mevcut, şeyhin idamıyla ilgili bir dizi fetva metni, idamdan sonra halk arasında şeyhin
zındık ve mülhid olduğuna inanılmaması, aksine şeyhülislamın kinine kurban gittiğinin
düşünülmesi sebebiyle, tartışmaların sürüp gittiğini gösteriyor.220 Ayrıca, yine aynı
fetva metinlerinden anlaşıldığına göre, halk arasında, şeyh mahkemede ulema
heyetinin huzurunda birçok defa fikirlerinden vazgeçtiğini beyan etmiş olmasına
rağmen, şeyhülislamın zındıkın suçunu itiraf etmesi ve tevbe ederek imanını
yenilemesi halinde serbest bırakılmasını emreden Hanefi hukukuna göre değil, Mâlikî
hukukuna göre hareket etmiş olmasının yanlışlığının tartışıldığı da ortaya
çıkmaktadır. Hatırlanacağı üzere, Mâlikî hukukunda zındık her ne kadar tevbe edip
iman tazelese de, ölüm korkusunun etkisiyle gerçek inancını saklayacağı
düşünüldüğü için bu tevbesine itibar olunmaz ve idam edilir.221 Oysa Ebussuûd
Efendi, bir Hanefi müftüsü olmasına rağmen, Şeyh Muhyiddîn-i Karamânî konusunda
mezhebinin dışına çıkmayı ve diğer mezheplerin ikinci üçüncü sıradan ulemasının
fetvalarıyla hareket etmeyi tercih etmiştir. Nitekim bizzat kendisinin, yukarıda sözü
edilen fetvalarında bu meseleyi bütün teferruatı ile tartışmakta ve kendini savunarak
neden şeyhin idamı konusunda Hanefi hukukuna riayet etmediğinin gerekçelerini
uzun uzun açıklamaya çalışmakta olduğu görülüyor.222 Anlaşılıyor ki Ebussuûd
Efendi, İstanbul halkı arasındaki bu tartışmalara ve dedikodulara karşı kendini
savunma gereğini duymuştur. Hatta daha da ileri giderek, Şeyh Muhyiddîn-i
Karamânî'nin ulemanın taassubuna kurban gittiğini, dolayısıyla zulmen
katlolunduğunu iddia edenlerin de aynen onun gibi zındık ve mülhid sayılacaklarına
ve bu sebeple katillerinin icap edeceğine dair fetva vererek bir çeşit tehdit yoluyla
dedikoduların önünü almak istemiş görünmektedir.223
İşte, şeyhülislamın bu tavırları, ilk bakışta bizi Muhyî-i Gülşenî'nin ifadesinin
doğruluğunu kabule zorluyor gibidir. Ebussuud Efendi'nin, şeyhin tevbe ve iman
tazelemesine rağmen bunu geçersiz addedip idamına fetva vermekte ısrar etmesi bu
şüpheyi uyandırıyor. Burada, şeyhülislamı Şeyh Muhyiddîn-i Karamanı hadisesinde
Hanefî hukukunun dışına çıkmaya zorlayan ne gibi bir sebebin bulunduğunu
düşünmek gerekiyor. Ayrıca şeyhin, kendisine isnat edilen düşünceleri kabul ve itiraf
ettiği yalnızca Ebussuud Efendi'nin fetvasında geçiyor. Oysa gerçekte Şeyh
Muhyiddîn-i Karamânî'nin, isnat edilen düşünceleri kabul edip etmediği, eğer kabul
