entelektüel hayatına önemli ölçüde renk kattığına şüphe yoktur. Bununla beraber,
kuruluş döneminden itibaren ve bilhassa klasik dönemde, Anadolu halkından da pek
çok kimsenin gerek İznik, Bursa ve Edirne gibi eski medreselere, gerekse Sahn-ı
Seman ve Süleymaniye medreseleri gibi imparatorluğun en yüksek seviyedeki
medreselerine öğrenci oldukları, buralarda tahsillerini tamamladıktan sonra ihtisas
yapmak üzere yine yukarıda zikredilen ülkelere gittikleri ve bunların hemen tamamına
yakınının geri dönerek çeşitli Osmanlı medreselerinde görev aldıkları müşahede
ediliyor.
Görüldüğü gibi, özellikle Osmanlı başkent ulemasının sosyal tabanının çoğunluğu,
kuruluş devrinden ileriki yüzyıllara doğru -ve bilhassa klasik dönemden itibaren- yerli
tebaadan oluşmakta, bununla beraber, belli ölçüde de olsa, Arap ve Fars kökenli
unsurları da içinde barındırmaktaydı. İşte konumuzu teşkil eden zendeka ve ilhad
hareketlerinin de daha çok bu yabancı kökenli ulema arasında meydana geldiği
dikkat çekiyor.
Demek oluyor ki, esas itibariyle 14. yüzyıldan başlayarak, ama asıl 15.
yüzyıldansitibaren işte böyle bir sosyal tabanın oluşturduğu, artık iyice belirginleşmiş
bir Osmanlı ulema sınıfından söz etmek mümkündür. Ancak ilmiye silki yahut tarîk-i
ilmiye tâbir edilen bu ulema mesleğinin kapısı, belli yollardan geçen bütün Müslüman
reayaya teorik olarak açıktı. Ne var ki, gerçekte bu kapıdan içeri girmek o kadar da
kolay bir iş değildi. Bu sınıfa dahil olabilmek, Osmanlı yönetim sektörlerinin hemen
hepsinde
yürürlükte olan intisap yahut bugünkü deyimle patronaj sistemine tâbiy-di. Bu sistem,
"ilmiye silkine sülük" edecek bütün adaylar için söz konusu olmakla beraber,
merkezde bulunanlar için avantajların daha fazla olduğu bir gerçekti ve başkent
medreselerine kadar kat edecekleri yol taşrada oturanlara nispetle daha kısaydı.
İlmiye silkine yahut tarîk-i ilmiyeye intisap edebilmek, taşradaki en az itibarlı
medreseden merkezdeki (mesela Sahn-ı Seman veya Süleymaniye medreseleri) en
yüksek itibarlı medreselere kadar bir derecelenmeye tâbi olan nisbeten uzun bir tahsil
sürecine ihtiyaç gösteriyordu. Müstakbel âlim adayı, eğer taşradaysa İstanbul
medreselerine ulaşmak için bütün kademeleri sırayla aşmak, bu esnada okunması
gereken dersleri, daha doğrusu kitapları, aşağıdan yukarıya, yani en basitinden en
tafsilatlısına doğru bir sıra takip etmek suretiyle belli bir hocadan "okumak"
zorundaydı. Bu, gerçekten yüzüne bir "okuma"ydı; bu yüzden icazetnamelerde geçen
kıraat tabiri doğru bir tabirdi. Alim adayı, her kademeyi bitirdikçe, hocasının
tavsiyesiyle bir üst ders veya kitap için daha yetkili bir hocaya gitmek zorundaydı.
