ikamet etmeleri, dedikoduların çıkmasına sebebiyet vermiş ve iş nihayet saraya
intikal ederek şeyhin aleyhinde soruşturma başlatılmıştır. Bu arada bazı tarikat
şeyhlerinin Sütçü Beşir Ağa'nın cahil, ümmi biri olduğuna dair dedikodularının da
bunda rolü olduğu anlaşılıyor. Sultan IV. Mehmed'in Edirne'ye, Veziriazam Köprülü
Fazıl Ahmed Paşa'mn ise Avusturya seferine gitmesinden faydalanan Şeyhülislam
Sunîzâde'nin fetvasıyla, o sıralarda doksan yaşlarında olan Sütçü Beşir Ağa, 1072 /
1662 veya 1073 / 1673'te boğularak idam edilmiş ve cesedi Fenerbahçe'den denize
atılmıştır.148
Doksan yaşında bir ihtiyarın böyle korkunç bir şekilde hayatına son verilmesi, hem
halk arasında, hem de şeyhin müridlerinde büyük bir tepkiye sebep olmuş, rivayete
bakılırsa, idamın ertesi günü, otuz kırk kadar mürid Şeyhülislam Sunîzâde'ye giderek
durumu protesto etmişler ve kendilerinin de idam edilmesi gerektiğini söylemişlerdir.
Bu itirafı dikkate alan şeyhülislamın, eğer rivayet doğruysa, bu müridleri de idam
ettirdiği kaydediliyor. Bütün bunların, bir kısım ulemanın ve tarikat şeyhlerinin itirazına
ve protestosuna yol açtığını, bunların zendeka ve ilhadını ispat edecek delil
bulunmadan ihtiyar şeyhi idam ettiren şeyhülislamı kınadıklarını yine Lalîzâde
yazıyor.149
Müstakîmzâde'nin ifadesiyle "ba'zı hussâd-ı bed-nihâdın ilkâ-i mefse-detleri ve iftirâ-i
mahzlariyle pîrliğine hürmet olııımayup şerbet-i şehâdeti İska" etmek suretiyle
hayatına son verilen bu ihtiyar şeyh, öyle görünüyor ki Hurûfîler'le yakından
alakalıydı. Zaten bu eğilim, yukarıda da belirtildiği üzere, Bayrâmiyye Melâmîliği'nin
genel karakteri olarak göze çarp-yor. Bu itibarla, her ne kadar Melâmî kaynakları
meseleyi başka türlü yo-rumlasalar da, Sütçü Beşir Ağa'nın bu eğilimle olan ilişkisine
muhakkak nazarıyla bakılabilir. Aslında Beşir Ağa'nın müridlerine yolladığı, Lalîzâde
tarafından sureti kaydedilen bir mektup, onun takıyyeye azami dikkat ve gayret sarf
ettiğini gösteriyor. Bu mektupta Sütçü Beşir Ağa, müridlerinden şeriata olabildiğince
uymalarını, bu konuda en ufak bir taviz vermemelerini, hele devir ve benzeri inançları
dile getirmekten kesinlikle kaçınmaları gerektiğini öğütlemektedir.150
Bu olayda Şeyhülislam Sunîzâde'nin aceleciliği ve üstünkörü görev anlayışının, belki
de Melâmîler'e karşı beslediği menfi duyguların etkisiyle yangından mal kaçırır gibi
hareket ettiği açıkça ortadadır. Ulemanın itirazlarına bakılırsa, anlaşılan şeyhülislam
yeterli tahkikatı yapmamış, dedikodulara itibar etmiş, şeyhi idama yollamaya sebep
teşkil edecek yeterli delile sahip olmadan işi bitirmek istemiş görünüyor. Böylece,
aynı mevkii işgal eden iki şahsiyet sıfatıyla, Oğlan Şeyh İsmail-i Maşûkî ile Hamza
Bâlî ve Gazanfer Dede meselesinde kılı kırk yararcasına hareket eden Ebus-suud
Efendi ile Sunîzâde arasındaki kalite ve seviye farkı da beliriyor. Nitekim Veziriazam
Fazıl Ahmed Paşa İstanbul'a döner dönmez meseleyi soruşturmuş ve suçlu bulduğu
Sunîzâde'yi görevden alarak yerine Minkâ-rîzâde Yahya Efendi'yi getirmiştir.151
Üst üste verilen bu kurbanlar, Melâmîler'in gözünü korkutmakta gecikmedi. Ne var ki,
bu son idamdan sonra artık bir daha böyle açık hareket etmemeye ve yer altında
azami gizlilik içinde faaliyetlerini sürdürmeye dikkat gösterdiler. Bununla beraber
Melâmîlik yayılmağa devam etti. Hem Anadolu'da, hem de özellikle Balkanlar'da
Yanya, Serez ve Koniça bölgelerinde epeyce taraftar buldu.152 Bu gizlilik devresi 19.
