâde edilecek yerde onların korunması gailesine düşüldü.51
Ruslar, 27 Haziran 1877 gecesi Tuna’yı geçtiler ve Ziştovi kasabasını zapt ettiler.52 Temmuz başlarında Rusların Balya boğazına hücumu, kara kuvvetlerince geri püskürtüldü. Fakat, bu bölgede bulunan Türk zırhlıları, Rusların vapur, sal ve kayıklarla vuku bulan hücumuna karşı koyamadı. Rus taarruzları karşısında başarısız kalan Türk gemilerinin düşman eline geçmesinden korkulduğundan batırılması söz konusu oldu. Hatta, Leylek adası önlerinde bulunan tüccar gemilerinin batırılması kararlaştırıldı. Bu gibi başarısızlıklar üzerine Tuna donanmasının kumandanı değiştirildi.53 Bu olaylardan Rus taarruzlarına karşı önceden belirlenen tedbirlerin zamanında alınmadığı ve Türk kumanda heyeti arasında bir uyumsuzluğun mevcut olduğu anlaşılıyor.
Tuna nehrini geçip Ziştovi’yi zapt eden Ruslar, Ruscuk, Rahova ve Niğbolu karşısında bulunan kuvvetlerini Ziştovi’ye sevk etmeye başladılar. Ziştovi’de biriken Rus kuvvetleri Ruscuk, Tırnova ve Tuna boyu olmak üzere üçe taksim edildi. Rus plânına göre: İki kol Ziştovi ve Bile’den Tırnova’ya diğer kol Servi üzerinden Gabrova’ya yürüyecekti.54 Bu plânı tatbik eden Ruslar, üzerlerine gelen Osmanlı kuvvetlerini ric’at ettirerek Bile köprüsünü ele geçirdiler. Bu başarısızlık “Askerî meclis” adıyla teşkil edilen komisyonun savaşa “uzaktan müdahale” etmeye başlamasına sebep oldu. Rusların ilerleyişinin durdurulamamasında serdarın kusuru olup olmadığını tahkik etmek üzere Serasker Redif Paşa Şumnu’ya gönderildi.55
Osmanpazarı ve Tırnova’daki Türk kuvvetleri yetersizdi. Bu durumdan faydalanan Rus kuvvetleri, Servi tarafından ilerleyerek Gabrova ve Tırnova’yı ele geçirdi. O sıralarda Plevne ve Lofça da işgal edildi. Bölgedeki Türk kuvvetleri yalnız iç güvenliği sağlayabilecek miktarda olup mukavemete güç yetiremediklerinden geri çekildi.56 Neticede Osmanlı kuvvetleri Rusların Balkanlar’a sarkmasına mâni olamadı.57
Tuna vilâyetindeki Osmanlı kuvvetlerinin askerî harekâttaki başarısızlıkları, Rusların Bulgar nüfusunun fazla olduğu batı kısmında yayılmasına sebep oldu. Ruslar, bu savaşta en çok Bulgar milliyetçiliğini canlandırmayı benimseyerek, Türkleri Bulgaristan’dan sürüp çıkarmak için Bulgarları Türkler aleyhine kışkırtıyorlardı. Ruslar, daha Ziştovi’yi ele geçirmeden Tuna’nın kuzeyine geçerek kendilerine iltihak eden Bulgar çetelerinden bir fırka asker teşkil edip Tuna vilâyeti topraklarına gönderiyorlardı. Sonuç olarak Ruslar, Ziştovi’den Balkanlar’a kadar ayak bastıkları yerlerde bilhassa Kazak süvârileri ve Bulgar çeteleri vasıtasıyla pek çok Türk köyünü yakıp yıktılar. Türkleri kadın çocuk demeden öldürdüler. Türklerin silâhlarını alıp Bulgarlara dağıttılar ve bilhassa rastladıkları Çerkesleri “insafsızca” katlettiler. Can ve mal emniyetini temin etmek hususunda çaresiz kalan askerî otoriteler, Müslüman ahaliyi silâhlandırarak ocaklarını istilaya ve söz konusu tecavüzlere karşı korumayı tavsiye etmekten başka bir şey yapamıyorlardı. Bu ortamda büyük bir dehşet ve korkuya kapılan Türkler, gayrimenkullerini terk edip göç etmek zorunda kaldılar. Türkler, göç yollarında da Bulgar çetelerinin ve Kazak atlılarının zulümlerine maruz kaldılar. Böylece, Türk askerî birlikleri, Rus ilerleyişini durdurma çabalarının yanı sıra kendilerine sığınan muhacirleri himaye etme derdine de düştü.58
Yukarıda açıklandığı üzere Balkanlar’ın kuzeyine hakim olan Ruslar, ikinci aşama olarak Balkanlar’ı ele geçirmeye çalıştılar. Rus askerî birliklerinin ilerleyişine karşı Osmanpazarı ve Balkanlar’daki birkaç tabur hariç herhangi bir Türk birliği bulunmamaktaydı. Hattâ, Balkanlar’ın güneyinde de Rus ilerleyişini durduracak kâfi miktarda kuvvet mevcut değildi. Bu nedenle, herhangi bir tedbir alınmadığı takdirde Rusların Balkan dağlarını aşarak hızla İstanbul istikametine yürüyecekleri anlaşılıyordu. Bu ihtimalin gerçekleşmesi, vahim hâdiselerin ortaya çıkmasına sebebiyet verebilecekti. Bu gibi ihtimallere yer vermemek için Padişah ve Seraskerlik, kale ve istihkâmatta yeter miktarda muhafız bırakılarak Rus kuvvetlerinin üzerine gidilip Rus ilerlemesinin durdurulmasını plânladı. Buna göre, Ahmed Eyüp Paşa Şumnu ve Ruscuk’taki kuvvetlerle Rusların sol cenâhına, Vidin kumandanı Osman Paşa da kaleye kâfi miktarda muhafız bırakarak arta kalan taburlarla Orhaniye üzerinden Plevne’ye gidecekti.59 Öte yandan Bahriye Nezareti müşirlerinden Rauf Paşa “Balkan Umûm Kumandanı” sıfatıyla İslimye’ye, Müşir Safvet Paşa ise mevki kumandanı olarak Filibe’ye gönderildi.60
Dostları ilə paylaş: |