Böylece tahsilini tamamlayıp icazetini aldıktan sonra merkeze, yani İstanbul'a
gelebilme imkânını elde ederse, burada devlet kesiminde nüfuzlu birinin himayesine
girmek, dolayısıyla onun çevresine intisap etmek suretiyle eğitim sahasında veya
bürokraside kendine bir görev edinme imkânını bulabilirdi.10 Bu görevde yükselerek
en üst kademelere çıkabilmek, yine aynı sistemle mümkün oluyordu.11
Muhtemelen mevlânâ kelimesinin kısaltılarak söyleniş biçiminden başka bir şey
olmayan munla (molla) kelimesiyle nitelendirilen Osmanlı ulemasının gerek eğitim,
gerekse bürokrasi sektöründe söz konusu bu mevkileri birer birer kat edebilmesini
sağlayan intisap sistemi, ulema adaylarının bürokratik hiyerarşide saraya kadar
uzanan geniş bir ilişkiler ağı kurabilmelerine ihtiyaç gösteriyordu. Bu ise tamamiyle
onların kendilerini gösterebilmelerine, isim yapabilmelerine bağlıydı. Genellikle
merkezdeki yüksek bürokrasiye adım atabilmenin yolu, 15. yüzyılın ortalarından
sonra artık Sahn müderrisliğinden geçiyordu. Bu yüzden Sahn müderrisliği, ulemadan
pek çok kimsenin hararetle arzuladığı bir mevkiydi.12 Bu keyfiyet, Osmanlı
İmparatorluğu'nda bilimin neden fazla gelişemediğini, ulemanın amatör bilimsel
hedefler peşinde koşmak ve ümera ile yakın ilişkiler geliştirmekten olabildiğince
uzaklaşmak yerine, neden bu ilişkileri kovalamayı tercih ettiğini iyi açıklıyor.
İmparatorluğun merkeziyetçi yapısı, mesleğinde parlayan ve başarı gösteren
ulemaya cazip bürokratik mevkiler vermek suretiyle böyle bir tercihi adeta teşvik
etmektedir. Bunun ise merkezdeki ulema arasında hemen her devirde mevcudiyetini
koruyan koyu bir rekabet ve kıskançlık ortamı yarattığı görülüyor. Fatih devrinin ünlü
âlimlerinden Molla Lût-fi'nin, böyle bir kıskançlık kombinezonunun kurbanı olduğunu
söyleyebiliriz. Şakâyık-t Nu'mâniyye, bürokraside yükselerek önemli mevkileri ele
geçirebilmek uğruna birbirlerinin aleyhine olmadık haset, kin, buğz ve ayak oyunları
sergileyen ulemanın hikayeleriyle doludur. Nitekim ulema arasındaki bu sağlıksız
rekabet ortamı ve yarattığı menfiliklerin ulaştığı rahatsız edici boyutun, bizzat
Veziriazam Lûtfi Paşa tarafından Kanuni Sultan Süleyman'ın dikkatine sunulacak
kadar önem arz ettiği gözleniyor.13
Bu sağlıksız rekabetin Osmanlı ulemasının bilimsel alanda kendilerini geliştirmek
yerine dikkatlerini belirtilen ayak oyunları üzerinde toplamalarının, genel çizgi
itibariyle bilimsel açıdan inanılmaz bir kalitesizliği beraberinde getirdiğine şüphe
yoktur. Hatta bazı durumlarda büyük şöhret sahibi yüksek ulemanın bile bu
şöhretlerinin, bilimsel alandaki kapasitelerinden ziyade, ifa ettikleri devlet
görevlerinden ileri geldiği, zaman zaman yetkili ağızlarca vurgulanmıştır. Nitekim
Veziriazam Lûtfi Paşa'nın, Ebussuud Efendi gibi zamanın en büyük ulemasından
birinin bile gerçekte şöhretiyle mütenasip ilim sahibi bulunmadığını söylediği
nakledilir.'4 M. Tayyib Gökbilgin, Osmanlı ulema sınıfı içinde gerek bilimsel kalite ve
vazife anlayışı, gerekse ulema silkindeki yapısal bozulmalar bakımından ilk zaaf
emarelerinin Kanuni Sultan Süleyman zamanında ortaya çıkmaya başladığını
söyler.15 Şakâyık-ı Nu'mâniyye'dt "... ilminde yed-i tûlâ sahibi" diye zikredilen bazı
ulemanın, hayatlarında bir tek satır bile kaleme almadıkları, ilgili metinlerdeki
ifadelerden çıkıyor.