yüzyıla kadar sürecek, bu yüzyılda Seyyid Muhammed Nûru'l-Arabî ile Melâmîliğin
Üçüncü Devre denilen dönemi başlayacaktır.
F) Merkezi Yönetimin Hışmından Kurtulan Kutb-mehdîler: 1. Gazanfer Dede (ö.
1566-67)
İsmail-i Maşûkî'nin ve -aradan uzun bir zaman geçmiş olsa bile-Hamza Bâlî'nin
müridleriyle beraber uğradıkları trajik akıbetin, Melâmî-ler'i büyük bir hayal kırıklığına
uğrattığına ve arkasından korkuya düşürdüğüne hiç şüphe olmamalıdır. Özellikle
İsmail-i Maşûkî'nin on iki müri-diyle ve Hamza Bâlî'nin bir o kadar müntesibiyle
İstanbul halkının gözü önünde boyunlarının vurulması, bu büyük şehrin artık onlar
için lüzumundan fazla tehlike arz ettiğini ortaya koymuş, selametin burasını terk
etmekte olduğunu kendilerine göstermişti. Nitekim öyle olmuş ve İsmail-i Maşûkî'nin
babadan kalma halifesi olup ondan sonra kutbluk makamına geçen Ahmed-i Sârban
(yahut asıl adıyla Dukakinzâde Ahmed Beğ), Melâmîliğin merkezini İstanbul'dan
kendi memleketi olan Hayrabolu'ya taşımıştır. Burada hükümetin takibinden uzak,
rahatça hareket edilebileceği düşünülüyordu. Fakat gerçekte hiç de öyle olmadığı
anlaşılıyor. Çünkü Atâyî'nin naklettiğine bakılırsa, bizzat "cezbe-i azîme ile meşhur"
olan Ahmed-i Sârban'ın da "meşreb-i tevhidi, gubâr-ı töhmet-i zendeka ile
mütekeddir" olmuştur.153 Her halükârda kendisinin bir şekilde takibata uğradığına
dair gerek resmi Osmanlı kaynaklarında, gerek bizzat Melâmî metinlerinde herhangi
bir kayda rastlanmıyor. Bununla beraber, onun Vizeli Kaygusuz Alâeddin vasıtasıyla
dolaylı olarak halifesi olan Vizeli Gazanfer Dede'nin (veya Şeyh Gazanfer) yine
zendeka ve ilhad suçlamasına maruz kalarak Divan-ı Hümâyun'da mahkemeye
çıkarıldığını biliyoruz.
Tasavvufa sülük etmeden önce debbağlıkla meşgul ve ümmi olduğu anlaşılan
Gazanfer Dede, Vizeli Kaygusuz Alâeddin'e mürid olmuş, zamanla ilerleme
kaydederek şeyhinin vefatıyla onun makamına geçecek kadar yükselmişti.154
Silsiletü'l-Mukarrebîn müellifi onun hem Hüsâmed-dîn-i Ankaravî'den, hem de Vizeli
Kaygusuz Alâeddin'den 'icazetli olduğunu bildiriyor.155 Hatta Ahmed-i Sârban'dan
sonra kutbluğun esas itibariyle Hüsâmeddîn-i Ankaravî'ye geçtiğini kabul eden asıl
Melâmî geleneğinin aksine, Melâmîliğin Vizeli Kaygusuz Alâeddin vasıtasıyla devam
eden kolu, kutbluğun bu zattan sonra Gazanfer Dede'ye geçtiğini kabul
etmektedir.156 Herhalde bu grup azınlıkta kalmış olmalı ki, Sarı Abdullah Efendi'den
itibaren hiçbir Melâmî kaynağı Gazanfer Dede'yi kutblar için; > de saymadığı gibi,
hayat hikâyesini bile vermez, yalnızca isim olarak zikre-j derler.