ediyorsa hangi çerçeve ve mantık içinde bunları sahiplendiği konusunda hiçbir
bilgimiz yoktur. Acaba şeyhülislamı Mâlikî fıkhı uyarınca idam fetvası vermeye iten
sebep gerçekten Muhyî-i Gülşenî'nin ima ettiği kıskançlık ve kin midir, yoksa başka
etkenlerin varlığı mı söz konusudur? Veya her ikisi birden düşünülebilir mi? İşte işin
burasında, Ebussuud Efendi'nin şahsiyet ve karakteri, meslek hayatı boyunca
takındığı tavır ve davranışların incelenmesi zorunlu hale geliyor.224
Hatırlanacağı üzere, daha önce ele alınan bazı olaylarda bu şeyhülislamın nasıl bir
tutum içinde olduğu, son derece dürüst ve tutarlı, mesleki sorumluluk sahibi
bulunduğu görülmüştü. Delillerin ve şahit ifadelerinin yetersiz kaldığı durumlarda,
onun azami hakkaniyet ve adalet çerçevesinde ve sanığın lehine hareket ettiği
bilinmektedir. Bu itibarla biz, onun Şeyh Muhyiddîn-i Karamanı meselesinde, -eğer
doğru ise- eski bir kıskançlığın etkisi altında kalarak suçsuz bir insanı bile bile ölüme
yollayacak kadar tutarsız ve sorumsuz bir şahsiyet sahibi bulunduğunun zor kabul
edilebileceği kanaatindeyiz. Onun ulemadan biri olarak sûfîlik aleyhtarı kesin bir tavır
içinde olduğunu, bu yüzden onlar hakkında idam fetvaları vermekte zorlanmadığını
söylemek de yanlış olur. Zira unutulmamalıdır ki, babası Melâmî-meşrep bir sûfiydi,
kendisi de hayatı boyunca Beşiktaşlı Yahya Efendi, Sinan-ı Ümmî ve Merkez Efendi
gibi zamanının ileri gelen safilerine karşı saygılı bir tutum içinde olmuştu. Gelibolulu
Mustafa Alî'nin, Ebussuud Efendi'nin tasavvufa sülük etmemesini önemli bir eksiklik
görmesine karşılık, Peçevî İbrahim Efendi bunun doğru olmadığını belirtir. Sonuçta
Ebussuud Efendi'nin, bir bütün olarak tasavvufa karşı olmaktan ziyade, şeriata uygun
olmayan tasavvuf] düşünce ve hayat tarzının aleyhinde olduğunu, bunu zendeka ve
ilhad olarak değerlendirdiğini söyleyebiliriz.225 Onun, Oğlan Şeyh İsmail-i Maşûkî ve
Gazanfer Dede'ye karşı gösterdiği müsamahayı gerek Hamza Bâlî, gerekse Şeyh
Muhyiddîn-i Karamanı karşısında göstermemesi ve bu sonuncular hakkında idam
fetvası vermekte tereddüt etmemesi, kanaatimizce bunların gerçekten zındık ve
mülhid olduklarına ve ıslah kabul etmeyeceklerine kendince kesin kanaat getirmiş
olmasıyla açıklanabilir. Çok muhtemeldir ki Ebussuud Efendi, Şeyh Muhyiddîn-i
Karamânî'nin gerçekten fikirlerini bırakıp tevbe ettiğine inanmamıştı. Eğer buna kani
olsaydı, büyük bir ihtimalle Hanefi hukukunun gerektirdiği üzere onu idama
yollamaması icap ederdi.
