uyarırlar. Eğer onlar kendilerini düzeltmezlerse, aforoz ederler ve topluluklarından
kovarlar. Bu adamlar genellikle, yerleşik hayatın kendi melankolilerine ve ölçüsüz
hayallerine malzeme sağladığı birtakım zanaatkarlar veya dükkân sahipleridir.
Bu mezhepten, Hıristiyanlık'la Muhammedîliğin tuhaf bir karışımını çıkaran başka
kişiler de bulunmaktadır. Bunların çoğu Moravie (?) ve Macaristan sınırlarında oturan
askerlerdir. Moravie'den ve Raguza'dan getirilen (423) Sclavon (Slav) dilinde Yeni
Ahit okurlar. Kur'an'ın sırlarını öğrenmeye* ve özellikle onu Arapça'sından okumaya
çok meraklıdırlar. Kaba ve cahil görünmemek için bir Saray dili olan Farsça'yı da
öğrenmeyi çok isterler. Ramazan dedikleri oruç ayında şarap içerler, fakat rezalet
çıkmasın diye ne tarçın, ne de diğer baharatları içine koymazlar ve adına Harlalis
(Hardallı ?) derler ki bu muameleden sonra (içilmesine) izin verilen bir içki olur.
Bununla beraber, birer âlim olduklarını da düşündükleri için, Muhammed'in, Hz. İsa
tarafından geleceği vaat edilmiş olup, Pentecote gününde onun tipi ve çehresin(i
almış olduğu hal)de yeryüzüne ineceği düşünülen Kutsal Ruh olduğuna inanırlar. Her
türlü karşılaşmada, Paraclete kelimesini, beyaz bir güvercin tarafından her çeşit
sevinç ve mutluluğu bulacakları vaat edilen Cennet'i kazanmanın şaşmaz yolları
kulağına fısıldanan Peygamber'leriyle yorumlarlar. Bosna Patarları bütünüyle bu
mezhebe mensupturlar. Ama yine de diğer (424) Hıristiyanlar gibi vergi öderler.
Takdis ettikleri birtakım (aziz) resimler[in]e ve Haç'a da sahiptirler. Sünnet olurlar ve
Mısır'daki bir Hıristiyan mezhebi mensupları olan Kiptiler gibi, bu merasimi
meşrulaştırmak için Hz. İsa örneğinden yararlanırlar. Fakat bana kısa bir zaman önce
bu âdeti terk ettikleri söylendi.
Ulûhiyetin (Tanrısallık) simgeleriyle alakalı ince bir başka mesele de, Yeniçeriler
arasında, Bektaş adlı birine izafe edilen Bektaşîlik denilen bir mezhep meydana
getirmiştir. Her ne kadar bahis konusu olan, onlarınki kadar kaba birtakım kafalara
sıkıntı verecek fena bir konu olsa da, yalnızca metafizik bir meseledir. Söylendiğine
göre bu mezhep, Muhteşem Süleyman zamanında çıkmıştır.30 Bazıları bu mezhebe
mensup olanları Zerakis (İştiraki ?), yani "yakın akrabalarıyla şehevi ilişkiler kuranlar"
diye adlandırır. Fakat halk arasında onlara Mumsöndürenler (Mumsconduren)
deniyor. Bunların hepsi, (425) dinin istediğinin de ötesinde çok katı ve çok hurafeci bir
tarzda tapınmaya yönelik olarak Muhammed'in şeriatını gözetirler. (...) Vaktiyle bu
mezhepten, Türkler arasında Nesîmî (Nemisi) diye meşhur olup, Allah'a hiçbir sıfat
yakıştırılmaması gerektiğine inandığından, minarede Allahu Ekber diyerek ezan
okuyan müezzine, "Yalan söylüyorsun" dediği için diri diri derisi yüzülen bir şair vardı.