Atâyî işte bu Gazanfer Dede'nin bir ihbar üzerine İstanbul'a getirilip teftiş edildiğini,
ancak sonunda serbest bırakıldığını kaydettikten sonra, meseleyle ilgili olarak,
veziriazamın (muhtemelen Rüstem Paşa) sorusu üzerine Şeyhülislam Ebussuud
Efendi'nin yazdığı mektubun bir suretini kaydeder. Gazanfer Dede meselesinin
aydınlanması bakımından ve üstelik olayın şahidi sıfatıyla yetkili bir kalemden çıkmış
olması itibariyle tarihsel bir öneme haiz olan mektup çok değerli görünmektedir.157
Bu mektuptan anlaşıldığına göre, Vize'de Gazanfer Dede'nin zındık ve mülhid olduğu
hakkında halk arasında epeyce bir dedikodu çıkmış, hükümet tarafından bir müfettiş
tayin edilerek meselenin araştırılması istenmiş, yapılan teftişin sonuçları sicile
kaydedilmiştir. Veziriazam bu sicil defteriyle halkın şikâyetlerini ihtiva eden arzların
suretlerini Divan-ı Hümâyun çavuşlarından biriyle Ebussuud Efendi'ye göndererek
mesele hakkında fikrini sormuştur. Şeyhülislamın ifadesi, sicil kayıtlarında Gazanfer
Dede'ye zekât ile helal ve haram kavramları konusunda birtakım ithamlar
yöneltildiğini gösteriyor. Öyle görünüyor ki, Gazanfer Dede tıpkı İsmail-i Maşûkî gibi
İslam'ın emir ve yasaklarını inkâr etmekle suçlanmaktadır. Ebussuud Efendi, bu
ithamların muhakkak sabit olması halinde Gazanfer Dede'nin zındıklık ve
mülhidliğinin tahakkuk edeceğini ve bu sebeple katlinin vacip olacağını belirtiyor.
Ancak öyle anlaşılıyor ki, sicil kayıtları şeyhülislamı pek tatmin etmemiştir. Bu yüzden
yapılan teftişin eksik olduğunu, müfettişin kayıtların tatminkârlığı ve usule uygunluğu
hakkında yeterli özeni göstermediğini, Gazanfer Dede'nin bu ithamlara konu olan
hususlarda ısrara devam edip etmediğinin, halen de aynı inançları taşıyıp
taşımadığının açıklığa kavuşturulmadığını yazıyor. Bu sebeple Divan-ı Hümâyun'da
yapılan muhakemede durumun açıklığa kavuşturulmuş olması gerektiğini ve burada
varılan sonuca göre karar vermek icap ettiğini ekliyor.158
Yine mektuptan anlaşıldığı kadarıyla, diğer tarikatlara mensup bazı şeyhlerin de
Gazanfer Dede'nin inançları konusunda müspet düşünmedikleri görülüyor. Ebussuud
Efendi'nin, bunların gerekçelerinin de dinlenmesinin lazım geldiğini tavsiye ettiği,
hatırı sayılır ve sözlerine güvenilir bir kısım ulemanın da Gazanfer Dede'nin müridleri
arasında bulunması dolayısıyla, onların mütalaalarına da başvurularak sebebinin
sorulmasını istediği görülüyor. Ayrıca şeyhülislam, sözü geçenlerin, Gazanfer
Dede'nin şeriata ve diğer büyük sûfîlerin sözlerine uygun inanç sahibi olduğuna