Aslında, İslam tarihinde Hanefî hukukunun geçerli olduğu ülkelerde cereyan eden
zendeka ve ilhad olaylarında, zaman zaman diğer mezheplerin uygulamalarına yer
verildiği görülmektedir. Bunurî bir örneğini bundan önceki bölümde Molla Lûtfi
olayında görmüştük. Zaman zaman böyle bir tercihe sapışın gerekçesi olarak da,
genellikle tevbesi kabul edilip salıverilen şahısların, bir müddet sonra tekrar eski
durumlarına döndükleri, böylece tevbelerinin samimi olmadığının anlaşılmış
bulunması gösterilmektedir. İşte bu durumda, Ebussuud Efendi'nin de Şeyh
Muhyiddîn-i Karamanı meselesinde, Muhyî-i Gülşenî'nin ileri sürdüğü gibi, yalnızca
ona karşı olan eski duygularının etkisiyle hareket etmekten çok, Hanefi hukukunun
tanıdığı hoşgörüden yararlanmak için asıl inançlarını gizlediğine, dolayısıyla şeyhin
itiraflarında samimiyet bulunmadığına inanarak Mâlikî hukukuna göre idam fetvası
verdiğini düşünmek daha mantıklı gibi görünüyor.226 Bugün eğer Şeyh Muhyiddîn-i
Karamânî'den kalma yazılı metinler olsaydı, herhalde bu konuda daha kesin bir
kanaate ulaşmamız mümkün olacaktı.
GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
"Buraya kadar ele alıp tartışmaya çalıştığımız bütün olaylar son tahlilde ne anlama
gelmektedir? Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu'nda, resmi ideolojinin ifadesiyle
zendeka ve ilhad hareketleri, bu ideolojiye ve buna dayalı düzene bilinçli bir siyasal
karşı çıkışı mı temsil ediyor? Büyük çoğunluğu itibariyle imparatorluğun siyasal ve
toplumsal buhran dönemlerinde görülen bu hareketlerin, bu buhranlarla çok yakından
bağlantılı olduğu muhakkak ise, bu hareketlerin dini bir söylem kullanmalarının
sebebi nedir? Bu durumda dini bir amaç ve nitelik taşıdıkları ileri sürülebilir mi? Bu
hareketlerin resmi ideolojiye karşı gerçekten sistemli ve homojen bir "karşı
düşünce"yi temsil ettiği iddia olunabilir mi? Böyle bir karşı düşünce hareketinden söz
edilebiliyorsa, bu düşüncenin dayandığı temel dinamikler, kavramlar, tarihsel arka
plan nelerdir? Bu "karşı düşünce"nin îslam düşüncesi içerisindeki yeri nedir? Ve
nihayet, bu hareketler Osmanlı siyasal iktidarı, başka bir deyişle, merkezi yönetimi
açısından ne ifade ediyor? Osmanlı merkezi yönetiminin, bu hareketlerin inanç
yönünden çok, kendi egemenliğine karşı oluşturduğu tehditle ilgilendiği açıkça
görülmekle beraber, neden bu hareketleri mahkûm ederken inanç noktasından yola
çıkıyor?
Bu sorulara belki daha başkaları eklenebilir ve bu liste uzayıp gidebilir. Ama bu
sorular ne kadar çoğaltılırsa çoğaltılsın, öyle görünüyor ki, 15. yüzyıldan 17. yüzyıl
sonlarına kadar uzanan bir zaman dilimini kaplayan ve temelde Osmanlı toplumsal
yapısının ilmiye ve sûfıye gibi iki büyük, etkili çevresinde meydana gelen bu
hareketlerin, ciddi bir muhalefet olgusunun karşısında bulunduğumuzu
gösterdiklerine muhakkak nazarıyla bakabiliriz. İlmiye sınıfı içindeki rekabete dayalı
müthiş bir çekişmenin ürünü olduğunu göstermeye çalıştığımız Molİa Lûtfî olayı hariç
tutulursa, bu muhalefet olgusunun, Osmanlı Devleti'nin belki tarihinin en ciddi siyasal
otorite boşluğu ve toplumsal kriz yaşadığı dönemlerinden birinde ortaya çıkan Şeyh
Bedreddîn hareketiyle başlayıp, özellikle 16. yüzyılda
Kanuni döneminin hemen tamamı dahil bu yüzyılı bütünüyle kapsayan bir seyir takip
ederek doruk noktasına çıktığını söyleyebiliriz.