Bugün hâlâ yüksek rütbeli Yeniçeri subaylarından büyük bir kısmı bu mezhebe
mensupturlar. Fakat, daha önce söylediğimiz gibi, şu anda hüküm sürmekte olan
padişaha karşı ayaklanmaları sebebiyle idam edilen (426) Bektaş Ağa, Kul Kâhya ve
Mehmed Ağa zamanında sayıları daha da fazlaydı. Bu insanlar yaratılışın tabii
içgüdüsüne karşı koymak suretiyle kan bağına hiç aldırış etmeksizin, yakın
akrabalarıyla, mesela babalar oğulları ve kızlarıyla, şehevi yakınlık kuruyorlardı. Bu
iğrenç ve gayri meşru ilişkiyi mazur göstermek için de, bir fidan, bir ağaç diken
kişinin, o ağacın meyvesini başkalarına bırakmadan, önce kendisinin yemesi
gerektiğini ileri sürüyorlardı. Kendi mezheplerine mensup olanların lehine olduğunda,
(karşı taraf) kim olursa olsun yalancı şahitlik yapıyorlardı. Bu vasıtayla, başkasının
mallarına el koyarak fevkalade zenginleşmişlerdi. Fakat Bektaş'ın ölümüyle ve
kendilerini destekleyenlerin iktidardan düşmesiyle büyük bir kayba uğradılar. O
zamandan beri, Yeniçeriler'in şeyhi ve zengin, bilgili bir adam olan Sütçü Bekir (Sudgi
Beker) (427) sayesinde biraz kendilerine geldilerse de,31 din hususunda hakkında iyi
şeyler olduğu kadar kötü şeyler de söylenen bu adamı hayatından eden Veziriazam
Köprülü Mehmed Paşa'nın otoriter idaresi sebebiyle ikinci bir yenilgiye uğradılar.
Bununla beraber, İstanbul'da bu mezhebe mensup olanların çokluğu yüzünden, o
vakit daha fazla da ileri gidilmedi. Ayrıca siyaset, imparatorluğun birçok yerinde zaten
dini sebeplerden çok, başka şeyler yüzünden de dökülen kanların daha fazla
yayılmasını istemiyordu.
Her ne kadar Sâbiîler (Sabin) denilen mezhebe mensup bulunanlar Muhammedi
olsalar da, öyle görünüyor ki, kamuoyu nazarında daha çok, başka herkesin onların
yeminli düşmanı olmakla övündüğü putperestliğe doğru uzaklaşıyorlardı. Zira,
yeryüzündeki bütün yaratıkların üzerinde sahip olduklarına inandıkları etkileri
sebebiyle, Güneş ve Ay'da, dünyanın bu büyük ışık kaynaklarında, birtakım tanrısal
nitelikler olduğuna inanıyorlardı.
İstanbul'da bu mezhebe mensup bazı astrologlar ve natüralistler vardır. Fakat, (428)
erkeklerinin tabii olarak güneşe, kadınlarının ise aya taptıklarını (bildiğimiz) Partlar ve
Medler (İranlılar ?) arasında çok daha büyük sayıda mevcutturlar.Bu insanlar ne
hayat tarzlarında çok katıdırlar, ne de kendi şeriatlarının merasimlerinin çok sıkı
gözlemcisidirler; ama ahlaken iyi bir yaşantıları vardır ve hemen her konuda
hakimane hareket ederler. Ruhun ölümsüz olduğuna ve işlenen günah yahut sevabın
öbür dünyada ceza veya mükâfat göreceğine inanmakta sıkınaları vardır. Ne
kendilerine yapılan küfürlerin, ne haklarında söylenen hakaretamiz sözlerin, ne de
insanların kendilerine yaptıkları kötülüklerin intikamını alnının peşinde değillerdir.
Çünkü bunlara yıldızların tabii etkileri olarak bakarlar. Herhangi bir sağanak yağmur
bizi ıslattığında veya Temmuz'un güneşi fazlaca hararet yaptığında kesinlikle
kızmazlar.
Münâsihî (Münasibi) diye adlandırılanlara gelince, bunlar münhasıran
Pythagor'culardır. Ruh göçüne, yani ruhun bedenden bedene geçmesine inanırlar.