şahitlik etmeleri halinde, serbest bırakılarak kendisine lazım gelen saygının
gösterilmesini talep etmektedir. Aksi halde zendeka ve ilhadının sabit olması ve hele
şikâyetlerde dile getirildiği gibi Oğlan Şeyh İsmail-i Maşûkî'nin meşrebine mensup
bulunduğunun anlaşılması halinde, idamının kaçınılmaz olduğunu, kendisinin de bu
yolda bir izlenime sahip bulunduğunu bildiren Ebussuud Efendi, ancak bu durumun
hiçbir şüpheye yer vermeyecek biçimde ispatı halinde şeyhin idam edilebileceğini
ifade etmektedir. Nitekim şeyhülislam, yapılan soruşturmanın böyle bir durumu ispata
yeterli olmadığını, dolayısıyla Gazanfer Dede'nin salıverilmesi gerektiğini belirterek
mektubuna son verir.159 Gerçekten de Ebussuud Efendi'nin dediği yapılmış ve
Gazanfer Dede serbest bırakılarak Vize'ye dönmesine izin verilmiş ve kendisi
974/1566-67 yılında eceliyle ölünceye kadar hayatını sürdürmüştür.
Muhtevasını özetlediğimiz bu uzun mektup, Gazanfer Dede olayı hakkındaki tek
tarihsel belge niteliğini taşımasıyla olduğu kadar, Ebussuud Efendi'nin bu
meselelerde ne kadar titiz davrandığını göstermesi bakımından da ayrı bir önem arz
etmektedir. Şeyhülislamın, Gazanfer Dede'nin Oğlan Şeyh İsmail-i Maşûkî yolundan
olduğu yolundaki izlenimine rağmen, delillerin yetersizliği karşısında onu ölüme
mahkûm etmekten kaçınarak gerçekten dikkate değer bir sorumluluk örneği
gösterdiğini kabul etmek gerekir.
Münîrî-i Belgrâdî, Gazanfer Dede'nin ulemadan ve diğer ileri gelen çevrelerden birçok
müridleri bulunduğunu, hatta Bosna'dan bile pek çok kimsenin ona mürid olmak için
geldiğini, zamanla şöhretinin yayılarak parladı-ğını ve kendi zaviyesinde dervişleriyle
beraber geçimlerini kendilerinin sağladığını kaydetmektedir160 Müellife göre
Gazanfer Dede, burada düzenlediği zikir ve sema meclislerinde ifrata kaçtığı için
takibata uğramıştır.161
2. Şeyh Aliyy-i Rûmî (İdrîs-i Muhtefî, ö. 1615) yahut Bayramiyye Melâmîliği'nin
Yeraltına İnişi
Hamza Bâlî'nin şahsında bir kutbunu daha Osmanlı merkezi yöneti-mine trajik bir
şekilde kurban veren, Şeyh Gazanfer Dede'yi ise şeyhülislam Ebussuud Efendi'ııin
titizliği sayesinde idamdan kurtaran Bayrâmiyye Melâmîliği, Şeyh Hasan-ı Kabâdûz
ile tamamiyle bir sükût devresine girerek uzun yıllar devlete kendisini unutturmaya
çalıştı,162 ama bu zatın kutbluk döneminde (ö. 1601-1602) Hamzâvî hareketi yine de
varlığım sürdürdü. Zikredilen tarihte Şeyh Hasan-ı Kabâdûz'un yerine kutbluk
makamına geçen Şeyh Aliyy-i Rûmî yahut İdrîs-i Muhteri denilen şahsiyet ile
Bayrâmiyye Melâmîliği tam anlamıyla yer altına indi.
