KRİZİN ANA HALKASI: DÖVİZ TAHSİS MUSLUĞUNU KİM ELDE TUTACAK..
“İktisadi artığın istenen şekilde dağıtılmasında devlet politikasının rolünü gösteren bir başka faktör, Türk Lirasının resmi değerinin şişirilmiş olmasıydı. 1970 devalüasyonu sonrasındaki birkaç yıl hariç Türk lirasının resmi değeri piyasa değerinin çok üstündeydi; karaborsadaki döviz kurlarının, zaman zaman resmi kurların iki katının üzerine çıktığı oldu. Bu, kıt dövizin ithalatçılara pazar mekanizması yoluyla değil, bürokratik-yani siyasi-mekanizmayla tahsis edildiğini gösterir. Bütün ithalat resmi onaya bağlıydı ve ithalat içinde tüketim mallarının oranı dönem boyunca hiçbir zaman yüzde 5’i geçmediğinden mevcut dövizin neredeyse tamamı için çeşitli devlet kademelerinde rekabet edenler sadece sanayicilerdi. TL’nin resmi değerinin şişirilmiş olması, iktisadi karar verme mekanizmasını politize ederek, bürokrasinin araçsal özerkliğini pekiştirdi. Böylece, siyasal nüfuzun parasal ödüle çevrilmesini sağlayan, her iki taraf için kârlı bir mübadele, ithal ikameci sanayileşmenin ekonomi politiği içinde vazgeçilmez bir mekanizma oldu. Resmi kurdan döviz elde etme şansı olan sanayiciler, ithal ettikleri girdileri iç pazarda paraya çevirebilecek nihai mallara dönüştürdükleri anda büyük rantlar topluyorlardı. Rant elde edebilecek konumda bulunan diğer sanayicilerden gelebilecek rekabet hariç, hiçbir rekabetle karşı karşıya da değillerdi.
“TL’nin değerinin şişirilmesi, yerli sanayicilerin yüksek kârlar elde etmesini sağladığı gibi, bu yüksek getiriyi mümkün kılan artık transferinin yönüne de işaret eder. Aslında, en başta sorulan şu soruya geri dönmüş oluyoruz: “İşçi sınıfının ve köylülerin bazı kesimleri lehine gelir yeniden bölüştürülüyorsa, sanayicilerin elde ettikleri yüksek kâr oranlarının bedelini ödeyenler kimlerdir?” Ülke parasının değerinin şişirilmiş olması, toplumsal artığın tahsisini belirleyen faktörlerden sadece biri olmakla birlikte, ihraç ürünleri yetiştiren çiftçilerin dış ticarette zarara uğradıklarını gösterir. İthalatçılar, kullanma ayrıcalığı elde ettikleri dövizi piyasa kurunun altında satın alabilirlerken, ihracatçılar, ürünlerini satarak kazandıkları döviz karşılığı (bu dövizi piyasa kuru üzerinden satmış olsalardı, elde edeceklerinden) daha az Türk Lirası alıyorlardı. 1970’lerin sonuna kadar tarım ürünleri ihracat içinde ezici bir ağırlığa sahipti. Türkiye’deki ithal ikamesinin özelliklerinden biri, iç pazar güçlü olduğu sürece sanayi sektörünün dış pazarlara yönelmemesiydi. İhracat geleneksel ürünlerden oluşuyordu: Örneğin, 1968-71 ortalamasını alırsak, tarım ürünlerinin ihracat değeri içindeki payı yüzde 77 idi. Başlıca ihraç malları tütün, pamuk, fındık, incir ve kuru üzüm gibi, üretimleri 19.yy da Avrupa’dan gelen talebe paralel olarak gelişmiş olan ürünlerdi. Ancak 1970’lerin ikinci yarısından sonradır ki, sanayi ürünleri bir parça da olsa önem kazandı. Yine de mamul malların ihtacat içindeki payı küçüktü. 1975’te gıda sanayisi (veya işlenmiş tarım ürünleri) ihracat içinde yüzde 9 paya sahipti. Dokuma ürünlerinin de payı yüzde 9’du. Demek ki TL’nin resmi değerinin yüksek olması, öncelikle ihracata yönelik ürünleri yetiştiren çiftçilerin aleyhineydi.
Döviz kuru politikası sanayideki kârların devam ettirilmesine katkıda bulunduğu gibi, idari bir tahsis mekanizması gerektirdiği için, bürokratların pazar üzerindeki kontrolünü de arttırdı. Dolayısıyla bu politika İİS düzenlemesinin temel dengelerini aynen yansıtmaktaydı: Bürokratların araçsal özerkliği güçlenirken, sanayiciler yararına bir transfer gerçekleşiyordu.45 Yukarıda sorulan soru, 1960-77 döneminin iktisadi düzenlemelerinin sonucu zarara uğrayan bir toplumsal grup varsa, bunun hangisi olduğuydu. Bazı Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi, tarım sektörünün tümü ve özellikle de büyük toprak sahipleri doğrudan ve açıkça cezalandırılmadı. İç ticaret hadleri tarımın lehine geliştiğinden, çiftçilerden yapılan bütün transfer döviz kuru politikası yoluyla dolaylı olarak gerçekleştirildi.46
“Büyüme hızı yeterli olduğu sürece, başlıca toplumsal grupların durumlarının mutlak olarak bozulması gündeme gelmedi; ama, bazı grupların göreli olarak dezavantajlı bir konumda bulunması, başka gruplar için hızlı bir birikim potansiyeli sağladı. Sanayi burjuvazisi ile (siz gene bunu Devletçi burjuvazi olarak tercüme edin) örgütlü işçi sınıfını iktisadi modelin tanımlayıcı unsurları olarak ele almıştık (TÜSİAD-DİSK!! m.a). Öncü sanayiciler (klavuzu karga olanın..), yani en büyük yüz küsür şirketin sahipleri ve menecerleri ile bunların istihdam ettiği işçiler bu modelin çekirdeğinde yeralıyorlardı. Zaten modelin başarısını belirleyen, bir sanayi burjuvazisinin ve örgütlü bir işçi sınıfının yaratılması olmuştu. En büyük sanayiciler ithal ikameci modelin parlak numuneleriydi. Ya tekelciydiler, ya da oligopolist. Rekabet olmadığı sürece, himayenin sağladığı rantları toplamaya devam edebilirlerdi, dolayısıyla sendikaların yüksek ücret taleplerini kabul edebilirlerdi. Bu şirketlerin her biri genellikle binden fazla işçi çalıştırıyordu. Çalıştırdıkları işçiler güçlü sendikalar içinde örgütlenmişti. Bu şirketler, başta İstanbul ve civarında olmak üzere Adana-Mersin ve İzmir bölgelerinde toplanmıştı. Bu üç bölge modern sanayinin47 büyüme odaklarıydı. Burada, diğer işçilere göre çok daha yüksek ücret alan bir işçi aristokrasisiyle karşı karşıya bulunan, coğrafi sınırları belli bir sanayiciler sınıfından bahsediyoruz. Devlete ait sanayi kuruluşlarında çalışan işçiler de bu aristokrasinin içinde yeralıyordu. 1971’de, sanayi sektöründe çalışanların toplam sayısı 1,3 milyonken, binden fazla işçi çalıştıran sanayi işyerlerinde 173,626 işçi vardı ve bunların yüzde 67’si devlet sektöründe çalışıyordu. Daha az işçi çalıştıran işyerlerinde, devlet sektörünün istihdam payı hızla düşüyordu.”48
Dostları ilə paylaş: |