Bunlardan (429) İstanbul'da bir miktar vardır. Polonya kökenli, fakat Saray'da
yetişmiş, Türk edebiyatını çok iyi bilen, burada anlattığım pek çok özel bilginin
çoğunu kendisinden öğrendiğim Albertus Bobovius,32 bu konuda İstanbullu bir
eczacı ile aralarında geçen eğlenceli bir mülakatı bana anlattı. Bu (eczacı) iyi CP' tim
görmüş biri olduğu için sık sık onun dükkânına gidiyormuş. Yine bir gün dükkânında
onunla sohbet ederken, samimi bir şekilde birçok şeyden bahsettikleri bir sırada, bu
küçük şölenlerinde kendilerini rahatsız eden siyah bir köpeğe bir tekme atmış. Bu
(hareket) eczacının yüzünün rengini attırmış. Albertus adamın yüzünde kızgınlık
belirtisi görüp ondan özür dilemek gerektiğini anlamış ve köpeğine hakaret ettiği için
affını dilemiş. Misafirinin medeniliğinden memnun olan eczacı ona, kendisinden değil
Allah'tan özür dilemesi gerektiğini, çünkü yapağının küçük bir günah olmadığını
söylemiş. Tam bu tarzda sohbet ettikleri esnada, (430) oraya Bahâî Efendi (Behai
Effendi) adında bir müftü getirilmiş. Bu vesile ile müftünün ve köpeğin ruhundan
bahsetme imkânı doğmuş. Bunun üzerine eczacı misafirine (A. Bobovius), buraya
getirilen müftünün ruhunun haşr gününe kadar mezarda kalıp kalmayacağını sormuş.
Albertus'un cevap vermekten aciz kaldığını görünce, meseleyi bizzat çözmek üzere
eczacı söz almış ve ona, insanlar öldükten sonra ruhun, o insanın dünyadayken
sahip olduğu karaktere ve mizaca benzer karakteri ve mizacı olan bir hayvanın
kalıbına girdiğini, mesela obur birisinin ruhunun bir domuza, şehvet düşkünü birinin
ruhunun bir tekeye, cömert adamın ruhunun bir ata ve gözü açık birinin ruhunun bir
köpeğe geçeceğini ve diğerlerinin de buna benzer şekilde olacağını söylemiş, bunu
ispat etmek için de ona, insanların farklı tabiatlarından ve ruhların ölümden sonra
(431) ikamet edecekleri yerlerden bahseden bir kitap göstermiş. Arkasından da,
İstanbul'da maalesef bu inanca mensup çok az kimse bulunduğundan şikâyet etmiş,
ama yine de gerçekte her meslekten birkaç kişinin olduğunu ve asıl Kahire'de
bunlardan bir hayli mevcut bulunduğunu söylemiş. Her zaman kendi mesleğinden
olanlara ve kendisi için, öldükten sonra ruhlarının deve gibi, çalışkan, yumuşak,
sabırlı az yiyip içen ve Doğu'nun en uzak mıntıkalarından her türlü ecza maddesini
getiren bir hayvana girmesi için dua ediyormuş. Ayrıca da, kendi ruhunun üç bin üç
yüz altmış beş yıl bir deveden ötekine geçerek bütün dünyayı dolaştıktan sonra, daha
önce hiç olmadığı kadar saf ve mükemmel bir insanın vücuduna gireceğinden
şüphesi yokmuş. İşte bu eczacının -söylendiğine göre bütün Çinliler'le ortak olan-
inancı buydu.