Şeyh Aliyy-i Rûmî'ye dair Semerâtü'l-Fuâd ve Sergüzeşt teki kayıtlar, meseleyi
aydınlatmak yerine, daha çok onun hasletlerini ve bir kutb olarak yüceliğini övmeye
yönelik olduğu için fazla işe yarar değildir.163 Osmanlı kaynakları içinde ise Atâyî,
her zaman olduğu gibi, yazılı ve sözlü çeşitli geniş haber kaynakları sayesinde
oldukça aydınlatıcı bilgi ihtiva eder. Kâtip Çelebi'nin Fezleke'si,164 ve bir Melâmî
kaynağı olan Ahvâl-i Melâmiyye-i Şuttâriyye16^ ise, daha ziyade Atâyî'ye dayanır.
Fakat, Lâlîzâ-de'nin "Sütûde-i rical nokta-i bâ-kemâl âfıtâb-i Sübhânî sâkî-i cezbe-i
Rahmanı Garka-i deryâ-yı tecellî-yi deyyûmî" şeklinde çok yüksek unvanlarla andığı
Şeyh Aliyy-i Rûmî,166 yahut İdrîs-i Muhtefi'nin biyografisiyle ilgili tamamlayıcı bazı
bilgiler, Muhammed el-Muhibbî'niıı eserinde bulunuyor. Aslında Abdurraûf el-
Munâvî'yi özetleyen el-Muhibbî'ye göre, Şeyh Aliyy-i Rûmî'nin asıl adı İbrahim'dir ve
Hamza Bâlî'nin, oğlu Ti-murhan'dan olma torunu olup aslen Bosnalıdır ve orada
doğmuştur.167 Halbuki Atâyî ve ona dayananlar Şeyh Aliyy-i Rûmî'yi Tırhala
havalisinde bir şeyhin oğlu olarak gösterirler.168
Atâyî'ye bakılırsa, İbrahim daha küçük yaşta, Kanuni Sultan Süleyman'ın
veziriazamlarından Rüstem Paşa'nm terzisi olan amcası tarafından Bosna'dan alınıp
İstanbul'a getirilmiş ve yanında çırak olarak yetiştirilmiştir. 1548 yılındaki Nahcıvan
seferi esnasında, Melâmîliğe meyilli olan amcası onu Kutluhan köyüne götürerek
Şeyh Hüsâmeddîn-i Ankaravî'yi ziyaret ettirmiştir. Bu ziyaret esnasında Şeyh
Hüsâmeddîn İbrahim'e ilgi göstermiş ve terzilik mesleğinden dolayı, İdris
Peygamber'den kinaye olarak ona İdris lakabını vermiş ve yanında alıkoymuştur.169
Demek oluyor ki, bundan böyle asıl adı unutularak İdris diye anılacak olan İbrahim,
böylece tıpkı dedesi Şeyh Hamza Bâlî gibi, Hüsâmeddîn-i Ankaravî'ye intisap etmek
suretiyle Melâmîliğe geçmiş oluyordu. Bu şeyhin yanında ne kadar kaldığı
bilinmemekle beraber, Atâyî onun tekrar İstanbul'a geldiğini bildiriyor. Muhtemelen
burada dokumacılık ticaretine başlayan İd-ris'in, bir yandan mesleğini icra ederken
diğer yandan tasavvufta kendisini geliştirdiği ve herhalde Hamza Bâlî'den sonra kutb
olan Şeyh Hasan-ı Kabâdûz'a intisap ettiği ve onun halifeliğine yükseldiği tahmin
edilebilir. Şeyhinin vefatıyla da kutbluk makamına geçtiği anlaşılıyor. Kendisinin
kutbluğa geçmeden önce ve sonra ticaret vesilesiyle bir yandan Balkan
memleketlerine, diğer yandan da Arap ülkelerine defalarca seyahatlerde bulunduğu,
bir ara Mısır'da kaldığı biliniyor. Balkanlar'da, Belgrad, Filibe, Sofya, Edirne, Gelibolu,
Arap ülkelerinde ise, Kahire, Mekke ve Medine onun en çok gidip geldiği yerler
arasındaydı ve bu ticari seferler sayesinde çok büyük bir servet yapmıştı.170 Diğer
adıyla Şeyh Aliyy-i Rûmî'nin dokuma taciri olması, bu çevrelerden pek çok mürid
edinmesini kolaylaştırdığı gibi,171 sarayda Bostancı Ocağı'ndan da bir hayli
müridinin bulunduğu anlaşılıyor. Nitekim yukarıda sözü edilen Sütçü Beşir Ağa da bu
ocaktayken onun müridi olan Bostancılar'dandır.