Burada ilk dikkatimizi çeken, ilmiye ve sûfîye kesiminde belirginleşen bu muhalif
düşüncenin, her ne kadar resmi ideolojiye karşı ortaya çıksa da, bizatihi bir siyasal
düşünce niteliğini taşımıyor olmasıdır. Dolayısıyla bu muhalif düşünce, tabii olarak
siyasal değil, dini bir söylem kullanmakta, her iki kesimde de son tahlilde "panteist bir
teoloji" olarak gündeme gelmektedir. Bu panteist teoloji, ulema kesiminde rasyonel
bir felsefi düşünce olarak sergilenmekte, oysa sûfıye çevrelerinde hemen tamamiyle
mistik bir mahiyet arz etmektedir. Dikkatle bakıldığında, bu panteist teolojinin,
sergileniş ve algılanış tarzı itibariyle farklı hüviyetlerle görüntülenmiş olmasına
rağmen, her iki kesimi birleştiren ortak bir taban yarattığı gözden kaçmıyor. Buna
rağmen bu muhalif düşünce, ister ulema ister sûfıye içinde olsun, sonuçta siyasal
iktidara karşı bir vaziyet alış demek olduğundan, yine de siyasal bir işlev görmüş
olmakta, başka bir deyişle, Osmanlı siyasal iktidarına karşı bir çevrenin oluşmasına
yol açmaktadır.
Bir başka önemli husus, ulema kesiminde kişisel vakalar 'gibi görünen zındıklık ve
mülhidlik olaylarının, aslında birkaç yüzyıl süren bir silsile oluşturmasıdır. Bunlar,
sûfıye çevrelerindeki hareketler -mesela Melâmî hareketi- gibi geniş bir toplumsal
tabana dayanmıyor, dolayısıyla fazla yayılma imkânı bulmuyordu. Sebebi ise
kanaatimizce, belki temelde ilmiye mensuplarının sûfıye mensupları gibi tarikatlar
şeklinde örgütlenmemiş olması, diğer yandan da kullanılan dil ve üslubun ister
istemez popüler nitelikten uzak bulunmasıdır. Bununla beraber ulema içindeki bu
hareketlerden bazılarının kişisel planda kalmadığı, Molla Kâbız hadisesinde olduğu
gibi, az da olsa taraftar toplayabildiği görülmüştür. Oysa sûfiye çevrelerindeki
zendeka ve ilhad hareketlerinin, karizmatik önderler ve tarikat bağları aracılığıyla
müridlere ulaşabildikleri için oldukça geniş bir sosyal tabanı kucakladığı
görülmektedir. Nitekim Melâmî ve Gülşenî çevrelerindeki zendeka ve ilhad
hareketlerinin, son tahlilde geniş tabanlı, mistik nitelikli bir muhalefet hareketine
dönüştüğünü gördük.
Dikkati çeken çok önemli bir diğer olgu ise, bugüne kadar pek üzerinde
durulmamakla beraber, Şeyh Bedreddîn dahil, gerek ulema, gerekse sûfı
çevrelerdeki bu hareketlerin geniş ölçüde Hurufîliğin -özellikle teolo-jik anlayışının
etkisini- taşımakta olduklarıdır. Bu ise Hurufîliğin 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı
İmparatorluğu'nda tam anlamıyla bir "gizli hareket" olarak, Alevi kesimi içinde ucu
günümüze kadar uzanan önemli bir güce ve yaygınlığa sahip bulunduğunu ortaya
koyuyor. Kanaatimizce bu mesele apayrı bir monografiye konu teşkil edecek kadar
önemlidir.