İşte, ulemanın medrese müderrisliğinden elde edemedikleri maddi ve manevi prestiji
bürokratik mevkilerden sağlamaları yüzünden bu mevkilere yönelmelerini, Osmanlı
İmparatorluğu'nun askeri merkeziyetçi yapısının çok tabii bir sonucu olarak görmek
gerekir. Bu eğilim, ulemanın ümera ile sıkı işbirliğine gitmesi sonucunu doğruyordu.
Hodgson, ulemanın ümera ile olan bu yakınlaşmasını bir anlamda (bizim "din ve
devlet özdeşleşmesi" dediğimiz) bir "sentez" (din ile devletin sentezi) olarak niteler ve
ulemanın devlet kontrolüne girmesi karşılığında, şeriatın da devlet hayatının
merkezine yerleştiğini belirtir.16 Ona göre, ulema ile ümera arasındaki bu ilişki, "yeni
bir rejimin ani yükselişi sonucu değil, gazilerin kendilerini kitaplara vermiş ulemaya ve
onların diktasına karşı asli kayıtsızlıkları içerisinde, yavaş bir tekâmül içinde
gelişfmişti]."17
Bu ilişkinin, Hodgson'un söylediği gibi, şeriatı devlet hayatının merkezine yerleştirdiği
bir gerçektir. Ama özellikle unutulmaması gereken bir başka gerçek şudur: Şeriatı
ulema aracılığıyla kendi bünyesi içine alan devlet, (birinci bölümde açıklanmaya
çalışıldığı üzere) ona bu bünyenin özelliklerini katarak kendi dünya görüşüne,
yönetim anlayışına uygun siyasal bir nitelik kazandırmış, örfi hukuku pek çok alanda
devreye sokarak onun bazı alanlarına müdahale etmek suretiyle önemli ölçüde kendi
prag-matik amaçlarına elverişli hale büründürmüştür. Bir başka şekilde ifade edecek
olursak, "din devletleşmiş, devlet de bir anlamda dinleşmiş"tir. Bu da Osmanlı
Devleti'ni öteki İslam devletlerinden ayıran kendine mahsus bir başka özellik olarak
değerlendirilebilir.
İşte bu araştırma çerçevesinde ele almak istediğimiz -çok azınlıkta da olsa- bir kısım
ulema ve daha yaygın olarak sûfiye çevrelerindeki zendeka ve ilhad hareketleri, birer
cephesiyle bu vakıanın, yani dinin devletleşmesi (devletin kurumlarıyla iç içe girmesi),
devletin dinleşmesi (din gibi kutsallık ve eleştirilemezlik kazanması), son tahlilde dini
temsil eden zümrenin devletin kendi idari elemanı haline dönüşmesi olgusunun, bir
bakıma, bu sayılan kesimler tarafından reddi gibi görülebilir.
Hiç şüphesiz bu süreç 15. yüzyılın ikinci yarısında merkeziyetçi devlet anlayışı
çerçevesinde doruk noktasına ulaştı ve ulema sınıfı içinde bu çerçevenin özelliğine
uygun, daha önceki hiçbir İslam devletinde görülmemiş, sımsıkı bir bürokratik
hiyerarşik sistem yarattı. Bu sistem ise üzerine düşen görevi eksiksiz yerine getirerek
Osmanlı Devleti'nin bünyesi içinde şeriat ile idari uygulamaları, Tanzimat'a kadar
süren kusursuz bir ahenge dönüştürdü.18 Taşradaki en küçük bir medrese
müderrisliğinden İstanbul'daki Sahn müderrisliğine, Sahıı müderrisliğinden
imparatorluğun en yüksek ilmiye makamı olan şeyhülislamlığa kadar uzanan bu
müthiş bürokratik ulema hiyerarşisi, Osmanlı İmparatorluğu'nda din-devlet iç içeli-
ğinin, başka bir deyişle, din-devlet özdeşliğinin Osmanlıya mahsus en somut örneği
sayılabilir.