Bir yandan şeyhi Hüsâmeddîn-i Ankaravî'nin, diğer yandan dedesi Hamza Bâlî'nin
trajik ölümlerini daha gençken idrak eden Şeyh Aliyy-i Rûmî, onların başına gelenin
kendi başına gelmemesi için, o zamana kadar hiçbir Melâmî kutbunun düşünmediği
bir yola başvuruyordu. Mesleği olan tacirlik, bu amaçla ona asıl hüviyetini gizleme
konusunda mükemmel bir imkân sağlamış görünüyor. Atâyî'nin anlattığına göre,
İstanbul'da Sultan Selim Çarşısı semtinde Mehmed Ağa Camii'ne yakın bir evi olan
Şeyh Aliyy-i Rûmî, mahallesinde ve İstanbul'da -pek çok kereler ticaret vesilesiyle
Mekke'ye de gittiği için- "tüccardan Hacı Ali Beğ" namıyla tanınıyordu. Fakat uygun
zamanlarda da Şeyh İdris adıyla İstanbul'un muhtelif semtlerindeki cami ve
tekkelerde vaazlar vermek suretiyle fikirlerini halka anlatıyor, propaganda yapıyordu.
Böylece bir bakıma, 11. yüzyılda Alamut Kalesi'ndeki îsmailîler'in "üstad-ı azam"ı ve
aynı zamanda tacir olan meşhur Hasan b. Sabbah'la ilginç bir benzerliği bulunan
Şeyh Aliyy-i Rûmî'ye, onunkini çok andıran bu gizlenme tarzı,172 büyük bir rahatlık
sağlamış gibidir. O kadar ki, İstanbul'da ateşli vaazlarıyla halkın kafasını karıştıran ve
söylentilere göre bir zındık ve mülhid olduğu düşünülen Şeyh İdris'in, mahallesinde
çok saygı gören Hacı Ali Beğ olduğu hiçbir zaman bilinememiş görünüyor. Hatta
yalnız İstanbul'da değil, ticaret için gittiği yerlerde de asıl adını ve kimliğini gizliyor,
mesela Anadolu'da, İstanbul'da Ali, Mekke'de Hasan, Medine'de Muhammed, Kahi-
re'de İbrahim (el-Kazzâz) diye tanınıyordu.173 İşte bu gizlenme yöntemi yüzündendir
ki, Melâmiyye geleneğinde kendisine İdrîs-i Muhtefî (Gizlenmiş İdrîs) denilmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki, İdrîs-i Muhtefî, bu çifte kimlikli şahsiyeti sayesinde uzunca bir süre
düşüncelerini, tasavvufi görüşlerini, yorumlarını rahatça propaganda etme imkânını
bulabilmişti. Fakat bir süre sonra halk arasında onun sözleri yüzünden ortaya çıkan
kargaşa, insanları ikiye bölmüş, bazıları onun ehl-i keramet büyük bir velî, bazıları ise
bir sapkın ve fasık olduğunu savunmaya başlamıştır. Nitekim İstanbul'un büyük
uleması ve Şeyh Sivasî Efendi, Terceman Şeyhi Ömer Efendi gibi zamanın önde
gelen şeyhleri, kendi çevrelerinde İdrîs-i Muhtefı'nin zendeka ve il-hadından
bahsetmeye başlamışlardır. Şikâyetlerin Dîvan-ı Hümâyun'a kadar ulaşması üzerine,
kendisinin en kısa zamanda bulunup "hakkından gelinmesi" yolunda ferman
çıkarılmış ve her tarafta aranmaya başlanmış, ama bir türlü ele geçirilememiştir.174
Bütün bu arama tarama çabaları sürerken, İdrîs-i Muhtefî, Hacı Ali Beğ kimliğiyle
herkesin saygı ve sevgi duyduğu zengin bir dokuma taciri olarak mahallesinde
ikamete devam etmektedir. Her gün görüşüp konuştuğu mahallenin ileri gelenleri,
Şeyh İdris adında bir zındık ve mülhidin, yaptığı vaazlarla halkın imanını ve toplumun
düzenini fesada verdiğini, mutlaka yakalanıp idam edilerek insanların bu sapkının
elinden kurtarılması gerektiğini, onun gerçekte İdrîs-i Muhtefî'nin ta kendisi olduğunu
bilmeden yüzüne söyleyip duruyorlardı.175 Ama o, bir insanı iyice tanıyıp görmeden,
bu tür hükümlerle onu gıyabında yargılamanın doğru olmadığım anlatıyordu.