Burada asıl üzerinde durulması gereken bir diğer önemli husus da,
Osmanlı dönemindeki bu zendeka ve ilhad hareketlerinin düşünce boyutu, bu
hareketleri motive eden fikirlerin mahiyetidir. Yukarıda temas ettiğimiz gibi, Osmanlı
toplumunda ilmiye ve sûfıye içindeki bu hareketlerin ortak zemini olan panteist
teolojinin orijinal olup olmadığı, İslam genel düşünce tarihi içindeki yeri ve kıymeti, bu
araştırma çerçevesinde bize oldukça önemli görünüyor. Olaylara bu açıdan
yaklaşıldığında, Şeyh Bed-reddîn'in Vâridat'mdaki -Türkiye'de üzerinde o kadar
spekülasyon yapılan- fikirleri dahil, ulema ve sûfi çevrelerinde propaganda edilen söz
konusu panteist teolojinin, Osmanlı dönemine mahsus olmak üzere, gerek teolojik,
gerek mistik, gerekse siyasal açılardan orijinal bir boyuta sahip bulunmadığının
anlaşılmasıdır. Bu olgu, önceki bölümlerde çeşitli vesilelerle yeterince gösterilmeye
çalışılmıştır. Zaten Giriş kısmında verilmeye gayret edilen bilgilerle
karşılaştırıldığında, Osmanlı "zındık ve mülhidle-ri"nin felsefi, teolojik ve mistik
boyutlarıyla klasik İslami düşüncenin daha önce işlediği ve tartıştığı konuları aşıp yeni
katkılar oluşturamadıklarını gösteriyor. Fakat burada önemli olan, bu muhalif
düşüncenin orijinal olup olmadığı değil, Osmanlı resmi ideolojisine karşı çıkışın aracı
olarak yerine getirdiği işlevdir. Sözü edilen muhalif düşünce, bir yandan da, 16. yüzyıl
başlarındaki Safevî propagandası sebebiyle tam bir baskı aracı hali-330 ne dönüşen
resmi ideolojinin yarattığı bunalım ortamından çıkış için bir kapı yaratmış
görünmektedir. Yine de bu muhalif düşüncenin, Şeyh Bed-reddîn'den ve dolayısıyla
Hurûfi inançlardan geniş ölçüde etkiler taşıdığına işaret etmek gerekiyor.
Söz konusu hareketlerin Osmanlı siyasal iktidarı açısından ifade ettikleri anlama
gelince, Osmanlı siyasal iktidarı bu hareketlerin inanç yönünden çok, kendi
egemenliğine karşı oluşturduğu tehditle ilgilenmekte, ama bu hareketleri mahkûm
ederken inanç noktasından yola çıkmaktadır. Bu, ulemadan olsun, sûfilerden olsun
bütün "zındık ve mülhidler"in muhakeme sürecinde gayet açıklıkla izlenebiliyor. Öte
yandan, "zındık ve mül-hidler"in de kendi düşüncelerini bir inanç söylemi halinde ve
teolojik kalıplarla ifade etmiş olmaları şu gerçeği ortaya çıkarıyor: Esasında her iki
tarafın da aynı ortak inanç söylemini -ama ters yönde- kullanmaları, kanaatimizce
Osmanlı İmparatorluğu'nun resmi ideolojisinin "devlet-din özdeşliğine dayanıyor
olmasıyla çok yakından bağlantılıdır.