(432) İşrâkî (Eschraki) yahut "aydınlanmışlar" denilenlerin mezheplerine gelince,
bunlar tamamen Pythagor'culardır. Bu mezhebe mensup olanlar, prensip olarak Allah
fikrinin ve O'ndan (bir parça) olan sayıların temaşasına kendilerini vermişlerdir. Her
ne kadar O'nun birliğinden emin iseler de, yine de birlikten gelen bir sayı olarak
Trinite'yi de inkâr etmezler. Düşüncelerini iyi anlatmak için, onu üçe katlanmış bir
mendilin konumuyla karşılaştırmayı örnek olarak tabii bir şekilde kullanırlar. Onlara
göre, mendil açıldığı zaman aslında tek parçadan oluştuğu görülecektir. Bu insanlar,
her ne kadar onda kendi prensiplerine uygun olarak kullanılabilecek ve doktrinlerinin
hakikatini ispata hizmet edebilecek birtakım yerler buluyorlarsa da, hiç de Kur'an'ın
kompozisyonunun büyük hayranları değillerdir. Zor ve uyarlaması sıkıntı yaratan
kısımları atıyorlar ve onların ilga edilmiş olduğunu söylüyorlar. Çünkü, gerçek
mutluluğun ve Cennet'in bütün sevinçlerinin, esasında Allah'ın (433)
mükemmeliyetini, ululuğunu ve yüce zatını müşahede etmekten ibaret olduğuna
inanırlar. Muhammed'in basit ve maddeci ruhları kazanmak için uydurduğu, kaba
hayallerle ve göklerin gülünç planıyla alay ederler, küçümserler. Şeyhler (Schecs),
yahut mescitlerin ve büyük (selâtin) camilerin becerikli vaizleri bu mezheptendir. Bu
mezhebe mensup olanlar, suluklarında (tuttukları mistik yolda) titiz, gayretli, yiyip
içtiklerinde kanaatkar olup hoş bir mertebededirler ve açık yüzlüdürler. Müziğin büyük
amatörleri ve oldukça iyi şairler olup, ayinlerinde kullandıkları manzum ilahiler
düzenlerler. Çok cömert ve müşfiktirler ve insani zaaflara karşı çok anlayışlıdırlar. Ne
pinti, ne katı, ne de kendini beğenmişlerdir. Zaten onları İstanbul'da saygıdeğer
yapan da bu nitelikleridir. Gençlikte güzellik, ruhu açığa çıkaran bir şey ve
yaratılmamış güzelliğin tükenmez üstünlüğünü hatırlatan bir masumiyet bulmaktan
büyük zevk alırlar. (434) Yakınlarını şefkatle sevmeye her zaman amadedirler, çünkü
söylediklerine göre onlar Allah'ın yarattıkları olup, onlara karşı besledikleri bu aşk
kendilerini Yaratıcı'nın aşkına götürmektedir. Bunlar iyi görünümlü, asil bir çehreye
sahip ve bütünüyle hoş edalı mektepli çocukları elde edebilmek için bütün gayretlerini
sarf ederler. Onları itina ile perhize ve kanaatkârlığa ve mezhepleriyle ilgili diğer
faziletlere alıştırmaya yönelik bir eğitime tabi tutarlar. (Dolayısıyla) bunlar bütün öteki
Türkler'den daha fazla dürüst bir karakter sahibi olmakla nitelendirilmeğe layıktırlar.
Onların Hıristiyan dininde doğmamış olmalarına ve bizim dinimizin sırlarıyla
yetiştirilmemelerine doğrusu hayıflanıyorum.
Kendilerine Hayretîler (Hairetis), yani "şaşkınlığa düşmüşler" denilen, bu
bahsettiğimle taban tabana zıt bir mezhep daha var. Bunlar her şeye karşı şüphe
beslerler ve hiçbir şeyi asla tam olarak belirlemezler. Aksini belirtmeksizin her şeyden
sızlanırlar ve gerçeği bulmak için kendilerini soru sormak zahmetine sokmazlar. Asla
(kimseyi bir şeye) ikna etmeye veya (bir şeyden) vazgeçirmeye çalışmazlar ve (435)
akademisyenler gibi, insan zekâsının kurnazlığı sayesinde, gerçeğin hiç-
bir zaman meydana çıkmamasını sağlayacak bir biçimde yalanın savunulacağını,
hatta tam aksine, birtakım numaralar ve yanıltmacalarla gerçeğin en az yalan kadar
çirkin gösterilebileceğini söylerler. Buradan, her meselenin yalnızca mümkün
olabileceği, nihai ve kesin olamayacağı sonucunu çıkarırlar ve kesinlik kazanmayan
şüpheli şeyler için, sanat ve bilim alanına nüfuz etme zahmetine girmeden, Allah bilir
(Allah bilur), bize karanlık (bize karanuk), yani "biz bilemeyiz" demekle yetinirler.