Sonunda İdrîs-i Muhtefî, daha önce idam edilen Melâmî kutbları gibi yakasını ele
vermeden, devletin pençesine düşmeden, Hacı Ali Beğ yahut Aliyy-i Rûmî olarak
1024/1615 yahut 1026/1617 yılında vefat etti.176 Ölümünden sonra terekesi tespit
edilmeye kalkıldığında, muazzam bir servet sahibi olduğunun görüldüğünü, bizzat
kassam olarak terekenin tespitini yapan Şeyh Sinan Efendizâde Mustafa Efendi isimli
şahsın ağzından dinlediğini Atâyî bildiriyor.177 Kabri, üç oğlununkiyle birlikte bugün
Kasımpaşa'da Okmeydanı'na yakın mezarlıktadır.
Gölpınarlı, İdrîs-i Muhtefî hakkında belirtilen kaynaklardaki bilgileri tahlil etmeden,
yorumlamaksızın aktardıktan sonra, kendi bulduğu şeyhin bir şathiyyesini ve bir
gazelini kaydeder. Bunlar yakından incelendiği zaman, tıpkı Oğlan Şeyh İbrahim
Efendi'nin eserlerinde de bol miktarda rastladığımız birtakım Hurûfî motifleri ihtiva
ettikleri görülür. Gölpınarlı da eserinde bu müşahedede bulunmaktadır ki,178
Bektaşîlik'te olduğu gibi, Bayrâmiyye Melâmîliği'nde de kuvvetli bir Hurufîlik etkisinin
göstergelerinden yalnızca biridir.
II. GÜLŞENÎ "ZINDIK VE MÜLHİD"LERİ
1. Gülşenîler'in Gazanfer Dede'si:
Şeyh İbrahîm-i Gülşenî (ö. 1534)
Bayrâmiyye Melâmîliği'nin dışında, Osmanlı dönemi sûfi çevreleri içinde en çok
zendeka ve ilhad suçlamasına maruz kalan tarikat zümrelerinden biri de Halvetîlik
olmuştur. Bu tarikatın muhtelif kollarının içerisinde bazı şeyhlerin bu suçlamaya
muhatap olduklarını aşağıda birkaç örnekle göreceğiz. Ancak bu kollardan hiçbiri,
başta Şeyh İbrahîm-i Gülşe-nî'nin kendisi olmak üzere, Gülşenîlik kadar zendeka ve
ilhad suçlamasına muhatap olmuş şahsiyetleri bünyesinde toplamamıştır. 16. yüzyılın
tanınmış tezkirecilerinden Âşık Çelebi Mefâirü'f-Şuarâ'smda "Şeyh İbrâhîmîler'e isnad
olunan ilhad tohumu"ndan söz ederek bunu doğrular.179 Buna karşılık Atâyî, Şeyh
İbrahîm-i Gülşenî'nin biyografisine ayırdığı kısımda, "Tâk-ı bülend-i ey\'ân-ı irfanın
şem'-i rûşeni ve hadâyık-ı hakâyık-ı gonca-i gülşeni, pîr-i seccâde-i irşâd-ı Gülşenî"
gibi çok saygılı ve övücü sözler kullanır.180
Halvetîliğin ikinci piri sayılan Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî'nin Tebriz'de ikamet etmekte
olan halifelerinden Aydınlı (Rûşenî) Dede Ömer'in yanında yetişerek tarikat içinde
halifelik makamına kadar yükselen İbrahîm-i Gülşenî'nin, Şah İsmail'in Tebriz'i
işgaliyle birlikte, İran'da meydana gelen kargaşalar üzerine Mısır'a gittiği, Memlûk
sultanı Kansuh el-Gûrî'nin izniyle Kahire'de yerleştiği biliniyor. Yavuz Sultan Selim