Bu özdeşlik, Birinci Bölüm'de gösterilmeye çalışıldığı üzere, pek çok dinsel kavram
kullandığı gibi, siyasal kavramları da dinsel kalıplar içinde sunmakta, kendini dinsel
kavramlarla ifade etmektedir. Dolayısıyla sonuçta, "muhalif çevre"yi temsil eden
"zındık ve mülhidler"in de düşüncelerini dinsel bir söylemle ortaya koymaları, başka
bir deyişle resmi ideolojinin dinsel kavramlarına, ters yönde başka dinsel kavramlarla
karşı çıkmaları,
her ne kadar orijinal birtakım kavramlar, orijinal bir söylem ortaya koy-masa da, yine
de bir "karşı düşünce" oluşturuyor. Bu açıdan bakıldığı zaman, Osmanlı dönemindeki
zendeka ve ilhad hareketleriyle Emevi ve Abbasi dönemindekiler arasında pek çok
bakımdan, özellikle de taraflarca kullanılan mantık, söylem ve siyasal iktidarların
karşı tarafi mahkûmiyet gerekçeleri itibariyle çok yakın benzerlikler bulunduğu ortaya
çıkmaktadır. Bu benzerliklerin en dikkat çekenlerinden biri, birbirinden zaman ve
mekân olarak çok ayrı olmalarına rağmen, dönemlerinin siyasal iktidar
mekanizmalarına karşı bir konuma yerleşirken, bu hareketlerin, daima inanç
boyutuyla kendilerini ifade etmiş bulunmalarıdır. Bir diğer benzerlik de takip edilen
hukuki prosedürdeki benzerlik, hatta aynılıktır. Öyle ki, ulemanın "zındık ve
mülhidler"i yargılamada ve verdikleri fetvalarda kullandıkları referanslar, söz konusu
dönem ulemasının oluşturduğu hüküm ve içtihatları içine alan fetva ve fikıh
referanslarıdır. Osmanlı uleması "zındık ve mülhidler" hakkında verdiği hükümleri bu
referanslarda yer alan gerekçelere dayamaktadır.
Sonuç olarak kısaca şunu söyleyebileceğimizi sanıyoruz: Osmanlı toplumundaki
zendeka ve ilhad hareketleri, teolojik tartışmaların yarattığı bir ayrılığın görüntülediği
dinsel olaylar olmaktan çok, 15., özellikle de 16. yüzyıldaki siyasal ve toplumsal
rahatsızlıklar temelinde Osmanlı resmi ideolojisinin doğurduğu, ama kendini bu
ideolojinin kullandığı kalıplarla ifade etmek zorunda kalan bir bakıma siyasal ve belki
daha çok toplumsal bir reaksiyon olarak değerlendirilebilir.
EKLER
Bu kısımda, kendi dönemlerinin zihniyetlerini açıkça ortaya koyan önemli, tipik
tarihsel belgeler yer almaktadır. Bunlar, biri Abbasiler, diğeri Endülüs Emevileri
dönemine ait, kayıtları günümüze kadar gelebilmiş, zındıklık ve mülhidlik konusunda
tipik iki sicil kaydı başta olmak üzere, esas olarak 16. ve 17. yüzyıl Osmanlı dönemini
kapsayan toplam on yedi belgeden oluşmaktadır. Kronolojik olarak sıralanmış bu
belgelerden, Arapça olanlarının Türkçe çevirileri, Osmanlı Türkçesiyle olanlarının
orijinal metinleri ve çeviriyazıları, biri hariç, ilk defa burada yayımlanmaktadır.
EK: I
AFŞİN'İN MUHAKEMESİ (840, Bağdat)
"Bu mesele, İslam tarihinin dinde sapkınlık (zendeka) konusunda hatırasını muhafaza
ettiği en fazla yankı uyandıran davalardan biri olmuştur. Afşin 225/840'ta tutuklandı.
Onu yargılamakla yükümlü yüksek mahkeme, Mu'tezile kadısı Ahmed b. Ebî Dâ'ûd,
vezir İbnü'z-Zeyyât ve emniyet müjdürü İshak b. İbrahim'den oluşuyordu.