Bu özdeşlik ulemayı, devletin reaya üstündeki otoritesinin teminatı durumuna
getirirken, karşılığında da ona Osmanlı idari yapısının başlıca şu dört önemli
sektörünün kontrolünü elinde tutma imkânını bahşediyordu:
1) Hukuk, 2) adliye, 3) din, 4) eğitim ve öğretim.
İşte, Osmanlı Devleti'nin bizzat örgütlediği bu müthiş hiyerarşinin belki en önemli
fonksiyonlarından biri, milyonlarca kilometrekarelik bir alana yayılan bir
imparatorluğun yönetiminin ihtiyaç gösterdiği kanunların üretilmesini sağlamaktı.
Büyük ulema fevkalade bir beceriyle bu muazzam işin üstesinden geliyordu. Klasik
döneme ait bugün elimizde bulunan yığınla kanunun üreticisi işte bu ulemaydı.
Ayrıca, bir yandan kazaskerler aracılığıyla kalabalık bir kadılar zümresini, müftüler
aracılığıyla muazzam bir imamlar ve müezzinler ordusunu ve oldukça kalabalık bir
müderrisler topluluğunu bir tek şeyhülislamın denetiminde yönetirken, diğer yandan
da vakıflar aracılığıyla, kurumlaşmış İslam'ı denetim altında tutuyordu.19 Bu, o
zamana kadar İslam tarihinin gördüğü -bürokratik anlamda- en büyük ve en gelişmiş
teşkilattı.
Osmanlı ulemasının imparatorluk genelinde icra ettiği bu dört fonksiyon, onu
toplumsal yapı içerisinde sosyal statü itibariyle önemli bir konuma yerleştiren asıl
faktördü. Vergiden muaf olmaları, geniş ve zengin vakıf gelirlerini kontrolleri altında
bulundurmaları, mal ve mülklerini, hatta daha da öte, mesleki statülerini dahi
çocuklarına miras bırakabilmeleri, onları diğer "padişah kulları" içinde -kelimenin tam
anlamıyla- oldukça imtiyazlı bir "sınıf haline getiriyordu.20 Bernard Levvis'in Lady
Monta-igue'nün mektuplarından iktibas ettiği şu pasaj, bu teşhisi gerçekten
doğrulayan çağdaş bir belge niteliğini taşıyor:
Bunlar imparatorlukta muazzam bir saygınlığa sahip yegâne şahsiyetler olup en
hatırlı gelirler onların ellerinde bulunur. Büyük Senyör bütün halkının mutlak efendisi
olmasına rağmen, onların mülklerine, yahut, kesintisiz bir şekilde evlatlarına intikal
edebilen servetlerine dokunmaya asla cesaret edemez. Aslına bakılırsa onlar,
sarayda bir mevki veya paşa unvanını kabul ederek bu imtiyazı kaybediyorlar.
Bununla beraber, aralarında çok azı bunu kabul edecek kadar aklını kaçırmıştır. Siz,
bütün ilimleri yutmuş ve neredeyse imparatorluğun bütün zenginliklerini kendilerine
ilhak etmiş bu adamların gücünü rahatlıkla tahayyül edebilirsiniz.21
Osmanlı uleması, imparatorluğunun omurgasını teşkil eden ve yukarıda sayılan bu
dört fonksiyonu acaba nasıl ve neye dayanarak icra ediyordu? İşte bu sorunun
cevabı bir yandan Osmanlı bilim ve düşünce hayatını ilgilendirdiği kadar, bir yandan
da konumuz olan zendeka ve ilhad hareketlerinin de püf noktasını oluşturur.