1517'de Kahi-re'yi zaptettiğinde, şeyhin zaviyesinin bulunduğu araziyi ona
bağışlamıştı.181 Şeyh İbrahîm-i Gülşenî'nin şöhreti kısa zamanda etrafa yayıldı, hayli
kalabalık bir mürid topluluğunun sahibi oldu. Atâyî, ona gösterilen saygıyı ve bağlılığı
anlatmak için, hamama gittiğinde gusül için kullandığı sudan bir damla alabilmek için
insanların biribirini kırdığını, onun meclisinde bulunanlardan bazılarının, kuvvetli bir
cezbeye kapılarak kendilerini' Kahire surlarından aşağı attıklarını ve bu kadar büyük
bir alakanın ancak Molla Hüdâvendigâr'a, yani Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye nasip
olduğunu ifade ediyor.182
Kanuni Sultan Süleyman zamanında müridlerinin sayısının giderek artması, Osmanlı
mahalli yöneticilerinde muhtemel bir ayaklanma korkusu doğurmuş, Hain Ahmed
Paşa'yi soruşturmak için Mısır'a gelen Veziriazam İbrahim Paşa, şeyhin bir isyana
teşebbüs edebileceği endişesiyle kendisini göz altına aldırmıştı. Aslında İbrahim
Paşa'nın, o sıralarda Kahire'de kadılık yapmakta olan, II. Bayezid dönemi
ulemasından tasavvuf düşmanlığıyla meşhur, Çivizâde'nin oğlu, İsmail-i Maşûki'nin
idamı sırasında şeyhülislam olduğunu yukarıda söylediğimiz Mehmed Efendi
tarafından Şeyh İbrahîm-i Gülşenî'ye karşı kışkırtıldığı anlaşılıyor. Bu zat
muhtemelen, gerek kendi tasavvuf düşmanlığı, gerekse şeyhin kalabalık müridleri
arasında bulunan zendekaya eğilimli kişiler yüzünden Şeyh İbrahîm-i Gülşenî'nin
zındık ve mülhid olduğu konusunda halk arasında da epeyce tahriklerde bulunmuş ve
ona mürid olanların aynen onun gibi zındık ve mülhid olacakları konusunda fetvalar
vermişti. Hatta bu yüzden şeyh bir ara Kahire'de hapsedilmiş, fakat rivayete göre
oraya giden Mevlâ-nâ'nın torunlarından Dîvâne Mehmed Çelebi'nin yardımıyla
kurtarılmıştı. Ama yine de, rivayete göre o sıralarda yüz yaşının üstünde olup gözleri
hastalık sebebiyle görmeyen bu ihtiyar şeyh, sonunda İstanbul'a çağrılmaktan
kurtulamadı.183
İbrahim Paşa'nın verdiği rapor sonucu muhtemel bir, ayaklanmadan endişelenen
Kanuni Sultan Süleyman'ın davetiyle 1527'de başkente gitmek zorunda kalan Şeyh
İbrahîm-i Gülşenî'nin, orada sultanın ve aralarında Şeyhülislam İbn Kemal, Koca
Nişancı Celalzâde Mustafa ve Muh-yiddîn Fenârî gibi yüksek ulemanın bulunduğu bir
topluluğun huzurunda bir "sohbet"te (gerçekte üstü kapalı bir sorgulama) bulunduğu
biliniyor. Bu arada şeyhin Ma'nevî isimli manzum eseri Şeyhülislam İbn Kemal
tarafından incelenmiş ve şeriata aykırı olmadığı kararına varılmıştı. Rivayete göre, bu
Dostları ilə paylaş: |