Afşin, atalarının dini Zerdüştîliği, Araplar'ın dini üzerine muzaffer kılmaya çalışmak,
sünnet olmamak, bir puthaneyi mescid yapan imamı kamçılamak, Kelîle ve Dimne'nin
bir nüshasını bulundurmak, İranlı yandaşlarından kraliyet unvanları kabul etmek,
boğulmuş hayvan eti yemeyi kesilmiş hayvana tercih etmek ve nihayet Mazyâr'ı
isyana sevk etmekle itham olunuyordu. Sonunda zındıklık suçundan hüküm giydi ve
Samarra'daki zindanda 841 Haziran'ında açlıktan ölüme terk edildi". Henri Laoust,
Les Schismes dans l'Islam, Paris, Payot, 1965, s. 97
(İbnü'1-Esîr, el-Kâmil fi't-Târîh, nşr. C. J. Tornberg, Leiden, Brill 1871, VI, 365-367)1
(365) MazyAr'ın kâtibi olup, Bâbek üzerine kazandığı zaferden sonra halife Mu'tasım
yanında mevkii yükselen Afşin, Mazyâr'a bir yakınlık hissetmiş ve ona dostluk
göstermiş, hatta onu Abdullah b. Tahir'le savaşmaya teşvik eden bir de mektup
yazmıştır. Halife Mu'tasım Afşin'in bu işini tahkikata tabi tutunca, Afşin zehirli bir
yemek hazırlattırarak Mu'tasım'ı ve komutanlarını davet etmiştir. Temeği yiyen
komutanların hepsi ölmüş, ancak Mu'tasım meselenin farkına vararak Afşin'i
yakalattırmış ve ileri sürülen suçlamaları gündeme getirip onu mahkûm ettirmek
maksadıyla huzurunda bir mahkeme düzenlemiştir. Mahkeme meclisi, başta
Muhammed b. Abdilmelik ez-Zeyyat (vezir), İbn Ebî Dâ'ûd (kadı) ve İshak b. Ibrahim
(Bağdat şehrinin güvenlik şefi) olmak üzere, diğer ileri gelenlerin de katüımıy-la halife
Mu'tasım'ın huzurunda toplanır.
Mu'tasım, hakkında söylenenlere karşılık versin diye Afşin'in huzuruna getirilmesini
emretti ve veziri Muhammed b, Abdilmelik ez-Zeyyât'ı, İbn Ebî Dâ'ûd'u ve ileri
gelenlerden İshak b. İbrâhîm ile diğerlerini de huzuruna çağırdı. İbnu'z-Zeyyât
halifenin adına tartışmacıydı. Daha sonra halife Afşin'in, Mazyâr'ın, bir Zerdüşt
rahibinin (mûbed) ve Soğd'lu sınır komutanlarından biri (nıerzuban) olan İbn
Berkeş'in (Türkeş?) huzura getirilmelerini emretti. Hemen arkasından İbn Abdilmelik,
üzerlerinde paralanmış elbiseler bulunan iki adamı içeri çağırttı ve onlara "Meseleniz
nedir?" diye sorunca adamlar sırtlarını açtılar; sırtlanmn etleri soyulmuştu.
Vezir Abdülmelik b. ez-Zeyyât Afşin'e "Bunları tanıyor musun?" diye sordu. Afşin
"Evet, bu Usruşana'daki mescidi yapan müezzin, bu da imamdır. Her birine biner
değnek vurmuştum. Sebebi de şudur: Ben (fetih sırasında) her topluluğu kendi
dinlerinde serbest bırakmak üzere bu Soğd'lu komutan ile antlaşma yapmış ve bunun
şartlarını kararlaştırmıştım. Böyle olduğu halde bu ikisi Usruşana halkının o
puthanede bulunan putlarını dışarı atıp orayı mescit yaparak ahdimizi bozdular.
Kendilerini döğmemin sebebi budur" diye cevapladı.
Bunun üzerine İbn Zeyyat, "Peki, sendeki o altın yaldızla ve mücevherlerle süslü,
(366) içinde Allah'a küfür bulunan kitap (Kelîle ve Dimne) hakkında ne diyorsun?"
diye sordu.
Afşin "Bu babamdan bana miras kalan bir kitaptır ve içinde hem İran edebiyatına ait
parçalar, hem de gerçekten küfür vardır. Fakat ben bu edebi metinleri alıp küfre ait
olanları terk ediyorum. O zaten bu şekilde süslüydü, ben kendim süslet-medim. Zaten
bu tür ziynetlere de muhtaç değilim. Ayrıca bunun insanı İslam'dan çıkaracağını da
sanmıyorum" dedi.