Osmanlı uleması bu fonksiyonları, pratik hayatı doğrudan doğruya ilgilendirdiği için
üzerinde en fazla durulan, dolayısıyla da o zamana kadar iyice işlenebilen iki
geleneksel bilim dalı aracılığıyla yerine getiriyordu: a. Fıkıh (Hukuk), b. Kelâm
(Teoloji).
Osmanlı uleması, her iki bilim dalında da, İslam dünyasının yüzyıllar boyunca
işleyerek oluşturduğu teori ve pratiğin birikimine vâris oldukları için epeyce temayüz
etmişlerdi. Osmanlı ulemasının meydana getirdiği Türkçe ve Arapça fetva
koleksiyonları, İslam hukukuna pratik alanda küçümsenemeyecek, önemli bir katkı
oluşturur.22 Bu birikimi fıkıh dalında Kahire, Şam, Halep gibi Ortadoğu ülkelerinin
klasik medreselerinden, kelâmda ise daha ziyade Mâverâünnehir medreselerinden
sağlıyordu. Bu bilimlerden ilki, imparatorluğun teşkilat ve kurumlarını düzenlemekte
ve yönetimde kullanılırken, diğeri ideolojisini üretmede en önemli araçtı. Bu iki
geleneksel dini bilim disiplini, Osmanlı medreselerindeki munlalann (molla) en gözde
ilgi alanlarıydı. İdeallerindeki yüksek bürokratik mevkilere ulaşabilmek, ancak bu iki
alandan birinde veya her ikisinde gösterecekleri maharete bağlıydı. Bu yüzden
Osmanlı medreselerinin temel eğitim programları, doğrudan doğruya insan sağlığıyla
ilgili olan tıp ve günlük hayatla sıkı sıkıya bağlantılı hesap ve hendese (matematik ve
geometri) ile kısmen ilm-i nücum (astronomi) bir kenara bırakılacak olursa, esas
itibariyle fıkıh ve kelâm ile, hiç şüphesiz bu ikisini besleyen iki temel kaynak olan
tefsir ve hadis bilimlerinden oluşuyordu.
Osmanlı ulemasının zikredilen bu bilimsel disiplinlerde yeni atılımlar yapma endişesi
taşıdığını, orijinal eserler telif etme ihtiyacını hissettiğini -zaman zaman rastlanan tek
tük istisnalar dışında- söyleyebilmek pek kolay görünmüyor. Onlar daha ziyade,
mevcut toplumsal düzenin bozulmadan korunması ve devlet işlerinin aksamadan
yürümesi amacına hizmet endişesini taşıdıkları için, kendilerinden üç-beş yüz yıl
önce müteahhirûn (sonrakiler) denilen Gazzâlî'den sonraki Hanefi ve Mâtüridî
uleması tarafından kaleme alınmış fıkıh ve kelâm eserlerini şerh etmeyi, onlara talik
ve haşiye, hattâ haşiyelere haşiye, şerhlere şerh yazmayı tercih ediyorlardı. Bu
konuda yapılmış bir araştırma, Osmanlı ulemasının, daha önceki yüzyıllarda yaşamış
ulemadan kimlerin hangi eserlerini tercüme, şerh, talik veya haşiye yazmak üzere
tercih ettiğini, Şakâyık-ı Nu'mâniyye'yı esas alarak tesbite çalışmıştır.23 Bu
araştırmadan anlaşıldığına göre, fıkıh alanında özellikle Ali b. Ebîbekr el-
Merginânî'nin (ö. 1196-1197) el-Hidâye isimli eseriyle, kelâmda ünlü âlim Nesefî'nin
(ö. 1114) AkaicT'mt yine ünlü âlimlerden "Allâme" lakabıyla şöhret bulmuş Sâdeddîıı-i