Bununla beraber aralarında, ileride müftü (Monftis) olacak vaizler yetiştirmekten geri
kalmazlar. Ama bu görevde de öteki görevlerde yaptıkları gibi, yani ilgisizce
davranırlar ve her zaman için isteyenin lehine, sonuna Vallâhu a'lemu bi's-savâb
(Welabu calem bissmah), yani "en iyisini Allah bilir" sözlerini ekledikleri fetvalar
vermeye hazırdırlar.
(436) Yaşantıları müreffeh ve rahattır. Kendi tabii eğilimlerini takip etmeye her zaman
için bir arzu duymakla beraber, dinin istediği şeyleri tamı tamına yerine getirirler ve
medeni kanunların emrettiklerine harfiyen uyarlar. Yanlarında bir refakat eden
olduğunda, kötü izlenim bırakmamak için şarap içerler, ama kendi aralarında bir
araya geldiklerinde, sohbet etmeye ve ruhi uyuşukluklarını gidermeye çok katkısı
olan, içine esrar (Opium) karıştırılmış birtakım karışımlar içerler. Bunun buharından
iyice sarhoş olduklarında, kendilerine yapılan bütün tekliflere -birkaç direniş olsa da-
uyumlu hale gelirler, çünkü bir düşüncenin doğruluğuna bir başkasından daha ziyade
kailidirler. Fakat bu mezhebin kuvvetle etkilediği kendi dostlarına karşı daha ziyade
sevecenlikleri vardır. Onlar her ne kadar İdrakîler "dogmatik inatçılar" olarak
niteleseler de, müftülük görevine kadar gelebilmiş o mezhebin mensupları, bereket ki
Hayretîler'e mensup olanlardan daha fazla (437) bu işi götürmektedirler, çünkü belirli,
kesin prensipler üzerinde hareket ettiklerinden, devletin önemli işleriyle ilgili fetvaları
imzalarken daha ihtiyatkâr davranıyorlar ve bazı durumlarda, gerçek duygularına
ihanet etmektense görevi bırakmayı tercih ediyorlar. Oysa ötekiler (Hayretîler) zaten
tabiat itibariyle ihmalkâr olduklarından, verilen hükmün sağlamlığından çok, önlerine
çıkan fırsatın gösterdiği tarafin çıkarına fetvayı imzalıyorlar. O tarzda ki, her zaman
onların mütalaalarına uygun cereyan etmeyen olaylar, başarısızlıkların daha çok,
öteki (devlet görevli)lerinden daha sık meslekten kovulan yahut ölümle cezalandırılan
müftülere yüklenmesine yol açıyor.
(Burada) Türkler arasında bulunan bütün mezheplerin tam bir katalogunu yapmaya
çalışmayacağım. Bu bölümü bitirmeden önce yalnız şunu söyleyeceğim ki,
bunlardan, imparatorlukta ne kadar çok şehir ve mektep varsa, o kadar var ve hiçbir
becerikli ve ihtiraslı vaiz yok ki bunlardan birine mensup olmasın veya içlerinde
bunların bir müridi bulunmasın. Bir kelimeyle, din konusundaki bu düşünce çeşitliliği
Türkler arasında, her ne kadar düşmanlarından intikam alma ve devletin nizamını
sarsma amacı taşımasa da, hemen hemen sonsuzdur ve hangi milletten olursa
olsun, hiçbir karşılaştırmaya gerek bırakmayacak kadar, Hıristiyanlar'dakinden daha
büyüktür. İster bilerek, ister zorla, ister ilgi yoluyla olsun, Muhammedi hurafenin içine
giren bu (çeşitlilik) durumunu, ancak milletlerin çeşitliliğine benzetebilirim.
Dostları ilə paylaş: |