Bu söz üzerine Zerdüşt rahibi (mûbed) ileri çıktı ve dedi ki: "Bu adam (Afşin)
boğularak öldürülmüş hayvanın etini yiyor ve bunun kesilmiş hayvanın etinden daha
lezzetli olduğunu iddia ederek beni de buna zorluyordu. Hatta bir gün bana, bu
kavmin (Araplar) ona çirkin gelen her şeyini yaptığım; zeytinyağı yediğini, deveye ve
katıra bindiğini, ancak sünnet olmadığını söyledi."
Afşin "Bana şunun doğrusunu haber verin! Bir mecûsî (zerdüştî) olduğu halde bu
adam (kesilmiş hayvan eti yemekle) dinine sadık mı oluyor? Oysa ben Halife
Mütevekkil zamanından beri Müslümanım" diye çıkışınca oradakiler hep birden "Tabii
ki hayır!" diye cevapladılar. O tekrar "Pekâlâ, o zaman onun şahitliğini kabul etmenin
anlamı nedir?" diye sordu ve rahibe dönerek "Seni kendime yatan tutan ve sırrıma
vâkıf eden ben değil miyim?" dedi. Rahip "Tabii ki!" deyince Afşin, "O halde sen
dinine sadık değilsin ve sözüne de sadık olmuyorsun, çünkü sana tevdi ettiğim bir
sırrı açıklıyorsun!" diye azarladı.
Bundan sonra Merzuban öne çıktı ve (Afşin'e) sordu: "Ülkenin halta sana nasıl hitap
ederek mektup yazar?"2 Afşin cevap verdi: "Söylemem!" Merzuban:
"Uşrusana diliyle şöyle şöyle yazmazlar mı?" Afşin "Evet!" dedi. Muhammed b.
Abdilmelik ez-Zeyyât, "Peki bunların Arapçadaki anlamı 'Filan oğlu filan kulundan
tanrılar tanrısına' demek olmuyor mu?" deyince, Afşin "Evet!" dedi. Vezir
"Müslümanlar hiç bu unvanları üstlenirler mi? Firavunluğa mı soyunuyorsun?" diye
sordu. Afşin de "Bu onların Müslüman olmadan evvel dedeme, babama ve bana
hitap ediş tarzlarıdır. Ayrıca ben kendimi doğrusu onların aşağısında göre-mem,
çünkü bu onların bana olan itaatlarını sarsar" cevabım verdi.
Sonra Mazyâr öne çıktı ve Afşin'e sordular: "Bu adamla yazıştın mı?" Afşin "Hayır"
dedi. Bunun üzerine Mazyâr'a sordular: "Bu adam (Afşin) sana mektup yazdı mı?". O
"Evet!" dedi, "onun kardeşi benim kardeşim Kuhyâr'a mektup yazdı ki 'Benden,
senden ve Bâbek'ten başka bu 'Beyaz Din'e (Mübeyyiza, Zer-düştîlik) yardım eden
kalmadı. Ama Bâbek aptallığından kendini öldürttü. Ben ölümü ondan uzaklaştırmak
için gayret gösterdim, ama o yine aptallığından kabul etmedi ve tam içine düştü. Eğer
ona karşı koysaydım, o topluluktan benden ve benimle beraber olan süvarilerden ve
Necdeliler'den başka sana uyan olmazdı. Eğer senden yana olsaydım bizimle
savaşacak ancak üç topluluk olurdu: Araplar, Mağripliler (?) ve Türkler. (367) Araplar
zaten köpek gibidirler, önüne bir kırıntı atarsın, ondan sonra başına vurursun.
Mağripliler ise onun başım yerler. Türkler'e gelince, okları bitinceye kadar onlar bir
Dostları ilə paylaş: |