Teftâzânî'nin (ö. 1395) Şerhii'l-AkâicFi en gözde kaynaklar olarak büyük bir itibara
sahiptiler.24
Kısacası, Osmanlı uleması arasında, bir yandan devletin bürokratik ihtiyaçlarını
yerine getirme, öte yandan halkın inançlarının bozulmaması için gayret sarf etme gibi
iki pragmatik endişenin şevkiyle, birincisi Ehl-i Sünnet dışı cereyanları bilimsel olarak
çürütmek ve Ehl-i Sünnet'i güçlendirmek, ikincisi ise bu cereyanları hukuk açısından
mahkûm etmek üzere, Kelâm ve Fıkıh, öne çıkan iki gözde bilimsel disiplin olarak
yüzlerce yıl yerlerini korudular. Nakli ilimler tabir edilen bu dini bilimlerin öne
çıkmasının, daha eski dönemlerde okutulmakta ve itibar görmekte olan mantık,
felsefe, riyaziye vb akli ilimleri itibardan düşürmekle giderek koyu bir taassup
ortamının oluşmasında önemli bir paya sahip olduğu genellikle kabul gören bir
düşüncedir. 17. yüzyılda Kâtip Çelebi bu taassuptan acı acı şikâyet etmektedir.25
İran'da 15. yüzyılda Hurûfîler'in sıkı bir takibata uğrayarak Anadolu'ya akın etmeleri
ve bu yüzyılın son yıllarında devreye giren ve 16. yüzyılda da bütün hızıyla devam
eden Safevi propagandasının yarattığı yeni dalgalanmalar sebebiyle Ehl-i Sünnet
inançlarının yoğun bir şekilde tahribata maruz kalmasıyla başlayan sapkınlık (herezi)
akımlarına karşı devletin öncülük ettiği kampanya, ulemayı koyu bir savunma
psikolojisi içine soktu. Başta zamanın ünlü şeyhülislamları İbn Kemal (ö. 1535) ve
arkasından Ebussuud Efendi (ö. 1574) olmak üzere, dönemin uleması bütün gücüyle
Şiiliğe ve Ehl-i Sünnet dışı her türlü mezhep ve tarikat eğilimlerine karşı amansız bir
mücadele başlattı. İşte bu kitaba konu teşkil eden di-ni-sosyal hareketlerin, bu sözü
edilen ortamın bir ürünü olarak görülmesi gerekir. Bu hareketlerin şiddetle üstüne
giden ve onları amansızca yargılayan Osmanlı uleması, girdiği savunma psikolojisinin
etkisiyle, bir daha geri dönmemek üzere koyu bir taassup ortamının hazırlayıcısı oldu.
Bu taassup ortamı, ulema içinden, Şeyh Bedreddîn'den Lârî Mehmed Efen-di'ye
uzanan ve devletle özdeş hale gelmiş Ehl-i Sünnet çizgisini zaman zaman zorlayan
tipleri de çıkarmıştır.
Zamanın terminolojisiyle devletçe zındıklık ve mülhidlik olarak nitelendirilen bu karşı
çıkışlar, acaba gerçekten Ehl-i Sünnet inançlarının yukarıda belirtilen faktörlerin
etkisiyle taassuba dönüştürülmesine karşı bir tahammülsüzlüğün, bir protestonun
eseri miydi? Veya sadece bir baskıya karşı çıkış mı, yoksa devletin elinde tam
anlamıyla siyasal bir sisteme dönüşmüş olan Osmanlı Sünniliğine alternatif olabilecek
ciddi bir bilim ve düşünce programı olarak mı gündeme geliyordu? Bu soruların
cevabını ilerleyen sayfalarda görmeye çalışacağız.
II. OSMANLI YÜKSEK SUFİ ÇEVRELERİ: TARİHSEL ALTYAPI, SOSYAL TABAN,
DOKTRİN VE MERKEZİ YÖNETİMLE İLİŞKİLER AÇISINDAN GENEL BAKIŞ (14.-
17. YÜZYILLAR)
Osmanlı yüksek sûfı çevrelerindeki zendeka ve ilhad hareketleri, sonuçta ulema
kesimi içindeki hareketlere benzemekle beraber, hareket noktaları, ortaya konuş
biçimleri ve amaçları itibariyle onlardan ayrılan bazı özellikler de sergilerler. Osmanlı
sûfiyesinin de tıpkı Osmanlı ilmiyesi gibi, kökü İslam dünyasının klasik dönemine
kadar inen uzun bir tarihsel geçmişi vardır. Bu geçmiş, Osmanlı sûfıliğini teşkil eden
çeşitli tarikat zümrelerinin tarihsel temelini oluşturur.Bilindiği gibi İslam dünyasında
sûfilik, İslam'ın daha ilk yüzyılı içinde belirmeye başlayan siyasi ve sosyal değişimlere
pasif bir tepki olarak önce zühdî (asetik) bir hayat tarzı şeklinde kendini gösterdi. Bir
bakıma bu kaçınılmaz bir gelişmeydi. Daha Peygamber hayattayken etrafındaki
sahabeden bazılarının mistik bir hayat tarzı sürdükleri bir yana, Peygam-ber'in
kendisinin de bazı bakımlardan kuvvetli bir mistik karaktere sahip olduğu söylenebilir.
Sûfı geleneğin sonradan kendi kökeninde gördüğü Üveys el-Karenî, Herem b.
Hayyân, Hasan el-Basrî benzeri ikinci kuşak* şahsiyetler, gerçek anlamda sûfiler
olmaktan ziyade, İslam'ın bozulması olarak değerlendirdikleri siyasi gelişme ve
toplumsal değişmeleri kabulle-nemeyerek bizzat yaşamak suretiyle örneğini verdikleri
zübd ve takva hayatıyla bunları portesto eden zâhidlerdi {zühhâd).26 Bu protestolar o
devirde tamamiyle ferdi nitelikteydi, hiçbir zaman toplumsal hareketlere dönüşmedi.
Bu hareketlerin, zâhidliğin yine ferdi bir hayat şeklinde sûfı-liğe dönüşmesinden çok
sonra, ancak teşkilatlı tasavvufun, yani tarikatla-nn ortaya çıkmasıyla gözlenebildiği,
sûfilik tarihinin en açık olgularından' biridir.
Bu zühdi tepki bütün bir Emevi dönemi boyunca sürdü. Abbasi İm-' paratorluğu'nun
alabildiğince geniş toprakları içinde, özellikle Hind-İran mistik kültürlerinin izlerini
bütün canlılığıyla saklayan eski Mezopotamya' ve köklü bir Yahudi-Hıristiyan mistik
geleneğinin kalıntılarını taşıyan Mısır ve Suriye'de Budist, Maniheist, Gnostik ve
Neoplatonist etkilerle oluşturduğu sentezle27 zaman içinde gerçek bir mistik yapıya
kavuştuğunu, '. 10. yüzyılda da sûfi hayat tarzına paralel olarak yavaş yavaş bazı
teoriler de şekillendirerek sûfilik veya tasavvuf denilen olaya dönüştüğünü bugün
daha iyi kavrayabiliyoruz.
Tasavvuf, teorik yapısı itibariyle, şeriatın, tevhid tâbir edilen "Allah'ın ortak kabul
etmez tekliği"ni açıkça vurgulamak suretiyle "Yaratan"ı "yaratılan "dan ayırarak ortaya
koyduğu Yaratan-yaratılan ayırımını, "yaratı-lan"ın "Yaratan"m tecellisinden ibaret
olduğunu varsayarak izale etmeye çalışan bir mistik felsefedir diye özetlenebilir.
Tasavvuf teorilerinin bütün varyantlarının, esas itibariyle, söz konusu bu ikiliğin
ortadan kaldırılmasının bir aracı sıfatıyla "insan-ı kâmil" ve -bununla bağlantılı olarak-
"velayet" teorisinde odaklaştığı söylenebilir.28 İnsanın ilahi gerçeğe ulaştığı son
noktayı temsil eden insan-
Dostları ilə paylaş: |